Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değışım Ve Diploması Dönemi (1703-1789)

0 10.411

On altıncı yüzyılın sonları ile 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda belirgin bir şekilde siyasî, idarî, iktisadî, ictimaî, ticarî ve askerî bakımdan duraklama ve arkasından da devletin bütün kurumlarında bozulma ile bir çözülme görülmekteydi. Köprülüler döneminde kısmen bazı alanlarda tekrar bir canlılık görülmesine rağmen 1683 II. Viyana kuşatmasında ve sonrasında yaşanan hezimet buna bir son nokta koymuştu. Gerçi Osmanlılar, devleti ve toplumu bu kötü gidişattan kurtarmak için ciddi ve köklü tedbirler de almamıştı. Bu kötü gidişatın ilk sinyalleri coğrafi keşifler neticesinde Akdeniz havzasındaki iktisadî, ticarî ve kültürel merkezliliğin bundan sonra Atlantik’e kayması, diğeri ise Yüzyıl Savaşları’yla kıvılcımlaşıp Protestan ihtilâliyle birlikte büyük ölçüde başta Batı Avrupa toplumları olmak üzere bütün Avrupa’yı tesiri altına alan ulus-devlet anlayışıydı. Bununla birlikte artık “Papalığın Evrensel Katolik Hıristiyan” dünyasının çözülmesiyle Avrupalı devletlerin ister Katolik ister Protestan olsun her birinin daha merkeziyetçi ve mutlakıyetçi olması karşısında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumlarında bu değişen rakip/hasım saydığı dünyaya karşı tedbir alamamasıydı. Diğer yandan da Doğu’da takriben 1000 yıl aradan sonra, Sasanîler sonrası İran’da kurulan ilk Şiî- İslam karakterli millî İran devleti olan Safevililerle girilen çatışmalarda kesin bir sonucun elde edilmemesi de Osmanlıları hem Batı hem de Doğu ekseninde uzun ve yorucu savaşlarla karşı karşıya bırakmıştı. 16 ve 17. yüzyıllarda batı-doğu ekseninde yoğunlaşan savaşlara 18. yüzyılda üçüncü bir cephe de Kuzeyde; Ortodoks Hıristiyanlığın liderliğine oynayan Moskof knezliğinden doğan modern Rusya ile başlayacaktı.

1683 Viyana bozgununu izleyen 16 yıl süresince Osmanlı İmparatorluğu, tarihinin ilk ve en büyük toprak kayıplarını verdiği Karlofça Antlaşması’nı 1699’da Kutsal İttifakın Katolik kanadıyla imzaladı ve 1700 yılında Rusya ile de İstanbul Antlaşması yapıldı. Gerçekten de 17. yüzyılı, Osmanlılar için hem içerde hem de dışarıda en buhranlı/bunalımlı yıllarını yaşadıkları bir dönem olarak kabul edebiliriz. Bu buhrandan ve yozlaşma döneminden kurtulmak için yeni ve kalıcı tedbirlerin alınmasına ihtiyaç vardı. Devlet kurumlarının ve toplumsal yapının değiştirilmesi ihtiyacı, belirgin bir şekilde, devlet erkânı tarafından da kabul görmeye başlamıştı. Bu değişimin eski sistemden farklı olması gerekmekteydi ki bu yeni oluşturulacak sistemin “Nizam-ı Cedid” olarak faaliyete geçmesi lazımdı. Ancak İmparatorluğun içinde bulunduğu şartlar ve kaht-ı ricâl, yeni düzenin kolayca hayata geçirilmesine imkan tanımamaktaydı. Bu fikrî ilk defa iç düzen için Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa ortaya attı, ancak Sadrazamın şehit düşmesi üzerine unutuldu. Lale Devri’nde askerî birlik manasında tekrar kullanılmaya başlanan bu düşünce ancak çıkışından 100 yıl gibi uzun bir süreden sonra faaliyete geçecekti. Buna rağmen bazı alanlarda yeni düzenin ilk adımları cılız da olsa atılmıştı. 18. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Osmanlılar kaybedilen toprakları kazanmak arzusundaydılar. Osmanlı devlet yönetiminde savaşlardaki başarısızlıklar üzerine yavaş yavaş silah ehli olan askerî unsurun yani Paşalar, önemlerini kaybetmeye ve bunların yerine kalem ehli ve bürokrasinin hakimi olan Efendiler ön plana çıkmaya başlamıştı. 18. yüzyılın ilk yıllarında bürokrasinin temel taşları olan kalem ehlinin öne çıkmasında, dönemin Reisülküttabı (Reis Efendisi) Mehmed Rami Efendi’nin önemli bir rolü vardır. Mehmed Rami Efendi’nin Reisülküttablıktan Sadrazamlığa getirilmesiyle bu süreç giderek güçlenmeye başlamış oldu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk köklü ıslahat hareketleri 18. yüzyılın başlarında başladı. Sultan II. Mustafa zamanında Karlofça ve İstanbul Antlaşmalarının yapılmasından sonra devlet işleri büyük ölçüde Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin tesiri altına girmişti. Feyzullah Efendi’nin kendi yakınlarına ve çevresindekilere yaptığı iltimaslar neticesinde devlet erkânı arasında büyük bir huzursuzluk başgösterdi. Öte yandan Karlofça Antlaşması neticesinde Kapıkulu ocaklarında yapılan tenzilat neticesinde orduda büyük bir huzursuzluk vardı. Zira Kapıkulu takımı Karlofça Antlaşması’na karşı olup savaşın sürdürülmesinden yanaydı. Zaten savaş sürdükçe Kapıkulu hem sayı hem de itibar bakımından ön plana çıkmaktaydı. Huzursuzluğun bir nedeni olarak da İstanbul ile Edirne arasındaki payitahtlık mücadelesi görülmekteydi. Bu gelişen huzursuzluk Edirne Vakası denilen ihtilâlle neticelenecek ve II. Mustafa tahttan, Feyzullah Efendi ve yakınları da canlarından olacaklardır. II. Mustafa’nın yerine kardeşi III. Ahmed 22 Ağustos 1703’te tahta çıktı. III. Ahmed ihtilâl yapan unsurları ve yandaşlarını beş ay süren bir mücadeleden sonra devlet yönetiminden uzaklaştırmayı başararak Ocak 1704’te idareyi tam olarak ele geçirmişti. Görüldüğü üzere II. Mustafa’nın devrilmesine neden olan Edirne Vakası doğrudan Karlofça’yla bağlantılı olmayıp, 1683’te başlayan felaketlerle ve sarsıntılarla dolu 20 yıllık bir sürecin sonucu olmuştur. Bu tarihten itibaren yavaş fakat radikal ıslahatların yapılmasına ortam hazırlanmıştır.

III. Ahmed döneminde izlenilen politikaların esasını Karlofça Antlaşması’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde yaptığı tesirlerle açıklamak mümkün olacaktır. Zira Karlofça, Osmanlı İmparatorluğu’nun sadece Hıristiyan Avrupa dünyasıyla olan ilişkilerinde bir dönüm noktası olmayıp, içerde iç duraklama ve bozukluklar devrinin ağırlaşması ve çöküş döneminin başlangıcı olarak görülür. Karlofça sonrasında imparatorluğun ayrılmaz parçaları olan geniş toprakların kaybedilmesi, Osmanlıların maneviyatını büyük ölçüde bozdu. Hatta bazıları devleti bu kötü durumdan kurtarma gayretlerinin bile imkansızlığına inanmaktaydı. Osmanlı devlet erkânı ve dönemin bazı aydınları, ilk kez Avrupalıların bu üstünlüğünün altında yatan sebepleri öğrenmek gerektiğini ve bunları yeni düzene uydurarak ıslahatlar yapılmasını, böylelikle değişimin yolunu açmanın gereğini belirtmeye başladılar. Nitekim önceleri ıslahatçılar, Avrupa devletlerinin askerî düzenleri ve silah teknolojilerinin benimsenmesiyle birlikte artık Batıdan tehlikeye karşı çıkılabileceğini düşünmekteydiler. Böylelikle gelenekçi ıslahat, yeni ile eskinin bir sentezi olarak ortaya çıktı. Ancak bunda istenilen başarı elde edilemediyse de bu hareket 19. yüzyıl başlarında II. Mahmud ile başlatılan modern ve radikal ıslahatların yolunu açması bakımından çok önemlidir.

Doç. Dr. Mehmet Alaaddin YALÇINKAYA

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.