Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Eski kaynaklar bir Türk’ün her zaman yanında atı olduğunu söyler ki, yine Türklerdeki bir inanışa göre, onlar atla beraber yaratılmışlardır. Tarihteki Türk’ün hiçbir hayvanla bu denli içli-dışlı olduğuna şahit değiliz. Keza bugün de Hazar ötesi Türklerinin hepsinin hayatında atın ayrı bir yeri vardır. Öyle ki zamanımız Türkmenistan’ı ata verdiği önemi göstermek ve bu geleneğin bozulmadan devamını sağlamak için, dünyada tek olan bir at bakanlığı kurması son derece dikkat çekici bir husustur.
Her ne kadar Batı Türkleri ve bilhassa Anadolu ve Balkanlarda yaşayanların hayatında artık atın pek bir yeri yoksa da, ona karşı beslenen tarihi sevginin izleri bugün dahi kaybolmamıştır.
Bununla birlikte kaynakları incelediğimizde eski Türklerin beslediği hayvan türlerinin en başta gelenleri at ve koyun idi ki, bu tür hayvan yetiştiriciliğin izlerine Türklerin hayatında M. önce 3000-2500’lerden beridir rastlanılmaktadır. Hatta Andronovo kültüründe birkaç tür at görüldüğü gibi, koyun ve keçi de onların en önemli servetleri arasında yer almaktaydı. Bazan öyle iri ve uzun bacaklı koyunlar oluyordu ki, bunlar bir araba tekerini bile sürükleyebiliyorlardı. Türk çağından kalma eski yazıtlara baktığımızda onlar, iyi beslenmiş ve yetiştirilmiş at, koyun, keçi, deve, öküz, inek, geyik, kotuz (yak) gibi hayvan sürüleri için “sekiz adaklıg barım”[1] diyorlardı[2]. Netice itibarıyla zengin veya fakir herkesin bir miktar hayvanı mevcuttu,[3] ama elbette bunun içinde atın yeri bambaşkaydı.
Dolayısıyla Türk sosyal hayatını incelediğimizde atçılık biraz daha ön plana çıkar. Genellikle ailelerin sahip olduğu bu hayvanların sayısı onbinler, hatta yüzbinlerle ifade edilmektedir. At sadece eti, sütü ve derisi (ki bu süt Türk’ün birinci içeceği kımızın hammaddesidir) için değil, aynı zamanda bir savaş vasıtası olarak yetiştiriliyordu. Bu açıdan bakıldığında ekonominin de temel taşlarından birisi olduğu gibi, askeri ihtiyaç teşkil ettiğinden önemi tartışılmazdır.
Türk-İskitler çağından beri onlar attan faydalanıyorlardı. Bu yüzden Türklerin medeniyete kazandırdığı iki mühim şeyden birinin at, diğerinin de demir olduğunu söyleyebiliriz. Bir savaş ve ulaşım aracı olarak tekerlekli vasıtalarla, uçaklar bugün ne ise, günümüzün şartlarıyla kıyasladığımızda; at da geçmişte öyle idi. Dünyada ilk defa atı ehlileştiren, bir binek hayvanı ve savaş aracı olarak kullanan Türkler, bu üstünlükleri sayesinde binlerce kilometrelik alanları bir anda geçmişler ve pek çok yere sahip olma imkânına kavuşmuşlardır. Bunun en güzel misalini Dede Korkut Hikâyelerinde; “at işler, er övünür” ve “yaya erin ümidi olmaz” atasözlerinde görmekteyiz.[4] Çünkü bundan binlerce yıl öncesinin bozkır hayatını göz önüne getirdiğinizde, at olmadan hiçbir şey yapmak kolay değildi.
Bir Türk için dünyada üç vazgeçilmez varlık söz konusudur: At, kadın, silah. Bu mefhumların manası ve derinliği kavrandığında, Türk erinin neden bunlara böylesine kıymet verdiği de anlaşılır. Latin-Bizans eserlerinde Türk-Hunların yerde kendilerini güvende hissetmemeleri nedeniyle, at üstünde yaşayıp, uyudukları bildirilir. Adeta at üzerinde doğuyorlar, at üzerinde ölüyorlardı. Onlar andlaşmaları bile bazan at sırtında görüşürlerdi. Mesela 5. asrın başlarında Avrupa Hunlarının hakanı Yılduz, Bizans’ın Trakya valisi ile yaptığı konuşmayı atının üstünde gerçekleştirmiştir. O, burada göğe bakarak; “güneşin doğduğu yerden, battığı yere kadar her tarafı fethedebilirim” diyerek sınırsız gücüne dikkat çekip,[5] Romalıları korkutmuş idi.
Herhalde kendileri için bu kadar önemli olan bir hayvanın yetiştirilmesi, ticareti ve gıda amacıyla kullanılması gelişi-güzel değildi. Belirli zamanlarda ülke genelinde insan ve hayvan sayımını yapan Türk yetkililer, ne kadar ata sahip olduklarını da biliyorlardı. Her merada ve kabilede bulunan at sayıları kontrol ve kayıt altındaydı. Uygur Türklerine ziyarette bulunan elçilerin ve İslam tarihçilerinin notlarında, Beş Balık’taki atların çokluğu yüzünden sayılamadığı, ancak renkleri vasıtasıyla ayrıldıkları; muhtemelen Turfan Uygur hükümdarına da “atların kaganı” dendiği söyleniyor.[6] At sayısının çokluğu aşiretin ve onun yöneticisinin bir övünç kaynağı olduğu gibi, devletin güvenliğinin de ana direklerinden birisiydi. İşte buna binaen Türk devleti seferberlik vakitlerinde hangi kabilenin ne kadar asker ve at vereceğini bu kayıtlara bakarak tespit ediyordu. Tahminimiz odur ki, çok eski çağlardan itibaren hakan atlarını gütmek için seyisler mevcuttu ve daha sonraki devirlerde devlet içerisinde bu durum müesseseleşti.
Türkler genellikle komşu devletlere başta at ve canlı hayvanlarla, hayvan ürünleri satıyorlardı. Mesela Bizans ve Çin’den ipek, ipekli kumaş, takı malzemeleri, porselen türü kap-kacaklar, pirinç ve diğer hububat cinslerini alırlarken buna karşılık silah, at, deri, kürk ve hayvani gıdaları pazarlıyorlardı. Bilhassa 8. asrın ikinci yarılarından sonra Uygurlar, Çin’e bol miktarda at ihracına başladı. Onlar her atın yerine kırk top ipekli kumaş istiyorlar, her defasında da onbinlerce at getiriyorlardı. Ancak hayvanlar zayıf ve yaşlı olduklarından hiç bir işe yaramıyordu. Bütün bu alış-verişler beraberinde bir de gerginliğe neden oluyordu. Çin devleti bundan son derece zarar görmesine rağmen, gelenleri de geri göndermek cesaretinde bulunamıyordu. Bu üzücü durum yüzünden Çinliler şiirler yazıyor, türküler yakıyorlardı ki, işte bunlardan birisinde; “Uygur at satmaya geldiği zaman, onun geçtiği yolların kenarında ot kalmaz. Bu hastalıklı atlar için elli top ipek alırlar” mealinde ve uzayıp giden mısralar söz konusudur.[7] Netice itibarıyla ticaretin de en mühim mallarından biri at idi.
Muhtemelen at, öküz ve develer tarafından çekilen arabaları da evvela Türkler icat ettiler ki, göç mevsimlerinde çadırlarını bu arabaların üzerinde taşımaları gayet kolay idi. Eski Romen kaynakları da Türkleri anlatırken; evlerinin tekerlekli arabaların üzerinde olduğunu ve sürülerinin peşinde dolaştıklarını yazarlar. Buna benzer ifadelere Çin yıllıklarında da rastlamaktayız.
Türklerin atı bu şekilde yönetmeleri ve onlara bir ayrıcalık sağlamasından yola çıkarak, Çinli ve Avrupalı halklar da attan yararlandılar. Elbette atın ehlileştirilmesi suretiyle suvarilere dayalı atlı birliklerin ortaya çıkması, Avrupa’da Türklerin “aplık” sistemine benzer şövalyeliğin ikamesi, Çin’de de kalabalık atlı ve okçu birliklerinin teşekkülü onların saldırı ve savunma dirençlerini kat kat artırdı. Bunun dışında eski Türk atlarının bazı cinslerinin çok meşhur olduğunu, zaman zaman Çin vesikalarında bunlara “kan terleyen” atlar dendiğini de biliyoruz. Tarihte gayet gösterişli ve güzel bu at cinslerine daha sonraları başka türler de karışmıştır. Buna örnek olarak iri ve yüksek Kazak atlarını gösterebiliriz. Ayrıca özel bir itinaya da ihtiyaçları yoktu; kışın bile buz ve kar altından kendi yiyeceklerini sağlayabiliyorlardı. Basit ağıllarda barınabilmekteydiler. Türk’ün ekonomik ve diğer sosyal hayatında bu denli mühim yeri olan bir hayvanın çaldırılması çok kötü karşılandığı gibi, bu suçu işleyenlerin cezası da yakalandıkları takdirde ölümdü.[8]
Çin kaynakları ünlü Börü Tonga’nın (Mo-tun) atının ne kadar hızlı koştuğuna ve cinsinin iyi olduğuna işaret ediyorlar. Elbette ki bunlar sıradan hayvanlar değildi. Mesela yine Börü Tonga’nın (Mo-tun), babası Tümen Yabgu’nun (Tu-man) atını oklatması devlete başkaldırı olarak yorumlanmaktadır.[9] Çünkü hükümet başkanlarının atları aynı zamanda devletin malı olduğu için bir resmi hüviyeti de bulunmaktaydı.
Kurban kesilecek hayvanların da en makbulü yine at idi. Meşhur Dede Korkut Hikâyelerinde beylerin attan aygır, deveden bugra, koyundan koç kestirdiklerini biliyoruz. Kazan Beg’in Oğlu Uruz Beg’in Tutsak Olması Hikâyesi’nde, Uruz babasına; “aygır atımı kesip, aşımı versin”, Uşun Koca-oglu Segrek Destanı’nda, Segrek de sevdiği kıza; “aygır atımı kesip, aşımı ver”, der. Dede Korkut’taki bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Kurban edilen atın kafatasını bir sırık üzerine takan Altay ve Saha Türkleri derisini de bir ağaca geçirip, tıpkı at şekline sokuyorlardı. Altay Türkleri buna “baydara”, Saha Türkleri “tabık” veya “kereh”, derinin takıldığı ağaca da “tükölö” demekteydiler.[10] Günümüzde bir kısım Türklerde, atların da renklerine göre kurbanı ve derman oldukları hastalıklar söz konusudur. Mesela gök at kurbanı baş hastalıklarının defi, boz at kurbanı karın ve göğüs hastalıklarından korunma, doru at kurbanı veremden sakınma, sarımtırak atlar da romatizmayı uzak tutmak amacıyla kesiliyordu.[11]
Atlar devletlerarası andlaşmaların imzalanmasında da kurban edilmekteydiler. Mesela M.Ö. 40’larda Hun hakanı Kun Kan (veya Korug Kan/Hu-han-yeh/M.Ö. 58-31) Çin devleti ile yaptığı andlaşma sırasında beyaz bir at kestirdi. Mutabakat metninde; “bu günden başlayarak Çinliler ile Türkler tek bir aile gibi olmuşlardır. Bütün nesiller birbirlerini kandırmayacak ve savaşmayacaklardır. Sınırlarda habersizce yağmada bulunanlar cezalandırılıp, yitirilen mallar tazmin edilecektir. Hangi ülke bu anlaşmayı önce bozarsa, Tanrı’nın laneti üzerlerine olsun. Bundan sonra oğullarımız ve torunlarımız, bu ittifaka sadık kalsın”,[12] deniyordu. Ayrıca 626 senesinde Kök Türk Kaganlığı ile Çin arasında gerçekleşen Wei Nehri barış andlaşması imzalanırken yine beyaz bir atın kurban kesildiğini görmekteyiz.[13]
Mesela yine Türklerdeki bir inanca göre, at yılında doğanlar sürekli hareket eder, savaşır ve avlanırlar. Bazı Türkler, Kıyamet Gününde atlarıyla buluşacaklarına inanırlar. Öyle ki yüksek dereceli kişilerin cenazelerinde, atları da onlara eş olurlardı. Altaylar ve Moğolistan’ın çeşitli yerlerinde açılan kurganlarda bulunan atlar ve onların vaziyeti bunu ispat ediyor.[14] Bu gelenek Osmanlı döneminde dahi tatbik edilmiştir. Ölen kişinin cenaze evi veya çadırının etrafında at ile dönülür; bir yas alameti olarak eyer atın sırtına ters vurularak cenaze alayının önünde yürütülürdü.
Burada bir hususa daha kısaca değinmek istiyoruz: Çin kaynaklarına bakarak, araştırmacılar 7. yüzyıldan önce Türklerde ölüyü yakma âdetinin olduğunu, 7. asırdan sonra da belki kendisini cennete götüreceğini ya da yine öbür tarafta üzerine bineceğini düşündüğü atıyla beraber gömme geleneğinin yaygınlaştığını söylüyorlarsa da,[15] böyle bir genelleme yapmak mümkün değildir. Ancak birtakım istisnai durumlar olabilir. Çünkü at bozkırlı Türk’ün her türlü ihtiyacını karşılayan bir canlı idi. Üstelik öyle kolayca büyüyüp, yetişmiyordu. Her zaman at eti yenmesi ya da her sıradan törende at kesilmesi mantık haricidir. Dolayısıyla sadece hakan veya çok yüksek derecedeki devlet görevlileri belki de atlarıyla birlikte defnedilmekteydi.
Ayrıca ta İslami döneme kadar süregelen bir geleneğe göre, bazı hükümdarların türbelerinde, belirli günlerde altın gerdanlıklar ve atlas kumaşlarla süslü atların bekletilmelerinin yanı sıra savaşlara da atlarını böyle özenle hazırladıklarını kaynaklar bize haber veriyor.[16] Türk atlarının eyer, yular, gerdanlık, göğüslük, terki örtüsü, heybe, kamçı, üzengi, yem torbası, köstek, zırhları vs. araçlardan ibaret biniş takımları da birer sanat eseriydi.
Onun yeri Türk edebiyatında da bambaşka olduğu gibi, Kök Türk Yazıtlarında da meşhur Köl Tigin’in atlarının isimlerinin sayıldığını biliyoruz.[17] Ünlü Manas Destanı’nda yiğitlerin hepsinin atının adı vardır.[18] Hatta bunun gibi Türk hikâyelerinde zaman zaman kahramanlar atlarıyla konuşurlar. Dede Korkut’ta, Kam Börü Beg-oglu Bamsı Beyrek Hikâyesinde, Beyrek Boz Aygır’ını şöyle över:
Açık meydana benzer senin alıncığın,
İki gece ışığına benzer senin gözceğizin,
İpek ibrişime benzer senin yeleciğin,
İkiz kardeşe benzer senin kulakçığın,
Eri muradına erdirir senin sırtın.
At demem sana, kardeş derim.
Kardeşimden daha ileri.
Başıma iş geldi, yoldaş derim,
Yoldaşımdan ileri.[19]
At ile bu denli içli dışlı olmuş bir kavmin destani edebiyatında da atlar önemli bir rol oynar. “Kongur Atlı Kazan” misalinde olduğu üzere kahramanlar çoğu vakit atlarının isimleriyle anılmaktadır.[20] Çin kaynaklarına baktığımızda, Ak Hunların çok güzel ve kıymetli bir cins atlarının olduğunu görürüz. Bu değerli hayvanların dünyaya gelişi hakkında şöyle bir hikâye anlatılıyor: Ak Hunların oturduğu yerde bir mağara ve bunun içinde de bir kutsal at varmış. Buraya bütün kısraklar sürülür ve burada çiftleştikten sonra Wu-shu-po-li dedikleri iyi bir cins at doğarmış.[21] Hatta bunun gibi Türk hikâyelerinde zaman zaman kahramanlar atlarıyla konuşurlar.
Türk milletinin hayatında at o denli önemlidir ki, buna dair gelenek ve inanışlar sayılmakla bitmez. Belki yukarıda özetlediklerimizi biraz daha açacak olursak; atı Tanrı’nın yeryüzüne gönderdiğine; ölen bir adamın atının gözü defin sırasında yaşlı ise o kişinin cennete gideceğine; at sırt üstü ağnanırsa havaların bozulacağına; gebe kadınlar atların yanında çok gezerse, doğumlarının kolay olacağına; at nalının nazarı önlediğine; rüyada at görülürse dileğin gerçekleşeceğine inanıldığı gibi; yönlerin tarifinde at doğuyu, kuş güneyi, balık kuzeyi, ayı batıyı gösterir.[22]
Bunun yanı sıra iyi cins atlar “özlük, topucak, yügrük, bidevi” gibi isimlerle de anılmaktaydı. Ayrıca ata “yunt” diyen Türkler bunun sürüsü için “yılkı”[23] adlandırmasında bulunurken, onları yaşına ve cinsine göre de ayırıyorlardı. Aygır, kunan, dönen, besti, kısrak, bi, tay, kulun, igdiş vs. Yürüyüş biçimleri içinse rahvan, eşkin, yorga, dörtnal, tırıs gibi terimler kullanılmaktadır.
Sadece Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lûgat-it-Türk adlı eserine baktığımızda, onlarca at ismi ve at ile alâkalı deyim olduğunu görmek mümkündür. Kitaptan seçebildiğimiz kadarıyla bunları şöyle sıraladık: Aran/oran (at tavlası), at bırkıgı (atın ve eşeğin genizden ses çıkarması), atgarmak (ata bindirmek), atlanmak (ata binmek), bakayuk (at tırnaklarının arasındaki et parçası), beçel (igdiş edilmiş olan), boymul at (boynunda beyazı olan), boz at (boz renkli), boş yılkı (salıverilmiş sürü), böğrül at (böğürü ak olan), bulağ at (bir ayağı renkli), bulak at (boyu kısa, sırtı geniş at), burunduk (burna geçirilen yular), büktel at (yassı arkalı), bül at (ayaklarında aklık bulunan), çılday (atların göğsünde çıkan bir hastalık), çılanmak (atın terlemesi), çından at (kula renkli), çıylatmak (atı terletmek), çildek (atın göğsünde çıkan bir çıban), çile (at gübresi), çilgü at (al olan), çuh çuh (atı yürütmek için söylenir), erik at (iyi yürüyen), eşkin at (iyi koşan posta atı), etilgen (at hastalığı), eyer, ıkılaç at (soylu), igenmek (kısrağın gebe kalması), igiş at (inatçı olan), kamuk (at gübresi), kasuk (at derisinden yapılan tulum), kaşga at (yüzü ak, gözlerinin çevresi kara olan), keriş (atın sırtı), keşegü at (kürek kemiğinin altında yağırı bulunan), ketki at (sırtı dar, yanları geniş), kevel at (iyi yürüyüşlü, küheylan, soylu), kır at (kır renkli), kızgul at (boz ile kır arasında olan), kişnemek, koş at (hakanın yanında giden yedek at), kova (gemdeki bir kayış parçası), kölergen at (karnı şişmiş olan), kösrük tuşag (atın ön ayaklarına vurulan köstek), kuba at (rengi kumral ile sarı arasında olan), kula at (sarıya çalan), kulnaçı kısrak (doğuracak olan), kümüldürük (at göğüslüğü), mançuk (at eyerine takılan torba), or at (rengi al ile kahverengi arasında olan), oy at (yağız at), ozgan at (yürüyüşte önde giden), ozuk at (koşuda başkalarını geçen), ögürlüg aygır (eşi olan), ök at (dört yaşını geçmiş), salga at (gem vurulamayan), sengregü at (hastalığı tutulmuş olan), sil at (az yiyen), şaş at (ürkek), şeşük at (çözülmüş), taz at (alacalı), tıg at (rengi al ile kahverengi arası olan), torug at (rengi kahverengiye çalan), tosun at (haşarı olan), toynak (at ayağı), tugrag at (savaş zamanında geri alınmak üzere askere verilen), teküz at (alnında bir parça beyaz olan at), tüm at (tamamen rengi kahverengi olan), tüm kara at (rengi kara olan), tüm toruğ at (rengi kahverengi olan), ugar at (alnında ak olan), ulaga at (savaş atı), yabıtak at (eyersiz olan), yal (at yelesi), yandık at (soysuz), yazıglık/yazuk at (bağından çözülmüş olan), yular, yunak (eyerin altına konan bez), yügürgen at (iyi yürüyen).
Bununla beraber çok eski çağlardan beridir zaman hesabını bilen Türkler oniki hayvanlı Türk takviminin bir yılını ata ayırmışlardır. Ayrıca kabile (Ala-yuntlu, At-çeken, Alaca Atlı vs) ve yer isimlerinde de at görülür (Atlı Pınar, Atlı Köy, Aygırlar Köyü, Aygır Oba, Kara Aygır, Kara Atlı vs).[24] At ile bu denli iç içe olan Türk halkının kurduğu siyasi teşekküllerde, iktidarın sembolü olan tuglar da çoğu zaman at kuyruklarındaki kıllardan yapılıyordu.
Bunun dışında yabancı kaynaklarda ve Türk destanlarında görüleceği üzere, İslamiyet’e sıkı sıkıya bağlı oldukları halde Türkler, eski gelenekleri bırakmamışlar, bilhassa zenginler özel günlerde at etini yemeye devam etmişlerdir. Mesela Emir Temür’ün önemli konuklarına haşlanmış at eti pişirttiğini biliyoruz. Evliya Çelebi Kırım hanının yanında at eti yediğini ve hoşuna gittiğini söyler. Yukarıda da değindiğimiz üzere Kazan Beg’in Oğlu Uruz Beg’in Tutsak Olması Hikâyesinde, esir düşen Uruz babası için; “aygır atımı kesip, aşımı versin” derken; Kaşgarlı, Divan’ında “yunt eti yıpar”, yani at eti piştiğinde mis gibi kokar, diyor.[25] 12-16. asır Anadolu, Türkistan ve Hindistan Türkleri hakkında bilgiler topladığımız vesikalarda bu hususa rahatlıkla tesadüf olunuyor. Hatta din adamları ayinler sırasında sembolik atlara binerek iki dünya arasında seyahatlere çıkmaktaydılar.
Şunu da belirtmekte fayda vardır ki, kısrak sütünün birtakım işlemlerinden sonra ortaya çıkan ve insan sağlığına pek çok faydaları olduğu iddia edilen kımız,[26] geçmişte ve günümüzde bütün Türklerin en fazla sevdiği içkidir.[27] Hatta Romen kaynaklarında Altun Orda sahasındaki Türk hanı anlatılırken; onbin ak kısrağının olduğu ve bunların sadece kımız için sağıldığı yazılmıştır.[28] Tulumlara doldurulan bu at sütü yaklaşık bir hafta boyunca karıştırılır. Bu suretle kımız elde edilir. Ne kadar çok çalkalanırsa, o kadar hoş ve güzel tadı olur.[29] Dolayısıyla sık sık Hazar ötesi Türkleri dediğimiz ve büyük bir kısmı Müslüman olan Türkistan Türklerinin hâlâ pek çoğu, yukarıda da vurguladığımız üzere birtakım özel gün ve bayramlarda at keserek yedikleri gibi, temelde de kımız içmeyi sürdürmektedirler.
At ile ilgili bir gelenek de şudur: Eski Türk töresine göre savaşta askerler, komutanlarına yüzde yüz itaat etmek zorundaydılar. En küçük bir uygunsuzluk veya isyan hareketinin cezası ölümdü. Harbe girecek er atının kuyruğunu bağlar veya keserdi ki, buna eski Türkler “tullama” diyorlardı. Artık o kişi, vatan ve millet için kendini fedaya ve şehitliğe hazırlamış demektir. Kelimenin aslı bugün de Türkçemizde kullandığımız “tol/tul/dul” sözüyle ve belki de kısmetin bağlanmasıyla alâkalı “tolamak/tolanmak”, yani bağlanmak fiiliyle ilgili olabilir. Mesela İç Oguz’a Dış Oguz’un İsyan Etmesi, Beyrek’in Ölümü Hikâyesi’nde Begrek yoldaşlarına; “yiğitlerim yerinizden kalkın, ak-boz atımın kuyruğunu kesin”[30] der. Atını da bir eş gibi gören Türk, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra ediyordu.[31]
Çin yıllıklarında savaşa beraber gittikleri, birbirlerinin arkasını kolladıkları söylenen Türk askerleri yukarıda da değindiğimiz üzere temelde atlı kuvvetlerle harbe katılmaktaydılar.[32] Ama bu yaya birlikleri yaktu anlamına da gelmemelidir. Yine bu suvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve hepsinin bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgarla yarışıyorlardı. At üzerinde giderken ayağa kalkarlardı ve bu sebepten ağırlıklarının büyük bir kısmını bacak ve ayaklarına yüklerlerdi. O yüzden çok hızlı ve bir pehlivan gibi kuvvetliydiler. Sağa-sola dönerken tüy kadar hafif olup, sağa ok atarken solu kollayabilirlerdi. Orta Çağlarda meydan muharebeleri kılıç ustalığı şeklinde değil, umumiyetle okçuların maharetleri ve atlıların toplu hücumları halinde gerçekleşiyordu ki, atı sevk ve idarede Türklerden daha üstün bir kavim yoktu. Kadınlar da çok iyi biniciydiler ki, zaman zaman onların ordu birliklerinde görevlendirildiklerine de şahit olmaktayız. Mesela Büyük Hun Devleti yıkıldıktan sonra Çin’in kuzeyindeki Ordos bölgesinde kurulan Türk hanlıklarından birisi olan Chaoların kaganı Ulug Tonga (veya Bars/Shih-hu) dördüncü asrın ilk yarılarında başkente getirdiği kızlardan bin kişilik özel bir kıta kurdurdu. İpekli ve kadifeden giysileri olan bu kadınlara hem piyade, hem de at üzerindeyken çok iyi savaşma öğretildi. O vakitler bu hâl başta Çin’de olmak üzere, komşu memleketlerde de ilginç karşılanmıştı. Dolayısıyla askerin önemi erkek veya kadın olması, sayısının kalabalıklığı değil, iyi yönetilmesi ile doğru orantılıdır. Ayrıca bazı İslam kaynakları Oguzları anlatırken; onların çok cesur ve yiğit olduklarına, süratle saldırıp, aynı hızla geri döndüklerine değinir ki,[33] bunu mümkün kılan da atından başka bir şey olmasa gerek.
Netice itibarıyla Türk ve at adeta birer ikiz gibidir. Onları birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Türkler hakkında bilgi veren Batılı yazarlar; at başka bir kavmi sırtında taşır, fakat Türkler at üstünde ikamet eder. Onlar ata sanki yapışmış gibidirler. Türk ata bindiğinde babasını bile tanımaz, diyorlar. Türk anasından yarı at, yarı insan olarak doğmuş denilse yeridir. Hatta bazı Türk kabilelerinin hikâyelerinde attan doğan kahramanlar vardır. Türklerin atları sanki kanatlı kuşlara benzer. Eski bir Türk atasözü ise “at Türk’ün kanatıdır”[34] der. Türk, kendisinden ziyade atına önem verir. Atını kendisi yetiştirir. Türk’ün ömrünün günlerini toplasan, at üstünde geçen zamanı diğer günlerinden daha fazladır. Kapının önüne at bağlamak ululuk ve büyüklük işaretidir. Türk’e “dile benden ne dilersen” diye sorulsa, “at ile silah” der. Alış-verişlerini at sırtında yaparlar, yerler, içerler. Mübalağasız onun boynuna sarılarak, tatlı rüyalara dalıp, uyurlar. At üstünde olmak, Türk’ü cennette ipekli yastıklar üzerinde yatmaktan daha çok mutlu eder.[35] Cirit, kök bar ve çevgen gibi pek çok oyunun ana unsuru attır. Türk milleti en güzel eğlenceleri onunla yaşamıştır.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
AÜ. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
Alıntı Kaynak: ULUSLARARASI SEMPOZYUM: GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BOZKIR (06-08 MAYIS 2016)