Ayasofya Üzerinden Yapılan Atatürk Düşmanlığı
Sosyal medyada paylaşım rekorları kıran ve bazı gazeteci ve köşe yazarları tarafından gazete köşelerine ve internet sitelerine taşınan “İslam Din Baronluğu Tarih Olurken” başlıklı ve 31 Mart 2020 tarihli sosyal medya paylaşımımızda şöyle demiştik:
“Virüs salgını sebebiyle, Kâbe’nin ve peygamberin kabrinin ziyarete kapatılması, Umrenin yasaklanması ve muhtemelen Hacın yasaklanacak olması, camilerin Cuma dahil toplu namazlara yasaklanması, yaklaşan Ramazan sebebiyle Teravihlerin ve toplu İftarların yasaklanacak olması, abuk subuk İftar çadırlarının kurulmayacak olması, uydurma Kandil günlerinin kutlanmaması, hem gerçek (indirilmiş) İslam’ın yeniden keşfi, hem de yobazın elindeki din enstrümanının alınması bakımından kesinlikle hayra alamettir. Yobazın din enstrümanını öttürmesi ve din üzerinden Müslümanları sömürmesi bundan sonra hiç de kolay ve inandırıcı olmayacaktır artık. Çünkü insanlar, din bezirganlarının savunageldiği birçok şeyin aslında terk edilebilir olduğunu, dolayısıyla dinden bir parça olmadığını, insan sağlığının her şeyin ve bu arada ibadetlerin de üstünde olduğunu görmüş oldular. Ya da görmüş olmalılar! Yani, haccın, umrenin, cumanın, bayramın, toplu namazın, toplu iftarın, gerektiğinde terk edilebilir olduğunu gördü insanlar. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Din ve din adamları da eskisi gibi etkili olmayacak toplumsal hayatta. Din ferdileşecek, vicdanileşecek, yani olması gereken yere, Tanrı ile kul arasına yerleşecektir. Dini söylemler eskisi gibi etkili olmayacak ve din siyaseti de bundan nasibini alacaktır…”
Dediğimiz, daha doğrusu tahmin ettiğimiz gibi de olmuştur. Çünkü sözünü ettiğimiz yasakların hepsi gerçekleşmiştir sonraki tarihlerde. Halen de devam etmektedir bu yasakların çoğu. İyi de yapılmıştır. Çünkü pandemi bütün tedbirlere rağmen halen devam etmektedir ve bu yazının kaleme alındığı tarih itibarıyla (14.07.2020), vaka sayısı hâlâ binli rakamlarda…
Peki, Haccın, umrenin, toplu iftar ve toplu namazların yasaklanmasıyla imanında zayıflama, amellerinde gerileme yaşayan oldu mu bu ülkede? Hiç sanmıyorum ki; bunu kendimden de biliyorum. Çünkü ben, geçen sene neysem, bu sene de oyum. Hz. Peygamber’in “İbadetlerin, az da olsa sürekli olanı makbuldür” hadisini hayatına tatbik eden bir Müslüman olarak, eskiden hangi ibadetleri yapıyorsam, aynı şekilde onları yapmaya devam ediyorum. Eğer ibadetlerimde bir ihmal veya azalma varsa bilinsin ki; bunun sebebi yukarıda bahsedilen yasaklamalar değil, bunun gerçek sebebi dindarlık adı altında din simsarlığı yapanların ikiyüzlü davranışlarının etkisidir. Çünkü onlara benzememek için çabalıyorum bugün.
Ayasofya Siyasete Açıldı!
Peki Ayasofya’nın camiye tahvil edilmesiyle imanında güçlenme hisseden, ibadetlerinde bir artış yaşayan var mı aramızda? Onu da hiç sanmıyorum. Çünkü Ayasofya, gerçekte ibadete değil, siyasete açılmış oldu. Anlatalım…
CHP Sözcüsü Faik Öztrak dedi ki: “Yetkinizi kullanmayıp, kendi atadığınız hakimlerin arkasına saklanarak bedelini milletimizin ödeyeceği bir hukuki garabete neden oldunuz. Bu kararlar yıkılmış Osmanlı’nın hukukuna dayanarak Cumhuriyet’in hukukunu yok saydı.”[1]
Faik Öztrak’ın bu sözlerine cevaben AKP Sözcüsü Ömer Çelik dedi ki: “Ayasofya Camisi kararına temelsiz ve haksız yere tepki gösterenler içinde, bu cümleyi kuranlar kadar millete husumet besleyen bir cümle kurulmadı”[2]
Oysa bize göre; dibine kadar doğru söylemiş Faik Öztrak. Biz de aylardır aynı şeyi söyledik ve dedik ki: “Ayasofya, hukukun konusu değil, siyasetin konusudur. Mahkemeleri alet etmeyin buna. 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile Müze yapıldı ise yeni bir bakanlar kurulu kararı veya bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile cami yapılabilir. Topu, Danıştay’a atmanıza gerek yoktur. Ayrıca 29 Ekim 1923’ten sonra, hatta 01 Kasım 1922’den sonra Osmanlı sultanlarının iradesi değil, Cumhuriyeti kuranların, Fatih Sultan Mehmet’in değil, Atatürk’ün iradesi geçerlidir…”[3].
Ancak bir türlü anlamak istemediniz. Madem hukuka ve Danıştay kararlarına saygılısınız, buyurun o zaman Danıştay’ın “Andımız” kararını da uygulayın. Danıştay’ın “Andımız” kararını uygulamadığınız sürece, Ayasofya konusunda Danıştay’ın kararını uyguladık şeklindeki önermeniz hiç de inandırıcı olmayacaktır. Şimdi isterseniz Ayasofya’nın Camiye dönüştürülmesi çabaları ve Danıştay’ın Ayasofya Kararı hakkındaki görüşlerimizi ve aklımıza takılanları, en azından kendi şahsi tarihimize not düşme adına kısa kısa aktaralım:
Ayasofya’nın Tapusu Meselesi
Danıştay’ın, kararını[4] istinat ettirdiği ve Ayasofya’nın Tapu Senedi olarak servis edilen Eminönü Tapu Sicil Müdürü Fikret Sinirlioğlu imzalı 19.11.1936 tarihli bir Tapu Senedi var ortalıkta[5]. Tapuda imzası bulunan Fikret Sinirlioğlu’nun, halen Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi olan Feridun Sinirliğioğlu’nun babası olduğu söyleniyor. Fikret Sinirlioğlu’nun kardeşi (Feridun Sinirlioğlu’nun amcası) olduğu söylenen Yüksek Mimar Mehmet Sinirlioğlu, kendisiyle yapılan röportajda;
“Abisi Fikret Sinirlioğlu’nun, Giresun Görele Tapu Dairesi’nde çalışma hayatına başladığını, 1962 yıllarında tayininin İstanbul’a çıktığını, 1963-64 yıllarında İstanbul Beykoz Tapu Dairesi’nde göreve başladıktan sonra Eminönü Tapu Dairesi’ne atandığını açıkladı. İşte bu sırada Ayasofya’nın Camii olduğunu gösteren tapunun yeniden tasdikini yapmak için Ayasofya’nın tapusunu abisi Fikret Sinirlioğlu tarafından imzaladığını vurguladı…” demiş[6].
Eğer Mehmet Sinirlioğlu’nun verdiği bilgiler doğruysa; Danıştay’ın kararına esas olan Tapu Senedi, 1936 yılında değil, en erken 1960’lı yıllarda hazırlanmış demektir. Umarım bu tapu senedinin bulunduğu dosyada, söz konusu tapunun 1936 yılında tanzim edilmiş eski hali de bulunmaktadır ve kararı veren Danıştay 10. Dairesi, bu belgeleri de görmüştür. Ancak biz, az çok analiz yeteneği olan bir vatandaş olarak yine de şu soruları sormak durumundayız:
1- Atatürk, 24 Kasım 1934 tarihli BK kararıyla Müze olmasına karar, 1 Şubat 1935’te müze olarak açılışına onay verip, birkaç gün sonra da bizzat müze olarak ziyaret ettiği Ayasofya’yı, neden 19.11.1936 günü, türbe, akaretleri(dükkanlar) cami ve müştemilatları olarak Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı’na devretmiş olsun?
2- Madem Ayasofya 19.11.1936 günü cami olarak Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı’na devredildi, neden Müze olarak kullanılmaya devam edildi?
3- Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı bugünkü Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı ise isim değişikliğine ilişkin Mahkeme kararı var mıdır? Ortada vakfeden olmayınca kim hangi usulle isim değişikliğine gitti? Adı geçen vakfın, “Mazbut Vakıf” hükmünde olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yönetiminde olduğu anlaşılıyor. Peki Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu tür vakıfların adını hangi şekil ve esasa göre değiştiriyor ve hangi organları vasıtasıyla yönetiyor?
4- Adı geçen vakıf, “Mazbut Vakıf” olarak, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yönetiliyor ise Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı adıyla, aynı isimli üniversitenin kurucuları arasında yer almakla bu vakfın gelirleri olmak gerekir. Yoksa Ayasofya’nın turizm gelirlerinden bu vakfa da aktarma yapılıyor muydu? Bu vakfın başka gelirleri de var mıdır?
5- Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt’ın 2010 yılında: “Ayasofya’nın, Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait olduğuna dair orijinal tapusunu bulduk. Bu çalışma sırasında habersiz olduğumuz 27 bin gayrimenkulümüze de bu araştırma sırasında ulaştık. Bu tapu kayıtlarından biri de Ayasofya ile ilgiliydi. Tapuda mal varlığı kaydı, ‘Ebulfetih Sultan Mehmet’ adına görülüyor. Fatih Sultan Mehmet Vakfı’nın Fatih Sultan Mehmet’in isteğiyle, Ayasofya’nın ihtiyaçlarını karşılamak için kurulduğu da belirlendi. Fatih Sultan Mehmet, vakfa akar olarak da İstanbul’un Okmeydanı semti dahil şehrin muhtelif yerlerindeki 2 bin gayrimenkulü bıraktı.”[7] şeklinde verdiği bilgilerde geçen 2 bin gayrimenkul tespit edildi mi, bu gayrimenkullerin akıbeti nedir? Eğer tespit edildiyse, Danıştay’ın söz konusu kararı, bu 2 bin gayrimenkulü de kapsıyor mu?
Ayasofya’nın Maliki Gözüken “Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı” Ne Zaman Kuruldu?
Danıştay’ın Ayasofya kararında “Maddi Olay ve Hukuki Süreç” ara başlığı altında yer alan “1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’nın vakfiyesinde ‘cami’ olarak gösterilen ve 19/11/1936 tarihli tapu senedi uyarınca İstanbul İli, Eminönü İlçesi (hâlen Fatih İlçesi), Cankurtaran Mahallesi, Babı Hümayun Sokak, 57. Pafta, 57. Ada, 7 numaralı Parselde ‘türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi’ vasfı ile ‘Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı’ adına kayıtlı Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması talebiyle davacı Dernek yetkilisi tarafından 31/08/2016 tarihli dilekçe ile (kapatılan) Başbakanlığa başvurulmuştur” şeklindeki bilgilerden anlıyoruz ki; “Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı” 1470 yılında kurulmuştur.
Oysa, Osmanlı Arşivleri konusunda geniş incelemeleri bulunan ve dolayısıyla bu konuda uzman olan Mehmet Ali Öz dostum, konuya ilişkin talebim üzerine adı geçen vakıf ve vakfiye hakkında göndermiş olduğu bilgi notunda Fatih Sultan Mehmet Vakfı’nın kuruluş tarihini Hicri 29.12.867, Miladi 14 Eylül 1463 olarak vermektedir. Mehmet Ali Öz’ün verdiği bilgiler şöyledir:
“BELGE: T.K.GM.d. 2147-H.29-12-867/14 Eylül 1463 Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya Camii Vakfiyesi. Arapça, ceylan derisi üzerine, baş tarafı eksiktir. (Vakf-ı Cedid. Orj.No: TKG.KK.VKF.Cd.11-2321/2302/212).
Hicri 29.12.867/Miladi 14 Eylül 1463 tarihli Ayasofya Camii Vakfiyesi, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü arşivinde ve Osmanlı arşivi kayıtlarında yer alıyor. Vakfiyenin baş kısmı eksik olup, 141 görüntü/141 varaktır. Vakfiye oldukça uzun olup, 65.30 metre uzunluğundadır…”
Takdir, okuyucularımızın ve yüce Türk Milleti’nindir.
Ancak şöyle kaba taslak okuduğum kadarıyla, idarenin ve Danıştay Savcısının, savunma ve iddiaları ayakları oldukça yere basmakla birlikte, Danıştay’ın verdiği kararın oturtulduğu temel, tıpkı Ayasofya Camii’nin jeolojik fay hattında oturduğu gibi, siyasi fay hattı üzerinde oturmaktadır ve bize göre oldukça gevşek ve oynak bir zemin üzerinde bulunmaktadır.
Yine önemle belirtmek isterim ki; Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi için, böyle zayıf gerekçelere dayanan bir mahkeme kararına gerek yoktu. Siyasi iradenin takdiri ile rahatlıkla cami yapılabilirdi!
Davanın Arkasında Yusuf Halaçoğlu mu Var?
Danıştay’ın Ayasofya Kararı’nda, “Davacının İddiaları” bölümünde bulunan; “Davacı tarafından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararındaki imzaların gerçekliğinin grafolojik yönden incelenmesi gerektiği, 1924 Anayasası’nın 52. maddesi gereğince kararnamelerin Resmî Gazete’de yayımlanması ve Danıştay’ın incelemesinden geçirilmesi gerekirken bu şartlara uyulmadığı, Kararda imzaları bulunan bazı bakanların karar tarihinde Ankara dışında olduklarının Meclis tutanakları ile sabit olduğu, Ayasofya’nın tapu kaydında ‘müze’ değil, ‘cami’ ifadesinin yer aldığı ve UNESCO’nun resmi internet sitesinde müze olarak tanımlanmadığı, vakıf malı olan Ayasofya’nın vakfiyesine uygun bir şekilde cami olarak kullanılması gerektiği, vakfedenin iradesine aykırı hareket edildiği, Ayasofya’nın Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsisine yönelik alınmış bir karar bulunmadığı ileri sürülerek, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının iptali istenilmektedir.”
Şeklindeki bilgiler, bizim kafamızda, acaba bu davanın perde arkasında TTK Eski Başkanı da olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu olabilir mi? Yoksa davacı dernek Yusuf Halaçoğlu’ndan bu konuda danışmanlık hizmeti almış olabilir mi? şeklinde sorulan uyanmasına sebep olmuştur. Ya da davacı dernek, bu konuda Yusuf Halaçoğlu’nun medyaya yansıyan görüşlerinden istifade etmiş olmalıdır. Çünkü Sayın Halaçoğlu da hemen hemen aynı iddiaları ileri sürmektedir[8].
Hz. Muhammed Yanlış mı Yapmıştı?
Kılıçdaroğlu’nun partisinin grup konuşmasında söylediği şu sözleri önemli buluyorum: “Şimdi milleti kandırıyorlar. Mustafa Kemal Atatürk’e, o dönemin yöneticilerine hakaret ediyorlar… Ama bir adam var, Haydarpaşa’dan iner, bir gemiye binerken düşman gemilerini görür, geldikleri gibi gidecekler der…”[9]
Evet bence de Ayasofya üzerinden Atatürk düşmanlığı yapılıyor bu ülkede. Mesela Atatürk’ün ilk kurduğu kurumlardan birisi olan Diyanet İşleri Başkanlığı koltuğunda oturan ve “Ayasofya’nın açılışı, bağımsızlığımızla alakalı bir konu”[10] diyen Diyanet İşleri Başkanı’na sormak isterim: Peki, Ayasofya’yı müze yapan Atatürk bağımsızlığımızdan ödün mü vermiş oluyor size göre? Yani siz Atatürk’ün bile başaramadığı şeyi başarmış mı oluyorsunuz şimdi? Yoksa “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk, bizi kandırmış mı, bu sözü söyleyerek?
Bu sorulara “EVET” cevabını gazeteci Latif Şimşek verdi Ahmet Hakan’ın 13 Temmuz 2020 tarihli “Tarafsız Bölge” programında. Latif Şimşek: “Ayasofya kararı, Akdeniz’de önümüzü kesmeye çalışan Yunanistan’a haddini bildirmek için alınmıştır..” dedi ve “Ayasofya zaten bizimdir…” diyen Şaban Sevinç’e cevap olarak “Hayır, Ayasofya 1934 yılında Müze’ye çevrildikten itibaren bizim değildi. Şimdi bizim olmuştur…” şeklinde cevap verdi!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kabine toplantısından sonra yaptığı konuşmada Ayasofya konusunda sarf ettiği şu sözler de doğrusu oldukça yadırgatıcı: “Ayasofya’yı yanlış bir kararla da olsa müzeye biz çevirmiştik, onu yeniden camiye de biz döndürüyoruz. Yerin altında yatan yüzlerce milyon ecdada ve üstünde yaşayan 83 milyon vatandaşımıza karşı sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmiş olmanın huzuru ve mutluluğu içindeyiz. 1934’te kimler müzeye çevirdi? Bir yanlışı biz düzeltiyoruz olay bu kadar basit”[11].
İfadelerin başında geçen “Ayasofya’yı yanlış bir kararla da olsa müzeye biz çevirmiştik” cümlesi, sanki asıl söylenecekleri gizleme amacı taşıyan bir ifade gibi geldi bize. “Atatürk’ün 1934 yılında yaptığı yanlışı, biz düzelttik” şeklindeki niyet ve kanaatin, örtülü olarak dile getirilmesinden başka bir şey değildir söz konusu ifadeler.
“(Ayasofya konusunda) 1934’te yapılan yanlışı biz düzelttik” dediniz de aklıma geldi. Hz. Muhammed 622’de Medineli Yahudilerle “Medine Sözleşmesi”ni imzalamıştı. Birkaç yıl sonra sözleşmenin tarafı olan Yahudileri önce Medine’den, arkasından da Hayber’den sürdü çıkardı. 628’de Mekkeli Müşriklerle Hudeybiye Antlaşması’nı imzalamıştı. Ancak 2 sene sonra Mekke’yi fethetti! Peki Hz. Muhammed, o anlaşmaları yaparken yanlış yapıp sonra da düzeltmiş miydi? Elbette hayır. Sadece aklını kullanmış, İlmi Siyaset’in gereğini yapmıştı. Hz. Peygamber’i en iyi anlayan ve O’nun yönetim anlayışını benimseyen Atatürk de 1934 yılında aklını ve ilmi siyaset kurallarını uygulayarak Ayasofya’yı müze yapmıştı. Dolayısıyla; siz bir yanlışı düzeltmiş değilsiniz bugün. Kimin yanlış yaptığını ise tarih zaten gösterecektir bize.
Ayasofya üzerinden Atatürk düşmanlığı yapılmasının en somut belgesi, Ayasofya önünde gösteri yapan küçük bir grubun tavrı olmuştur. Açtıkları pankarttan, bu grubun sosyal medyada “#Sıra5816da” tagı açtıkları anlaşılıyordu. Bilindiği gibi 5816, DP tarafından 1951 yılında çıkarılan Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’un sayısı. Yani bu sefil yaratıklar, Atatürk’e rahat rahat sövebilmenin yolunu arıyorlar. Taşıdıkları diğer dövizlere bakılırsa; bu kalabalığın, iddiaya göre; vaktiyle 6. Filoyu kıble yaparak namaz kılanların çocukları oldukları anlaşılıyor!
İslam’da Kılıç Hakkı Yoktur
Daha önce de söyledik. İslam’da “Kılıç Hakkı” diye bir hak yoktur. Hangi dine ait olursa olsun, Kur’an’a göre; içinde Allah’ın ismi anılan bütün mabetler kutsaldır[12]. Ancak 13 Temmuz tarihli “Tarafsız Bölge” programında bir kere daha gördük ki; isminin önünde rektör yardımcısı titri de bulunan bir tarihçi, hâlâ Ayasofya için “Kılıç Hakkı” tabirini kullanmaktadır. Gazeteci Resul Tosun’u kutluyorum. Çünkü o programda “İslam’da kılıç hakkı diye bir hak yoktur. Sembol niteliğinde olan birkaçı dışında mabetlere dokunulmaz. Ayasofya 1453’te cami yapılmıştır. 1934 yılında devlet aklı müze yapmış, ancak geleceği düşünerek tapuya cami olarak tescil ettirmiştir. Bugün de aynı devlet aklı, tekrar camiye çevirmiştir. Ayasofya konusu gündemden kaldırılmalıdır” şeklinde oldukça mantıklı açıklamalar yapmıştır Resul Tosun.
Ayasofya Neden 24 Temmuz’da Cami Olarak İbadete Açılıyor?
Ayasofya, neden 24 Temmuz’da ibadete açılıyor? Necip Fazıl’ın vasiyetini yerine getirmek ve Lozan’a “Hezimet” diyen Püsküllü Tarihçi’nin ruhunu şad etmek için mi? Oysa Ayasofya Lozan Antlaşması’yla müze yapılmamıştı ki; Lozan Antlaşması’nın imzalandığı gün ibadete açılıyor olsun?
Osmanlıca bilmeyenler için söyleyelim; yukarıdaki görsel, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlık belgesidir. Üzerinde “LOZAN SULH MUAHEDE NAMESİ MUKAVELA VE SENEDAT-I SAİRE 24 Temmuz 1339-1923” yazıyor.
Diyanet’in Ayasofya Fetvası
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu: “Ayasofya Camii’nde bulunan resimler, burada kılınacak namazların sıhhatine engel değildir. Bununla birlikte Müslümanların namazlarını huşû içerisinde eda etmelerini sağlamak için uygun yöntemler kullanılmak suretiyle namaz vakitlerinde söz konusu resimler perdelenmeli veya karartılmalıdır.” şeklinde fetva vermiş.
Bence kısmen doğru bir fetvadır. Zira bize göre de; Ayasofya’daki resimler ve freskler namazın sıhhatine hiçbir şekilde engel değildir, bu sebeple üzerlerinin örtülmesine de gerek yoktur. Eğer namaz kılınırken “Tadili Erkan” denilen şekil şartlarına uyulursa, duvar ve kubbe içlerindeki resimlerin görülmesi mümkün değildir. Çünkü namaz kılan adam, sağa, sola, karşıya veya yukarı değil, secde edeceği noktaya bakmak zorundadır. Üstelik, cahiliye döneminde tapınmak üzere yapılan şekil ve suretlerden, yani putlardan hareketle, hâlâ resim ve heykel gibi sanatlara şaşı bakılması, asla kabul edilemez. Böyle bir yaklaşım, cehaletten başka bir şey değildir.
Diyanet’in fetvası, adeta Ayasofya’da hokus pokus oyunu oynanması anlamına gelmektedir. namazdan önce İmam Efendi bir düğmeye basınca hooop, freskler ortadan kaybolacak, namazdan sonra tekrar düğmeye basınca hooop resimler ve freskler yerinde. Özetle; Allah’a karşı yapılmış bir ikiyüzlülükten başka hiçbir anlama gelmiyor DİB tarafından önerilen teklif veya tedbir…
14.07.2020