Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Ahmet Yesevî: Hayatı, Eserleri, Fikir Ve Tesirleri

4 75.981

Doç. Dr. Ahmet Turan YÜKSEL

1. Hayatı

Büyük Selçuklu Devleti’nin son haşmetli dönemlerinde yaşayan; “Pîr-i Türkistan”, “Hâce-i Türkistan”, “Hazreti Sultan”, “Sultânu’l-Evliyâ” ve “Evliyâlar Serveri” gibi unvanlarla anılan, Anadolu’nun manevî fatihi Ahmed Yesevî, Müslüman-Türk tarih, kültür ve medeniyetinde tesirleri günümüze kadar gelen önemli mutasavvıf, şair, gönül, fikir ve düşünce erenidir. Anadolu’da ve Türkler arasında İslâmiyet ile Türk dilinin var olması ve yayılmasında büyük bir fonksiyon icra etmiştir.

Ahmed Yesevî, eldeki bilgilere göre, muhtemelen 1085-1095[1] yılları arasında veya daha genel bir ifade ile XI. yüzyılın ikinci yarısında[2] dünyaya geldi. Doğum yeri, çoğunlukla kabul edildiğine göre, halkını Türkler ve Acemlerin oluşturduğu Sayram[3] kasabasıdır. Sayram, Güney Kazakistan’da, Çimkent şehrinin doğusunda Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu çayı yakasında bir yerleşim yeridir . Diğer taraftan bazı kaynaklar O’nun Yesi, yani günümüzdeki ismiyle, Güney Kazakistan’da yer alan Türkistan şehrinde doğduğunu belirtseler de bu görüş doğru değildir.[4]

Babası Şeyh İbrahim, kerametleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali’nin, oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye soyundan geldiği kabul edilen bir şahsiyettir. Sayram’da Muhammed İbnü’l-Hanefiyye soyundan gelenlere hâce denildiği için, bu soydan gelen Ahmed Yesevî de Hâce Ahmed, Hâce Ahmed Yesevî ve Kul Hâce Ahmed şeklinde anılmaktadır.[5]

Annesine gelince, babasının halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur.[6] Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Ahmed Yesevî, yedi yaşından itibaren ablası Gevher Şehnâz’ın tarafından yetiştirildi. Bilgilere göre Gevher Şehnaz, bilinmeyen bir sebeple, kardeşini yanına alarak Sayram’dan ayrıldı ve Yesi şehrine yerleşti.[7]

Yedi yaşına kadar geçen dönemde ilk eğitimini babasından alan ve menkıbelere göre de küçük yaşta Hızır’ın sohbet ve irşadına nâil olan Ahmed Yesevî, Yesi’de Arslan Baba’ya (Arslan Bab) intisap ederek tahsiline devam etti. Arslan Baba, Yesi’de meşhur bir şahsiyet olup, Horasan Melâmetliği’ni temsil etmekteydi.[8] Hatta sahâbenin büyüklerinden olan Arslan Baba’nın, Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve Hz. Peygamber’in kendisine teslim ettiği hurma emanetini vermesi, terbiyesi ile ilgilenerek onu irşat etmesi, Hz. Peygamber’in manevî bir işaretine dayanmaktadır.[9]

Bu konudaki menkıbeye göre gazvelerin birinde yiyecek bir şeyleri kalmayan sahâbenin isteği üzerine Hz. Peygamber dua eder. Bu duadan sonra Cebrail cennetten bir tabak hurma getirir. Ashâb-ı kirâmdan orada bulunanlar birer hurma alırlar. Ancak bir hurma yere düşer. Bunu gören Cebrail, düşen bu hurmanın Hz. Peygamber’in ümmetinden Ahmed isimli birisinin kısmeti olduğunu ifade eder. Hz. Peygamber sahibine teslim etmek üzere sahâbeye bu hurmayı emanet etmek ister. Sahâbe arasından Arslan Baba, bu görevi yerine getirmeye talip olur. Hz. Peygamber mübarek eliyle bu hurmayı Arslan Baba’nın damağına yerleştirip Ahmed’i nerede ve nasıl bulacağını anlatır ve aynı zamanda onun terbiyesiyle ilgilenmesini de bir görev olarak verir. Arslan Baba yüzyıllarca Ahmed’i arar ve kendisine verilen bu işaret gereğince Yesi’ye gelir. Ahmed’i arar ve mahalle çocuklarıyla oynarken bulur. Arslan Baba daha hurmadan bahsetmeden Ahmed Yesevî emaneti kendisine vermesini ister. Arslan Baba beş yüz yıl damağında sakladığı ve tazeliğini koruyan hurmayı ağzından çıkararak sahibine teslim eder. Ayrıca onun eğitimiyle de ilgilenmeye başlar. Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile Ahmed kısa zamanda manevi kemal mertebelerini aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar.[10]

Arslan Baba’nın vefatı üzerine Ahmed Yesevî, dönemin önemli ilim merkezlerinden olan Buhara’ya gitti. Buhara, o dönemde Karahanlıların hâkimiyeti altındaydı. Âl-i Burhan adında zengin ve Hanefî mezhebinde bir aile idarede söz sahibiydi. Ayrıca Türkistan’ın her tarafından binlerce öğrenci, ilim tahsili için bu önemli şehre gelmekteydi.[11] Ahmed Yesevî burada 504/1110[12] veya 518/1124[13] tarihinde, devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap ederek, onun irşat ve terbiyesi altına girmiştir. Yusuf el-Hemedânî’nin 535/1140’ta vefatı üzerine, Abdullah-ı Berkî (Barakî) ve Şeyh Hasan-ı Endâkî’den sonra 555/1160’ta Ahmed Yesevî, el-Hemedânî’nin üçüncü halifesi sıfatıyla irşat mevkiine geçti. Ancak bir müddet sonra, vaktiyle şeyhinin verdiği bir işaret sebebiyle, makamını Şeyh Abdülhâlık-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye döndü. Bu sırada muhtemelen altmış yaşında olan Ahmed Yesevî, vefat edinceye kadar burada irşat faaliyetine devam etti.[14] Öyle ki, ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yaptığı belirtilmektedir.[15]

Kaynakların çoğu tarafından 562-563/1166-1167 yılında vefat ettiği kabul edilen Ahmed Yesevî, ananeye göre altmış üç yaşından itibaren hayatının geri kalan kısmını, tekkesinin avlusunda küçük bir hücre şeklinde kazdırdığı çile hanede geçirmiştir. Onun bu davranışı, Hz. Peygamber’e ve onun yoluna bağlılığı ile izah edilmektedir. Zira Hz. Peygamber altmış üç yaşında vefat etmiştir. Bu sebeple Ahmed Yesevî için bu yaştan sonra yeryüzünde yaşamak sünnete aykırıdır.[16]

Ahmed Yesevî’nin kaç yaşında vefat ettiği konusunda farklı görüşler dikkat çekmektedir. Bazı araştırmacılar onun altmış üç yaşında vefat ettiğini kabul ederken, yetmiş üç, seksen beş, yüz yirmi veya yüz yirmi beş yaşında vefat ettiğini ileri süren araştırmacılar da söz konusudur.[17]

Timur’un emriyle 798/1396 yılında yapımına başlanan türbesi, aynı zamanda bir camîi ve dergahla birlikte diğer hizmet binalarıyla bir külliye halinde birkaç yıl içinde tamamlandı.[18] Sovyet Rusya yönetimi döneminde bile Türkistan’ın çeşitli yerlerinden gelen Müslüman Türklerin ziyaret ettikleri bu külliye, 1990 yılında Türkiye ile Kazakistan arasında yapılan anlaşma ile gündeme gelen ve 1992 yılında başlanan restorasyon çalışmalarıyla tarihi ve mimari hüviyetini yeniden kazanmıştır. TİKA tarafından gerçekleştirilen restorasyon sonunda, Eylül 2000 tarihinde külliyenin açılışı yapılmıştır.

Eldeki bilgilere göre Ahmed Yesevî’nin İbrahim adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak kendisi hayatta iken İbrahim’in vefat ettiği bilinmektedir. Bunun yanı sıra Gevher Şehnâz ve Gevher Hoşnâz isimli iki tane kızı olan Ahmed Yesevî’nin soyu, kızlarından Gevher Şehnâz yoluyla devam etmiştir. İşte bu süreçte Türkistan, Mâverâünnehir ve Orta Asya bölgeleriyle, Anadolu’da kendilerini Ahmed Yesevî’nin soyundan sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Bunlar arasında Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ, Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi örnek olarak zikredilebilir.[19]

2. Eserleri

Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet ve Fakrnâme adlı eserlerinden bahsedilmektedir.

Bunlardan Dîvân-ı Hikmet, Ahmed Yesevî’nin büyük bir kısmı 5-15 arasında değişen dörtlüklerden ibaret “hikmet” adı verilen dinî, tasavvuf? ve didaktik mahiyetteki manzumelerinin toplandığı bir eserdir. Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında yer alan hikmetlerin sayısı bazı farklılıklar göstermektedir. Bugüne kadar derlenebilen Yesevî’ye ait hikmetler iki yüz elliyi bulmaktadır. Bu sebeple hikmetlerin birinde yer alan, “Dört bin dört yüz hikmet söyledim” ifadesi sadece bir rivayetten ibarettir.[20]

Hikmetler, sanıldığı kadarıyla yakınındaki bazı dervişler tarafından yazıya geçirilmiş ve yine Yesevî dervişlerinin dilinden en uzak Türk yurtlarına kadar ulaştırılmıştır.[21] Bununla birlikte Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva ve dil bakımından önemli farklılıklar taşıması, söz konusu eserdeki bütün hikmetlerin Ahmed Yesevî’ye ait olmadığı ve başta müritleri olmak üzere diğer sûfî şairlerin manzumelerini de içine aldığı şeklinde değerlendirilmektedir. Hatta Fuad Köprülü, elde mevcut bulunan eserin aynı ismi taşıyan başka bir Yesevî derviş veya şeyhine ait olabileceği ihtimalinin tamamen gözden uzak tutulmaması gerektiğini ifade etmiştir.[22] Buna rağmen, bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri, tarikatının temel prensipleri yer almaktadır. Bu sebeple de hikmetler, Türkler arasında bir düşünce birliğinin meydana getirilmesinde oldukça önem taşımaktadır.[23]

Hikmetlerin muhtevasını ana hatlarıyla İslâm dini, Türkistan tasavvufu ve Yesevîlik’e ait esaslar oluşturmaktadır. Bazı hikmetlerde amelî ahlak ve çevrenin sosyal hayat açısından aksayan yönleri üzerinde de durulmuştur. Münâcât, naat ve ilk dört halifeye ait övgüler dışında hikmetlerde başka konular da ele alınmıştır. Bunlar ilahî aşk, Allah’ın birliği, mutlak irade ve kudreti, Hz. Peygamber sevgisi, şerîat, sünnet, züht ve takva, İslâm ahlakı, kıyamet, cennet ve cehennem tasvirleri, dünyadan ve sahte aşıklardan şikayet, mutasavvıflara ait kıssalar, zikir ve halvet gibi Yesevîlik adap ve erkânı ile ilgili hususlardır.[24]

Dîvân-ı Hikmet’in ve dolayısıyla Ahmed Yesevî’nin dili, Kutadgu Bilig’in yazıldığı ve müellifi Kaşgarlı Mahmud’un -Türkçenin en yüksek şekli kabul ettiği- “Hakaniye Lehçesi”, yani Karahanlı Türkçesi olmalıdır.[25] Ancak bu konuda kesin bir hükme varabilmek için, hiç değilse M. XII veya XIII. yüzyıla ait bir Dîvân-ı Hikmet nüshasının ele geçmesine ihtiyaç vardır.

Dîvân-ı Hikmet önceleri yazma nüshalar halinde, -yani istinsah yoluyla- daha sonraları ise basılarak çoğaltılmıştır. Eldeki bilgilere göre geçen iki yüzyılda Taşkent’te on yedi, İstanbul’da dokuz, Kazan’da beş, Buhara ve Kagan’da birer defa basılmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Özbekistan’da Kril alfabesiyle iki yeni baskısı yapılmıştır. Türkiye’de ise Kemal Eraslan, Hayati Bice, Yusuf Azmun[26] ve Erhan Sezai Toplu[27] tarafından hikmetler dilimizde yayınlanmıştır.

Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrnâme, Dîvân-ı Hikmet’in Taşkent ve Kazan baskılarının başında yer alan bir risâledir. Müstakil bir eserden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme, tasavvufun önemli ıstılahlarından olan “fakr”ın mahiyeti ve önemi, dervişliğin mahiyeti ve makamların anlatıldığı bir eserdir. Buna göre şeriatta on, tarikatta on, marifette on ve hakikatte on olmak üzere kırk makam yer almaktadır. Aynı şekilde fakrın on makamı, on nuru ve on mertebesi ile altı adâbı bulunmaktadır.

Fakrnâme’nin, Dîvân-ı Hikmet yazmalarının diğer nüshalarında bulunmaması, bu eserin Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler, meselâ Hâce’nin fikirlerini esas alan bir Yesevî dervişi tarafından, yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakrnâme, Kemal Eraslan tarafından yayınlanmıştır.[28] Bir araştırmacı tarafından Ahmed Yesevî’nin bilinmeyen bir eseri olarak sunulan “Risâle” isimli eser,[29] Kemal Eraslan tarafından yayımlanan Fakrnâme’den başka birşey değildir.

3. Fikirleri ve Tesirleri

Vefatına kadar geçen tahsil, yetişme ve hizmet döneminde, devamlı ibadetle meşgul olup, geçimini kaşık yontup satarak sağlayan;[30] el emeği ile geçinmeyi teşvik eden bir sûfî olan Ahmed Yesevî, manevî ilimlerdeki şöhreti yanında bir Hanefî fakihi ve aynı zamanda Nizâmiye Medresesi’nde ders verecek kadar ilimde yüksek mertebelere ulaşan şeyhi el-Hemedânî’den manevî ve zâhirî ilimleri öğrenmiştir.

Ahmed Yesevî’nin Yesi’de irşada başladığı dönemde Büyük Selçuklu Sultanı Sencer vefat etmiş ve Hârezmşahlar siyasî anlamda hâkimiyeti sağlamaya başlamışlardı. Diğer taraftan Türkistan’da Yedisu bölgesinde güçlü bir İslâmlaşma ve sûfî hareketler söz konusuydu. Şeyhi gibi bir Hanefî fakihi ve ilim adamı olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, bu şartlar altında irşat faaliyetlerinde bulunduğu Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında nüfuz sahibi olmuştur.[31] Bir başka ifadeyle, kırsal kesimin sade insanlarına ilim ve irfânı götürmüştür.[32] Bunu yaparken de oldukça sade ve anlaşılabilecek bir dil kullanmıştır.

Ahmed Yesevî, etrafında toplanan insanlara İslâm dininin temel prensiplerini; kendisinin esaslarını belirlediği ve şeriat-sünnet, tasavvuf ve Horasan melâmiliği olmak üzere başlıca üç temele dayanan Yesevîlik’in âdâp ve erkânını sade bir dil ve Türkçe ile “hikmet” adı verilen hece veznindeki manzumelerle duyurmuştur. Ayrıca hikmetleri, Yesevî dervişleri aracılığıyla da henüz Müslüman olmayan en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılmıştır.[33] Nitekim O’nun yakın çevresinde on iki bin, uzak çevresinde ise doksan dokuz bin kadar müridi ve çok sayıda halifesi vardı.[34]

Ahmed Yesevî’nin Türk yurtlarında benzeri görülmeyen kalıcı bir tesir bırakmasında, hikmetlerinin yanı sıra Türk dünyasının tamamına hitap eden müritlerinin büyük rolü olmuştur. Hatta bu şekilde bütün bu bölgelerde ortak bir inanç ve ruh iklimi gerçekleşmiştir.[35] Öyle ki, Anadolu’da yüzlerce yıldan beri yaşayan, Türk olmakla birlikte Müslüman olmayan Kıpçak ve Oğuz Türkleri Yesevî dervişleri sayesinde müslüman olmuşlardır.[36]

Ahmed Yesevî bir mürşit ve ahlakçı sıfatıyla da, yukarıda ifade edildiği gibi, etrafında toplanan insanlara İslâm dininin esas ve hükümlerinin yanı sıra, tasavvufun inceliklerini, tarikatın âdâp ve erkânını öğretmiş; bu şekilde çevresindeki insanları Hz. Peygamber’e yakışır bir ümmet olarak yetiştirmeyi amaç edinmişti.[37] Zira kendisi Hz. Peygamber’in sünnetine sıkıca bağlı, O’na sonsuz hürmet ve sevgisi olan bir şahsiyetti. Ona göre Hz. Peygamber’e layık bir ümmet olabilmek için de Allah’ın kitabına ve Hz. Peygamber’in sünnetine uymak ve bağlanmak gerekmektedir. Çünkü şeriat ile tarikat birbirinden ayrı şeyler değildir. İmanın postu şeriat, özü ise tarikattır ve insan hakikati kendi başına bulamaz. Bunun için bir pîre bağlanmak gerekir. Pîrin rızasını almak, Hakk’ın rızasını kazanmak demektir. Bu noktada gerçek pîr Hz. Peygamber’dir. Aynı şekilde dünyanın geçici olduğunu bilerek onun için üzülmemek; yüceliğin Allah’a mahsus olduğunu bilerek kibirden kurtulmak ve dünyadaki ikbâle güvenmemek; insanlara karşı her türlü haksızlıktan kaçınmak ve hatta ölmeden önce ölmek gerekir.[38]

Ahmed Yesevî’nin kurucusu olduğu ve bir Türk tarafından kurulup Türkler arasında yayılan ilk tarikat olan; aynı zamanda kendi ismiyle anılan Yesevîlik, daha önce belirtildiği gibi şeriat ve sünnet, tasavvuf ve Horasan melâmetliği olmak üzere başlıca üç temele dayanmaktadır. Yesevîlik’in temel esaslarını ise tevhidi esas alan tasavvuf anlayışı, şeriat ve sünnete mutlak bağlılık, riyazet ve mücahede ile halvet ve zikir oluşturmaktadır.[39] Bununla birlikte Yesevîlik’in temel hükümleri Allah’ı bilme, mutlak cömertlik, hakiki doğruluk, istiğrak yoluyla sağlam bilgi, Hakk’ın takdir ettiği rızka tam tevekkül ve derin tefekkürdür.[40]

Burada özellikle bir hususa işaret etmek Yesevîlik’in anlaşılması açısından önem taşımaktadır. Ahmed Yesevî’nin melâmet anlayışı, pasif ve körü körüne bir itaatin gerektirdiği şuursuz ve dünyadan kaçan bir tevekkül değildir. Aksine yumuşak huyluluktan saldırganlığa eğilimli olan insandaki irade ve tefekkür gücünü ve diğer özellikleri ılımlı ve verimli bir çizgiye getirmektir. Bu şekilde de toplumda ihtiyaç duyulan alanlara kalifiye eleman transferini gerçekleştirerek dünya ile mücadele eden bir tevekkül anlayışını hakim kılmaktır.[41]

Bütün bu esaslar dikkate alındığında Yesevîlik’in, Doğu Türkistan’ın küçük bir kısmı ve Seyhun havzasındaki dar çerçevede yaşayan şiîliğin etkisinde kalarak heterodox karakter kazandığı görüşünü[42] kabul etmek mümkün değildir.[43] Aksine Ahmed Yesevî, ehl-i sünnet inancına bağlılığı, şeriatı ön plana çıkaran tarikat anlayışı, üretime dönük ve istikamet çizgisini esas alan gerçek melâmetliği ile heterodox düşünce ve akımların Türkler arasında yayılmasına engel olmuş, Türkistan’ı sapık fikirlerden arınmış saf bir iman çizgisinde tutabilmiştir.[44]

Tam anlamıyla bir sûfî şair olarak tanımlanabilecek Ahmed Yesevî,[45] kendinden sonra gelen Mevlânâ ve Yunus gibi insanlık dünyasına geniş bir perspektiften bakmaktadır. Hatta bu noktada onlara etki etmiş olmakla nitelendirilmelidir. Nitekim ona göre kemâle ermek için inanmayanlar dahil hiçbir insanı incitmemek gerekir.[46] Bu sebepledir ki insanoğlunun hem beşerî ve hem de manevî tarafına hitap ederek, onları düşünmeye ve kendilerinin farkına varmaya çağırmıştır. Şekilde millî, özde İslâmî kimliği ile ortaya çıkan Ahmed Yesevî, bu düşünce ve faaliyetleriyle, döneminin tarih ve coğrafyası içinde kendilerinin ne olduklarının farkında olmayan şaşkın ve sıkıntı içindeki halk kitlesinin yol göstericisi ve önderi olma özelliğini kazanmıştır.[47]

Ahmed Yesevî’nin ilk ve önde gelen halifesi, Arslan Baba’nın oğlu Mansur Atâ’dır (ö. 594/1197). O ölünce yerine oğlu Abdülmelik Atâ, ondan sonra da oğlu Tâc Hâce (ö. 607/1210) geçmiştir. Tâc Hâce, meşhur Zengi Atâ’nın babasıdır.

İkinci halifesi Harezmli Sa’îd Atâ’dır. Üçüncü halifesi Süleyman Atâ (Ö.582/1185), dördüncü halifesi ise Hakîm Atâ’dır. Yeseviyye silsilesi Hakîm Atâ’dan sonra, Süleyman Atâ’nın yetiştirdiği en önemli sûfî olan Zengî Atâ ve onun halifelerinden Seyyid Atâ ve Sadr Atâ yoluyla devam etmiştir.[48]

Ahmed Yesevî ve Yesevîlik, bugün için başlıca üç ana coğrafi bölgede yayılmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bunlar Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan ile Tacikistan’ı ve Volga boylarını içine alan Orta Asya ağırlıklı saha; Hindistan sahası ve Anadolu sahasıdır.[49]

Orta Asya ağırlıklı saha göz önüne alındığında öncelikle Seyhun nehri havzasında Taşkent ve çevresinde yerleşen Yeseviyye tarikatı, Hârezm ve özellikle Mâverâunnehir’de geniş bir kitleye yayılmıştır. Bunun yanı sıra Türkistan’ın kuzeybatı bozkırlarından Kıpçak lehçesinin hakim olduğu İdil- Ural bölgesine uzanan Yesevîlik, Horasan ve Azerbaycan’a kadar ulaşmıştır. Tarihi gelişim sonucu Nakşibendiyye tarikatının daha yaygın hale geldiği XV-XVI. yüzyıllara kadar Türkistan ve Horasan’ın hemen her tarafında hatta Keşmir, Kâbil, Temeşvar, Hicaz, Diyarbakır ve İstanbul’da Yesevî dervişlerine rastlanmıştır.[50]

Yeseviyye tarikatının bu bölgedeki yayılma döneminde, daha sonra Türkistan ve Anadolu’da gelişecek olan başta Nakşibendiyye olmak üzere Kübreviyye, Çiştiyye gibi diğer büyük tasavvuf ekollerini de derinden etkilemiştir.[51] Bunlardan Nakşibendiyye tarikatının Ahmed Yesevî ile irtibatı, Şâh-ı Nakşibend yani Muhammed Bahauddin Buhari’nin, Yesevî şeyhlerinden Kasem Şeyh ve devrin hükümdarı Halil Atâ ile bir süre birlikte olarak feyz almasına dayanır.[52]

Şâh-ı Nakşibend’den sonra Nakşibendiyye tarikatı Türkistan Türkleri arasında yayılarak Yeseviyye tarikatının nüfuz sahasını daraltmıştır.[53] Bununla birlikte, bir değerlendirmeye göre, kaynağı Yesevîlik olan Nakşîlik, zaman içinde yobazlık ve şekilciliğe kayarak Yesevîlik’ten ayrılmıştır.[54]

Hindistan sahasındaki yayılma konusunda fazla bir bilgiye sahip değiliz. Bazı yerli ve yabancı araştırmacıların tespitlerinde Yesevîlik’in doğrudan ve dolaylı olarak Hindistan ve Hind sûfîliği üzerindeki etkileri dile getirilmiştir. Araştırmalar ve eldeki bilgilere göre, öyle görünüyor ki Moğol istilası başladığında pek çok Yesevî şeyh ve dervişi Hindistan sahasını tercih etmiş ve XIII. yüzyılda Keşmir vadisinden başlayarak Hindistan içlerine nüfuz etmiştir. Fakat XIV. yüzyıldan itibaren Hindistan sûfîliğinde İran etkisi ağırlık kazanmıştır.[55]

Anadolu’daki yayılmasına gelince, Yesevîlik Moğol istilasından sonra XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’ya girmiştir. Zira bu dönemde Anadolu insanı birçok sosyal, iktisadî ve siyasî buhranlarla karşılaşmıştı. Ayrıca Anadolu’da İslâm dini ile nüfus olarak oldukça güçlü olan Hıristiyanlık arasındaki mücadele ve İslâm dininin yayılmaya çalışılması yolunda çabalar da sürdürülüyordu. İşte bu ortam Anadolu’yu tasavvufî akımlar için uygun bir alan haline getirmişti.[56] Bu noktada, Yesevî dervişlerinin Hârezm, Horasan ve Azerbaycan yolu ile Anadolu’ya gelmelerinde, geniş fikirli ve hoşgörülü Anadolu Selçuklu sultanlarının idaresi ve rolleri de göz önünde bulundurulmalıdır.

Yesevî ve Haydarî dervişleri yoluyla Anadolu’ya giren Yesevîlik, ne var ki, daha XIII. yüzyılda, Kutbuddin Haydar adındaki bir Türk şeyhi tarafından Yesevîlik ile Kalenderîlik’i birleştirmek suretiyle kurulan Haydarîlik tarafından asimile edilmiştir. XVI. yüzyılda Bektaşîlik’in teşekkül ederek Haydarîlik’in yerini almasından sonra da Yesevîlik, Bektaşîlik tarafından temsil edilmeye başlanmıştır. Bugün artık Anadolu ve Balkanlar’da Yesevî geleneklerini daha çok Bektaşîlik temsil etmektedir.[57] Bir başka ifadeyle Yesevî geleneklerine tam anlamıyla Bektaşîlik vâris olmuştur.[58] Ancak bu konudaki bir değerlendirmeye göre kaynağı Yesevîlik olan Bektaşîlik, zamanla ibâhiye ve lakaytlığa kayarak Yesevîlik’ten ayrılmıştır.[59]

Yesevîlik ile Bektaşîlik arasındaki bağlantı konusunda, tarihi olarak Ahmed Yesevî ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında, ölüm ve doğumları dikkate alındığında en az elli-yüz yıllık bir süre olması gerekirken, menkıbelerde ikisinin çağdaş olarak gösterildiği dikkat çekmektedir. Hatta Hacı Bektâş-ı Velî, Ahmed Yesevî’nin halifesi olarak takdim edilmiştir.[60] Durum böyle olmamakla beraber, Ahmed Yesevî’nin Hacı Bektâş-ı Velî üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Nitekim vilâyetnâmelerde O’na gösterilen saygı ve sevgiye, başka hiçbir yerde rastlanmaz. Bu kitaplarda Ahmed Yesevî’den “doksan dokuz bin Türkistan pîrinin ulusu” ve “Pîrlerin pîri” şeklinde bahsedilmektedir.[61]

Bu noktada Ahmed Yesevî’nin Bektaşîlik yoluyla Yunus Emre üzerinde de etkili olduğunu belirtmek gerekir. Zira Anadolu’da gelişen tasavvûfî hareketin önemli şahsiyetlerinden Yunus Emre’nin şeyhi Tapduk Emre’nin, Bektaşî geleneğinde önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir.[62] Ayrıca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yunus Emre’deki “dört kapı-kırk makam”[63] ve hikmetler ile Yunus Emre’nin şiirleri arasındaki benzerlik,[64] bu etkinin en güzel delilidir. Bir başka ifadeyle hikmetler, Yunus Emre’nin sesiyle ilahi oldu ve günümüze kadar ulaştı.[65]

Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre dışında, gerek Anadolu ve gerekse de Rumeli’de Yesevî dervişlerinin varlığı bilinmektedir. Ünlü Osmanlı seyyahı ve aynı zamanda Ahmed Yesevî’nin soyundan gelen Evliya Çelebi tarafından Seyahatnâme’sinde tespit edilen Yesevî tarikatı mensubu şahsiyetler, yani Yesevî dervişler şu şekilde belirtilmektedir:

Şirvan Niyazâbad şehrinde Avşar Baba; Bursa’da Abdal Musa; Karadeniz kenarında Batova’da Akyazılı Aziz; Bursa’da Geyikli Baba; Tokat’ta Gajgaj Dede; İstanbul Unkapanı’nda Horoz Dede; Bozok Sancağı Yozgat’ta Emir Çin Osman; Zile’de Şeyh Nusret; Merzifon’da Şeyh Pir Dede; Filibe yolu üzerinde Adatepe’de Kademli Baba ve Rumeli’nin fethinin manevi öncüsü Sarı Saltuk.[66]

Bugün Orta Asya’da Yesevîlik, XIX. yüzyılın yarısında Laçiler adıyla yeni bir yapılanmaya girmiştir. Heterodoks bir nitelik taşıyan Laçiler, 1870 yılında, Hokand hanı tarafından zındık olduğu gerekçesiyle idam edilen Sanivar adlı bir Yesevî şeyhi tarafından kurulmuştu. 1920’de Laçiler içinden bir başka Yesevî şeyhi olan Ebû Muttalib Gatibaldiev tarafından Saçlı İşanlar kuruldu. Gerek Laçiler ve gerekse de özellikle Kırgız, Özbek ve Taciklerin katıldığı Saçlı İşanlar hâlen varlıklarını devam ettirmektedir.[67]

Ahmed Yesevî ile onun yolunu takip eden ve Alp Erenler, Horasan Erenleri, Gâziyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum isimleriyle bilinen gazi dervişler Anadolu, Batı Trakya ve Balkanlar’ın Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında büyük rol oynamıştır. Kültür tarihimizde Kolonizatör Türk Dervişleri de denilen şahsiyetler, Ahmed Yesevî’nin fikirlerinden hareketle, kültürümüzün temel unsurlarını İslâm dininin esaslarıyla kuşatmışlardır. Fetihlerden önce söz konusu topraklarda kurdukları ve aynı zamanda ordunun birer karakolu durumunda olan tekkeler yoluyla, müslüman olmayan unsurları İslâm diniyle tanıştırmışlardır. Bu şekilde fetihlerin de hazırlayıcısı olarak, başta Anadolu olmak üzere, daha geniş anlamda Batı Trakya ve Balkanlar’ın Türk idaresi ve hâkimiyeti altına girmesiyle İslâmlaşmasını sağlamışlardır.[68]

Bu şekilde tarihimizde önemli bir yere sahip olan, fikirleriyle döneminde olduğu kadar kendinden sonra da etkili olan Ahmed Yesevî’nin doğumunun 900. yılına rastgelen 1993 senesinin “Ahmed Yesevî Yılı” olarak ilan edilmesi önemli bir gelişmedir.

Doç. Dr. Ahmet Turan YÜKSEL

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 545-551


Kaynaklar :
♦ Ahmed-i Yesevî, Hayatı-Eserleri-Tesirleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1996.
♦ Aktan, Ali, “Künhü’l-Ahbâr’a Göre Hoca Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halifeleri”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 13-22.
♦ Azmun, Yusuf, Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, İstanbul, 1994.
♦ Babinger, Franz-Fuat Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Yayına Hazırlayan: Mehmet Kanar, İstanbul, 1996.
♦ Banarlı, Nihad Sâmi, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971.
♦ Barkan, Ömer Lütfi, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, Ankara, 1942, II, 279-359.
♦ Barthold, V. V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Yayına Hazırlayanlar: Kâzım Yaşar Kopraman-Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975.
♦ Barthold, V. V, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, Ankara, 1990.
♦ Bice, Hayati, Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Ankara, 1993.
♦ Carmuhammed-Uli, Muhammedrahim, “Hoca Ahmed YesevÎ’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve O’nun Bilinmeyen ‘Risâle’ Adlı Eserinin İlmÎ Değeri”, Milletlerarası Ahmed YesevÎ Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 13-20.
♦ Cebecioğlu, Ethem, “Hoca Ahmed Yesevi (Ö. 562/1167) ”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 1993, Cilt: XXXIV, s. 87-132.
♦ Cunbur, Müjgan, “Ahmed YesevÎ’nin Ahi ve Gazileriyle Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri”, Milletlerarası Hoca Ahmet YesevÎ Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 63-68.
♦ Develi, Hayati, Ahmed YesevÎ, İstanbul, 1999.
♦ ♦ Ekinci, Yusuf, Hoca Ahmet YesevÎ, Ankara, 1995.
♦ Ekincikli, Mustafa, “Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde YesevÎlik”, Milletlerarası Hoca Ahmet YesevÎ Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 115-118.
♦ Eraslan, Kemal, “YesevÎ’nin Fakrnâmesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1977, Cilt: XXII, s. 45-120.
♦ Eraslan, Kemal, Ahmed-i YesevÎ, DÎvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara, 1991.
♦ Eraslan, Kemal, “Ahmed YesevΔ, DİA, İstanbul, 1989, II, 159-161.
♦ Eraslan, Kemal, “DÎvân-ı Hikmet”, DİA, İstanbul, 1994, IX, 429-430.
♦ Eraslan, Kemal, “Ahmed-i YesevΔ, YesevÎlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 78-96.
♦ Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve TarÎkatler, İstanbul, 1981.
♦ Esin, Emel, “Ahmed YesevÎ Külliyesi”, DİA, İstanbul, 1989, II, 162-163.
♦ Gündüz, İrfan, “Ahmed YesevÎ’ninTarikat ve İrşad Anlayışı”, YesevÎlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 189-196.
♦ Hakkulov, İbrahim, Ahmet Yesevî (Hikmetleri), Çeviren ve Sadeleştiren: Erhan Sezai Toplu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995.
♦ İz, F., “Ahmad Yasawi”, The Encyclopaedia of Islam, New Edition, Leiden, E. J. Brill, I, 298-299.
♦ Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, 5. bsk., İstanbul, 1988.
♦ Melikoff, İrene, “Ahmed Yesevî ve Türklerde İslâmiyet”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 61-67.
♦ Nigmetov, Hamid Gulamoğlu, “Yesevî’ye Ait Bazı Seneler”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 69-74.
♦ Ocak, Ahmet Yaşar, Anadolu Sûfiliğinde Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik”, Yesevîlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 325-331.
♦ Ocak, Ahmet Yaşar, “Türk Dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sufi Kültürün Yeniden Güncelleşmesi”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 299-305.
♦ Öztürk, Mürsel, “Ahmed Yesevî-Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre Zinciri”, Yesevîlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 220-228.
♦ Öztürk, Yaşar Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, 3. bsk., İstanbul, 1992.
♦ Köprülü, M. Fuad-Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, 3. bsk., Ankara, 1973.
♦ Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. bsk., Ankara, 1981.
♦ Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1926.
♦ Köprülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, 2. bsk., Ankara, 1984.
♦ Pala, Ayhan, “Yesevîlikten Bektaşîliğe Türk Müslümanlığı”, Yesevîlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 229-237.
♦ Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul, 1967.
♦ Rasony, Laszlo, Tarihte Türklük, 3. bsk., Ankara, 1993.
♦ Tatcı, Mustafa, “Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre’de Dört Kapı-Kırk Makam”, Yesevîlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 238-245.
♦ Togan, A. Zeki Velidî, Umumî Türk Tarihi’ne Giriş, 3. bsk., İstanbul, 1981.
♦ Yesevîlik Bilgisi, Hazırlayanlar: Mustafa İsen-Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, Ankara, 1998.
♦ Yılmaz, Ali, “Ahmed-i YesevÎ’nin Hikmetleri İle Yûnus Emre’nin Şiirlerinde TasavvufÎ Muhteva Benzerlikleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed YesevÎ Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 389-413.
Dipnotlar :
[1] Bir değerlendirmeye göre, her ne kadar doğum tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da, Ahmed Yesevî’ye izafe edilen Fakrnâme adlı risalede yer alan yetmiş üç yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki bilgiler dikkate alındığında 1093 yılında doğduğu kabul edilebilir. Bkz. Hayati Bice, Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Ankara, 1993, s. IX. Nitekim 1993 yılının Türkiye’de Ahmed Yesevî’nin doğumunun 900. yılı olarak kabul edilmesi, bu kanaatin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık bir başka yaklaşıma göre, doğum tarihi 1041 senesidir. (Muhammed Rahim Carmuhammed-Uli, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve O’nun Bilinmeyen’Risale’ Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 16).
[2] Fuad Köprülü, “Ahmed Yesevî”, İA, İstanbul, 1965, I, 210.
[3] Sayram, Çimkent’e 7 km. ve Yesi (Türkistan) şehrine de 157 km. uzaklıktadır. İsfÎcâb veya Akşehir isimleriyle de bilinmektedir.
[4] Kemal Eraslan, “Ahmed YesevΔ, DİA, İstanbul, 1989, II, 159-160.
[5] Onun bu şekilde Hâce unvanıyla da şöhret bulması, ilmiye sınıfına mensup olduğunu da göstermektedir. (İrfan Gündüz, “Ahmed YesevÎ’nin Tarikat ve İrşad Anlayışı”, YesevÎlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 192).
[6] Annesi, Ayşe (Karasaç) Ana olarak da bilinmektedir. (Bice, s. IX).
[7] Kemal Eraslan, “Ahmed-i YesevΔ, YesevÎlik Bilgisi, Ankara, 1998, s. 80.
[8] Eraslan, a.y.
[9] Eraslan, “Ahmed YesevΔ, DİA, II, 160.
[10] Kemal Eraslan, Ahmed-i YesevÎ, DÎvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara, 1991, s. 8-9; Hayati Develi, Ahmed YesevÎ, İstanbul, 1999, s. 18-19.
[11] Köprülü, “Ahmed YesevΔ, İA, I, 210.
[12] Eraslan, 504/1110 tarihini kabul etmektedir. (Eraslan, “Ahmed-i YesevΔ, Yesevilik Bilgisi, s. 81, dn. 15).
[13] Hamid Gulamoğlu Nigmetov, “YesevÎ’ye Ait Bazı Seneler”, Milletlerarası Hoca Ahmed YesevÎ Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 74.
[14] Erarslan, “Ahmed YesevΔ, DİA, II, 160.
[15] Köprülü, “Ahmed YesevΔ, İA, I, 210.
[16] Eraslan, “Ahmed-i YesevΔ, YesevÎlik Bilgisi, s. 83; Develi, s. 21.
[17] Carmhuhammed-Uli, “Hoca Ahmed YesevÎ’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve O’nun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin İlmÎ Değeri”, s. 15.
[18] Emel Esin, “Ahmed YesevÎ Külliyesi”, DİA, İstanbul, 1989, II, 162.
[19] Eraslan, “Ahmed YesevΔ, DİA, II, 161.
[20] Kemal Eraslan, “DÎvân-ı Hikmet”, DİA, İstanbul, 1994, IX, 429. Bu dörtlük için bkz. Eraslan, DÎvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, s. 35.
[21] Bice, s. XVII.
[22] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4. bsk., Ankara, 1981, s. 125.
[23] Eraslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, II, 161.
[24] Eraslan, Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, s. 37-38. Ayrıca bkz. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 145-146, 149-155.
[25] Develi, s. 31. Bu konudaki diğer görüşler için bkz. Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, s. 93.
[26] Yusuf Azmun, Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, İstanbul, 1994.
[27] İbrahim Hakkulov, Ahmet Yesevî (Hikmetleri), Çeviren ve Sadeleştiren: Erhan Sezai Toplu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995.
[28] Kemal Eraslan, “Yesevî’nin Fakr-nâmesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 1977, Cilt: XXII, s. 45-120.
[29] Bkz. Muhammedrahim Carmuhammed-Uli, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında Yeni Deliller ve O’nun Bilinmeyen’Risâle’ Adlı Eserinin İlmî Değeri”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, s. 13-20.
[30] Rivayete göre Ahmed Yesevî, yonttuğu kaşıkları kendisine ait bir öküz üzerine astığı heybe içinde satardı. Bu şekilde öküzünü pazara gönderdir, ihtiyacı olanlar heybeden kaşık alır ve içine de parasını bırakırdı. Şayet parasını koymayan olursa, söz konusu hayvan onun peşinden ayrılmazdı. (Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, s. 84).
[31] Eraslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, II, 160-161.
[32] Ethem Cebecioğlu, “Hoca Ahmed Yesevi (Ö. 562/1167)”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 1993, Cilt: XXXIV, s. 92.
[33] Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, s. 82.
[34] Eraslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, II, 161.
[35] Bice, s. XIV.
[36] Namık Kemal Zeybek, Yesevîlik Bilgisi, s. VI.
[37] Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, s. 86.
[38] A.e.s. 88-90.
[39] Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, s. 94.
[40] Develi, s. 48-49.
[41] İrfan Gündüz, “Ahmed YesevÎ’nin Tarikat ve İrşad Anlayışı”, YesevÎlik Bilgisi, s. 190.
[42] Bu düşünce için bkz. M. Fuad Köprülü-Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, 3. bsk., Ankara, 1973, s. 192; Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 2. bsk., Ankara, 1984, s. 98.
[43] Cebecioğlu, “Hoca Ahmed Yesevi (Ö. 562/1167)”, s. 93.
[44] Gündüz, “Ahmed YesevÎ’nin Tarikat ve İrşad Anlayışı”, YesevÎlik Bilgisi, s. 190.
[45] Köprülü, Ahmed YesevÎ’nin gerçek şairlik kabiliyetinden mahrum kuru bir ahlakçı olduğu görüşündedir. Bkz. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 156.
[46] Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, 3. bsk., İstanbul, 1992, s. 231, 233.
[47] Gündüz, s. 190.
[48] Eraslan, DÎvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, s. 18. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 87-97.
[49] Ahmet Yaşar Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed-i YesevÎ ve YesevÎlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sufi Kültürün Yeniden Güncelleşmesi”, Milletlerarası Hoca Ahmet YesevÎ Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 299.
[50] Bice, s. XV.
[51] Bice, s. XV.
[52] Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 108-109.
[53] Bice, s. XV-XVI.
[54] Bkz., Öztürk, s. 234-235.
[55] Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed-i YesevÎ ve YesevÎlik Kültürünün Yayılışı Bir Sufi Kültürün Yeniden Güncelleşmesi”, s. 301.
[56] Develi, s. 42.
[57] Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed-i YesevÎ ve YesevÎlik Kültürünün Yayılışı Bir Sufi Kültürün Yeniden Güncelleşmesi”, YesevÎlik Bilgisi, s. 302.
[58] Ahmet Yaşar Ocak, “Anadolu Sûfiliğinde Ahmed-i YesevÎ ve YesevÎlik”, YesevÎlik Bilgisi, s.
[59] Öztürk, s. 234-235.
[60] Develi, s. 42. Meselâ, Ali Aktan’ın işaret ettiği gibi, Osmanlı dönemi tarihçilerinden Âli’nin Künhü’l-Ahbâr’ında kaydettiğine göre de böyledir. Ancak Aktan bunu kabul etmemektedir. (Bkz. Ali Aktan, “Künhü’l-Ahbâr’a Göre Hoca Ahmed Yesevî ve Anadolu’daki Halifeleri”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 14. ) Bu konuda geniş bilgi için bkz. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 48-54, Ahmet Yaşar Ocak, “Hacı Bektâş-ı Velî”, DİA, İstanbul, 1996, XIV, 457-458.
[61] Mürsel Öztürk, “Ahmed Yesevî-Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre Zinciri”, Yesevîlik Bilgisi, s. 222.
[62] Ayhan Pala, “Yesevîlikten Bektaşîliğe Türk Müslümanlığı”, Yesevîlik Bilgisi, s. 235.
[63] Bu konuda bkz. Mustafa Tatcı, “Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre’de Dört Kapı-Kırk Makam”, Yesevîlik Bilgisi, 238-245.
[64] Bu konuda bkz. Ali Yılmaz, “Ahmed-i Yesevî’nin Hikmetleri İle Yûnus Emre’nin Şiirlerinde Tasavvufî Muhteva Benzerlikleri”, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 389-413.
[65] Irene Melikoff, “Ahmed Yesevî ve Türkler’de İslâmiyet”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1992, s. 67.
[66] Bkz. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 46-55; Mustafa Ekincikli, “Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yesevîlik”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 115-118.
[67] Ocak, “Türk Dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik Kültürünün Yayılışı: Bir Sufi Kültürün Yeniden Güncelleşmesi”, s. 303.
[68] Anadolu’nun Türkleşmesindeki yeri konusunda bkz. Müjgan Cunbur, “Ahmed Yesevî’nin Ahi ve Gazileriyle Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri”, Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Kayseri, 1993, s. 63-68.
4 Yorumlar
  1. KISMETSİZLERDEN BİZ diyor

    Hoca Ahmet Yesevı çalısmalarında neleri esas almıstır bi bilgi yokmu koca dünyada ödevımı yetistiremıcmm.

  2. İBRAHİM DOĞDAŞ diyor

    Sayın hocam elinize yüreğinize sağlık ALLAH sizden razı olsun selam ve dua ile …

  3. Alptekin Doğan .B diyor

    Horasan Melametine selam olsun.
    Büyük insanlar ancak nefislerini kendilerini bilerek doğru yola eriştiler…İlim en hakiki mürşiddir ve ilim kendini bilmektir. Selam olsun kendini bilenlere ve servere pir-i Türkistan’a. Ahmet Yesevi’yi hürmetle anıyoruz..

  4. Hümeyra diyor

    Yazınıza bahsettiğiniz; kaynağı yesevilik olan nakşilik zaman içerisinde şekilciliğe ve yobazlığa kaymıştır cümlesi büyük bir yanlıştır!
    Daha doğru kaynaklardan onunda araştırılması gerekmektedir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.