Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bölüm: 24 Karabuka

0 13.901

Karabuka, Ay Hanım’ın kendisinden kuşkulandığını anladığı için daha dikkatli davranmağa mecburdu. Şimdi kendisinin iki vazifesi vardı: Ay Hanım’ı Çin’le ittifakla kandıracak, onun verdiği cevabı da Bilge Tonyukuk’a bildirecekti. Asıl vazifesinin bu ikincisi olduğunu acaba Ay Hanım anlamış mıydı?

Karabuka, üzerindeki şüpheyi dağıtmak için birkaç gün hareketsiz durdu. Kimseyle konuşmuyor, pek fazla gezip tozmuyordu. Fakat akıllı ve anlayışlı olduğu için Dokuz Oğuzlar arasındaki her şeyi kavramağa çalışıyor, onların gücünü öğrenmeğe uğraşıyordu. Onlar şimdi beş yüz çadırlık bir El olmuşlardı. Erleri gürbüz ve atılgan kimselerdi. Altı yüz kadar savaşçı çıkarabilirlerdi. Ay Hanım’ı çok seviyorlar, o da budununu yükseltmek için elinden geleni yapıyordu. Malları, davarları da az değildi. En büyük eksiklikleri aralarında yeter sayıda yüzbaşı ve onbaşı olmayışıydı. Ay Hanım, Karabuka’nın gelişinden birkaç gün sonra Kadır Bağa’yı binbaşı yapmıştı. Gök Türkler ve İlteriş Kağan için ne düşündüklerini bir türlü anlıyamıyordu. Aralarına sokulsa, konuşsa, bunu da öğrenebilirdi ama kuşkulandırmamak için hemen kimse ile görüşmüyordu.

Binbaşı Kadır Bağa sık sık kendisini görüyor ve havadan sudan bazı şeyler konuşuyordu. Karabuka her seferinde Ay Hanım’ın ne zaman cevap vereceğini soruyor, sabırsızlık gösteriyordu.

Bir gün yine böyle konuşurlarken Kadır Bağa birdenbire umulmadık bir soru sordu:

– Yin-şao! Çin sarayını basan Kür Şad’ın oğlu ne oldu?

Karabuka şaşırdı. Bu soru da nereden çıkmıştı? Acaba hususi bir maksatla mı soruyordu? Kür Şad’ın oğlu olup olmadığını bile bilmiyordu. Fakat bir Çin elçisi olarak kendisine bu kadar ehemmiyetle sorulan bir mesele üzerinde bilgisizlik gösteremezdi. Hemen cevap verdi:

– Biz Kür Şad’ın ocağını söndürdük. Ne oğlu, ne de kimsesi kalmamıştır.

Kadır Bağa bunu Ay Hanım’dan aldığı buyruk üzerine sormuş ve Yin-şao’nun cevabını hemen kağan kızına ulaştırmıştı. Karabuka ise başka bir yönden işkillenmişti. Kırk elli yıl önceki bir çarpışmanın hâtırası durup dururken ne diye anılıyordu?

Birdenbire aklına İlteriş Kağan’nın ilk tuğ kaldırdığı günlerde bütün dillerde dolaşan bir kılıç geldi: Kocamış bir demircinin yaptığı bu kılıç Kür Şad’ın oğlu için hazırlanmıştı. Kür Şad’ın oğlu bulunmamıştı. Fakat demirci de bunu durup dururken yapmış olamazdı ya? Belki de onun bir bildiği vardı. Acaba Kür Şad’ın oğlu var mıydı? Sağ mıydı?

Sağ olabilirdi. Fakat sağ olmakla ne olurdu? Karabuka birdenbire irkildi: Kür Şad’ın oğlu sağ ise kağanlığı istiyebilir, İlteriş Kağan’a karşı çıkabilir, böylelikle de Türkeli parçalanabilirdi.

Kadır Bağa niçin kendisine Kür Şad’ın oğlunu sormuştu? Acaba sağdı da ondan haber mi almışlardı? Yoksa Kür Şad’ın oğlu kağanlık davası için ortaya atılacaktı da Dokuz Oğuzlar’dan yardım mı istemişti?

Karabuka birkaç gününü hep bu işi düşünmekle geçirdi. Düşünmekten bir şey çıkmayınca ihtiyatı bırakarak bazı Dokuz Oğuzlar’ın ağzını aradı. Fakat yine de işe yarayacak bir şey öğrenemedi.

Böylece günler geçerken bir gün Ay Hanım’ın kendisini beklediğini söylediler. Otağda, kağan kızının iki yanında Binbaşı Kadır Bağa ile bir yüzbaşı bulunuyordu. Ay Hanım, Çin elçisini çok bekletmeden onun istediği cevabı verdi: Gök Türkler’i yıkmak için Çin’e yardım edemiyeceklerini bildirdi ve Yin-şao’ya armağanlar vererek ertesi gün yola çıkmasını buyurdu.

Karabuka otağdan çıktığı zaman Ay Hanım yanındaki beğlere şöyle dedi:

– Kendisinin Gök Türk çaşıtı olduğunu öğrendiğimizi sezmezse bir zaman için rahatız demektir. Sezdiyse yakında Gök Türkler’in yeni bir saldırışını beklemeliyiz.

Karabuka ertesi gün yola koyulmuştu. Kür Şad’ın oğlu hakkındaki şüphelerini bir an önce Bilge Tonyukuk’a bildirmek istiyordu.

Ötüken’e yine gece karanlığında girerek doğru Bilge Tonyukuk’un otağına vardı. Bildiklerini, gördüklerini, şüphelerini anlattı. Kür Şad’ın oğlundan söz açılınca Tonyukuk derin bir düşünceye daldı. Bu iş onu biraz üzmüşe benziyordu. Fakat çözemeyeceği işler üzerinde fazla durmak âdeti değildi. Başını kaldırarak Karabuka’ya sordu:

– Dokuz Oğuzlar senin Gök Türk olduğunu anladılar mı?

– Herhalde anladılar.

– Ay Hanım anlamıştır. Onun gözünden bir şey kaçmaz. Günden güne güçlendikleri de bizim gözümüzden kaçmıyor. Üzerlerine çeri yürütmekten başka yol yok.

Sonra ona Çin’de yapacağı işlere dair yeni buyruklar verdi. Biraz sonra Karabuka Çin’e doğru at sürüyor karanlıkta meçhul bir atlı da uzaktan uzağa onu kovalıyordu.

Biraz zaman geçince takip olunduğunu anlıyan Gök Türk çaşıtı buna bir mana verememekle beraber atını hızlandırmaktan da geri kalmadı.

Gökte yarım ay arasıra bulutlara giriyor, sonra çıkarak sonsuz bozkıra ışıklarını serpiyordu. İki atlı dört beş yüz adım aralıkla yarışıyorlardı. Karabuka kendisini saklayabilmek için bir tepe, dere veya ağaçlık gözlüyor, fakat aksi gibi gözün alabildiğine uzanan geniş düzlükten başka bir şey görünmüyordu.

Bir aralık arkasında göz atan Karabuka, meçhul atlının yaklaşmakta olduğunu görünce yayını kavradı ve sadağından bir ok çekti. Ardından gelen atlı bu hareketi görmüştü. Fakat hiç aldırmadan at tepiyor, aralığı kapatmağa uğraşıyordu.

Bir zaman daha böyle gittiler. Aradaki açıklık üç yüz adıma inmişti. Bozkırda atların dörtnala koşmasından doğan ahenkli ses çınlıyor, ağzı köpüren atlar yoruluyor, fakat hızlarından bir şey kaybetmiyordu.

Karabuka yine başını çevirerek arkaya baktı. İki atlı birbiri için tehlikeli bölgeye girmişlerdi. Açıklık iki yüz elli adım kadar vardı. Bu aradan atılacak oklar iki atlıya da yaman işler edebilirdi. Karabuka daha fazla beklemeden oku kirişe yerleştirip ardına doğru yöneltti. Fırlatacaktı. Tam bu sırada meçhul atlının gür sesi bozkırda gürledi:

– Hey, Yin-şao!.. Yahşı, yaman bilmeden ok salmak olur mu?

Bunu haykırırken atını şahlandırarak durdu. Karabuka kendisini Çince adıyla çağıran bu yabancının hareketi karşısında kaçmayı manasız bularak gemleri kastı.

Şimdi iki atlı, uçsuz bucaksız bozkırda, yarım ayın saçtığı ışıklar altında, iki yüz elli adım aralıkla karşı karşıya duruyordu.

Karabuka meçhul atlıyı tanımak ister gibi keskin bakışlarla bakıyor, beriki ise atının yelesini okşuyor ve öne doğru eğiliyordu. Karabuka, aklından geçen türlü ihtimaller arasında, karşısındakinin kim olduğunu tanıyamamıştı. Haykırarak sormaktan başka çaresi kalmıyordu:

– Kimsin bakalım? Yedi atanı sayar mısın?

Bu soru cevapsız kaldı. Karabuka cevap beklerken öteki hâlâ atının yelesini okşuyor ve hiç oralı olmuyordu.

Karabuka yeniden bağırarak sorusunu tekrarladı. Karşıdaki atlı başını kaldırarak:

– “Sen Yin-şao değil misin” diye bağırdı.

– Ben Yin-şao’yum. Ya sen kimsin?

– Senin gibi bir Türk.

Karabuka, kendisini tanıyan bu meçhul adama karşı öfke duymağa başlamıştı:

– “Ben Türk değilim. Çinliyim” diye cevap verdi.

Öteki bu söze gür bir kahkaha ile karşılık verdi.

Gök Türk çaşıtının sabrı tükenmişti. Bu karşıdaki bahadır dost bir insan değildi. Birden, atını dörtnala kaldırarak ona doğru saldırdı ve okunu fırlattı. O zaman öteki hızla at döndürerek kaçmağa başladı. Fakat atının eşkin olduğunu biraz önce göstermişti. Ay da bu yabancıya yardım etmek istiyor gibi bulutların ardına girmiş, Karabuka’nın ikinci oku fırlatmasına engel olmuştı. Aradaki mesafe gitgide büyüyordu. Zaten Karabuka’nın sonuna kadar kovalamağa gönlü yoktu. Atını durdurarak bu yabancının kim oldğunu bir an düşündü. Bulamadı. Kim olursa olsun diye düşünerek yeniden güneye yöneldi.

Bu sırada günlerdir ardından gelen ve onun Bilge Tonyukukla konuştuğunu da anlıyan Binbaşı Kadır Bağa kuzeye doğru at sürüyor ve:

– “Yin-şao’nun Gök Türk çaşıtı olduğu anlaşıldı. Ay Hanım yanılmaz. Ay Hanım yanılmaz.” diye söyleniyordu.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.