Batı Dünyasının Büyük Günahları – Soykırımlar (Amerika Kıtası)
Bir evvelki yazımda sizlere Batılı muhtelif siyasi düşünürlerin Osmanlı toplum yaşamı konusundaki görüşlerini anlatmıştım. Bu görüşlerin çoğu olumsuz ve kanaatimce Türkler ve Müslüman Dünyasına şaşı bakan, ön yargılı görüşlerdi. Ancak Türkler aleyhinde bu kadar olumsuz görüşlerin oluştuğu dünyada Osmanlıda çok güzel ve çağına göre çok ileri davranışlarda vardı. Tabii ki bu konudaki görüşlere ilerideki yazılarımızda yer vereceğiz. Ancak Osmanlı Yaşamını anlayabilmek ve değerlendirebilmek için Dünyada ne oyunlar oynandığını da öğrenmek ve değerlendirme yaparken göz önünde bulundurmak mecburiyeti vardır.
Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 20 Kasım 1918’de eski İngiliz Başvekili Asquit: “Asırlardan beri ilk defa olarak en gerici bir kuvvetin, yani Türk Avrupa’sının yok oluşuna şahit oluyoruz. Büyük hasta, can çekişirken, pişmanlık göstermek için fırsatlar bulmuş, fakat bunlardan faydalanamamıştır. Milletler ailesinin kötü bir kuvvetinin son günlerini geçirdiğine şahit oluyoruz. Bu hastanın mezarının üzerine ne yazılırsa yazılsın ölümden sonra tekrar dirilmesi yolunda bir olay cereyan etmeyecektir.”[1] derken, yine bir İngiliz, General Allenby’de (1917’de) Kudüs’e girdiği zaman, “Haçlı Seferlerini tamamlıyorum”[2] sözleriyle gerçek duygularını dile getirmişti. 1. Cihan Harbi’nin ünlü İngiliz casusu Lawrence’ın görüşleri de bunlardan farklı değildi. İftira, kin ve nefretle doluydu.[3]
Bu acımasız sözlerin muhatabı Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler tam 900 yıldır bu topraklar ve çevresinde yaşıyorlardı. (1071–1918) Birlikte yaşadığı gayrimüslimler sosyal ve hatta siyasi yaşam olarak Türk ve Müslümanlardan daha iyi şartlar içinde bulunuyorlardı. Bu yaşam özellikle 19’uncu yy.dan itibaren tamamen Avrupalı güçlerin isteklerine uygun bir şekilde, hiçbir baskı altında kalmadan daha iyi şartlarda devam ediyordu. Temelde her toplum kendi bölgesinde kendi din, dil, örf ve geleneklerini koruyarak ve onlara uygun bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Osmanlı yönetimine nefretle bakan bu siyasilerin dünyanın yarısına yakın bir kesimde egemen olduklarını biliyoruz. Acaba onların yönetimi çok mu farklıydı? Çok mu insancıl, hoşgörülü ve demokratik haklar yönünden yönetilenlere büyük imkânlar tanıyan bir yönetim miydi? Zannederiz ki bu konu üzerinde biraz durmakta yarar var. Belki de böylece okurlarımıza mükemmel bir yönetimin nasıl olması gerektiği konusunda ilginç örnekler sunma imkânını bulabiliriz.
Osmanlı Sultanı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedip Balkanlara ve Batı Anadolu üzerinde büyük bir imparatorluk kurduğu, Müslümanların yanında büyük sayıda Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinlere mensup halkları yönettiği bilinen bir husustur. Bu arada 10.000’lerce Ermeni’yi İstanbul’a göç ettirip, İstanbul’da bir Ermeni patrikhanesi kurmuş ve yönetilenlere daha 1463 yılında büyük bir Dinsel özgürlük vermiştir. Bu tarihten 40 yıl kadar sonra, Emevileri yenerek İspanya’ya hâkim olan İspanyolların Engizisyon mahkemesi vasıtasıyla bütün Müslümanları yok ettiği ve daha sonra Katolikler dışındaki diğer mezhep ve Yahudilere tam bir soykırım uyguladığını hatırlıyoruz. Bu kıyımlar öyle büyük seviyelere ulaştı ki sonunda dayanamayan Osmanlı Sultanı, 2. Beyazıt; bu soykırımı önlemek için özel gemiler gönderip, özel izinler alarak yüz binlerce masum insanı, Engizisyon’un elinden kurtarmış, kendi ülkesinde ve kendi kuralları çerçevesinde özgürce yaşamaları ve ibadet etmelerine izin vermiştir. Bu olayların geçtiği 1490’lardan 15-20 yıl kadar sonra, Avrupa ülkeleri yeni bulunan bir kıtadan, nasıl yararlanacakları arayışı içinde bulunuyorlardı. Şimdi bu konudaki gelişmeleri pek derin incelemeye gerek duymadan, ansiklopedik bilgiler çerçevesinde izlemeye çalışıyoruz.
“Amerika’nın fethi sırasında yapılan kıyımdan Meksika’daki Çiçimekalar ya da Şili’deki Araukanlar gibi, her türlü asimilasyona karşı çıkan kabilelerin yok edilmesinden sonra, maden ocaklarındaki zorunlu çalışmadan kaynaklanan ölümler, mikrobik hastalıklar, korkunç salgınlara yol açar. Meksika yerlilerinin sayısının 1519’da on milyon kadar olduğu sanılmaktadır. 1650’de burada yalnızca bir buçuk milyon yerli kalmıştır. Bütün Güney Amerika için nüfus azalmasının (aynı süre içinde) yirmi milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Antil Adaları’nda yerliler hemen hemen tamamen yok olmuşlardır. Hıristiyanlaştırma çabası sömürgeleştirmeye eşlik eder; daha 1528 yılında 28 piskoposluk kurulmuştur… Bazı kabileler Hıristiyanlaştırılmaktan kurtulmak için ormanlara ve dağlara sığınır”.[4]
“Cortes Küba’nın fethinden sonra, Santiago dolaylarındaki toprakları ele geçirerek burada yönetici olur. Ama bu görevden çabuk sıkılır. Masalsı toprakların fethine çıkmayı daha uygun bulur. Cortes 500 İspanyol askeri (32’si okçu, 16’sı tüfekçi) Avrupa’dan getirilmiş 16 at ve 10 top elde eder ve ileri harekâtı başlatır.
Meksika’ya ulaşınca 1519 Ağustosunda iç kesimlere doğru ilerlemeye karar verir. Küçük ordu, Totorak (yerli) savaşçıları eşliğinde, yüzlerce taşıyıcının da yardımıyla ve 400 piyade, 15 süvari ve 7 topla, yola çıkar. Bağımsızlığını korumuş olmakla beraber, Aztek’lerin etkisinde olan Tlaxcala yerlilerinin topraklarına gelince 50.000 kişilik bir orduyla savaşmak gerekir. Tlaxcaltek’ler bir avuç asker karşısında bozguna uğrayınca; doğaüstü hayvanlara binip, yıldırım taşıyan, dolayısıyla da yenilmeleri olanaksız olan Tanrılar karşısında bulunduklarına inanırlar. Azteklerle hesaplaşmak üzere onlar da İspanyollara katılırlar… Cortez Mexica’nın fethini böylece 400 küsur askerle ve yerlilerin yardımı ile tamamlar”.[5]
“Kıyıdaki şekerkamışı tarımı işletmeleri çok erken bir dönemde sömürgeleştirmeye temel olmuşlardır ve Brezilya’nın başarısını sağlamışlardır. İlk zenciler 1530’da buraya getirildiler. 1585’te 57.000 sömürgeci ve 14,000 köle vardı”.[6]
Sömürgeleştirmenin ilk anlarında yerlilerin sahip olduğu altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin elde edilmesi ve Hıristiyanlaştırma önem kazanmıştır.
“1503’te kurulan ve Amerika’yla İspanya arasında deniz ve ticaret ilişkilerini denetleyen, Sevilla Casa de la Contratacion (Ticaret Odası)’nın arşivlerine göre; 1503’ten 1660’a kadar (Amerika’dan-Avrupa’ya) 181 ton altın ihraç edilir. Bunun yanında gizli kaçakçılık da göz önüne alınırsa gerçekte 300 tona yakın altın çıkarıldığı kabul edilebilir. Çıkarılan gümüş de 16.000 tonun üzerindedir.”[7]
“Vakanüvislerin adil birisi diye tanımladıkları Bartholome de las Casas’ın (Kızılderililere karşı yapılan haksızlıklar karşısında) sesi yükselmeye başlar. Kristof Kolomb’un yakın arkadaşı olan babası ona Saint-Dommique’de geniş topraklar bırakmıştı. Tanrının bu lütfundan sonra çok etkilenen Las Casas, piskopos olduğu şehirde kölelerini serbest bırakmıştır. Kızılderililerin maruz kaldığı İspanyol canavarlarının kana susamış davranışlarından üzüntü duyan, bu pişman olmuş İspanyol serüvencisi, araştırmalar yapmış ve çarpıcı bir eser bırakmıştır. Avrupa’da çok büyük yankılar uyandırmış olan bu eser, “Historie des İndes” (Kızılderililerin Tarihi) birçok dile çevrilip yorumlanmıştır”.[8]
Dindar piskoposun anlattığına göre, Küba adasında üç ay içinde yedi bin çocuk, gıdasızlıktan ölmüşlerdi. Belli bir yaşama alışmış, hayatlarını kurmuş olan ilkel topluluklar, açgözlü sömürgecilerle karşılaşınca savaşmışlar ve doğal olarak yenilmişlerdi. “İspanyollar, Kızılderililerin kadınlarını ve çocuklarını alıp onların emeğiyle elde ettikleri etlerle beslenmekteydiler. Bu insanlar yiyeceklerini büyük zorluklarla elde ettiklerinden, azla yetinmeye alışmışlardı. Fakat Hıristiyan İspanyollar bu küçük porsiyonlardan memnun değillerdi ve otuz kişi için bir ayda hazırlanmış yiyeceği bir saatte bitirmekteydiler. Şunu belirtmek gerekmektedir: Bir savaşın sonunda bütün erkekler öldürülürse ve kadınlar ve çocuklardan başka kimse kalmazsa ne yapılır? Kalan zavallı halkı İspanyollar arasında paylaştırıp, altın çıkartmak üzere madenlere göndermekten başka çare yoktur… Yiyecek olarak otlardan başka hiçbir şey vermedikleri için kadınlar çok zayıf düşüyor, çocuklarda kısa sürede ölüyorlardı. Kalan erkeklerde madenlerde açlıktan ölüyor, dolayısıyla ada kısa sürede yaşanmaz hale geliyordu.”[9]
Amerika’nın keşfinin ilk yüzyılı içinde bölgedeki yerli halk böyle kırılırken, gelişen çiftlikler ve üretim sahaları nedeni ile ihtiyaç duyulan “iş gücü” için gözler yine savunmasız kıtaya, Afrika’ya çevrilir. Afrikalıların Amerikan tarihi içinde öne çıktığı bu dönemden, günümüze kadar karşılaştığı güçlükler dev boyutlardadır. Avrupalıların bu güçlükleri nasıl yenmeyi başardıklarını bir sonraki yazımızda sunmaya çalışacağız.