Batı Dünyasının Büyük Günahları – Soykırımlar (Avustralya Kıtası)
Batının büyük günahlarını sadece ansiklopedik bilgiler ve birkaç kitaba dayanarak ve adeta özet olarak anlatmaya çalıştığımız bu yazı serisinin bu son bölümünde Aboricin olarak tanımlanan Avustralya yerlilerin başına gelenler en az Afrikalılar ve Amerikan yerlilerinin başına gelen felaketler kadar acıdır. Ayrıca Avrupa insan hakları mahkemesinin Türk-Ermeni soykırım iddialarıyla ilgili vereceği kararın arifesinde ders alınacak kadar ibret vericidir.
“Avustralya’nın ilk halkı olan Yerlilerin sayısı Batılı yayınlara göre hiçbir zaman çok olmamış, Avrupalıların gelmesinden önce (İngilizlerin ilk yerleşmesi 1788 yılında, Yüzbaşı Philips’in Port Jackson’a (Sydney) getirdiği suçlularla başladı) 200.000–400.000 kadar olduğu iddia edilmektedir. Ansiklopedilere bu rakamın neden konulduğunu okurların anlayışına bırakıyorum. Bu sayı daha sonra savaşlar ya da beyazların getirdiği hastalıklar sonucu, büyük ölçüde azalmıştır, ama son yirmi-otuz yıldır yerlilerin nüfusu yeniden artmaktadır. (1978’de 140.000). Avustralya Yerlileri’nin bir bölümü, kendilerine ayrılmış “rezerv”lerde avcılık-toplayıcılık yaparak gezgin bir yaşam sürer, bir bölümü Hıristiyan “misyon”ların yakınında ya da hayvancılık merkezlerinde çobanlık yapar, geri kalanlarsa, kentlerin banliyölerinde toplanarak yararlarına çıkarılmış bazı yasalarla toplumla kaynaşmakta güçlük çeken bir proletarya durumundadır.
Ülke nüfusunun aşağı yukarı tümü beyaz ırktan ve Avrupa kökenlidir. Yerleşmenin çekirdeğini, ülkeye sürgün gönderilip cezaları bitince geri dönmeyenlerle, özellikle 1851’deki “altına hücum” sırasında ve XIX yüzyıl sonunda gelen birçok göçmen oluşturmuş. 1801’de 5945 kişi olan Avrupa (Büyük Britanya) kökenli nüfus 1901’de 3.774.000’i bulmuştur”.
“Avustralya’nın nüfusu azdır, nüfus yoğunluğu km’ye 1 kişiyi zor geçer. Nüfusun hemen hemen hepsi beyaz ırktandır. Ancak 50.000 kadar yerli vardır, … bir kısmı ilkel avla ve devşirme ile yaşar, diğerleri ise çiftliklerde çobanlık yapar…. 1945’ten sonra önemli bir göç hareketli oldu. (on yılda 700.000 göçmen) Yeni Avustralya vatandaşlarının hepsi Avrupa menşelidir. (İngilizler, orta Avrupa’nın ‘yurt değiştirmiş’ kişileri, İtalyanlar) ‘Beyaz ırktan olmayanlar’ Avustralya’ya kabul edilmezler ve burada yalnız birkaç bin Asyalı yaşar.”[1]
“Avustralya’nın güneyindeki Tasmanya adasının halkı, dünyanın en ilkel halkını teşkil eder. Maalesef ilk insana yakın görünen bu zavallılar, seksen sene önce, (1870-1880’lere doğru) müstemleke siyasetinin kurbanı oldular. Bu gün onlardan hiçkimse kalmamıştır. Avustralya yerlileri de 50.000’e inmiştir”.[2]
“İkinci ziraat devrinde bütün arazi taksim edilmiş ve devletin, iktisadiyatını korumak için (bazı) kanunlar neşredilmiştir. Arazi bulamayanlardan bazı kimseler işçi olmuş ve kuvvetli işçi teşkilatı içinde birleşmişlerdir. İşçi çok pahalı olduğundan, bazı çiftlik sahipleri Çinli işçi getirmişlerdir. Böylece 1895 senesinde, Avustralya’da 42.000 Çin’li, ya tarlalarda, yahut madenlerde çalışıyordu. Ucuz rekabet, işçilerin hoşuna gitmemiş ve yerli işçilerin baskısı üzerine, 1886 senesinden itibaren, Çinlilerin gelmesi menedilmiştir. O zamanlardan beri Avustralya ‘Beyazların Müstemlekesi’ sayılmaktadır. Buraya ancak Pasifik Adaları’nın yerlileri kabul edilir (48.000 Polinezyalı işçi vardır.)”[3]
“1851 senesinde, Victoria ve Yeni Güney Gal’ında altın bulunmuş ve 1851 ile 1865 yılları arasında İngiltere’ye senede 2,5 milyon ons altın (1.200.000 kg kadar) gönderilmiştir.”[4]
“Yeni Zelanda’nın nüfus yoğunluğu 8,5’tur. Halkın büyük bir kısmı Avrupa asıllıdır. Adalarda ancak 165.000 Maori vardır. Bu yerliler XIX yüzyıl’da savaşlar, hastalıklar ve kabile hayatının teşkilatsızlığı yüzünden azalmıştı. 1896’da sayıları 42.000’e kadar düşmüştü, kısa süre sonra ortadan kalkacakları sanılıyordu. Ama yüzyılın başından beri nüfusları olağanüstü arttı.”[5]
(Burada bir hatıramı konu ile ilgili olması nedeni ile okuyucularımla paylaşmak istiyorum. 1971 yılında İngiltere Kara Kurmay Koleji’nde öğrenciliğim sırasında Uzak Doğu’yu İngiliz menfaatleri bakımından etüt görevi almıştık. Etüd’ün bir yerinde “Bu gün Asyalılar, Asya’ya bu kadar yakın, Avrupa’ya bu kadar uzak olduğu halde, neden Avustralya ve Yeni Zelanda’nın nüfusu’nun %99’u Avrupalı beyaz ve neden bunlarında %99’u Britanya kökenli? diye soruyorlar” diye bir ifadem üzerine görevli öğretmenlerle aramızda tartışma çıktı. Hocamız ısrarla “Asyalılar böyle düşünmezler, düşünemezler, bu sizin düşünceniz diye saldırgan bir tavır alınca, kendisine “eğer ben düşünüyorsam, hiç şüpheniz olmasın ki Asyalılar daha fazlasını düşünüyorlardır” cevabı ile konuyu kapadık ancak son sözü bölüm başkanımız söyledi. Çok efendice bir davranışla “Size teşekkür etmeliyiz, bize farklı bir bakış açısını hatırlattınız” diyerek tartışmayı olumlu bir sonuca bağladı. O zaman şunu farkettim, bütün elde edilen yerlere “medeniyet götürüyoruz” iddiasında olan Avrupalılar bazı gerçeklerin hatırlanmasından, bilinmesinden büyük rahatsızlık duyuyorlardı.)
“Hawai’nin yerli nüfusu 1778’de 300.000 iken 1946’da 11.000’e kadar inmiştir. Beyazlarla melezlerin sayısı ise bu gün 400.000 kadardır. 1778’de Cook ve arkadaşları tarafından keşfedilen adalar, 1825’e kadar hemen hemen eskisi gibi kalmıştır. Beyazlar tarafından getirilen hastalıklar, yerlilerin sayısını çok azaltmıştır.”[6]
Türkiye’ye uzak diyarlardaki bu ansiklopedik gezimizi noktalamadan önce birkaç hatırlatma yapmak istiyoruz.
Eski Dünya’da bütün ticaret ve iletişim imkânlarının Türklerin hakimiyetine girmesinden sonra kıyıda ve zor durumda kalmış olan Avrupa yeni ulaşım yolları ararken inanılmaz bir talih eseri yolları üzerine koca koca kıtalar çıkmıştır. Bu yeni imkânlardan en çok yararlananlar denizci olanlar olmuştur. Yayılma XIX. yüzyıla kadar yavaş, ondan sonra hızlı olmuştur.
Amerika, Afrika, Avustralya ve Adalarda yaşayan yerli halkın başına gelen olaylar, hemen hemen aynıdır. Başlangıçta milyonlar ve yüzbinlerle ifade edilen yerli sayısı, beyazların gelişi ile birlikte süratle azalmakta, bazen sıfıra inmekte, biraz şanslıları sıfıra yakın bir seviyede yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Yine Avrupalılar tarafından yazılan ansiklopediler, ölümleri çoğunlukla “savaşlara ve beyazlar tarafından getirilen hastalıklara!” bağlamaktadırlar. Dikkat edilirse Kuzey ve Güney Amerika’da en iyi bir tahminle 20-30 milyon’dan fazla insan bilinçli olarak yok edildiği halde, batılı dostlarımız “soykırım” sözcüğünü kullanmaktan ısrarla kaçınmaktadırlar.
Dikkatimizi çeken bir başka husus, ele geçirilen topraklarda yaşayan yerlilerin adeta zorla Hıristiyanlaştırılmasıdır. Bu konuda “Misyoner teşkilatı” nın çok başarı olduğunu yakından izledik. Bu zorla Hıristiyanlaştırma batı dünyasında bir hak olarak kabul ediliyordu. “Hıristiyan olmayanlar kâfirdir, gerekirse zorla onların ruhunu kurtarmak! İsa’nın çocukları arasına katmak caizdir” görüşü her yerde hakimdi. Galiba “soykırım” sözcüğü Hıristiyanların dış dünyaya uyguladığı sistematik yok etme hareketi olmuyor, Hıristiyan olmayanların (meselâ Müslümanların) uyguladıkları bir davranış olarak (1940 yılına kadar) kabul ediliyor gibi görünüyordu.
Batılıların her fırsatta öne sürdükleri “medeniyet götürmek” deyiminin de o bölgelerde yaşayan yerli ırklar için söylenmediğini farkediyoruz.. Çünkü Amerika’da olsun, Avustralya’da olsun yerlilerin kaderi değişmiyordu. 1500 veya 1600’lerde göçebe, avcı, ilkel yaşam tarzları 1900’lerde de aynen devam ediyordu. Değişiklik; altın, gümüş gibi madenlerle, bölgeye ait hammadde kaynaklarının talan edilmesi ve yerleşime geçen beyazların medeni imkânları kullanmasından ibaret kalıyordu.
Dikkatinize sunmak istediğimiz son konu, “ırkçılık ve ırk ayrılımcı”lığının boyutlarıdır. Hıristiyan-Beyazlar hangi ulustan olurlarsa olsunlar işgal ettikleri bölge halklarını, bağımsız kalmayı başarabilmiş Asyalıları (sarı, siyah ve kızılderili ırkları) daima küçük görme, ezme, hırpalama, dışlama eğiliminde görünmektedirler. (Tabii ki bu genel anlayıştan Türkler de kendilerini kurtaramayacaktır.) Emperyalist anlayış 1875’ten sonra büyük sıçrama yaptığı dönemde de Osmanlı İmparatorluğu en büyük hedeflerden biri olarak kabul edilecektir.
İşte üzerinde ısrarla durduğumuz misyonerlik böyle bir anlayış ve düşünce sisteminin ürünüdür. Avrupa’nın sömürgeleşme çabalarını Vambery şöyle sıralıyordu: “Önce kâşifler, sonra misyonerler, daha sonra tüccarlar ve nihayet bayrak!”[7] Misyonerlelerin ne kadar yararlı olduğunu Fransız Mareşali Lyautey, Fas’ta şöyle ifade etmiştir. “Bir beyaz rahip, bana bir bölüğün işinden fazlasını görmüştür.”[8] Hemen hemen bütün sömürgeler böyle ele geçirilmiştir ve hepsinde de baş rolde “misyoner teşkilatları”’nın elemanları vardır. Ancak Osmanlı topraklarındaki faaliyetlerini incelediğimizde bu teşkilâtın bölge insanlarına karşı sevabı’nın az ancak günahının çok olduğunu gördük.