Bölüm: 22 Çin Başkumandanı
Çin başkumandanı Hoay-i öfkesinden köpürüyordu. Çadırın içinde söylenerek dolaşıyor, üç yaver taş sessizliği ile ayakta bekliyordu. Karargâhını kuralı üç gün olduğu halde ordusu yığınak yapmamıştı. Hâlbuki verdiği buyruklar gereğince bütün kolorduların kendisinden bir gün önce orada bulunması lâzımdı. İki yüz bin kişilik ordunun yarısı bile toplanmamıştı. Otuz bin kişilik bir kolordunun kumandanı muhtelif sebeplerden dolayı birkaç gün gecikeceğini bildirmişti. Fakat altmış bin kişilik en büyük kolordunun kumandanından hiçbir haber gelmemişti. Bu kolordu kumandanının idamı icap ediyordu.
Hoay-i’in canını sıkan sebep bu değildi. Bir kere Gök Türkler’e baskın yapmak ihtimali suya düşüyordu. Bir iki gün sonra onlar Çin duvarının dışında bu kadar büyük bir ordunun toplanmış olduğunu nasıl olsa öğrenirler, ona göre tedbir alırlardı. Sonra Vu Katun’un gözünden düşecekti. O kadar ünlü Çin kumandanları dururken başbuğluğu kendisine vererek büyük bir iyilikte bulunan katun, bu başarısızlıktan sonra onu tutamazdı.
Bundan başka en güvendiği başyaverin ortadan kaybolmasına şaşıyor, içine tuhaf tuhaf şeyler doğuyordu. İnsan seçmekle bu kadar aldandığını hiç hatırlamıyordu. İşin en kötü tarafı ise ne yapmak gerektiği hakkında karar veremeyişi idi. Böyle bir düşünce kargaşalığı içinde iken yaverlerinden yardım umarak üçüne birden sordu:
– Siz ne dersiniz? Ne yapmalı?
İkinci ve üçüncü yaverler bir şey söylemiyerek önlerine baktılar. Dördündü yaver Yin-şao saygı ile eğilerek:
– “Aklıma pek korkunç bir ihtimal geliyor efendimiz; fakat söylemekten çekiniyorum” dedi.
Başkumandan bu sözlerden bayağı ürkmüştü. Bağırarak konuşursa kendi içindeki korku dağılacakmış gibi bir kuruntuya kapılarak haykırdı:
– Korkma!… Çekinme!… Söyle!…
Dördüncü yaver bir adım ilerledi:
– Efendimiz! Biz galiba büyük bir ihanete uğradık.
Başkumandan, yürümekte olduğu çadırda zınk diye durdu ve sıçrayarak bağırdı:
– Ne?… Ne dedin?… Nasıl ihanet?
Yaver sesini yavaşlattı:
– Bana öfke buyurmayınız efendimiz! Söyle diye buyruk verdiğiniz için söylemek cesaretinde bulunuyorum.
– Evet, ben buyruk verdim, söyle… Ne duruyorsun? Söylesene….
– Efendimiz!… Başyaverin kayboluşu ve altmış bin kişilik kolordumuzdan haber gelmeyişi beni şüphelendiriyor.
– Ne demek istiyorsun? Başyaverden mi şüpheleniyorsun?
– Evet efendimiz.
Öteki iki yaver bu düşünceyi beğenmediklerini belli eden sert birer hareket yaptılar. Fakat başkumandan:
– “Zaten ben de şüpheleniyordum” diyince hayretle bakışarak durdular.
Hoay-i iradesiz bir adamdı. Telkin altında kalmağa çok elverişliydi. Yin-şao bunu bildiği için bu fırsattan faydalanmak istiyordu:
– Yarın veya öbür gün gelmesini beklediğimiz otuz bin kişilik kolordumuz gelince ordumuz yüz yirmi bin kişi olacak. Hâlbuki iki yüz bin kişi olacaktı. Biri altmış bin, biri yirmi bin kişilik iki kolordumuzdan haber yok. Bu seksen bin kişiyle birlikte başyaverden de haber yok. Belki de onları geciktirmek için kendisi oralara gitmiştir.
– Bunu nasıl cüret edebilir?
– Bir adam İlteriş Kağan’ın çaşıtı olduktan sonra her şeye cüret edebilir!
Hoay-i bu cevap üzerine sarsıldı. Elini alnına götürerek kararsızlıkla gezdirdikten sonra yeniden sordu:
– Peki, ne yapalım?
Yin-şao atıldı:
– Efendimiz! Buyruk verirseniz kolordu kumandanına yeniden haber salalım.
– Evet, hemen öyle yapalım.
İkinci yaver itiraz etti:
– Fakat efendimiz, zaten üç gün kaybetmiş bulunuyoruz. Eğer evvelce gönderdiğiniz buyruk ona ermediyse yeniden hazırlanıp gelmesi için en aşağı yirmi gün ister. Bu zaman içinde de Ötüken’e yürümek için geç kalmış oluruz.
– Neden geç kalalım?
– Türkler işi haber alırlar. Aynı zamanda mevsim de geçmiş olur ve ordumuz soğuktan, kardan çok adam kaybeder.
– Öyleyse ne yapalım?
Çadırda bu sorunun cevabı kararsız bir sessizlik halinde uzayıp giderken dışarda at sesleri ve gürültüler oldu. Sonra nöbetçi içeri girerek başkumandanı selâmladıktan sonra bir kumandanın kendisini görmek için beklediğini bildirdi.
Bu kumandan, yarın veya öbür gün gelmesini bekledikleri otuz bin kişilik kolordunun kumandanıydı. Hoay-i’yi saygıyla selâmladıktan sonra onun buyruğunu bekledi.
Başkumandan o kadar şaşkındı ki, bu ziyaretten dolayı sevinmek mi, kızmak mı lâzım geldiğini bile kestiremiyor, çadırın içinde hâlâ gezinip duruyordu. Nihayet aklını başına toplayıp sordu:
– Çerin nerede?
– Çerim akşama doğru burada olacak efendimiz. Ben size geç kalmamın sebebini anlatmak üzere doludizgin buraya geldim.
– Evet! Söyle bakalım! Neden geç kaldın?
– Efendimiz! Ben kolordumla birlikte buyruğunuz gereğince yola koyulmuş gelirken Türkler’in baskınına uğrıyarak geri çekilmek zorunda kaldım ve sonra da…
Başkumandan onun sözünü kesti:
– Ne? Türkler’in baskınına mı uğradın?
– Evet efendimiz.
– Nasıl olur? Türkler bu kadar batıya da çeri yürütebilir mi?
– Yürüttüler efendimiz. Bu ilk baskından sonra da yürüyüş kolumuzu durmaksızın hırpaladılar.
Hoay-i âdeta korkuya kapılmıştı. Türkler nereden haber alıp da Çin’in batısından toplanan çerinin yolunu kesmişlerdi? Heyecanla sordu:
– Çok kayıp verdin mi? Çerimin onda birini kaybettim.
– Mühim bir şey değil.
– Evet efendimiz mühim bir şey değil. Asıl mühim olan nokta şu ki:
Başkumandan kötü bir sezişle onun sözünü kesti:
– Mühim olan nokta mı? Nedir o mühim olan nokta?
– Evet efendimiz, ben de onu söylemek istiyordum. Türk atlıları okla Bilge Tonyukuk’un bir mektubunu attılar.
– Ne? Bilge Tonyukuk’un mektubu mu? Kime yazmış?
– Size efendimiz.
– Ver, çabuk ver bakalım. Olur iş değil. Ne yazıyor?
Kolordu kumandanı göğsünden bir ipek kumaş çıkardı. Bunun üzerinde boya ile Çince bir mektup yazılmıştı. Hoay-i telâşla okudu:
“Ben Bilge Tonyukuk, Çin başkumandanı Hoay-i’ye derim ki sen iyi bir kumandan değilsin. Çünkü çerini aynı günde, aynı yerde toplayamıyorsun. Altmış bin kişilik kolordun senden on beş gün sonra orada bulunacaktır. Bu duruma göre şimdiden yenilmişsin demektir.”
– “Bu yere batası adam bizim iç yüzümüzü nereden biliyor” diye bağırdı.
Dördüncü yaver saygı ile eğildi:
– “Biraz önce söylediklerimin doğru olduğu anlaşılıyor efendimiz. Çaşıtlardan her şeyi öğreniyor” dedi.
Başkumandan kararsızlık içinde çırpınıyordu. Yin-şao birdenbire gözüne girmişti. Genç yaverin tahminlerinde büyük isabet vardı. İkinci ve üçüncü yaverlere dönerek:
– “Siz uyuyorsunuz” diye haykırdı. Sonra dördüncü yavere baktı ve öteki ikisinin kıskançlıktan sararmış yüzlerini görmeden:
– “Seni başyaver yapıyorum” diye ilâve etti.
Yeni başyaver saygı ile eğildi.
– “Bu iyiliğinize lâyık olmağa çalışacağım efendim” diye cevap verdi.