Hayatını İlkeleriyle Ördü (2): Bilim, Ahlak, Egemenlik
Atatürk öğretisi on ilkeye dayanır: Bilimcilik, Ahlak, Millî Egemenlik, Tam bağımsızlık, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik. Atatürk’ün yalnız söylemleri değil, hayatı da ilkeleriyle örülüdür.
Okuduğunuz yazıda bu paralelliğe ilişkin örnekler veriyorum[1].
I) BİLİMCİLİK İLKESİ
Liyakat: İşi Ehline Verin
Atatürk sofrasında bulunanların değerini bazen anlamak ister, her birine bir konu verir, o konu üzerinde konuştururdu. Böylece onları, hissettirmeden bir tür sınavdan geçirir, değerlerini anlamaya çalışırdı.
İşte bu sofralardan birinde bir konuşma sırasında kendinden geçerek:
– Benim gözümde başka hiçbir şey yoktur, ben yalnızca liyakat âşığıyım, demiştir.
Liyakat: Ehliyetsiz Olan Görevde Tutulmaz
Atatürk anlatıyor:
Birinci Dünya Savaşı sırasında ikinci defa olarak Yedinci Ordu Komutanı sıfatıyla Suriye cephesine gittim. O zaman Şam’da bütün bu cephedeki orduların menzil müfettişliğini yapan bir zat vardı ki, adı Miralay Avni Bey’di. Sonra paşa, ardından Damat Ferit Hükümeti’nde Bahriye Nazırı oldu.
Bu zat beni Şam’da karşılamış, ağırlamıştı. İlk gece yemekte aramızda konuştuğumuz şeylerin başlıca önemli noktası aşağıdaki soru ve yanıtı oldu.
Ben – Avni Bey devletin durumundan memnun musunuz?
Avni Bey – Tabiî… büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi düşünür.
Bu yanıt üzerine, benim aklıma gelen düşünce şu oldu: Demek ki birtakım hayalî büyükler karşısında kendini çok küçük gören bu adam, beni de kendi gibi biri sanıyordu. Ben bu zatı anlamak amacıyla tekrar sordum:
– “Büyüklerimiz” dediğin kimlerdir?
Avni Bey’in, yanıtında saydığı isimler benim gözüme çok küçük görünen kimselerdi. Bunun üzerine kendisiyle daha fazla konuşmayı faydasız buldum ve sustum.
Bir süre sonra ben, Mustafa Kemal, bütün o cephelerdeki orduların komutanı oldum. Bu durumda Avni Bey de aynı orduların menzil genel müfettişi olarak karşıma çıkıyordu. Bir gün ona kısaca şöyle dedim:
– Daha önce Şam’da sizinle tanışmıştım. Daha o zaman senin ne kadar değersiz biri olduğunu anlamıştım. Ondan sonraki durumlarda da beceriksizliğinden, miskinliğinden emin oldum. İşte bunun için seni görevinden alıyorum.
Eğitim: Öğretmenler İnsan Topluluğunun En Saygıdeğer Elemanlarıdır
Asaf İlbay anlatıyor:
Çankaya’da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün civarında bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Sınıfın birine girmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilerine ders vermekte. Cumhurbaşkanı girince, hemen saygı işaretini vermiş. Çocuklar ayağa kalkmış, “oturun” işaretini verdikten sonra tahtaya dönerek dersine devam etmiş. Atatürk, ayakta beş on dakika dersi dinlemiş. Çıkarken, öğretmen yine aynı ses, aynı tavırla çocukları ayağa kaldırmış, “oturun” işaretini verir vermez yine derse devam etmiş.
Gazi kapıdan çıkarken yanındakilere:
– “Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanı’na önem vermedi” demiş ve eklemiş: “Öğretmen vatanın en hayırlı elemanıdır. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmıştır ki, âdeta çocuklaşmışlardır. Onların gözünde en sevgili olan, öğrencileridir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi, çıkarken de beni merdivenlere kadar geçirseydi, öğrencilerinin gözünde küçülür, belki saygınlığını kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygıya değer, en büyük adam öğretmenidir.”
II) AHLAK İLKESİ
Ahlak Kanununun Temeli Kişisel Sorumluluktur
Mustafa Kemal Paşa Salih Bozok’a Arıburnu Savaşı’ndan bir sahneyi anlatıyor:
Düşmanın, bütün yıkıcı araçlarıyla üzerimize yüklendiği bir gündü. Saflarımız korkunç bir şekilde boşalıyordu. Yiğit Mehmetçiklerimizden yüzlercesinin sapır sapır döküldüklerini görüyordum. Bu kanlı sahne, benim orada üstüm konumunda bulunan bir paşayı telaşa düşürdü. Yanıma sokularak heyecanla:
– “Ne olacak, ne yapacağız şimdi” diye sordu, geri çekilmekten söz etti.
Derhal şu karşılığı verdim:
– Size katılmıyorum. İleri hareketi tercih ederim. Çekilmek mahvolmaktır. Bunun sorumluluğunu kim üzerine alırsa, komutayı da o alsın.
Üstüm olan komutan:
– “Hayır, işi şu ana kadar sen yönettin. Yine sen bitirmelisin”, dedi.
Bunun üzerine kendisini ve harekâta katılan bir Alman komutanı da kast ederek şu yanıtı verdim:
– O zaman üç başa gerek yoktur. Burada benim olmamı yeterli görüyorsanız, siz çekilin.
Bu sözleri söyledikten sonra, kalan askerlerimin önüne geçerek:
– Arkadaşlar, diye haykırdım, karşınızda bulunan düşman dövüşemez duruma gelmiştir. En ufak bir hareketiniz onları kaçırmaya yetecektir. Haydi arkadaşlar! Ben en önde olmak üzere, hep birlikte düşmana hücum edelim.
Ve ayakta kalabilen kıtalara elimde olan kamçıyı salladığım zaman, bunu saldırı için verilmiş bir işaret sayarak, ileri fırlamalarını söyledim.
Kahramanlar çelik birer yay gibi gerilerek düşmanın üzerine atıldılar.
Sonuç olarak Arıburnu Savaşı’nı kazandık.
İnsan İki Yüzlü Olmamalı
Ali Kılıç anlatıyor:
1923 yılıydı. İstasyona gelen Mersin heyetleri arasında İkinci Grup milletvekillerinden Mersin Milletvekili Ziya Bey de vardı. Bu zat Birinci Meclis’de her şeye, her işe karşı olan ve hükümete türlü zorluklar çıkaranlardandı. Şimdi de heyetlerin önüne düşmüş, milletvekilleri sıfatıyla onları Gazi’ye takdim etmeye başlamıştı. Gazi sert bir yüz ifadesiyle Ziya Bey’e döndü ve:
– “Sizin tanıştırmanıza gerek yok, ben onları tanırım”, dedi.
Dediğini de yaptı ve heyetlerle bizzat kendileri tanıştı ve yürümeye başladı, trene binerken de bize:
– “Bu adamı yanıma yaklaştırmayın, fena muamele yaparım”, dedi.
Ben Ziya Bey’e bunu uygun bir şekilde hissettirdim. Fakat o dinlemedi.
Mersin’e vardık. Gazi hükümet konağına gitti. Konakta kabul töreni vardı. Ziya Bey, uyarmış olmama rağmen, burada da Gazi’nin yanına sokulup gelenleri tanıtmaya başlamaz mı? Bu defa Gazi fena halde sinirlendi:
– “Seni buraya protokol görevlisi mi yaptılar be adam, çekil aradan” diyerek kendisini sertçe payladı. Ardından, etrafında hazır bulunanlara dönerek şunları söyledi:
– Bana karşı olanlara bir şey diyemem. Onlar görüş ve düşüncelerinde, herhangi bir anlayışlarında serbesttirler. Hatta böylelerini takdir bile ederim. Fakat hiçbir fikre ve anlayışa dayanmadan benden ayrılıp, şimdi de beni seven bu halka karşı sözde kendisini benimle berabermiş gibi göstermeye kalkanların ikiyüzlü siyasetlerini de hoş karşılayamam.
III) MİLLİ EGEMENLİK İLKESİ
Egemenlik Ortak Kabul Etmez
Tarih 18 Kasım 1922… Meclis’te gizli oturum yapılıyor. Konu Halife seçimi… Halife olacak zatın sıfat ve yetkisi ne olacak?
Meclis’te konuyu pek ciddî ve önemli sayanlar var. Özellikle hoca efendiler, kendi uzmanlıkları ile ilgili bir konu olarak gördüklerinden, çok dikkatli ve uyanık durumdalar.
Bir halife ülkeden kaçmış. Onu makamından indirmek ve yenisini seçmek… Sonra, seçileni İstanbul’da bırakmayıp Ankara’ya getirmek… Milletin ve devletin başına geçirmek… Kısacası, Halife’nin kaçması yüzünden Türkiye’de ve bütün İslâm dünyasında karışıklık çıkmış ya da çıkacakmış. Onun için tedbirler alınmalı imiş. Bu şekilde düşünceler, kaygılar ortaya atılıyordu.
Bazı konuşmacılar da halife olacak zatın sıfat ve yetkisinin ne olacağı hususunun belirlenmesi gereğinden söz ediyordu.
Görüşme ve tartışmalara ben de katıldım. Konuşmalarımın çoğu, ileri sürülen düşüncelere yanıt niteliğinde idi. Söylediklerimin özü şuydu:
Bu konu fazlasıyla tartışılıp tahlil edilebilir. Ancak, tartışma ve tahlillerde ne kadar ileri gidersek, konuyu çözüme bağlamakta da o kadar güçlük çeker ve gecikiriz. Yalnız, şu noktaya hepinizin dikkatini çekerim: Bu Meclis Türk halkının Meclis’idir. Bu Meclis’in sıfat ve yetkileri yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk vatanının varlığı ve kaderi ile ilgili ve onlar üzerinde etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün İslâm dünyasını içine alan bir güç ve kudrete sahip olamaz! Türk milleti ve onun temsilcilerinden kurulmuş bulunan Meclis’imiz kendi varlığını, halife unvanını taşıyan veya taşıyacak olan bir zatın eline veremez ve vermeyecektir! Bundan dolayı İslâm dünyasında karışıklık varmış veyahut olacakmış, bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor.
Ortalığı gürültüye vermenin gereği olmadığını açıkladıktan sonra, dedim ki : “Bizim dünya gözündeki en büyük güç ve kudretimiz, yeni şekil ve mahiyetimizdir. Hilâfet makamı esaret altında olabilir. Halife unvanını taşıyanlar yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler el ele verip her şeyi yapabilecek bir işbirliğine girişebilirler. Fakat yeni Türkiye’nin rejimini, politikasını ve kuvvetini hiç bir şekilde sarsamazlar”.
Türk halkının kayıtsız ve şartsız egemenliğine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir renk ve hiçbir kılavuzlukta ortaklık kabul etmez. Unvanı ister halife ister başka bir şey olsun, hiç kimse bu milletin kaderine ortak çıkamaz. Millet buna kesinlikle izin vermez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun içindir ki, kaçmış olan Halife’nin Halifeliğine son verip, yenisini seçmek ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde belirttiğim görüşler çerçevesinde hareket etmek zorunludur. Başka türlüsüne kesinlikle imkân yoktur.
Neticede biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, yapılacak işlem üzerinde Meclis’te çoğunlukla görüş birliği sağlandı.
***
İşte Atatürk’ün hayatından alacağımız dersler:
– İşi ehline ver, ehliyetsizi görevde tutma.
– Öğretmeni say, toplumların en saygıdeğer elemanıdır o.
– Sorumluluk duygusudur, insanı ahlaklı yapan.
– Asla ikiyüzlü olma.
– Millî egemenlik ortak kabul etmez.
[1] Örnekleri şu kaynaktan, yeniden düzenleyerek aldım: Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, İnkılap Yayınevi, İst.,1998. Yalnız son örneği -Zeynep Korkmaz tarafından günümüz Türkçe’sine aktarılan- Nutuk, s. 473 ve devamından özetledim.