Bir Kültür Unsuru Olarak Türk Dili ve Önemi
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Dil, milletlerin hayatında bir kültür vasıtası olarak en başta gelen unsurdur. Aynı dili konuşan insanlar, millet denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Türk dilini konuşan Türk milleti, tarihte birtakım zaruri şartlardan dolayı bazan birbirinden idari ve siyasi bakımdan çok uzaklarda kaldı. Ayrıca bu insanlar sınır boylarında, yabancı kültürler ve halklarla temasta oldukları halde beşbin yıldır, doğudan batıya, kuzeyden güneye çok az bir lehçe farkıyla aynı dili konuştular. Bu bakımdan, milli bir bağ olarak Türk dilinin oynadığı rolü de, belki diğer dillerin hiçbiri oynamamıştır, denebilir.
Türk yazı dilinin ne zaman ve hangi şartlarda meydana geldiği hakkında kesin bir şey söylenememekle beraber, son yıllara kadar Orkun Abideleriyle bu durum tarihlendirilmekteydi. Ancak, Kazakistan’da Esik Kurgan’ında çıkan bir tabağın altındaki yazıtın zamanı M.Ö. 5. yüzyıla kadar götürülünce, Türk yazısının ve yazı dilinin çok daha eskilere dayandığı ortaya çıkmaktadır. Daha Asya’da 3. asırda Türkleri anlatan Çince vesikalar ile 5-6. yüzyıl olaylarından bahseden Latin kaynaklarından öğrendiğimiz bilgilere göre; Karadeniz’in kuzey taraflarında yaşayan Hun-Türklerin arasında Hristiyanlığı seçenlerinin Türk dilinde kitaplarının olduğundan, dini metinleri Türkçeye çevirdiklerinden haber veriliyor. Buna bağlı olarak Türkler köklü bir edebiyata da sahiptiler. Özellikle başta bulunan Türk hükümdarları edebiyat ve sanata öncülük ettikleri gibi, sanatçıları da kollayıp, gözetiyorlardı.[1]
Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Harflerin konumlarına bakıldığında, bunların günlük hayatta kullanılan birtakım nesnelere benzediği anlaşılır.[2] Bugün maksatlı olarak, Orkun veya Yenisey Alfabesi diye de adlandırılan bu yazı sisteminin, zaman zaman başka halklardan Türklere geçtiği yolunda iddialar var ise de, henüz bu durum ispatlanamamıştır. Mevzubahis alfabenin “Runik” diye isimlendirilmesi, eski İskandinav yazılarını çağrıştırmasından kaynaklanmaktadır ki, Runik sözü İskandinavcada “sır, esrar” manalarına gelir. Kök Türk Alfabesi şeklinde de adlandırılan, milli Türk yazısı Türkçedeki bütün sesleri göstermesi bakımından son derece ilginç olup; bu harfler yine Türkçenin ses uyumuna göre hazırlanmıştır. Sessiz harflerin kalınları ve inceleri söz konusudur. Dudak ahengi vardır.[3] Orkun Yazıtlarında hiç şüphesiz edebi bir dil kullanılmıştı. Arap kaynakları yine Kırgızlar ve Kimekleri anlatırken onların bir alfabelerinin varlığından bahseder ki, bu herhalde Kök Türk yazısı idi. Bunun gibi Uygur Türkleri de Sogd menşeili olduğu belirtilen bir alfabeyi geliştirdiler ve kendilerinin dışındaki birtakım toplulukların da kullanmasına aracı oldular.
İşte bunlardan Moğollar, Uygurlara son vermekle beraber, onların kuvvetli kültürlerinden etkilenerek Uygur yazısını aldılar. Nihayet Uygur kâtipleri ve devlet adamları bütün sivil idareyi ellerine geçirdiler. Çingiz Han’ın torunları zamanında Maveraünnehir, Horasan ve Irak’taki defterdarların çoğu Uygurlardandı. Bugün Moğol milletinin alfabesi halâ milli Uygur Türk yazısıdır. Ayrıca Uygurların kitapları kağıt üzerine yazılıp, basılıyordu. Bu, Çin kâğıdından farklı idi. Uygurların kendi kâğıt imal şekilleri olduğu da bir gerçektir. 9. ve 10. yüzyıllarda Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden değişik bir baskı sanatı bulmuşlar, sert ağaçtan tek tek, hareketli Uygur harfleriyle kitap basmayı ilk olarak onlar başarmıştır. Türkistan’daki çeşitli kazılar sonucunda, torbalar içerisinde böyle harfler ele geçirilmiştir.[4] Uygur Türklerinin bu şekilde kâğıt ve matbaa usullerindeki yenilikleri, insanlığın ileri gitmesi vasıtalarından biridir. İlmin yayılmasında bu derece önemli bir yere sahip olan Türkler, asla göz-ardı edilemez. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz.
Türkler, tarih boyunca çok değişik kültür ve medeniyet çevreleriyle irtibatta bulunmuştur. Özellikle girdikleri dinler ve bu inançlardan dolayı hâkim olan kültürler Türk milletinin alfabe ve sayı sistemini zaman zaman değiştirmiş ise de; Türk yazı dilinin hususiyetleri veya gramerinde pek oynama görülmez. Komşu kültürlerden ve sosyal hayatlarında etkili olan dinleri anlatan kaynaklardan yapılan çeviriler, hatta kendi milli kültürlerinin dışındaki konularda ortaya konan muhteşem eserleri de vardır. Ama bunların hiçbirisi milletin tamamını ilgilendirmedi. Buna en güzel örnek, bir zamanlar saray ve bazı yüksek tabakalarda geçerli olan Divan Edebiyatı’dır. Bunun yanı sıra onların da kendilerine has edebiyatları, buna bağlı olarak destanları, halk hikayeleri, şiirleri ve türküleri mevcuttu. Milletin acı-tatlı hatıralarında meydana gelen destanları, halk ozanları kopuzlar ve kavallar eşliğinde günlerce söylüyorlardı. Sanatçılar düğünlerde, eğlencelerde şiirler okuyup, tiyatrovari eserler sergiliyorlardı.[5]
Türk göçlerinin özellikle batıya doğru olması ve buralarda mecburen farklı siyasi teşekküllerin kurulması, yeni Türk kültür çevrelerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu durum Türk muhitine birçok yenilikler getirdiği gibi, dillerine de önemli istikametler verdi. Yazı dili ile beraber gayet normal olarak Türk boyları arasında yaşayan konuşma dilindeki mevcut şive hususiyetleri yavaş yavaş bu yeni merkezlerin diline de girmeğe başladı. Ayrıca değişik coğrafyalarda beraber yaşamak zorunda olduğu halklardan bazı şeyler aldığı gibi, onlara da pek çok şey kazandırdı.
Farklı kültür çevrelerinin tesiriyle Türk şivelerinin ortaya çıkması üzerine bu şiveler ses ve morfoloji gibi hususiyetler bakımından tasnif edilmeye çalışılmıştır. Dilciler, Türk şive gruplarını coğrafi yönlere göre şu şekilde sıralamaktadırlar:
- Güney-batı Grubu (Türkiye ve etrafı, Kafkasya, Azerbaycan, Kırım ve Balkanlar sahası).
- Güney-doğu Grubu (Türkistan sahası).
- Kuzey-batı Grubu (İdil havzası)
- Kuzey-doğu Grubu (Güney ve Kuzey-doğu Sibirya alanı)
Yukarıda da izah ettiğimiz üzere, Türklerin geniş coğrafyalara yayılmaları neticesinde, Türk dili menşe bakımından kendisiyle bir olmayan çeşitli dillerle de temasa gelmiştir. O yüzden bu dillerle, Türkçe arasında karşılıklı tesirler vuku bulmuş, bu dillerden bazı şeyler aldığı gibi onlara da pek çok şey vermiştir. Yayıldığı alanlar ve etkilendiği çevreler göz önünde bulundurulunca elbette ki bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Ama bununla beraber büyük âlim B. Ögel’in dediği üzere, “Türk kültürü ve Türkçe, yağmaya uğramış bir mal gibidir. Elinde delil olsun, olmasın herkes ondan bir parçayı alıp, başka kültürlere mal ediyor”.
Türk dili, bütün dillere benzer bir şekilde kendi milli özelliklerini Türk sosyal hayatının yapısına göre yansıtır. Hayvancı bir toplum olan Türklerin hayatında hayvanlara, tabiata ve özellikle silahlara ait kelimeler, diğer toplumlara baktığımızda daha çoktur. Türklerin günlük hayatlarında yaşamadıkları kelimeleri kullanma gibi bir özellikleri bulunmaz. Türk’ün hayatı gibi dili de gerçekçidir. Mesela Türk dili ile Arapçayı karşılaştırdığımızda bu farkı daha iyi anlayabiliriz. Ağaçtan, sudan, dağlardan, türlü türlü nimetlerden yoksun, üstüne üstlük sıcak gibi bir problemle karşı karşıya kalan Arapların dilinde kendilerinde olmayan bu şeyler hayal mahsulü olarak yaratılır ve onlara uydurma adlar verilir. Buna benzer denizciliğe ait kelime ve terimleri de bizim dilimizde görmek pek mümkün değildir. Çünkü Türkler denizci bir millet sayılmazlar. Tarihin sadece belirli bir döneminde denizle içli-dışlı oldular. O da, Osmanlı Devleti’nin yükselme zamanına rastlar. Çünkü onlar dünya hâkimiyetinde denizin rolünün ne kadar mühim olduğunu kavramışlardı. Bununla birlikte deniz, her çağda Türklerin ilgisini çekmiş ve denizlerde üstünlük ülkülerinden biri olmuştur. Dolayısıyla Kök Türk Yazıtlarında üzerine basa basa durulan “denize ulaşmak” bir ayrıcalık idi. Orta Asya gibi, denizlerle ilgisi bulunmayan bir coğrafyada doğup, batıya doğru gerçekleştirdikleri fetihlerde karşılarına hep son nokta olarak bir deniz çıkmaktaydı. Meşhur Selçuklu hükümdarı Melik-şah ordularıyla Akdeniz kıyılarına varınca, denize girip, kılıcını üç defa suya sokmuş idi. Daha sonra bu kılıcı, babası Alp Arslan’ın Merv’deki türbesinin üzerine koyup; “müjde ey babacığım, oğlun dünyanın hâkimi oldu” der. Bunun gibi daha önce denizi hiç bilmeyen Atabeğ Nureddin Zengi de, Akdeniz’e ulaşmanın sevinciyle suya girmiştir. Kaynaklar 1176’da, Bizanslılara tarihin en büyük yenilgilerinden birini tattıran Kılıç Arslan’ın, adamlarından bazılarını denize yollayıp, kendine kum, kayıkçı küreği ve deniz suyu getirmelerini buyurduğunu, söylerler.[6] Kısaca söylemek gerekirse, bazı konulardaki kelime zenginliği o milletin içtimai durumunu da ortaya koymak için yeterlidir.
Eğer Türklerin kendilerine ait bir yazıları ve dilleri var ise, elbette ki bir eğitim de söz konusudur. Kaynaklarda belirtildiği üzere bu insanlar, sadece savaş eğitimi almıyorlardı.[7] Yani her şey ata binme, kılıç kullanma ve ok atmaktan ibaret değildi. Muhakkak çadırlarda, obalarda bugünkü manada olmasa bile bir okuma-yazma ve diğer becerileri kazanma eğitimi görüyorlardı.[8]
Dil âlimleri Türk dilini bir sınıflandırmaya tabi tutarken, onu bazı halkların diliyle yakın görmektedirler. Hatta birtakım önemli noktalarda bu dillerle Türkçe arasında çok benzerlik mevcuttur. Pek çok araştırmacı Moğol, Türk ve Mançu-Tunguz dillerinin akraba olduklarını kabul eder. Bu üç dil ailesinin ortak adı Altaycadır diyenler vardır. Bu yüzden de, Türkçe ile söz konusu dillerin akrabalığı hakkında bazı nazariyeler ortaya atılmaktadır. Dilciler bu dilleri Ural-Altay dil ailesi ismi altında birleştirmişler, bunu da iki kola ayırmışlardır. Altay Kolu (Türk, Moğol, Mançu, Kore, Japon) ve Ural Kolu (Fin, Macar, Samoyed, Eskimo).[9]
Netice olarak dil, bir milletin kültür hayatında son derece önemli bir mevkide bulunuyor. Onu korumak ve kollamak da gerekir. Elbette ki dile sahip çıkmak, dildeki kelimeleri kendi kaynaklarıyla zenginleştirme ve kullanmayla mümkündür. Buna bağlı olarak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru Türkçenin kültür erozyonuna uğraması sebebiyle, Türkçü aydınlar harekete geçtiler. Ahmed Vefik Paşa, Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Mehmed Emin Yurdakul gibi Türkçüler sade Türkçe ile yazma yoluna gittiler. Dilimizdeki başta Arapça, Farsça ve diğer batı dillerindeki kelimeleri tasfiye ettiler. İstanbul Türkçesi esasında bir yazı dilinin ortaya çıkmasına gayret gösterdiler. Bu konuda en ciddi adımı Mustafa Kemal Atatürk attı. 1932 senesinde açılan Türk Dili Tedkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) bu hususta gerekli çalışmaları başlattı.[10] Özellikle 20. asrın sonlarında çeşitli ilim sahalarındaki hızlı gelişmeler, teknolojinin yaygınlaşması, dolayısıyla iletişim araçlarının kullanımının sıklaşması kültürel inkişafa yardımcı olduğu gibi, binlerce yıldan beridir süzülerek gelen Türk dilinin ve kültürünün yozlaşmasına da neden olmaktadır.
İnsanlar hangi kültür çevresinde bulunurlarsa bulunsunlar veyahut da hangi dine girerse girsinler, bu o kadar mühim değildir. Ancak bir milletin dili yok olduğu an, o toplumdan söz etmek de mümkün olamaz.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi.