Türk Devlet Anlayışı ve Osman Turan
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Sahasının büyük âlimi, rahmetli Osman Turan Hoca’nın kaleme aldığı “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”, bugün bütün Türk tarihçileri için kaynak eser vazifesini gören bir başyapıt diyebiliriz. Onun büyük bir titizlik ve sezgiyle yazdığı bu kitap Türk kültürü üzerine ortaya konan pek çok çalışmanın ışığı olmuştur. Biz de şimdiye değin Türk kültürüne yönelik araştırmalarımızda rahmetli hocamızın başta bu eseri olmakla birlikte sayısız incelemelerinden yararlandık.
Prof. Dr. Osman Turan (1914-1978), esas itibarıyla hepimizin bildiği gibi Selçuklu çağı uzmanıdır. Bu alanda yazdıklarıyla abideleşmiş olan hocamızın, benim için yol gösterici çalışmaları yukarıda da belirttiğim üzere “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” ile “Oniki Hayvanlı Türk Takvimi” adlı eseridir. Bu ikinci araştırmasıyla Doktor unvanını alan Osman Turan, burada günümüzde dahi Türkler tarafından kullanılan hayvan takviminin menşei ve hususiyetlerine değinir. O, bunun Türklerin milli takvimi olduğunu ortaya koyar. Bilindiği gibi bu takvimde zaman 12, 60 ve 180 yıllık daireler halinde de dönüyordu. Üçyüz altmış beş günlük dilime yıl deniyordu, bunun da yıldız/yılduz kelimesiyle alâkalı olduğunu ileri sürenler vardır. Bu takvim hususunda Kaşgarlı’dan öğrendiğimize göre, birinci yıl sıçan, sonra ut (öküz), pars, tavşan, lu (yada nek/ejder, timsah), yılan, yunt (at), koyun, biçin (maymun), tavuk, it, tonguz (lagzın/domuz) gelir. Yılın ilk ayı bahara tesadüf eder ki, bugün Nevruz olarak bilinir.
Belki bu vesile ile kendisini örnek aldığım ve izinden yürümeye çalıştığım, yine Allah’ın rahmetine kavuşan bir diğer hocam olan Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in bir sözünü anmadan geçemeyeceğim. O meşhur “Türk Mitolojisi” adlı eserinde şöyle diyor: “Türk kültürü ve Türkçe, yağmaya uğramış bir mal gibidir. Elinde delil olsun, olmasın herkes ondan bir parçayı alıp, başka kültürlere mal ediyor”. Herkesin şahit olduğu üzere kendi kültürümüze ve benliğimize sahiplenemediğimizden zaman zaman elin oğlu çıkıyor, bize ait ne varsa kendisine yamayabiliyor. Dolayısıyla bizler, bu büyük âlimler sayesinde tarihimizi ve kültürümüzü öğrendik. Türk milleti olarak onlara çok şey borçluyuz.
Türk devlet yapısını başta Türk yazıtları ve diğer kaynaklara göre incelediğimizde Türk Devletinin somut bir varlık olduğunu, mevkilerin gökten yere doğru indiğini sağa, sola, öne ve arkaya dağıldığını görürüz. Hâkimiyetin bu şekil bir silsile takip etmesi Börü Tonga’nın (Mo-tun) unvanındaki “Tengri-kut” sözünde de yatmaktadır. Bütün bunlar Türk ülkesinde, devletin en yüksek makamından, en aşağıdaki görevlisine kadar muazzam bir emir-komuta zincirinin var olduğunu ortaya koyar. Dolayısıyla bu karizmatik hâkimiyetin başlıca hususiyetlerinden biri de, kağan vazifesinde liyâkat göstermediği takdirde, otoritesinin kaybolabileceğidir. Yani Tanrı tarafından, Tanrı’nın izniyle tahta çıkan kağanlar, bu görevlerini lâyıkıyla yerine getiremezlerse, uzun süre başta duramıyorlardı.
Türk devlet ve hâkimiyet mefhumunun temelinde, cihânşûmûl, yani bütün cihanı içine alan bir devlet fikri bulunur. Türk devletinin esas amacı, “Tört bulung” üzerinde Türklerin kutsal hâkimiyetini sağlamak ve “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” her tarafa Türk adaletini yaymaktır. Bunu eski Türk inanç sistemiyle de birleştirenler vardır. Osman Turan Hocamız’ın belirttiği üzere, tarihin derinliklerinden beridir Tanrı’ya bağlı bulunan Türkler, O’nun seçkin bir kavmi olduklarına ve Tanrı tarafından korunduklarına inanıyorlar, Türk hakanları Allah’ın cihan hakimiyetini kurmakla kendilerini görevlendirdiklerini düşünüyorlardı.
Tarihte her iki Roma’ya da baş eğdiren büyük Hun önderi Yılduz Kağan 408 sıralarında, Bizans’ın Trakya valisi ile yaptığı bir barış görüşmesinde; “güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar her tarafı fethedebilirim” diyerek sınırsız gücüne dikkat çekiyordu. Ondan yaklaşık 166 yıl sonra, soylu torunlarından Türk Şad (İstemi Yabgu’nun oğlu) tıpkı onun gibi, yine Bizans elçilerine “güneşin doğduğu yerden, batı sınırlarına kadar her yer bize tabidir” diyordu. İki Türk beyinin birbirlerinden habersiz, böyle sözler sarf-etmeleri, elbette ki tesadüfi bir olay değildir. Bu telakkilerin hepsi, Türk cihan hâkimiyeti ile bağlantılı şeylerdir. 6. asrın sonlarında Avar hakanı da Bizanslılara şöyle diyordu: “Bütün milletlerin başıyım, güneş benim üzerimde doğuyor ve yakında bana itaat etmeyen kimse kalmayacak”. İşte buna binaen Prof. Dr. Osman Turan “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” adlı bu muazzam eserinde; “devlet-i ebed müddet” şuurunun çok mükemmel bir şekilde hafızalara kazındığını, bu muazzam devletin de yer yüzünde bazı vazifeleri olduğunu ortaya koyar.
Bu anlayış ve görüş yani Tanrı’nın adı ve adaletini hâkim kılma Türklerden, Moğollara da yansımıştır. Bu durum İlhanlı hükümdarının, Şam meliki Nasır’a yazdığı mektupta çok açık bir şekilde beliriyor. Hülagu’ya atfedilen bu sözler şöyledir: “… malumdur ki biz Tanrı’nın ordusuyuz, Tanrı bizi öfkesinden yaratmıştır. O, bizi gazabını çekmiş bir kavmin üzerine musallat etmiştir. Dualarınız boşunadır. Çünkü siz haram yiyor, bid’atlarda bulunuyorsunuz. İmandan ve Tanrı’dan uzaklaşıyorsunuz… Sapıklığın, düşkünlüğün, horluğun ve kötü işin tutsağısınız. Doğudan batıya kadar olan mülklerin sahipleriyiz.”.
Netice itibarıyla Türk denen bu savaşçı kavmin işi sadece kılıç sallayıp, harp yapmak değildi. Onun başlıca görevleri, Tanrı’nın verdiği devlet ve güç ile Tanrı adına dünya nizamını kurmaktır. Bu Türk devletinin başlangıcından, bu güne kadar devam etmiş bir dünya görüşüdür ki, Osman Turan da eserlerinde bu konunun üzerine basa basa durur.
Kök Türk Yazıtlarında Türk cihân hâkimiyeti anlayışının en güzel örneklerine rastlamamız mümkündür. Ancak şurası da vardır ki, Kök Türkler dünya düzeni için mücadeleye girişmeden önce, kendi içlerinde huzur ve istikrarı sağlamışlardı. Bu da “yaradılış destanı” ile ilahî bir şekle sokuluyordu: “Üze Kök Tengri asra yagız yer kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm-apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış; olurıpan Türk bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş”. Bu durum günümüz devlet yapıları için de geçerlidir. Dünyada saygın bir yere sahip olmanın yolu, önce halkın kendi arasında birliği kurmasına bağlıdır. Böylelikle daha güçlü olunur ve karşıdakilere bu hissettirebilir.
Kendi içerisindeki düzen sağlandıktan sonra Bilge Kağan doğudan batıya, kuzeyden güneye kadar bütün kavimleri itaate alarak, bir otorite tesis ettiğini, şu şekilde dile getirmişti: “Türgiş kağanı benim milletimden, yani Türk’dü. Bilmediği, yanıldığı ve suç işlediği için Türgişlerin kağanı, bakanları, beyleri de öldü. On Ok halkı eziyet çekti. Atalarımızın kazanmış olduğu topraklar sahipsiz kalmasın diye, Az halkını düzenleyip, tanzim ettim. Bu sırada Kırgız Bars, beğ idi. Kağan adını burada biz layık gördük. Küçük kız kardeşimi prenses olarak verdik. Kendisi yanıldı ve öldü. Halkı kul-köle oldu. Kögmen ülkesi sahipsiz kalmasın diye Az ve Kırgız halkını da düzene soktuk”.
Bilindiği gibi Arap orduları, Maveraünnehir çevresinde giriştikleri hareket sırasında bu bölgedeki idarî yapıya ve intizama büyük ölçüde darbe vurmuşlardı. Bu yüzden meydana gelen yönetim boşluğuna nihayet vermek amacıyla, Türk ordularının 710 yılı sonlarında Sogd bölgesine bir sefer yaptıkları Kök Türk Yazıtlarında; “Sogd halkını düzene sokmak için Yinçü Ögüz geçilerek, Temir Kapı’ya kadar ordu sevkettik”, diye anılmaktadır. Vatandaşı ister Türk olsun, ister olmasın hükümdar, onun herşeyinden kendini mesul tutardı. Dolayısıyla eski Türk hakanı ülkesinin sınırları içerisinde hiçbir yerde huzursuzluğa göz yummazdı. Gerektiğinde devletin güler yüzünü, gerektiğinde de sert duruşunu göstererek sukûneti sağlardı.
Çok dindar bir hükümdar olarak tanınan Sultan Gazneli Mahmud’un malının ve mülkünün haddi-hesabının olmadığı malûmdur. O, ülkesinin sınırları içerisindeki herkesin can güvenliğini düşünürdü. Bir keresinde Hindistan’a giden bir kervanın yolda soyulması üzerine, bu olayda mallarını yitiren bir kadının; “kontrol edemeyeceğin yerleri niye alıyorsun” demesi yüzünden, bundan sonra topraklarından geçen bütün kervanların korunacağını duyurduğunu biliyoruz.
Yine buna bağlı olarak tarihi bir notu da daha aktarmak istiyoruz. Birgün çeşitli milletlere mensup bir tüccar kafilesi, Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in (1192-1211) huzuruna gelerek, Antalya’nın Frenk hâkimini şikayette bulunurlar. Çalışıp, kazandıkları, çocuklarının rızkına Antalya limanında el konulduğunu, üstüne üstlük Frenk valinin küstahça; “şu anda adil sultan haşmet ve gurur içinde, Konya’da saltanat tahtı üzerinde oturmaktadır. Mazlumları korumak için adalet sofrasını yaymıştır. Onun yanına gidin, davanızı anlatın da asker toplayıp, sizin derdinizin dermanını bulsun. Mallarınızı yağmadan kurtarsın, size geri versin”, diye alay eder. Sultan Gıyaseddin bunları duyunca, çok hiddetlenmiş; “mallarınızı geri alıp, onları eksiksiz olarak size vermeden yerime oturmayacağım. Bulunamayan eşyanızı da hazinemden karşılayacağım, saltanat bayrakları Antalya’ya hareket edince, onlarla işimiz olacak”, demiş ve Antalya üzerine yürümüştür. Nihayet bu şehir zaptolunarak, bölgedeki haksızlık ve hukuksuzluklar sona erdi. Bu yüksek düşünceli Türk hükümdarı hem dünyadaki gerçek görevini yerine getirme, hem de sözünü tutmanın huzuru içinde, Konya’ya döndü.
Tarihte kendi tebasına ve bütün insanlığa karşı sorumluluk duyan, ulvî bir anlayışla hareket eden bir devlete ve örneklerine az rastlanır. İşte bu mesuliyet anlayışı, Türk’ün cihan hâkimiyeti mefkûresi ve insanlık sevgisinden doğmaktadır.
Bu cihân hâkimiyeti anlayışı bilindiği üzere, daha sonraki yüzyıllarda, özellikle İslamiyet ile birlikte cihâd fikri şekline dönüşmüş, temeli tarihin çok eski devirlerine kadar inen, bu Türk adaletini yayma ve uygulama ülküsü, dinî bir tezahür şeklinde daha da kuvvetlenerek uygulanmaya çalışılmıştır ki, eserlerinde bu konuyu da titizlikle inceleyen Prof. Dr. Osman Turan şöyle bir tespitte bulunmaktadır: Esasında Türk cihan hakimiyeti adalete, insanlık duygusuna ve milletlerin arzusuna dayanmasa idi Türk kudretinin tarih boyunca yaşaması da mümkün olmazdı. Türk idaresinin Avrupalılardan farkı, yabancılara ikinci sınıf insan veya köle muamelesi yapılmasıydı.
Osman Turan, Türk devlet anlayışını özünü meydana getiren Tanrı-Kut ilişkisini yerinde tespit edebilen ender şahıslardan birisidir ki, bilindiği üzere eski Türk devletinde siyasi iktidar “kut” kelimesi ile karşılık bulmuştur. Yani Kut’un sahibi olan devletin de hâkimidir. Kök Türk Yazıtlarına baktığımızda, “kut” ve “kutluluk” Türk kağanlarına, dolayısıyla hükümdar ailesine ve kişilere Tanrı tarafından bağışlanmaktadır. Türk kültür tarihinin abidelerinden birisi olan Kutadgu Bilig’de kut’un mahiyeti: “Fazilet ve kısmet kutdan doğar, beyliğe giden yol ondan geçer, herşey kut’un eli altındadır” diye, belirtiliyor. Kök Türk tarihinden hatırlayacağımız üzere, İl-teriş Kağan’ın ölümünden sonra belki de kısa bir müddet devletin başına geçen İl Bilge Katun’un iktidarı da “kut” ile şöyle açıklanmaktadır ki, Bilge Kağan: “Umay’a benzeyen annem katunun devleti (kutu) sayesinde, küçük erkek kardeşim Köl Tigin er adını aldı”, diyor. Bundan yola çıkarak Osman Turan Hoca; Türk tarihinde devletin kutsiyeti ve hükümdarın babalık sıfatı bu düşüncenin mahsulüdür, dedikten sonra nihayet, nizam-ı alem davasının din, devlet, vatan ve millet gibi dört mukaddes unsura dayandığına, işaret eder.
Türk tarihini bir bütünlük içerisinde düşünen Prof. Dr. Osman Turan, Türklerdeki devlet anlayışı ve bağlılığının çok köklü bir manevi yapıdan geldiğini, yönetenlerle, yönetilenler arasında mükemmel bir anlayış olduğunu vurgular ki; bu sistemde herkes görevini layıkıyla yerine getirmekteydi. Bu düşünceye sadık kalındığı müddetçe Türk devletlerinin bünyesi sağlam olmuştur. Herkesin tek bir amacı vardı, o da kimseye muhtaç olmadan, bağımsız bir şekilde yaşamak idi. Kiçik Kutlug Alp Yabgu’nun, Kür Şad’ın, Enver Paşa’nın, Şahin Bey’in şehâdetleri hep bu büyük milletin hürriyeti içindir. İşte bu yüzden tarih, kahramanların hayat hikâyesidir.
Bize göre, Osman Turan’ın son devir Türk tarihçilerinin en büyüklerinden birisi olmasının ana sebebi, onun Türk kültürünü çok iyi bilmesiyle beraber, eski Türk tarihine de vakıf bulunmasıdır.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Töre Dergisi, Sayı 3, Ankara 2012