Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Yenileşme Döneminde Osmanlı Toplumu

0 9.312

Ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar ya da problemler karşısında bir toplumun yenilenmeye yönelmesi, o toplumun dinamikliğini gösterir. Bu anlamda, bir ülkede problemlerin ortaya çıkması önemli değildir, asıl önemli olan o ülkenin ortaya çıkan meseleleri çözebilme gücünün ve iradesinin olup olmadığıdır. Çünkü insan ve toplum hayatı sürekli değişimden ibarettir. Fark edilsin ya da edilmesin gündelik hayat bir dizi değişmeleri ihtiva etmektedir. Güçlü toplumlar yenilenme zaruretini devamlı göz önünde tutabilen, çözümler üreten, hatta problemlerin ortaya çıkmasından önce onu öngörüp avantaja dönüştürenlerdir. Osmanlı tarihine de bu çerçevede baktığımızda sürekli problemler, çözüm yolları, değişim ve ıslah çabalarının hakim olduğu söylenebilir. Sınırların genişlemesi, Yeniçeri Ocağı’nın kurulması, devşirme sistemi, kanunnameler çıkarılması, isyanlar ve çözüm gayretleri hep değişimi zorlayan unsurları ve onlara verilen cevapları kapsamaktadır. Önceleri değişim zaruretini dikkate alarak hareket eden Osmanlı Devleti gelişti ve güçlendi. Ancak zamanla bu dinamizm kaybedildi ve problemler biriktikçe yapılması gerekenlerin daha köklü ve topyekün olması zorunluluğu ortaya çıktı.

Avrupa’da önce Reform ve Rönesans hareketleri, arkasından Sanayi İnkılâbı ve Fransız İhtilâli yaşanırken, Osmanlıların karşılaştıkları bir dizi problemlere karşı koymaya çalıştıklarını gözlemlemekteyiz. Daha XVII. yüzyılın başlarından itibaren, meselâ bir askerî yenilgiden hemen sonra, problemlerin sebepleri araştırılmış ve çözüm yolları bulunmaya çalışılmıştır. Yani ortaya çıkan olumsuzluklara karşı kayıtsız kalınmamış, çareler aranmıştır. Bulunan çareler belki uzun vadede olumlu sonuçlar doğuramadı, fakat kısa zaman dilimlerinde de olsa gelişmelerin insanları umutlandırdığı muhakkaktır.

IV. Murad’ın uygulamaları, Köprülü ailesinin yaptıkları bu bakımdan önemli sayılabilecek teşebbüslerdi. Yalnız bu dönemde yapılan ıslahatların dünyadaki değişmelerin idrâkine varılarak gerçekleştirildiğini söylemek güçtür. Ortaya çıkan sıkıntıların, Kanuni Dönemi’nden uzaklaşmanın bir sonucu olduğu düşünüldüğünden hep o döneme dönüş arzulanmıştır. Halbuki problem sadece Türk toplumunun kendi iç meselelerinden kaynaklanıyor değildi. Bütünüyle toplum Kanuni Devri modeline göre yönetilse dahi, karşı konulması gereken değişimleri oluşturan yabancı unsurlar, o devrin aynısı değildi. Bir başka deyişle ne Rusya ile Avusturya, ne de Fransa, Kanuni Dönemi’ne benzer özellikler gösteriyordu. Devletin konumu, fizikî büyüklüğü dolayısıyla kapalı bir toplum değildi ve olamazdı da. Dolayısıyla bu dış unsurlardaki değişmeler, Osmanlı Devleti’nin kontrol edebileceği hususları ihtiva etmediği gibi bunlardan etkilenmemesi de imkânsızdı. Devletin ve toplumun yapabileceği şey, değişim zaruretini önceden görüp bunun gereğini yapmak idi.

Osmanlı aydınlarından bazılarının bu noktada müspet görüşler sergilediklerini görüyoruz. Meselâ XVII. yüzyılın ortalarında sadrazama sunulduğu anlaşılan Kitâbu Mesâlih-i Müslimîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn adlı eserin yazarı; eski usuller yerine günün şartlarına uygun yeni düzenlemeler yapılması icap ettiğini ifade ile “şimdiki zaman halkına eski âdet fayda etmez” demekteydi.1 Aynı şekilde Koçi Bey de Risâle’sinde tımar düzeninin bozulduğunu anlattıktan sonra, “Fakat tımar erbabı eski derecesini bulamaz” diyerek eskiye dönüşün söz konusu olamayacağına vurgu yapmaktaydı.2 Yine Mustafa Âli, Kâtip Çelebi gibi şahsiyetlerin az-çok benzer görüşleri hükümet yetkililerine aktardıklarına şahit olmaktayız. Hatta bunlar, değişen şartlara göre yenilenmenin olması bir tarafa mevcudun dahi muhafaza edilemediğini, çağa ayak uydurabilmek için Kanuni Devri’nden daha ileride olmak gerektiğini; halbuki yönetim, bilimsel-teknolojik gelişmeler ve eğitim bakımından eskiden de kötü durumda bulunulduğunu her vesile ile dile getirmekteydiler. Ortaya çıkan problemleri araştırıp çözüm yolları teklif edecek olan ulemanın durumu ise vahimdir. Onlardan “nicesi fakirlikten kitabların satub kara cahil” ve rüşvete muhtaç olmak durumuna gelmişlerdi.3 Bürokratların da onlardan geri kalır yanı yoktu. Saray gelenekleri içerisinde teorik eğitimi mükemmel almış olsalar dahi pratikten yoksun büyüyen bazı iyi niyetli padişahların, “çağın şartlarına uymak uğruna” fikirlerine başvurdukları ilmiye ve kalemiye mensuplarının söyledikleri; çoğu zaman derinlemesine inceleme yapılmayan, küllerin altındaki gerçek ateşi göremeyen düşünce mahsulleri idi. Bundan ötürü yapılan onca ıslahat hareketi toplumu esaslı bir yenilenmeye sevk edemedi.

Öte yandan Osmanlı toplumunda devletten bağımsız bir aydın kesim yoktu. En fazla devletten bağımsız olabilenler maaşlarını vakıflardan alan ulema ile taşradaki eşrâf-ayân kesimi idi. Bunlardan birincisi göreve atanmak için devletin tasdikine, ikincisi ise güçlenmek, itibar kazanmak için devletin desteğine muhtaçtı. Hemen bütün ayânların “hassa silahşoru, dergâh-ı âli veya rikâb-ı hümayun kapucubaşılığı” unvanı almayı meziyet sayması boşuna değildi. Sonuçta bütün ıslahatlar, ister ulema veya kalemiye, ister seyfiye kökenli olsun devlet adamlarının yeteneklerine, cesaretlerine ve kavrayışlarına muhtaçtı. Halk bu yeniliklerde sadece yan roller oynayabilmekteydi. Hatta yenileşmenin bir hayli gözle görülür şekilde savunulmaya başladığı dönemin, devletten bağımsız gibi görünen gazeteci aydınları da, yine bu kesimlerden birine mensup idiler. Dolayısıyla reformcular devletten bağımsız olmadıkları gibi, çeşitli konulardaki çözüm önerileri de, öncelikle devletin yerleşmiş geleneklerine paralel, onu destekleyici ve iyileştirici nitelikleri ihtiva etmekteydi.

Resmî kurumlarda nispeten biraz kapsamlı yapılmaya çalışılan değişmeler de oldukça yavaş cereyan etti. Zira kalıplaşmış, mensuplarına menfaat temin eden kurumları ve değer yargılarını değiştirmek müşkülâtlı idi.4 Nizam-ı Cedid’den çeyrek asır sonra Yeniçeri Ocağı kaldırılabildi, üç çeyrek yüzyıl sonra ise Kanun-i Esasî ilan edildi. Ancak devletin dış dünyanın gelişmelerine karşı koyabilmek için, bu derece zaman yitirmesi problemleri kangren haline dönüştürdü. Artık küçük rötuşler yetmeyecekti, bazı organları kesip atmak gerekmekteydi.

Osmanlı toplumunun bu durumu genel sosyolojik kurallara aykırı değildir. Gerçekten de toplumlar, çoğu zaman ortaya çıkan şartlara göre değer yargılarında değişime gideceğine, o yargılara sarsılmaz bağlılık ve katılık gösterirler. Hatta değişmek yerine içe kapanma, taassup daha çok tercih edilir hale gelir. Bu durum kişilerin değişmez kurallara uyarak yaşamayı tercih ettiğini gösterir. Buna karşılık bireyler tekdüze hayata alışsalar da, değişime direnebilen toplum yoktur. Zaman değişime direnenleri yola getirir, dokunulmaz denilen kurum ve kurallar sarsılır, kişilerin iç dünyalarında çatışmalar, çelişkiler, arayışlar başlar. Neticede ya kişilerin bizzat kendileri yeni kurallar getirir ya da başka toplumlardan yeni kültür unsurları alırlar.5 Değişimin kaçınılmaz olduğu durumlarda toplumsal yapıyı küçük müdahalelerle “eskisi gibi” yapmaya yönelik çabalar, kısa vadede bazı olumlu gibi gözüken sonuçlar sağlasa da, uzun vadede umulanın aksine sonuçlar doğurur ki, bu, çağa ayak uyduramamaktır, geri kalmaktır.

Osmanlı Devleti’nde XVIII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki ıslahatlar tam da bu tanıma uymaktadır. Kuruluş ve Yükseliş Dönemi’nde yeniliğe daha açık olan Osmanlı toplumu, değişime ayak uyduramadıkça, yenildikçe daha fazla mutaassıplaşmıştır. Üstelik çoğu zaman dirençle karşılanan yenilikler bile çok köklü hedefler ve değişmeler içermemekteydi. Eskileri bırakalım, III. Selim’den itibaren yenilikçi olarak ortaya çıkan padişahların da hiç birinin düzeni değiştirmek gibi bir amacı yoktu. Tersine, asıl amaç mevcut geleneği güçlendirmek idi. Gerçekten de Nizam-ı Cedid hareketi aksayan kurumlar üzerinde bazı rötuşleri öngörmekteydi. Bunların başında ordu ve maliye gelmekteydi. Özellikle Yeniçeri Ocağı, düzeltilmesi düşünülen ilk kurumdu. Fakat bunun açıktan yapılmasına eski tecrübeler sebebiyle cesaret olunamamıştı. Bütün Osmanlı ordusu içerisinde sayısal bakımdan yeniçerilerin çok büyük oran teşkil etmediği düşünüldüğünde, bu kadar dar kapsamlı bir reformun bütün toplumu derinden etkilemesi beklenemezdi. Bu yüzden Nizam-ı Cedidee yönelik isyanı halk desteklemediği gibi, ilk aşamada asiler de, kapsamlı bir toplumsal direnişle karşılaşmadı. Zaten genelde yenileşme hareketlerinin en zayıf noktasını bu durum oluşturmaktaydı: Halka mal olamamak.

Bütün bunlardan dolayı Tanzimat Fermanı’nda, son yüz elli yıldaki yöneticiler şeriata ve kanuna aykırı icraat yaptıkları gerekçesiyle eleştirilmişlerdi. Yani mevcut düzenin esasları iyi uygulanmadığı için devletin ve toplumun bir çok problem ile karşı karşıya olduğu vurgulanmıştır. Bu demektir ki uygulamanın iyi yapılması meseleleri çözecektir. Devlete düşen de bu adaletli uygulamayı gerçekleştirmektir. Dikkatle okunduğunda fermanda yer alan ilkeler, “tebaanın musavatı” prensibini bir tarafa bırakacak olursak, mevcut düzende iyileştirmeye yönelik tedbirleri içermektedir. Tıpkı benzerleri daha önce defalarca yazılmış olan “adaletnameler” gibi. Fakat kağıt üzerindeki bu durum Tanzimat’ın dönüm noktası olma özelliğini değiştirmez. Zira daha önceki teşebbüslerin aksine, fermanı takip eden yıllarda toplum hayatı; çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle, adım adım eskiden farklılaşmaya, başlangıçta hiç de hedeflenmeyen bir yola girdi.

Doç. Dr. Abdullah SAYDAM

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi / Türkiye

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.