Tengri[1] inancı, Türklerin en eski inanış biçimidir. Uzun bir dönem, Orta Avrupa’daki Macar bozkırından, Uzakdoğu’daki Büyük Okyanus kıyılarına kadar egemen olmuştur. Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikleri 10. yüzyıla kadar bu durum sürmüştür. Bu geniş coğrafyaya, Rusların güçlenmeye başladığı 16. yüzyıla kadar kuzey Karadeniz’e Kıpçak Bozkırı denmesi, en aşağı 2000 yıl boyunca bölgenin Türk yurdu olarak görüldüğünün göstergesidir.
Bozkırın Avrupa kısmındaki Türklerin, Hristiyanlığı; Hazar[2] ve Karaylar gibi küçük toplulukların Musevîliği; geri kalan büyük Türk kitlelerinin de, 10. yüzyıldan itibaren İslâmiyet’i seçmesiyle Tengricilik inancı gerilemeye ve daha dar bir alana hitap etmeye başlamıştır. Tabiî Çin’i yöneten Moğol hanedanlarının da Budizm’i seçmesi ve Budist yöneticilerin Moğolları da Budizm’e geçirmesi ile Tengricilik, bu alanda da gerilemiştir. Günümüzde daha çok Altaylar çevresi ile Sibirya Türkleri arasında, resmen yaşamaktadır.
Bununla berâber kamlık geleneğinin dışında, diğer dinlerin içerisinde Tengricilik, eski Türk coğrafyasının büyük kısmında yaşamaktadır. Kıpçak Bozkırı’nın Rusya olması ve Rusya’nın Sibirya’nın tümünü elinde tutması ve diğer birçok Türk yurdunun yabancı elinde olması, tabiî olarak nüfusu da etkilediği için buralardaki Tengriciliği de etkilemektedir. Ancak yine de bu inanış, geniş bir coğrafya da yaşamaya devam etmektedir. Kazakistan gibi İslâmiyet’e geçişi nispeten yeni sayılabilecek Türk devletleri dışında, Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan gibi Türk devletleri ile Irak Türkmenleri, İran’daki Güney Azerbaycan Türkleri arasında hâlâ kendini gizleyerek, adını söylemeden yaşamaktadır. Cenaze, düğün, evlilik törenleri ve ayrıca toplu dua törenlerinde Tengricilik, en açık hâli ile görünmektedir.
Geçenlerde fotoğrafçı arkadaşım Yılmaz Kaya’nın Çanakkale’de merkeze bağlı Kızılkeçili köyünde çektiği iki fotoğraf dikkatimi çekti. Fotoğraflarda birer tahta çubuğa takılı at ve sığır kafatasları bulunmaktaydı. Fotoğrafların birinde at kafatası varken, diğerinde de sığır kafatası vardı. Bu makalenin amacı, bu fotoğraflar üzerinden Türkler arasında hâlâ yaşamakta olan Tengrici bir inanç unsurunun değerlendirilmesi olacaktır. Bunun içinde Tengricilik, at kültü, kafatası kültü gibi kavramları iyi bilmek ve açıklamak gerekmektedir.
– Tengri İnanışı –
Tengri, Türkler, Moğollar gibi Altay toplumlarında var olan en yüce gücün adıdır. Köken olarak Türkçe olan bu kelime çeşitli Türk lehçeleri ile Moğolca’da bulunmaktadır. Bulgar Türklerinde “Tangra” denirken, diğer Türk toplumları ve Moğollarda “Tengri” denirdi.
1240 yılında yazılan ve Cengiz Han’ın hayatını mitolojik bir biçimde anlatan “Moğolların Gizli Tarihi”[3] adlı kitap, “Müngke Tengri-yin Küçü-dür”[4] diye başlamaktadır. Aynı şekilde Kök Türklere ait Orkun yazıtlarda da Bilge Kağan şöyle demektedir: “Türk Oguz begleri, bodun, eşidin. Üze teŋri basmasar, asra yer telinmeser, Türk bodun iliŋin törüŋin kim artatı udaçı erdi?”[5] [6] Ayrıca çok önem verdikleri dağ ve tepe gibi coğrafî yerlere de Tengri adı verilmiştir. Bugün Kırgızistan ve Tacikistan’dan başlayıp, neredeyse Moğolistan’a kadar uzanan, Çinlilerin Tien-Şan, Türklerin ise Tanrı Dağları dediği dağ sırasının adı Tengri-Tav’dır. Ayrıca Tuna boyuna yerleşen Bulgar Türkleri, Balkan yarımadasının en yüksek dağına “Tangra” adını vermiştir. Daha sonra başka bir Türk topluluğu olan Osmanlıların “Maşallah” adını verdiği dağ, bugün “Musala”[7] adını taşımaktadır.
Tengri, evreni ve dünyayı yaratıp, yönetendir. Bu açıdan bakıldığında Tengri, tek tanrı olarak görülmektedir. Ancak bir noktaya dikkati çekmekte fayda vardır. O da şudur ki, Tengri’nin oğulları ve kızları bulunmaktadır. Bereket tanrıçası olan Umay, Tengri’nin kızı iken; gökyüzünün tanrısı Ülgen ile yeraltının tanrısı Erlik Han, Tengri’nin oğullarıdır. Böylece bir büyük tanrı etrâfında çok tanrı inancının yer aldığı görülmektedir.
Tengri’nin kızı olan Umay, bereket tanrıçası olarak hâmile kadınların, annelerin, doğmuş ve doğmamış çocuklar ile hayvan yavrularının koruyucusudur. Moğolların anne anlamında “Ece”, Hakasların “Imay Ece”, Yakutlarında “Ayısıt” dediği Umay, Kaşgarlı Mahmut’un Divânü Lûgâtit Türk adlı eserinde, plasenta ve çocuğun rahimdeki eşi[8] olarak açıklanmıştır. Ayrıca şu atasözüyle de önemi vurgulanmıştır. “Umayqa tapınsa ogul bulur”[9]. Ayrıca Orkun yazıtlarında Bilge Kağan, annesini Umay’a benzetmektedir.
Tengri’nin başka bir çocuğu olan ve gökyüzü tanrısı olan Ülgen, sıralamada Tengri’den sonra gelmekte ve kardeşleri Umay ve Erlik’in önünde yer almaktadır. Hatta bazı Türk topluluklarında zaman zaman Tengri’nin konumuna yükseldiği de olmuştur. Ülgen’in Karakuş, Karşıt, Buura-Kan (Pura Kan), Burça Kan, Yaşıl Kan, Er Kanım, Baktı Kan adında yedi oğlu, Ak Kızlar ve Kıyanlar diye adlandırılan dokuz kızı vardır. Her biri birer yer-sub olan bu ruhlar, ak kamların Ülgen ile konuşmasına aracılık ederler. Ayrıca Radloff’a göre Altay Tatarları, Ülgen’in ataların talebi üzerine yeni doğan çocuğa verilecek hayatî gücü, süt kadar beyaz bir gölde araması için elçi gönderdiğine inanır[10].
Ülgen’in dışında Tengri’nin diğer bir oğlu da yer altı tanrısı olan ve kötülüğün sembolü olan Erlik Han’dır. Erlik ile ilgili anlatılanlarla İslâm, Hıristiyan ve Musevî kaynaklarındaki İblis arasında inanılmaz bir benzerlik ve tam uyum vardır. İnsanın yaratılması esnasında Tengri’ye kötülük düşünen ve ilk insan olan Törüngey ve eşi Ece’yi yoldan çıkarması üzerine Tengri tarafından yer altına gönderilmiştir[11]. Kendisine burada çok az ışık veren ve koyu kırmızı renkli bir güneş verilmiştir. Erlik, dünyadaki bütün kötülüklerden sorumludur. Erlik Han’ın dokuz oğlu, dokuz kızı vardır. Dokuz oğlu, adlarıyla birlikte şunlardır: Karaş, Mattır, Şıngay, Kömür Kan, Badış Biy, Yabaş Kan, Temir Kan, Uçar Kan, Kerey Kan. Erlik Han’ın kızları, kam, Tengri ya da Ülgen’e kurban vermek için göğe çıkarken, kamı yataklarına çağırıp yolundan alıkoymağa çalışırlar. Kam, işini unutup Erlik’in kızlarının cilvelerine kanarsa başka ruhlarca cezalandırılır ve kurbanın kabul etmesi işi de tehlikeye düşer. Erlik’in kızlarından ikisi, Sekiz Gözlü Kiştey Ana ile Erke Solton’dur. Ülgen’in emrindeki ak kamlar gibi Erlik Han’ın emrinde de kara kamlar vardır. Ayrıca bazı Türk ve Moğol toplumlarında ölümün kaynağı olarak Erlik Han gösterilir. Buna göre Erlik Han’ın, “Aldacı” isimli elçisi, ölmek üzere olan kişinin ruhunu alır.
Görüldüğü gibi Türk ve Moğolların Tengri inancı, tek tanrı görüntüsündeki birçok tanrı inanışıdır. Tabiî bunların altında da Ülgen, Umay ve Erlik Han’ın çocukları olan iyi ve kötü ruhlar, çeşitli yer-sublar bulunmaktadır. Ayrıca Türkler, her dağ, tepe, su, vb. coğrafi yerlerinde ruhları olduğuna inanmaktadır. Bir çeşit animizm[12] olan bu inanç yapısının, tanrılar dışındaki ruhlarla ilgili olan bölümünü kafatası kültünü açıklarken vereceğiz.
Genelde yanlış olarak şamanizm[13] olarak adlandırılan Tengricilik, çok tanrıcı olmakla birlikte çağdaşı olan birçok antik uygarlıkta olduğu gibi tapınma için belli dinî ritüellere, ruhban sınıfına, tanrı-kral anlayışına tamamen yabancı bir inanıştır. Ruhlarla ilgili animist olan yapısına rağmen, esas rolün Tengri ve çocukları olan Ülgen, Umay ve Erlik’e düştüğünü göz önüne aldığımızda da animizmden de uzak, bir inanç yapısı olduğunu görüyoruz.
– At Kültü –
Atın, yaklaşık olarak bundan 5500 yıl evvel, MÖ 3500 yıllarında, bugünkü Kazakistan’ın kuzeyinde yer alan Botai kültüründe evcilleştirildiği biliniyor. Atı evcilleştiren Botai halkının, yaşam tarzına bakıldığında Türk oldukları izlenimi uyansa da, bu konuda, tam anlamıyla bir kesinlik, henüz sağlanamamıştır. Bazı bilim adamları, bu kültürün Hint-Avrupalı olduğunu savunurken, birçok bilim adamı da bu kültürün Türk olduğunu savunmaktadır.
Botai kültürü, MÖ 3700 ile 3100 yılları arasında uzun bir süre var olmuş olan bir kültürdür. İlk olarak Sovyet arkeolog Viktor Seibert tarafından bulunduğu 1980 yılından beri yapılan kazılarda, yüz binlerce hayvan kemiği çıkarıldı ve işin en ilginç yanı ise bulunan yüz binlerce kemiğim, neredeyse tamamımın, %99,99’unun at kemikleri olmasıydı.[14] [15]
Gerek Kazak bozkırı, gerekse de Karadeniz’in kuzeyinden Sibirya ve Orta Asya’ya kadar olan bölgede atçılığın çok kısa sürede yayıldığı görülmektedir. Atın hızı, dayanıklılığı ve gücü, onu çevresindeki diğer büyük baş hayvanlardan ayırmış ve kısa zamanda yolculukların, göçlerin ve savaşların aranılan hayvanı hâline getirmiştir. Üstelik bu rolünü de 20. yüzyıla kadar korumuş ve kimseye kaptırmamıştır.
Atın evcilleştirilmesinin iki muhtemel kaynağından biri olan Türkler, diğer milletlere göre ata daha fazla bağlanmış ve atla berâber, ata uygun bir yaşam tarzı geliştirmişlerdir. Doğal olarak da, bu yaşam tarzı dilden, dine, geleneklerden, töreye kadar bütün unsurları etkilemiştir.
Her başarının arkasında olağanüstü ya da güçlü bir at olduğu düşüncesi de, Türklerin zihninde yer etmiş ve böylece at ile aradaki bağlar, çok daha güçlü bir şekilde yaşanmıştır. Manas Destanı’nda geçen Manas’ın atı Akkula’nın önemi çok büyüktür. Hatta başarılarını da büyük ölçüde ona borçludur. Ayrıca Köroğlu’nun atı olan Kırat’ta Köroğlu Destanı’nda Köroğlu’ndan sonra en önemli figürdür. Köroğlu, her savaşa Kırat’la girmekte, onun sâyesinde başarmaktadır. Bu yüzden de Bolu Beyi, düşmanının, bu en önemli gücünü ele geçirmek istemektedir.
Ayrıca Bizans, Çin, İran ve Arap kaynakları, Türklerin atlara olan özel ilgisinden bahsetmektedirler. Meselâ Bizans kaynakları, Hun hükümdarı Attila ile barış görüşmesine giden Bizans elçilerinin, Hunların sürekli olarak at sırtında oldukları için zorlandığını yazmaktadırlar.
Konar-göçer bir toplum olarak Türkler için atın çok önemli olmasının nedenlerinden biri de Türklerin güney komşusu Çinlilerdir. Tarihin her döneminde en kalabalık toplum olarak Çinlilere karşı mücadele etmenin yolu hareketli olmaktan geçmekteydi. Bu da atın önemin arttırmakta ve sürekli at sırtında geçen bir hayat tarzı meydana getirmekteydi. Günümüzde bile Orta Asya’da atlara çok büyük önem verilmektedir. Özellikle Moğolistan’da at nüfusunun, insan nüfusundan fazla olduğu bilinmektedir. Ayrıca Türkmenistan bayrağında da yer alan ve Türk atı olan Ahal-Teke’de atın önemini göstermektedir.
Türkler için artık bir hayvandan öte olan atlar, hem dost, hem etini ve sütünü bağışlayan bir kaynak, hem de gerektiğinde Tengri’yi ya da Ülgen’i mutlu kılacak ya da Erlik’in ve onun kötü ruhlarının kötülüklerinden korunmayı sağlayacak bir kurbandı. Manas Destanı’nın birçok bölümünde at kurbanı geçmektedir. “Manas’ın oğlu Semetey Talas’ta Zülfikâr dağında oturan Bayoğlu Bakay’ı ziyaret eder. Bakay sevinir. Tanrı yoluna atlar kurban eder[16].”
Destânın diğer bir bölümünde de, at kurban etme, şu şekilde geçmektedir: “Manas öldükten sonra, dokuz gün bekletilir. Doksan kısrak kesilir. Dokuz kat kumaş halka dağıtılır. Daha sonra aynı cenaze töreninde altmış sayısı rol oynamaya başlar. Altmış gün bekletilir. Altmış kısrak kesilir ve ölü mezara konur. Bu suretle merasim biter” [17]. Bu bölümde Manas Destanı’nda şöyle geçer:
“Manastın çımınday canı kétti déyt, |
Manas’ın canı uçmuştu, |
Bunun birlikte kurban edilen atın rengi de oldukça önemlidir. Beyaz renkli kurbanlar, Tengri başta olmak üzere diğer tanrılara ve iyi ruhlara sunulurdu[19]. Bahaeddin Ögel, bu konuda da bizlere çok önemli bilgiler vermektedir. “Hıtaylar’da beyaz ata binerek, beyaz tilki avlama merasimleri, beyaz atla beyaz öküzün Gök Tanrısı’na kurban edilmesi, bir şehir zapt edildikten sonra, yine beyaz atla koyunların kurbanı, çok eski Türk-Moğol adetlerinin bize gelen akisleridir”[20].
Görüldüğü gibi Türkler, bu çok önem verdikleri hayvanı, öteki dünyada da kullanabilmek amacıyla aynı zamanda bir kurbanlık olarak görmüşlerdir. Ayrıca asıl dikkat çekici nokta da şudur ki; Türklerde at kurbanı geleneği ile atın ilk evcilleştirildiği yer olan ve Türk mü, Aryen mi olduğu tartışmalı Botai kültüründe bulunan kemiklerin tamamına yakının at kemiği olması ve yüz binlerce at kemiğinin bulunması da oldukça önemli bir noktadır. Bugün dâhi at kemikleri ya da at kafatası, Anadolu’da birçok yerde uğursuzluğa, kötü ruhlara karşı bir koruma vazifesi görmektedir.
Ayrıca Türk kültürünün yaklaşık 5000 yıldır temasta bulunduğu bölgeler ve insanlarda da ilginç düşünce ve inançların ortaya çıkmış olması da dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Zira antik Yunan’daki ok ve yay kullanan yarı at, yarı insan Sentorlar ile çeşitli İran, Mısır ve Çin çizimlerindeki at üzerinde ok atan savaşçı tasvirleri gerçekten atlı Türk savaşçılarına benzemektedir. Türklerin at üzerinde ok kullanabilen bir millet olması da, bazı tarihçilerin Sentorlar ya da at üzerinde ok kullanan savaşçı çizimlerinin Türkleri anlattığı iddiasının oluşmasını sağlamıştır.
Bütün bunlar göstermektedir ki, Türklerin binlerce yıldır temas kurmuş olduğu Roma, Yunan, Anadolu, İran, Mısır, Arap, Tibet ve Çin uygarlıklarının zihninde Türk ve at kavramları o kadar iç içe geçmiştir ki, bir birinden ayrılamayan iki canlı, hatta birleşmiş bir tek canlı gibi görünmüşlerdir.
Fotoğraflar: Yılmaz KAYA
– Kafatası Kültü –
Hayatın kaynağı olan beynin, kafatasında yer alması, dolayısıyla kafatasının hayatın koruyucusu gibi bir görevinin olması ilkel insanın zihninde, olağanüstü bir duruma yükselmiştir. Bu durum, kafataslarının, ruhların merkezi olarak algılanmasına yol açmıştır. İlk zamanlar insan kafatası ile başlayan kült, zamanla hayvanların evcilleştirilmesi ya da kullanılmaya başlanması ile köpek, sığır, koyun ve son olarak at kafatası ile devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir.
Bu kültün dünyanın çeşitli toplumlarında olduğu bilinmektedir. Çanak çömlek öncesi Neolitik dönemde Anadolu’da Çayönü, Çatalhöyük, Köşk Höyük ve Harran kültürlerinde; Ürdün’de Erîha ve Ayn Gazal kültürlerinde, kafatası kültüne rastlanmıştır. Özellikle Niğde’de yer alan Köşk Höyük’de, arkeologlarca “kafatası binası” olarak adlandırılan bir binada 70 civarında kafatasının bulunması, oldukça önemli bir olaydır[21]. Tibet Budizmi olan Lama tapınaklarında da bir kafatası kültü vardır. Bu tapınaklarda kafataslarının, bakır ya da gümüşle kaplanmış olması dikkat çekmektedir. Ayrıca eski Harran kültüründe de kafatası tapınmasına rastlanmıştır[22]. Bunun dışında Hindoloji uzmanlarından Prof. Dr. Walter Ruben, “Hind’de Köy ve Şehir” adlı makalesinde Hindistan’daki bazı ilkel kabilelerin kafatası kültüne sahip olduklarını, bazılarının da kafatası avcılığına önem verdiklerini belirtmektedir[23]. Ayrıca İtalya’da Monte Circeo’da bir kafatası meydanı ortaya çıkarılmıştır[24].
Görüldüğü gibi dünyanın birçok bölgesinde bu kült, etkili olmuştur. Özellikle neolitik dönemden itibâren birçok uygarlığın, bu kültü benimsemiş olduğu görülmektedir. Dünyâda birçok uygarlığın benimsemiş olduğu kafatası kültüne karşı, acaba Türkler nasıl yaklaşmış olabilir?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüzde çok azalsa da, kafatası kültü, Türklerin arasında hâlâ yaşayan bir külttür. Anadolu ve diğer Türk coğrafyasındaki birçok inanış ve gelenek, bunu açıkça göstermektedir. Türklerdeki Tengrici inanışın bir göstergesi olarak ortaya çıkan kafatası kültü, gerek kötülüklerden korunma, gerekse düşmanının gücüne sahip olma ve gerekse de düşmanının ruhunu ele geçirme gibi nedenlerden dolayı yaşanmıştır.
Tarihî kaynaklar, bizlere Türklerde öldürülen düşman liderinin kafatası ile içki içildiğini göstermektedir. Hun yabgusu Motun’un (Mao-tuen) MÖ 201–202 yıllarında savaştığı Yutçelerin (Yüe-çi) şefinin kafatasından bir kupa yaptırdığı bilinmektedir[25]. Ebu’l Gazi Bahadır Han, Şecere-i Türkî adlı ünlü eserinde Kereyitlerin şefi Ong-Han’ı (Toğrıl) öldüren Tayang Han’ın, Ong-Han’ın kafatasını gümüş içine yerleştirdiğini ve daha sonra birtakım olağanüstülüklerin yaşandığını, bunun üzerine Nayman büyüklerinin olayı hayra yormadıklarını anlatmaktadır[26]. Ayrıca Sakaların kadın hükümdarlarından Tomris’in Pers imparatoru Kirus’u öldürmesi ve kafatasından kadeh yapması bilinen olaylardır. Ayrıca Sâfevî şâhı İsmâil’in Özbek Hanı Şaybak Han’ın kafatasından kadeh yaptırıp, bununla şarap içtiği, ardından da Osmanlı Sultânı 2. Bâyezid’e gönderdiği bilinmektedir[27]. Bunların dışında çeşitli Türk boyları ile Sibirya toplulukları ve Tunguz boylarının da ele geçirdikleri kafataslarını korudukları ve taptıkları bilinmektedir. İnsan kafatasının bu şekilde kullanılması bize gösteriyor ki, Türkler için kafa, düşman ya da aile tarafından saklanıp varlığını sürdürür. Ona tapılır ve uzun süre korunur. Ele geçirilen kafatasların uzun süre, hatta yüzyıllarca korunduğu tarihî belgelerde yer almaktadır.
Ancak asıl ilginç nokta ise yakın zamana kadar benzer inanışların sürmesidir. Meselâ Erzurum’da yakın zamana kadar yağmur yağdırmak için mezar dışında ve açıkta bulunan insan kemikleri toplanarak suya atılırdı[28]. İnsanlar, kuraklığın açıkta bulunan kemikler yüzünden olduğuna inanmaktadır. Binboğa dağları çevresinde Müslüman olmayan birinin kafatası bulunarak, yağmur yağdırsın diye suya atılırdı.
Türklerde insan kafatasının yanında hayvan, özellikle at ve sığır kafataslarının da önemli olduğu görülmektedir. Fotoğrafçı arkadaşım Yılmaz Kaya’nın Çanakkale’nin Kızılkeçili köyünde çektiği fotoğraflar, bu durumu açıkça belgelemektedir.
Ayrıca Çuvaş Türklerinde, Tanrı, çiftçiye bol ürün verdi ise şükür amaçlı olarak tarlada, korkuluk üzerine at kafatası asılır. Yine Çuvaşlarda bu sefer, büyü ve kötü ruhlardan korunmak amacıyla tarlaya, bahçeye ya da kapıya at kafatası asılır[29].
Kazak, Kırgız ve Başkurtların, kötü ruhlara ve büyüye karşı tılsım olarak at kafatası kullandıkları bilinmektedir. Başkurtlar, ayrıca arı kovanlarının etrafına da, arı sokmasına karşı at kafatası yerleştirmiş, kazıklar dikmişlerdir. Kuzey Kafkasya bölgesi Türkleri de, tarım ürünlerini korumak için tarlalarına at kafatası yerleştirilmiş kazıklar dikmektedirler.
Anadolu’da da birçok yerde aynı gelenek sürmektedir. Meselâ Samsun’un Alaçam ilçesinin Akbulut köyünde nazara karşı sığır kafatası dikilmektedir[30]. Mersin’in Çapar köyü ile Arslan köyünde de, bir hoca (büyücü) at kafatasına dualar yazar ve kafatasını dereye bırakır ya da herhangi bir suya koyar. Yağmur yağdırma amaçlı olan bu eylemin yağmurun başlamasından sonra bitirilmesi gerekir. Aksi halde köylülere göre yağmur kesilmez ve sel meydana gelir[31]. Sivas’ta fazla mahsul veren bir tarlayı nazardan korumak için at kafatası gömülür[32]. Kars’ın Selim ilçesi Darboğaz köyünde de evlere nazar değmesin diye kapıya at nalı çakılır. Evin girişine koç, köpek veya at kafatası asılır[33]. Ayrıca Mersin, Hatay ve Diyarbakır’da mahsulleri nazardan korumak için bağ-bahçe ya da tarlanın içine bir sırık üzerinde at, eşek, koyun, inek, köpek gibi hayvanlardan birinin kafatası dikilir. Elazığ’da ekinler için bir hayvan kafatası ya da bunun yerine insan kılığındaki bir korkuluğun kullanıldığı görülür. Osmâniye’de ise tarlanın içinde kafatasıyla beraber bir de dikenli çalı asılır[34].
Ayrıca yağmur yağdırmak için Erzurum’da köpek kafasına dua yazılır ve suya atılır. Denizli’nin Acıpayam ilçesinde çayırdaki değirmen suyunun çıktığı yere at kafatası gömülür. Erzurum’un Pasinler ilçesinde at kafatasına dua yazılıp suya atılır. Isparta’nın Uluborlu ilçesinde bir at kafatası bulunur. Güzelce yıkanır. Alın kemiği üzerine bir âyet yazılır. Bu kafatasını, saflığı ile tanınmış bir şahıs, ayak değmemiş bir akarsuya atar. Ankara’da at kafatasına, yağmur duasından sonra, dua yazılır. Kastamonu da ise at yerine koyun kafatası suya atılır[35].
Kafatası kültü, doğrudan yer-sublarla ilgilidir. Birçok noktada onların ongunu bile olabilmektedirler. Tengrici Türkler, yer-sub olarak adlandırdıkları ruhların, her yerde olduğuna inanırlardı. Her dağın, suyun, ovanın, derenin, otun, çayırın, hayvanın, taşın, çadırın ruhu vardı. Yer-sublar, yerin ve suların ruhlarıydılar. Bu yüzden de, nereden geçerse geçsin, insanoğlu, dikkatli olmak zorundaydı. Meselâ yüksek bir dağın yakınından geçen bir Türk atlısı, atından iner ve iki dizini yere vurarak, dağa doğru dua ederdi. Bu dua, hem dağın ruhuna, hem dağdaki taşların, ağaçların, hayvanların ve suların ruhlarına, hem de dağın tepesinde bulunan ataların ruhlarına yapılmış olurdu.
Yer-subların bazıları iyi, bazıları da kötü karakterliydi. Bunların içinde Albız, kötülüğün temsilcisiydi. Yer altı tanrısı ve Tengri’nin oğlu olan Erlik Han’a hizmet ederdi. Birçok kaynakta, şeytan olarak gösterilmiştir. Özellikle loğusa dönemindeki kadınlara, çocuklara ve atlara musallat olduğuna inanılırdı. Bunun kötülüklerini engellemek için kurbanlar kesilir, loğusa şerbeti dağıtılır, bazı yerlerde de kadının başına süpürge konurdu. Albız inancı, albastı, alkarısı gibi isimlerle hâlâ yaşamaktadır. Ayrıca Tengrici dönemin iyi ruhlarından olan ve Ay’ı yöneten Ay Dede’de hâlâ yaşamakta olan bir inançtır. Ben çocukluğumda Ay için Ay Dede denildiğini çok iyi hatırlarım.
Her ne kadar inanç sistemi değişmiş olsa da, özellikle ruhlarla ilgili düşüncelerde fazla bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. Bunda İslâmiyet’in ruhlar konusuna fazla girmemesi de şüphesiz etkili olmuştur. Bu da insanların, ruh inançlarını ve birçok hastalığın, sıkıntının kaynağını, ruhlara (ya da cinlere) bağlamaya devam etmelerine neden olmuştur.
Fotoğraflar: Yılmaz KAYA
– Sonuç –
İnsanlar ve toplumlar, tarih boyunca çeşitli dinleri benimsemişlerdir. Zaman zaman kişisel, zaman zaman da toplu olarak din değiştirmeler yaşanmıştır. Ancak insanların, eski inançlarını tamamen silip, hiçbir iz bırakmaksızın, yeni dinlerine geçtikleri olmamıştır. Bu bütün dünya için böyledir.
Bugün Sibirya, Altaylar ve Moğolistan’daki az sayıda Tengrici Türk’ün dışında kalan Türkler, Tengriciliği bırakmış, çeşitli dinleri benimsemişlerdir. Gagauzlar, Çuvaşlar ile bir kısım Yakut, Hıristiyan; Karaimler, Musevî; Tuvalar ve Sarı Uygurlar, Budist; geri kalan Türkler ise Müslüman’dır. Ancak dinleri ne olursa olsun, bütün bu Türk topluluklarının içerisinde Tengricilik yaşamaktadır. Adı olmasa da, ismi anılmasa da, fiîlen, üstelik oldukça canlı bir biçimde yaşamaktadır.
Araştırmama ve yazıma ilham veren kafatası kültünün dışında yemek, düğün, cenâze, oyun ve birçok geleneğin içinde Tengricilik yaşamaktadır. İnsanlar bugün hâlâ dilek ağaçlarına çaput bağlıyorsa, evlerine nazar boncuğu asıyorsa, kötü ruhlar ya da cinler giremesin diye evlere eşik yapıyorsa, loğusa kadınlar için albız ya da albastıya karşı loğusa şerbeti dağıtıyorsa ya da başına süpürge koyuyorsa, çocuklar hâlâ dokuztaş oynuyorsa, ölen birinin ardından, uhu için helva, lokma gibi tatlılar dağıtılıyorsa, uykuda çöken ağırlık, albız ya da albastıya yoruluyorsa, ayrıca bunların dışında sayısız gelenek devam ediyorsa, orada Tengricilik yaşıyordur.
Yaşayan Tengricilik, binlerce yılın kültürüdür. Binlerce yıllık kültürler, kolay kolay yok olmaz. İslâmî açıdan hurafe ya da bâtıl inanç olsa bile, sosyal bilimler açısından, bunlar bâtıl değil, halk kültürünün uzantısıdır ve araştırılmayı bekleyen bir alandır.
- Tengri: Tanrı, Gök Tanrı. Bu inançta, Tengri, her şeyi yaratan, başı ve sonu olmayan yüce varlıktır. Bâzı bilim adamları, Tengri’nin tek tanrı olduğunu iddiâ etse de, bu doğru değildir.
- Hazarlar, büyük Türk yönetimlerinden biri olmasına rağmen Musevîliği benimseyenler, sadece yönetim kademesi ile çevresindeki topluluklardır.
- Temir, Ahmet (çev.) Moğolların Gizli Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995
- Mengü (Sonsuz) Tengri’nin Gücüyle
- Türk Oğuz beyleri, ulus, işitin; üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk ulusu, ülkeni, töreni kim bozabilecek idi!
- Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, Kül Tigin Abidesi, s.16, Doğu Yüzü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2012
- http://www.prokarstterra.bas.bg/geo21/2007/5-07/pp21-22.html (Erişim tarihi: 10.11.2013)
- Kaşgarlı Mahmûd, Divânü Lûgâtit Türk, Kabalcı Yayınları, s. 621, İstanbul 2005
- a.g.e., sayfa 621. Umay’a taparsan, oğlun olur.
- Roux, Jean-Paul, Altay Türklerinde Ölüm, Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999
- İlk insân Törüngey’e dâir anlatımlar ve inançlar, semâvî dînler ile ilişkiye girdikten sonra görülmektedir.
- Her nesnenin ruhu olduğunu ve bunların akıllı ruhlar tarafından yönetildiğine dayanan inanç sistemi.
- Şamanizm, bir dinden ziyâde bir kültürdür. İçerisinde Tengricilik olmakla berâber şamanların (kamların), rûhların, konar-göçerliğin, ozanlığın, hekimliğin, genel olarak bozkır hayâtının kültürüdür.
- Olsen, Sandra, Botai: Early Horse Herders on the Steppes of Northern Kazakhstan, http://www.carnegiemnh.org/science/default.aspx?id=16609 (Erişim târihi: 15 Eylül 2010)
- http://users.hartwick.edu/anthonyd/harnessing%20horsepower.html (Erişim târihi: 20 Eylül 2010)
- Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, C.I., 2. bs. Ank.,1993
- Ögel, Bahaeddin, a.g.e., s. 513.
- Gürsoy-Naskali, Emine, (haz.), Bozkırdan Bağımsızlığa Manas, TDK Yayınları, Ankara 1995, (Sakaoğlu, Said, Destan Kahramanlarının Ölümü), sayfa 206
- Beki, Selahaddin, Türk Mitolojisinde Kurban, Akademik Araştırmalar Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, Kış 1996, Sayfa 16-28.
- Ögel, Bahaeddin, a.g.e., s. 550.
- Özbek, Metin, Köşk Höyük (Niğde) Neolitik Köyünde Kil Sıvalı İnsan Başları, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi / Journal of Faculty of Letters, Cilt/Volume 26 Sayı/Number 1, Haziran /June 2009
- Palancı, Beyhan, Ölüm Kültü, http://www.kadinhaberleri.net/index.php?ctgr_id=4182&yazar_view=8220 (Erişim tarihi: 22 Eylül 2010)
- Ruben, Walter, Hind’de Köy ve Şehir, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, s. 3. c. 1., sayfa 29-44, Ankara 1943
- Smart, Ninian, Tarih Öncesine Ait Dinlerle İlkel Dinler, çev. Günay Tümer, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 25, s., 297-323, Ankara, 1981
- Roux, Jean-Paul, a.g.e, s. 129
- Roux, Jean-Paul, a.g.e, s. 131
- Gündüz, Tufan, Son Kızılbaş Şah İsmail, s.109, Yeditepe Yayınları, 3. bs. İstanbul 2010
- Acıpayamlı, Orhan, Türkiye’de Yağmur Duâsı Ve Psiko-Sosyal Metodla İncelenmesi, Ankara Üniversitesi Dil Ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt XXI-Sayı: 1-2 Ocak-Haziran 1963, s.18
- Arık, Durmuş, Çuvaşların Dinî İnanışları Üzerine, International Journal of Central Asian Studies, s.33, 11-1 2007, s. 33
- http://akbulutkoyu.blogcu.com (Erişim tarihi: 10.11.2013)
- Çıblak, Nilgün, İçel’de Yağmur Yağdırma Törenleri, Folklor / Edebiyat,C.VIII, S. XXXI, s. 93-103, 2002
- Kaya, Doğan, Sivas’ta Çeşitli İnanışlar, Sivas Folkloru Dergisi, c. 3, s. 28, sayfa l4-l7, Sivas, Mayıs 1975
- http://www.darbogazkoyu.com/pratikbilgiler.html (Erişim tarihi: 22 Eylül 2010)
- Çıblak, Nilgün, Halk Kültüründe Nazar, Nazarlık İnancı ve Bunlara Bağlı Uygulamalar, Türklük Bilimi Araştırmaları (TÜBAR), sayı 15, s.103-125, 2004
- Acıpayamlı, Orhan, age
değerli çalışmalar emek verenler varolsun
Teşekkür ederim…
yanlız; tengricilik adı verilen inanç göktürklerdeki gök-tanrı inancıysa orda ülgen ve tanrının kızları kavramı yok.her halükarda dillendirilen tanrı veya kutsal ruhlar kök-tengri iduk yir-sub umay. orhun anıtları bilindiği gibi türklerin eski inançları hakkında yazılı en eski kaynaktır. türklerde ülgen ve kızlık oğulluk andromorf tanrı şekilleri daha sonraki dönemlerde belirmiştir denilebilir
Tengricilik ile çok-tanrılılık kavramları karıştırılmamalı. Allah’ın isimleri (Esma-i Hüsna) gibi, Tanrının sıfatları bunlar. Ortada tek tanrılılık var. Türkleri ve İslâm’ın başına geçmelerini ancak böyle doğru anlayabiliriz.
aslımız ne ise neslimiz de o değiştiğimizi sanırız ama aslımız gibiyiz , araştıranların çabaları IŞIK oluyor varolsunlar