Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bölüm: 30 Yarış

0 15.393

Savaş bitmiş, Dokuz Oğuzlar yenilmişti. Ayın on beşi yavaş yavaş yükseliyordu. Taçam yaralı ve yorgun argın, sendeliyerek Binbaşı Pars’a yaklaşırken, o oğlu Ezgene’ye buyruk veriyordu:

– Bu gidişi beğenmiyorum. Yula’yı bulup ardına düş. Mümkünse onu geri çevirin!

Taçam bu sözleri işitmiş ve bir önsezi ile kuşkulanmıştı. Binbaşının karşında durarak soran gözlerle ona bakıyordu. Dili hâlâ açılmamıştı. Pars, Urungu’nun kendisine verdiği bıçağı uzatarak:

– “Baban sana vermemi söyledi” dedi.

Taçam bıçağı alırken gözleri hayretle açılmıştı. Bu da ne demekti? Kocamış binbaşı onun sorarak bakan gözlerini görünce merakını giderdi:

– Urungu gitti.

Taçam bununla kanmış değildi. Eliyle bir işaret yaparak nereye gittiğini sormak istedi ve binbaşının batıyı göstermesi üzerine gözlerini oraya çevirerek derin derin baktıktan sonra yüzü bir tuhaflaşmıştı.

Bu sırada bir kasırga halinde Deli Ersegün’ün geldiği görüldü. Ay Hanım’ın otağını ve çevreyi arayıp bulamadıktan sonra Parsla Taçam’ı görerek gelmiş, onlara kağan kızını soruyordu:

– Binbaşı Pars! Tez söyle, Ay Hanım nerede?

Binbaşının sesi titriyordu:

– Ay Hanım Uçmağa verdı!

Çocuk onbaşı bağırdı:

– Öldü mü? Ölüsü nerede?

– Urungu götürdü.

Bunu söyliyerek batıyı işaret ediyordu. Ersegün yeniden çıldırmıştı. Taçam’ın omuzunu tutarak sarsıyordu:

– Batıda ne işleri var? Söylesene…. Baban Ay Hanım’ı nereye götürüyor?… Niçin götürüyor?…

Ay ışığı altında Taçam’ın yüzü korkunç bir ıztırap anlatıyor, bir yandan babasının bıraktığı bıçağa, bir yandan da batıya bakıyordu. Bir şey söylemek istediği belli oluyordu.

Ersegün onu yeniden sarsarak bağırdı:

– Nereye gidiyor?

O zaman bir şey oldu: Artık bir daha konuşamıyacağı sanılan Taçam’ın korkunç, gür bir sesle, boğazlanan bir insan gibi haykırdığı işitildi:

– Ölüm Uçurumu’na gidiyor!…

Bu sözler ortalığı bir anda allak bullak etti…

***

Ayın on beşi bozkıra ilâhî ışıklarını Tanrı’nın rahmeti gibi saçarken bu sonsuz genişlikte kimsenin tahmin edemiyeceği korkunç bir yarış yapılıyordu:

Elli yıla yakın sert bir yaşayıştan, görülmedik çilelerden sonra; sevdiği, Tanrılar kadar güzel Ay Hanım’ın ancak ölüsüne kavuşan Urungu; kahraman ve ebedî Kür Şad’ın oğlu, kucağında sevgilisi olduğu halde batıya doğru mesafeleri aşıyordu.

Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula, Pars’ın iki yiğit oğlu babalarından aldıkları buyruk üzerine yanyana, atbaşı beraber oldukları halde yıldırım gibi uçuyorlardı.

Bütün duygularında olduğu gibi sevgisinde de çılgın olan Deli Ersegün, vaktiyle babasının öldürdüğü ve kendisini yendiği için kinle karışık bir duyguyla sevdiği Ay Hanım’ın artık ölmüş olması dolayısıyla, şimdi kinden sıyrılan, yalnız aşktan ibaret kalan bir gönül bağının verdiği hızla, çocuk kalbinin delişmen ateşiyle yanarak at koşturuyordu.

Duyduğu büyük ızdırapla dili açılan Taçam, babasının hayattaki yenilmez kederi anlamış olarak, onun nereye gittiğini bilerek, bunu önlemek istiyerek yarışıyordu.

Sonsuz bozkırda, ayın ilâhî ışıkları arasında batıya doğru uçanlar yalnız bunlar değildi.

Kocamış Binbaşı Pars da aynı hızla at sürüyor, yorgun ve yıpranmış gövdesinin ne kadar dayanacağını düşünmeden olgunlar, gençler ve çocuklarla birlikte yıldırım gibi gidiyordu.

Uzun bir koşudan sonra, arkadan gelenler aynı hizaya vardılar. Sağda Pars, onun solunda Taçam, Taçam’ın solunda Deli Ersegün bulunuyor, en solda da iki kardeş Ezgene ile Yula koşuyorlardı.

Ayın ışıklarıyla aydınlanan bozkırda ilerisini görüyorlar, önlerinde, belki de ufka yakın bir yerde başka bir atlının doludizgin gittiğini seçiyorlardı. Bu atlı, Onbaşı Urungu idi. Ay Hanım’ın başını göğsüne dayamış ve sol koluyla iyice kavramış olduğu halde, sağ eli dizginde, gözleri ileride, gidiyordu.

Nereye gidiyor değil, nasıl gidiyordu? Bu, sözle anlatılacak bir gidiş değildi. Ara sıra, gözlerini ufuktan çevirip Ay Hanım’a bakıyor, o zaman onu sevgi ve şefkatle daha çok sıkarak içinin sızladığını duyuyordu. Bu bakışlarda her şey, her şey vardı.

Onu kovalıyan beş kişi atlarının üzerinde sert bakışlı birer taş gibiydiler. Binbaşı Pars, Kür Şad’ın oğlunu ölüm yolundan çevirmek için, yıllarca önce Kara Kağan ordusunun onbaşısı iken yaptığı en baş döndürücü koşulara benziyen bir hızla gidiyordu. Atının nal seslerine kendi yüreğinin çarpıntısı da karışıyor gibiydi.

Taçam, artık Kür Şad’ın torunu olduğunu bilen Taçam, babasının verdiği korkunç kararı önlemek için yarışıyor, kovalanan atlıya herkesten önce varmak kendi hakkı olduğu halde öteki dört kişiyi bir türlü geçemediği için öfkeleniyor, kızıyordu.

Onbaşı Deli Ersegün, çılgın gibi sevdiği kızı hiç olmazsa bir defa daha görebilmek, onu kaçırandan bunun hesabını sormak için şuurunu kaybetmiş bir halde at koşturuyor, yanındaki dört kişiden kurtulup Ay Hanım’a yetişmek istiyordu.

Yüzbaşı Ezgene’nin bütün ömründe bir kere bile gülmemiş olan yüzü bir iç acısının, Ay Hanım’ı öldürmekten doğan gizli ve kaynağı anlaşılmaz bir acının baskısıyla büsbütün asılmış olarak ileriye dikilmişti. Urungu ile Ay Hanım’a yetişirse bu acıyı atacakmış gibi garip bir inancın verdiği hızla yırtınırcasına at sürüyordu.

Topal Onbaşı Yula ise babasının buyruğunu yerine getirmek ve akrabası Ay Hanım’ı son bir defa daha görmek için dizgin boşaltıyor, yarışanlar arasında en sağlam, yarasız kendisi olduğu halde yine onlarla aynı hizada bulunmanın, onları geçememenin verdiği hırsla yarışıyordu.

Urungu, kendisiyle birlikte Ay Hanım’ı da taşıyan bir atın üzerinde olduğu için arkadakiler yavaş yavaş yaklaşıyorlardı. Atlar yorulmuş, sırılsıklam ve ağızları köpüklenmiş olduğu halde hızlarından bir şey kaybetmeden hâlâ aynı hizada koşuyorlardı.

Ay yükselmiş, göğün tâ tepesine gelmişti. Bozkırlıların keskin gözleri önlerindeki atın binicisiyle kucağındaki ölünün gölgesi artık seçilebiliyordu. Fakat o ardına bir kere bile bakmadan, belki kovalandığını dahi bilmeden batıya doğru yol almakta devam ediyordu. Bağrına bastırdığı sevgilisi sanki ölmemişte yaralıymış gibi atın üzerinde onu en iyi şekilde tutuyor, gönlünden gelerek kollarına giden gücünün verimiyle onu kavrıyarak meçhule doğru akıyordu. Ay Hanım’ı tutuşunda yalnız sevgi ve şefkat değil, büyük bir saygı da vardı ve muhakkak ki, ölmüş olmasına rağmen kağan kızı bunu duyuyordu.

Sonsuz bozkır…. Ayın ilâhî ışıkları ve atların ahenkli nal sesi…

***

Ay doğarken başlayıp tepeye gelinceye kadar süren bu yarış ne korkunç bir yarıştı! Yarışanların beyinlerinden ve gönüllerinden geçenlerle yarışmanın yırtıcılığı onu böyle korkunç yapıyordu. Yoksa yarım gece süren bu yarışa dayanmanın imkânı olur muydu?

Şimdi Urungu ile Ötükenlilerin arasında iki yüz adım vardı. Fakat geriden gelen beş kişi bu aralığı artık kapatamıyorlardı. Çünkü, kucağında sevgilisi olduğu halde Ay Hanım’ın otağından çıktığı zaman Urungu’nun atladığı sahipsiz at, Ay Hanım’ın atıydı. O da sahibini son defa taşıdığını sezmiş gibi bir davranışla iki kişiyi birden götürüyor, kovalandığını anlıyor, kovalıyanları yaklaştırmıyordu.

Urungu bir defa daha Ay Hanım’ın yüzüne baktı ve bu sefer gözleri orada takılı kaldı. Bu ilâhî yüze bakan gözler yaşlıydı. Yaşlı gözlerini göğe kaldırarak Tanrı ile konuşuyormuş gibi:

– “Bozkurtlar dirilirken Ay Hanım da yaşasaydı ne olurdu” diye fısıldadı.

Sonra görülmedik bir şeye takılan gözlerin mânâlı ışıltısı ile ileriye bakarak atını mahmuzladı. At son bir atılışla fırlarken Ay Hanım’ı deminkinden daha sıkıca kendine doğru çekti. Dudaklarını hiçbir zamanın görmediği, hiçbir çağın göremeyeceği o ilâhî yüze değdirerek öptü ve hâlâ sıcak olan mehtap kadar, güneş kadar güzel olan yüzden ayırmadan, bir an içinde bütün mazisini yıldırım hızıyla hatırlayıp “hoşça kal Ötüken” diye düşündükten sonra kendisini boşluğa bıraktı.

***

Gözleri Urungu’nun üzerinde birleşmiş olarak iki yüz adım geriden gelen beş kişi birdenbire Urungu’nun yok olduğunu gördüler ve hemen arkasından bir atın korkunç, tüyler ürpertici, kulak tırmalayıcı kişnemesiyle zınk diye durdular. Bu duruşu, aynı hizada koşan beş kişinin beş atı, binicilerinden kumanda almadan, boşluğa fırlıyan atın göklere yükselen kişnemesini duyarak yapmışlardı.

Dört tanesi korkulu gözlerle ileriye bakarken, Yüzbaşı Ezgene yaman bir titreme ile elini yüzüne kapıyarak başını eğdi ve hemen arkasından Taçam’ın dudaklarından bir ağıt gibi:

– “Ölüm Uçurumu” kelimeleri döküldü.

Urungu, bağrında sevgilisi olduğu halde kendisini Ölüm Uçurumu’na fırlatmış, hayatta kavuşamadığı Ay Hanım’a, zamanı ve mesafeleri aşarak ölümde, bir daha ayrılmamak üzere, kavuşmuştu.

Taçam’ın “Ölüm Uçurumu” diye âdeta inlemesi Deli Ersegün’ün beynine inmiş bir yıldırım gibiydi. Çok çevik bir hareketle atından atlıyarak uçuruma doğru koşmağa başladı. Ötekiler ona yetişmek için atlarını sürmek istediler. Boşuna. Atlar artık itaat etmiyor, bir adım ileri gitmiyordu. O zaman dördü de atlayıp Ersegün’ün ardından seğirttiler. Uçurumun kıyısında deli onbaşı sağa sola koşuyor, “Ay Hanım! Ay Hanım” diye bağırıyordu. Sonra birden çılgınlığı artarak yere yattı ve başını uçurumdan aşağı uzatarak:

– “Hey!… Onbaşı Urungu!… Ya onu geri getir, yahut vaktinde hazır ol” diye haykırmağa başladı.

Uçurumun dibinden esrarlı sesler geliyor, bu sesler bir at kişnemesine, bir türküye, bir suyun akışına, bir kılıç şakırtısına, her şeye benziyordu.

Ersegün Taçam’ın karşısına dikildi. Gözlerinin içine bakarak:

– “Ay Hanım’ı senin baban kaçırdı” diye haykırdı.

Elini kılıcına atmıştı. Deli çocuğun şakası yoktu. Bir anda kılıç çekip Taçam’ı deşebilirdi. Bunu bildikleri için ötekiler de kılıçlarını kavramışlardı. Fakat çekmeğe lüzum kalmadı. Birdenbire içlerinden birinin derin bir ah çekerek ve göğsünü tutarak çöktüğü görüldü. Bu, kocamış Binbaşı Pars’tı. Onun, yılların çarpıntısıyla yorulan yüreği bu yıpratıcı, bitirici koşuya ve Kür Şad’ın oğluyla, Baz Kağan’ın kızının kucak kucağa Ölüm Uçurumu’ndan aşağı atılmalarına dayanamamıştı.

Düştüğünü görünce Ersegün’den başkaları ona doğru davrandılar. Yüzbaşı Ezgene, babasının başını kaldırarak koluna yasladı. Pars geniş geniş soluyor, sol eliyle yüreğini bastırıyordu. Gözlerini zorla açık tutarak:

– “Ölüm Uçurumu her yıl bir erkekle bir kadını alır. Bu onun değişmez yasasıdır” dedi.

Benzinin sarardığı mehtabın altında bile belliydi. Bir fenalık geçiriyordu. Gülümsemeğe çalışarak:

– “Onbaşı! Büyük acı çektin. Ama dirlikte çekeceğin acılar bu kadarla kalmıyacak, bunu bil!” dedi.

Sonra başını göğe doğru kaldırdı. Gitgide ağırlaşan ve yavaşlıyan bir sesle ilâve etti:

– Bazan yanlış bir hareket büyük sonuçlar doğurabilir ve hayatın akışını tamamiyle tersine çevirir. Ondan sonra da ölüme kadar yanıp yakılmak fayda etmez.

Ezgene bu sözleri işitince dişlerini sıktı. Gözlerini kapıyarak başını hafifçe salladı.

Birdenbire Pars’ın uzun bir soluk aldığı ve titrediği görüldü. Başı, oğlunun kolunda sola düşüp kaldı. Binbaşı ölmüştü.

Yula ona doğru bir adım attı. Sonra durarak taş gibi hareketsiz kaldı. O zaman Ezgene babasının başını yavaşça toprağa bırakarak ayağa kalktı.

Biraz önce hızla nal sesleriyle çınlıyan sonsuz bozkırda şimdi bir ölüm sessizliği vardı. Yalnız gökte ayın ilâhî ışıkları Tanrı’nın rahmeti gibi serpiliyor, toprağı ve gönülleri nura boğuyordu.

Yüzbaşı Ezgene, büyük bir yükün altında ezilmiş, fakat dik kalmağa azmetmiş yiğit bir insan haliyle ötekilere bakarak:

– “Kutlu ölülerimizi selâmlıyalım” dedi.

Uçuruma döndüler.

Şimdi oradan hafif bir ses geliyordu. Ürperdiler. Bu ses Ötüken’de çok söylenen bir deyişe benziyordu:

Ayın bahtı karanlık,
Urungu’nun karadır…

Sonra hafif bir su sesi işittiler.

Dördü birden kılıçlarını çekerek uçurumun derinliklerinde kaybolan Ay Hanım’la Urungu’yu selâmladılar ve kılıçlarını eğdiler.

Geri döndüler. Binbaşı Pars için de selâm durduktan sonra kılıçlarını kına soktular.

Uçurumdan hafif bir mırıltı, bir türkü sesi geliyordu. Dört Gök Türk, gözlerini Pars’tan kaldırıp bakıştılar. Dördünün de gözleri yaşlıydı.270

– SON –

Atsız
15 Nisan 1949 Maltepe

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.