Bölüm: 27 Taçam
Taçam, babasının çok yorgun ve bunlu bir yüzle Ötüken’e dönüşünden bir şey anlamamıştı. Nereye gidip geldiğini de bilmiyordu. Kendini bildi bileli babasının üzgün durduğunun farkında idi ama bu seferki haline hiç raslamamıştı. Onbaşı Urungu’da eşi görülmemiş bir bitiklik vardı. Taçam bir şey öğrenmek için ona yaklaşmak istedi. Fakat başaramadı. Buna içi sıkıldı. Sıkıntısını dağıtmak için Ötüken’in bu en güzel günlerinde herkesin yaptığı gibi ormana gidip avlanmak, at koşturmak istedi.
Ötüken ormanlarının en güzel günleriydi. Ötükenliler bu güzel günleri tatmak istiyorlarmış gibi teker teker, yahut üçer beşer geziyorlar, av avlıyorlar, kuş kuşluyorlar, yarışıyorlardı. Kimisi güreşiyor, ötede beride kopuz çalıp eğlenenlere de raslanıyordu.
Taçam kendisini bu güzel havaya, güzel ağaçlara ve eğlencelere kaptırınca iç sıkıntısını unuttu; ormanın sarp yerlerine doğru at sürdü ve birdenbire uzaktan gördüğü bir geyiği yakalamak için hızla oraya saldırdı. Çok çevik olan geyik hem iyi kaçıyor, hem de umulmadık anlarda sağa, sola saparak şaşırtmacalar yapıyordu. Taçam öfkelenmeğe başlamış ve hızını arttırmıştı. Bu hız arttırış iyi olmadı: Aynı çabuklukla bir dönemeci dönerken at koşturan başka birisiyle çarpıştı. Sert bir fırlayışla yere düştü. Başını ağaca vurarak bayıldı.
Kendisine çarpan atlı da yere yıkılmış, sersemlemiş fakat başka bir şey olmamıştı. Hemen doğrularak sırtını bir ağaca yaslıyan bu adam, kocamış Binbaşı Pars’ın küçük oğlu topal Yula idi. Biraz sonra yorga yürüyüşle üç atlı daha gelerek kaza yerinde durdular. Bunlar Binbaşı Parsla büyük oğlu Yüzbaşı Ezgene ve at uşağı Çalkara idi.
Durumu görünce atlarından indiler. Taçam sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Pars, Ezgene’ye:
– “Bak bakalım” dedi, “şu er ölmüş mü?”
Gülmez yüzlü Ezgene çömelip elini Taçam’ın yüreğine koyduktan sonra babsına bakarak:
– “Taçam” dedi.
Taçam adını ne Pars, ne de Ezgene işitmemişlerdi. Bakıştılar. Yula açıkladı:
– Onbaşı Urungu’nun oğlu!…
Pars irkildi:
– Urungu’nun oğlu mu?
– Evet.
İş değişiyordu. Fazla düşünmeksizin Çalkara’ya buyruk verdi:
– Tez davran! Çadır, azık, kımız, at getir. Bir de utacı bul. Bu gece burada kalacağız.
Çalkara doludizgin giderken Pars, yaralının yanına eğilerek gözden geçirmeğe koyuldu. Gözleri kapalıydı. Hafif hafif soluyordu. Başındaki yaradan sızan kanlar yüzünde, saçlarında pıhtılaşmıştı. Kocamış binbaşı, onun yüzüne bakarken hayretten düşüyordu. Çünkü vaktiyle Ötüken’den ayrıldığı sıralarda Kür Şad kaç yaşlarında idiyse torunu da şimdi o yaşlarda bulunuyor ve Kür Şad’a Urungu’dan daha çok benziyordu. Pars içinde derin bir acı duyuyordu. Urungu’nun başka oğlu yoktu. Taçam’ın da oğlu olup olmadığını bilmiyor, onu Kür Şad soyunun son eri diye tanıyordu. Şimdi bu son er boşuboşuna bir kaza yüzünden ölürse Kür Şad soyu tükenmiş olacaktı.
Onbaşı Yula, babasının yüzündeki kederi okumakta gecikmedi:
– “Taçam’ı son Çin akınında görmüştüm. Yaman vuruşuyordu. Ölürse yazık olacak” dedi.
Pars, içinden geçen binbir duygu ile küçük oğlunun yüzüne baktı. Yula bu bakıştaki manayı kavramamıştı. Taçam’ın yiğitliğinden babası şüphe ediyor sandı:
– “Çok er kişi olduğunu gözümle gördüm. Böyle bir yiğite yazık olmaz mı” diye sordu.
Pars bunlu sesiyle cevap verdi:
– Bunu yalnız yiğit bir er olarak mı görüyorsun?
– Ya ne diye göreceğim?
Yaşlı binbaşı gözlerini iki oğluna gezdirdikten sonra Taçam’a bakarak:
– “Talih biraz başka türlü gitseydi bu baygın yiğiti belki kağan olarak görecektiniz” dedi.
Yüzbaşı Ezgene ile Onbaşı Yula şöyle bir bakıştılar. Ezgene’nin gülmez yüzü daha bir somurtkan hal aldı. Yula: “Kocamış babam galiba bunadı” diye düşündü. Pars onların bu durumunu görmüyormuş gibi sözünü tamamladı ve bu sözler iki oğlu şaşkınlıktan afallattı:
– Bu yiğit, Kür Şad’ın torunudur.
Ezgene ile Yula’nın dilleri tutulmuştu. Bir şey diyemiyorlar, şaşkın şaşkın bir Taçam’a, bir babalarına, bir birbirlerine bakıyorlardı.
İlk defa dili çözülen Ezgene oldu:
– Demek Onbaşı Urungu, Kür Şad’ın oğlu?
– Evet!
– Neden bunu saklıyor?
Pars yorgundu. Çok konuşmağa istekli gözükmüyordu.
– Kendisini Çinlilerden kurtarmak için uzun yıllar kim olduğunu gizliyen anasına söz verdiği için…
Yula, bu akla gelmedik iş için babasına bir soru sormaktan kendisini alamadı:
– Taçam bunu biliyor mu?
– Hayır! Kimse bilmiyor…
İki oğul bu işi kendisinin nasıl bildiğini babalarına sormadılar. Sonra, üçü birden yaralıya döndüler ve yeniden yüreğini yokladılar. Şimdi yüreği aşırı bir çabuklukla çarpıyordu.
Taçam yaşıyordu. Başını şiddetle ağaca çarptığı zaman bayılmış, fakat sonra yüreğini dinledikleri zaman ayılır gibi olmuş, hatta bir aralık gözlerini açmış, fakat büyük bir yorgunluk duyduğu için yeniden kapatmıştı. Gözlerini açıp kapadığını ötekiler görmemişti. Taçam, kendisini çadırına götürmelerini söyliyecekti. Korkunç bir şey: Konuşamıyordu. Gözlerini açtığı zaman çevresini görmüş, Pars’ı tanımıştı. Konuşulanları işitiyordu. Fakat dili tutulmuş, bir türlü konuşamıyordu. Kendisini zorladı. Boşuna… O zaman içine yaman bir korku düştü: Konuşamamak! Bu, yıldırıcı bir şeydi. Yeniden kendinden geçer gibi oldu. Fakat konuşamamaktan o kadar ürkmüştü ki sinirleri kamçılanarak ayıldı ve kıpırdarsa bir daha konuşamıyacakmış gibi öylece sessiz, hareketsiz, âdeta soluk almaktan bile çekinerek kaldı.
İşte o zaman Binbaşı Parsla oğullarının bütün konuştuklarını işitti ve kendisinin Kür Şad’ın torunu olduğunu sevinç, hayret ve korkuyla öğrendi. Yüreği göğsünü delecek gibi çarpmağa başladı.
***
Çalkara yedeğindeki atlarla ve utacı ile geldiği zaman Taçam hâlâ kıpırdamadan yatıyor, sesleri belli belirsiz bir şekilde işitiyordu. Beyni, öğrendiği büyük hakikatle o kadar doluydu ki herkes kendisine “Kür Şad’ın torunusun” der gibi geliyordu.
Utacı başındaki yaraya kızıl bir em sürüp uğdu. Ağzına birkaç yudum ayran akıttı. Sonra durumun umutsuz olduğunu Pars’a söyledi. Bu haber kocamış binbaşıyı çok sıkmıştı:
– “Bunu mutlaka kurtarmalı” dedi.
Utacı, yaralının göğsüne elini bastırıp yüreğini dinledikten sonra:
– “Bundan ötesine kamlar karışır” diyerek kestirip attı.
Çalkara aldığı buyruk üzerine Taçam’ın üstüne bir çadır kurmuş ve Taçam’ı kalın bir keçenin üzerine yatırmıştı. Öteki çadırda Pars Beğ yatacaktı. Akşam oluyordu. Utacı ile Çalkara yanlarına yedek atlar olduğu halde Ötüken’in en ünlü kamını getirmeğe gidiyorlardı.
Taçam’ın yattığı çadırın kapısı açıktı. Parsla oğulları kapının önünde bağdaş kurarak oturdular. Yaralıyı bekliyerek yemeklerini yediler. Pars yalnız kımız içti ve güneş battıktan sonra içine çöken gariplikle söze başladı:
– Ben Kür Şad’ı tanıdığım zaman o aşağı yukarı Taçam’ın yaşındaydı. Başka hiçbir şey bilmesem bile yalnız yüz benzerlikleri bana her şeyi anlatabilirdi.
Ezgene sordu:
– Başka ne biliyorsun?
– Urungu’nun ok atışını gördükten sonra şüphelenmiş, onu yakından gördükten sonra şüphem büsbütün artmıştı. Belindeki bıçağı görünce hiç şüphem kalmadı.
Ezgene yine sordu:
– Bu bıçakta ne vardı?
– Kür Şad’ın bıçağı idi. Üzerinden Bumun Kağan’ın adı ve damgası kazılı tılsımlı bir bıçak.
Yula sordu:
– Bu tılsım ne tılsımı idi?
Pars’ın gözlerinde bir ışık parlayıp söndü:
– Türkler’in ululuk günlerinde iyice gözüken, bozgun günlerinde silikleşen yazısıyla eşsiz bir bıçaktır. Bütün bunları gördükten sonra Urungu ile konuştum ve ona anasının, yani Kür Şad’ın konçuyun teyzem olduğunu anlattım.
– O ne dedi?
– Çok sevdiği anasına söz verdiği için bunu sır olarak sakladığını söyledi.
Ezgene ve Yula, karabudundan bir erken birdenbire tegin olan yaralıya sevgiyle bakıyorlar ve uzaktan akraba çıktıkları için de ona daha çok acıyorlardı.
Taçam bütün konuşulanları işitiyordu. Başındaki dayanılmaz ağrı arasında, beynine tokmakla vuruluyormuş gibi duyduğu acı içinde bu sözlerin hepsini anlıyordu. Söze karışmak için büyük bir istek duyuyor, çabalıyor, fakat kıpırdıyamayınca bunun bir düş olduğunu sanıyordu. Hem sevinçli hem korkulu bir düş…
Ay doğmuştu. Ötüken’in güzel gecesinde Pars Beğ bir huzursuzluk duyuyor, Taçam ölürse Kür Şad’ın soyu tükeneceği için Türkeli’ne bir kötülük gelecekmiş gibi kara bir düşünceye saplanıyordu. Taçam’ın küçük bir oğlu olduğunu bilmiyordu. Bilse belki bu kadar kötümser olmazdı. Sık sık Ezgene’ye yahut Yula’ya işaret ediyor, onlar da Taçam’ın kalbini dinliyorlar ve çarptığını anlayınca seviniyorlardı.
Epey zaman geçmişti. Uzaktan gelen nal sesleri Çalkara ile kamın yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Pars ayağa kalktı. Oğulları da öyle yaptılar. Kocamış binbaşı birden oğullarına döndü:
– “Size anlattıklarımı kimseye söylemiyeceğinize and verin” dedi.
Yanlarında kılıçları olmıyan Ezgene ile Yula uzun bıçaklarını çekerek ileriye doğru uzattılar. And verdiler:
– Gök girsin, kızıl çıksın!…