Bölüm: 7 Bahtiyar Uyku
On yedi, on sekiz yaşlarında gözüken bir genç, sırtında bir torba olduğu halde yorgun argın yürüyordu. Gün doğmadan önce yola çıkmış olan bu gencin sırtındaki torba kırık demir parçalarıyla doluydu. Güneş batmak üzere olduğu halde daha ağzına bir lokma koymamıştı. Büyük bir gayretle yürüyor, acele ediyordu.
Bir Gök Türk olan bu sağlam yapılı genç ata çok iyi biner, oku beş yüz adıma düşürür, kılıcı vurunca zırhı keserdi. Fakat o kadar yoksul düşmüştü ki at şöyle dursun, şimdi bir yayı, hatta belinde küçük bir bıçağı bile yoktu. Büyük bir ülküye koşan insanların yılmazlığı ile sonsuz bozkırda yaya yürüyor, bir an için olsun mola vermek aklına gelmiyordu.
Birden adımlarını hızlandırmıştı. Çok ilerde bir kayalık görmüştü. Kayalığa oyulmuş mağaranın kapısına vardığı zaman güneş ufukta kaybolmuştu. Sırtındaki torbayı yere bırakarak geniş bir soluk aldıktan sonra mağaradan içeriye doğru şöyle bir baktı. Orada, ince bir toprağın üstünde ak saçlı bir ihtiyar yatıyordu.
Bu gencin anasının dedesi olan bu ihtiyar adam, belki yüz yaşında bir demirciydi. Çuluk Kağan ordusunda bulunmuş, Kara Kağan çağının parlak ve karanlık günlerini görmüş, çok savaşlara girip çıkmış, Kara Kağan tutsak edildiği zaman onunla birlikte Çin’e götürülmüş, Kür Şad ihtilâlinde sonra yıllarca Çin zindanlarında kalmış, saçları ağarmış, fakat beli bükülmemişti.
Çok usta bir demirciydi. Yaptığı kılıçlarla bıçakları Gök Türkler kapışırlar, onlarla savaşa gitmekten hoşlanırlardı. Bu mağaraya sığındıktan sonra da bıçak yaparak hayatını kazanmak istemiş, fakat Gök Türkler darmadağınık oldukları için iş çıkmamış, o da ocağını söndürmüş, sefil bir hayata razı olmuştu. Son zamanlarda torununun getirdiği yarıbuçuk yiyecekle yaşıyor, artık yürüyecek hali bile kalmadığı için zamanının çoğunu mağarada yatmakla geçiriyordu. Torunu kendisine doğru bir adım atarak:
– “Dede! Sana bir yığın demir getirdim. Bana bunlardan bir kılıç yapar mısın” dedi.
İhtiyar güçlükle doğruldu:
– “Benim çalışacak gücüm kalmadı ki.” diye cevap verdi. Genç oralı değildi. Alnından akmakta olan teri yeniyle sildikten sonra yeniden söze girişti:
– Bu demirleri oba oba dolaşarak topladım. Obaların çoğunda kılıç, bıçak kalmamıştı. Yalnız kırık dökük kılıç parçaları, bıçak kırıntıları bulunuyor, bunları ata hâtıraları diye saklıyorlardı. Bunları toplamak için çok yalvardım. Gün doğmadan yola çıkıp gün batana kadar yürüdüm. Açım. Susuzum. Yorgunum. Bitkinim. Ama sen bana bir kılıç yaparsan bütün çektiklerimi unutacak, bahtıyar olacağım.
Kocamış demirci gülümsedi:
– Ne de çabuk bahtıyar oluyorsun? Bir kılıçla bahtıyar olan sen, acaba Gök Türk devleti dirilse sevincinden delirecek misin?
– Gök Türk devleti dirileceği için bahtıyarım. Kılıcı da Gök Türk devleti diriltecek savaşlara katılmak için istiyorum.
İhtiyar yerinden fırladı:
– Ne demek istiyorsun Buluç?
Buluç’un gözleri parlıyordu:
– Dede! On günden beri kurt başlı sancak Kutluk Şad’ın elinde yükseliyor. Dört bucağa haber saldılar, savaşacak er arıyorlar. Ben belimde bir kılıç olmadan onların arasına nasıl katılabilirim?
İhtiyar heyecanlanmıştı:
– Kutluk Şad mı? Kutluk Şad’ı tanırım. Bozkurt soyunun en yavuz eridir. Şimdi sen benden kılıç mı istiyorsun? Bu benim dirliğimdeki en tatlı işim olacak. Çabuk, demirleri buraya getir.
Buluç, torbayı yeniden sırtlayarak mağaranın içindeki örsün yanına kadar getirdi. Burada yıllardır kullanılmaya kullanılmaya tozlanmış, toprakla karışmış, bir yığın kömür duruyordu. İhtiyar, gençleşmiş gibi, kendinden umulmıyan bir çabukluk ve çeviklikle çıraları yaktı, üzerine kömürü attı. Kartal kanadından yapılmış yelpazeyi eline aldı. Sonra ocağın karşısında diz çöküp başını yukarı kaldırdı. Ellerini açarak:
– “Ulu Tanrı! Bana güç ver. Yıllardır işlemeye işlemeye çalışmasını unutan ellerime biraz ustalık kollarıma biraz güç ver” diye yakardı.
Buluç sevinçliydi. Artık dinlenebilirdi. Mağaranın içine uzandı. Açlık, susuzluk. Şimdi bunlar ondan çok uzaktı. Ocağın alevi yüzüne vurdu, çekiç sesleri bozkırın boşluğunda kaybolurken derin bir uykuya daldı. Çekicin örse inerken çıkardığı sesler, ona çocukluğunun kaygısız, yani bahtıyar günlerinde bile duymadığı tatlı bir ninni gibi geliyordu. Çekicin her vuruşu ülküye doğru atılan bir adımdı. Çekiç, örse vura vura kılıç yapılacak, kendisi kılıcı takınca Kutluk Şad’a katılacak, sonra Ötüken’e varmak için kutlu savaş başlıyacaktı. Buluç uyuyordu. Büyük bir yorgunluktan sonra daldığı bu derin uykudan onu kimse uyandıramazdı. Öyle olduğu halde ihtiyar, çok ihtiyar dedesinin çekiç vuruşlarını duyuyordu. Tıpkı gençliğinde olduğu gibi aşkla, şevkle ve kuvvetle vuruyor, yapılacak kılıcı torunu değil de kendisi kuşanacakmış gibi çalışıyordu: Tırak!… Tırak!… Tırak!…
Bu ahenkli ses, beride rahat rahat uyuyan gence pek uzun, sanki bir gece değil de bir yıl sürmüş kadar uzun geldi.
***
Tan yeri ağarırken gözlerini açan Buluç bütün gövdesinde bir sıcaklık duymuştu. Bu gece düş görmemişti. Fakat dedesinin nasıl çalıştığını düşte değil de gerçekte görmüş gibi biliyordu. Kulaklarında hâlâ çekicin örse inerken çıkardığı sesin yankıları uğulduyordu. Ona öyle geliyordu ki son çekiç sesinden kısa bir süre sonra uyanmıştı.
Gözleri ocağa ilişti. Ateş yeni yakılmış gibi dolu, yalazlı ve parlaktı. Yattığı yerden yavaşça doğruldu. Birden gözleri sevinçle parladı: Yanı başında gösterişli bir kılıç kırk yıllık arkadaş gibi yatıyordu. Onu hemen eline aldı. Yüreği sevinçle çarpıyordu. Yavaş yavaş kınından sıyırdı. Bu kılıç insanın gözünü kamaştıracak kadar parlaktı. Dedesine bir şeyler söylemek için öteye baktı. Dedesi, sabaha kadar çalışmaktan doğan bir yorgunlukla ince topraktan yatağında yatıyordu. Keçesini bile üstüne çekecek zaman bulamamıştı. Buluç ona acıyarak baktı. Şu kocamış dede, savaş lâfı olunca sabaha kadar uyumadan nasıl çalışıyor ve ne güzel bir eser meydana getiriyordu!… Birden Buluç’un gözlerine güzel bir bıçak ilişti. Bunu da dedesi yapmış ve kılıcın biraz ilerisine bırakmıştı. İşte bir gecede iki bahtıyarlığa birden ermişti. O yalnız bir kılıç için bu kadar emeğe, sıkıntıya katlanmışken şimdi fazla olarak bir de bıçağı olmuştu.
Buluç hafifçe uzanarak bıçağı aldı. Kınından sıyırarak dikkatle gözden geçirdi. Her halde yarınki savaş arkadaşları bu bıçaktan ötürü kendisini kıskanacaklardı. Gülümsiyerek dedesine baktı.
Birden bir sevinç haykırışıyla haykırmamak için kendini güç tuttu: Bıçağın bir adım ilerisinde bir kılıç daha duruyor, onun da bir adım ilerisinde başka bir kılıç göze çarpıyordu. Buluç yerden fırlayıp gürültü etmemeğe çalışarak kılıçları aldı. Mağaranın kapısına dönerek aydınlıkta gözden geçirdi. Bunlar olağanüstü kılıçlardı. Birden sıyırdığı son kılıcın üzerinde bir yazı gördü. Dedesi buraya “Kutluk Şad” yazmıştı. Kılıcın öteki yüzünü çevirdi. Burada da “İlteriş Kağan” kelimeleri okunuyordu. Bir an bu İlteriş Kağan’ın kim olduğunu düşündü. Aynı kılıçta yazıldığına göre herhalde Kutluk Şad’ın başka bir adı, belki de belki değil, muhakkak, kağan olduktan sonra alacağı addı.
Buluç merakla öteki kılıcı da sıyırıp baktı. Burada “Kür Şad’ın oğlu” kelimeleri yazılıydı. Evet, hatırlıyordu: Dedesi, Kür Şad’ın bir oğlu olduğunu, Kür Şad ihtilâlinde pek küçük olan bu çocuğun anası tarafından kaçırıldığını hattâ birkaç gece de kendi çadırında konuk kaldıklarını, anlatmış, sonra kendi atını, pusatlarını vererek bunları nasıl kaçırdığını, Çinliler’in kendisinden kuşkulanarak nasıl hapse atıp işkence yaptıklarını, fakat Kür Şad’ın konçuyu ile oğlu kurtulsun diye bütün acılara katlanarak hiçbir şey söylemediğini, bu yüzden yıllarca güngörmez zindanlarda süründüğünü birer birer söylemişti.
Fakat Kür Şad’ın oğlunu nasıl bulup da verecekti? Buluç şimdilik bu bilmece ile uğraşmayı lüzumsuz bularak kendi kılıcını kınından sıyırdı. Bir yüzünde “Buluç” yazısını okudu. Dedesi, nerden bulmuşsa bulmuş, oraya bir de kılıç kayışı bırakmıştı. Buluç kılıcını kuşanıp bıçağını takarak mağara kapısından çıktı. Güneş şimdiye kadar görülmemiş bir güzellikle doğuyordu.
***
Bir zaman ufuklara ve göklere baktı. Tatlı rüzgâr canına can katıyordu. Bir eksiği vardı ama ne olduğunu anlıyamıyordu. Birden gülümsedi.
– “Bahtıyarlık beni esritti” diye söylendi. Eksiğin ne olduğunu keşfetmişti: Fena halde acıkmıştı. Acaba dedesinin kıyıda bucakta kalmış biraz yiyeceği var mıydı? Bunu anlamak için mağaraya girdi. Çevresine bakınarak usul adımlarla dedesine yaklaştı. Dün getirdiği demirlerin büyük bir kısmı yerde duruyordu. Görünürde başka hiçbir şey yoktu. Kırık bir çanakta biraz su vardı. Onu kana kana içti. Sonra gözleri dedesine takılarak hayretle durdu. Onun sağ elinde çekiç duruyordu. Sol eliyle büyük kıskacını tutuyordu. Kıskaç, kılıç yapılacak demir parçasını kavramıştı. Demek ki dede pek yorgun düşerek oturmuş, oturmasıyla dalması bir olmuştu. Fakat neden bu kadar hareketsiz ve soluktu? Buluç bir dizini yere koyarak eğildi. “Dede” diye seslendi. Dedesi gülümsüyordu. Daha hızlı olarak yeniden onu çağırdı. Sonra elini dedesinin yüreğine bastırdı. Şöyle, birden ona sayacak kadar bir zaman geçtikten sonra derin bir ah çekerek ayağa fırladı. Dede ölmüştü.
Yüz yılın yükünü taşıdıktan sonra, bir torun bile değil de torunun oğlundan başka herkesi, her şeyi kaybettikten sonra tam Bozkurt sancağı yükselirken ihtiyar demirci ölmüştü.
Buluç onun yüzüne yeniden baktı. Bu yüzde hayattan ayrılmanın hiçbir kederi yoktu. Bilâkis o kadar bahtıyar bir yüzdü ki, ömrün en sevinçli anında rüya gören, yahut bahtıyarlığı damarlarının içinde duyan bir kimse de ancak bunun gibi gülümsiyebilirdi.
O, güç vermesi için Tanrı’ya yakararak işe başlamış, bütün dirliğinde yaptığı kılıçların en güzeli olan üç tanesini yapmış, sonra yüz yıl çarpa çarpa, felâket ve sefalet göre göre örslenmiş, aşınmış olan yüreği bu yıpratıcı gece çalışmasına dayanamıyarak durmuştu.
Bununla beraber bu kadarı bile ne güzel, ne büyük sonuçtu. İhtiyar demirci, Kutluk Şad’ın tuğ kaldırdığını işitince canlanmış, hiçbir zaman kaybetmediği inancıyla güçlenmiş, bu kutlu savaşa kılıcıyla yapamadığı yardımı çekiciyle yapmak için insan gücü üstünde emek harcıyarak bütün gece çalışmış, gözleri iyi görmediği, geceleyin mağara daha çok karanlık olduğu halde yalnız ocaktan çıkan yalazla yetinerek üç kılıçla bir bıçak yapmış, sonra büyük bir bahtıyarlık içinde, topraktan yatağına uzanarak bu dünyadan göçüp gitmişti.
O şimdi bir daha uyanmamak üzere bahtıyar bir uyku uyuyordu. Doğrusu, böyle bir emekle bu bahtıyar uykuyu uyuyabilmek, yüz yıl çile çekmeğe değerdi.
Uyuyordu. Gök Türk devletini diriltecek kılıç şakırtılarını duyar gibi, Ötüken’de dalgalanacak sancağı görür gibi, yarını, yarın neler olacağını bilir gibi uyuyordu.
Buluç şimdi ayakta taş gibi duruyor, Gök Türk savaşçılarına kılıç yapmak için didinirken ölen ihtiyar demirciye karşı içi saygıyla doluyordu.
Birden uzakta nal sesleri işitir gibi oldu. Ağır ağır mağaranın kapısına yaklaştı. Tozu dumana katarak bir bölük atlı doludizgin geliyordu. Heyecanlanmıştı. Sakın.
Bunlar Türk atlılarıydı. Mağaranın önünde durdukları zaman, Buluç, kurt başlı sancağı görüp Kutluk Şad’ı tanımakta gecikmedi. Yere diz vurdu.
Kutluk Şad, kendi ordusuna katılacağını bildiği bu gence sordu:
– Adın ne?
– Buluç.
– Bize katılacak mısın?
– Evet Şad.
– Burada kocamış bir demirci olacak, bilir misin?
– Dedemdir.
– Nerede?
Buluç başını eğdi. Gözleri dumanlanmıştı.
– Dedem bu sabah Uçmağa varmıştır Şad!
Kutluk Şad çevik bir atlayışla atından indi. Bir anda bütün çerileri de öyle yaptılar. Ardından Tonyukuk ve Boyla Bağa Tarkan olduğu halde mağaraya giren Kutluk Şad, ihtiyar demircinin ölüsü önünde saygılı bir durumla durdu. Sonra Tonyukuk’un gerisinde Buluç’a dönerek:
– “Nasıl oldu, anlat” dedi
Buluç demir parçaları dolu torbayı getirdikten sonra olup biteni anlattı ve Kutluk Şad için yapılmış olan kılıcı ona uzattı:
– “Bu kılıç senin için yapılmıştır Şad” dedi.
Kutluk Şad kılıcı eline aldı:
– Benim için yapıldığını nereden biliyorsun?
– Üstünde adın yazılı.
Tonyukuk’la Boyla Bağa Tarkan, kılıcı sıyrılmış olan Kutluk Şad’a yaklaştılar ve üçü birden “İlteriş Kağan” kelimelerini okuyarak birbirlerine baktılar. Sonra öteki yüzünde “Kutluk Şad” adını gördüler. O zaman Tonyukuk:
– “Kutluk Şad” dedi, “bu demircinin gönlüne Tanrı’dan bir ses gelmeseydi bunu yazmazdı. Gök Türk devletini kurabilirsek sen İlteriş Kağan olacaksın.”
Kutluk Şad cevap vermedi. Yalnız kabul makamında başını salladı. Sonra Buluç’un uzattığı ikinci kılıcı alarak sordu:
– Bu kimin?
– Kür Şad’ın oğlunun.
Şadın kaşları çatıldı:
– Kür Şad’ın oğlu yaşıyor mu?
– Yaşıyor Şad!
– Nereden biliyorsun?
Buluç, dedesinin vaktiyle kendisine söylediklerini anlattı. Boyla Bağa Tarkan söze karıştı:
– Ben buna benzer bir şey işitmiştim Şad. Buyruk verirsen çerimze soralım.
– Sor bakalım.
Şad, Tonyukuk ve Tarkan arkalarında Buluç olduğu halde mağaradan çıkmışlardı. Bağa Tarkan’ın sesi erler arasında bir çalkalanma yaptı:
– Aranızda Kür Şad’ın oğlu var mı?
Derin bir sessizlik. Tarkan bir daha sordu:
– İhtiyar demirci, Kür Şad’ın oğlu için kılıç yapmış. Aranızda Kür Şad’ın oğlu var mı?
Yine cevap veren olmadı. O zaman Kutluk Şad’ın buyruğu işitildi:
– Bağa Tarkan! Kür Şad’ın oğlu ortaya çıkıncaya kadar taşımak üzere bu kılıcı dilediğin ere ver.
– Buyruk senindir.
Sonra, Boyla Bağa Tarkan bir bir hepsinin önünden geçti. Taçam’ı seçerek:
– “Al! Kutluk Şad’ın buyruğunca iyi gözet” dedi
kimse bu güzel tesadüften Urungu kadar sevinmemişti. Fakat bu sevinç bir sır gibi gizli kaldı.
Kutluk Şad’la çerileri uzun zaman mağaranın önünde kaldılar. İhtiyar demirciyi gömdüler. Çeri içindeki iki demirci, Buluç’un getirmiş olduğu demirlerin kalanından kargılar, kılıçlar ve tulgalar yaptılar. Sonra Buluç’u da aralarına alarak yürümeğe hazırlandılar. Boyla Bağa Tarkan ona çerideki fazla atlardan birini vermiş ve:
– “Seninle yetmiş kişi olduk. Onbaşın Börü’dür” demişti. Sonra yetmiş atla doludizgin yürüyüşe kalkmışlar ve yıldırım hızıyla ileriye atılmışlardı. En önde kurt başlı al sancak dalgalanıyor, arkasında Gök Türk devletini diriltmeğe kalkan kahramanlar geliyordu. Kaşlar çatılmış, ağızlar kilitlenmiş uçuyorlar, koyu kumral uzun saçları dalgalanırken kartal bakışlarıyla ileriye bakıyorlardı. Gözler yalnız ilerisini görüyor, arkada kalan hiçbir şey hatıra gelmiyordu.
Fakat bu yıldırım atlıların arasında yalnız birisi ara sıra başını arkaya çevirip bakıyor, sonra ıslak gözlerini eliyle silerek arkadaşlarıyla aynı hizada ileriye doğru akıyordu.
En gerideki dizide bulunan ve gözleri arkada kalan er Buluç’tu ve onun arkaya bakışları, ihtiyar demircinin can verip gömüldüğü mağara gözden silininceye kadar devam etti.