72 Kazak Ailesinin Bitmeyen Çilesi
İstanbul’da Zeytinburnu’nda oturan Doğu Türkistanlı Kazaklardan 72 aile, ümitle ümitsizlik arasında bocalayarak devletten gelecek yardımı bekliyorlar. Bunlar 10-12 yıl önce, Doğu Türkistan’da Çinlilere karşı ayaklanarak, yıllarca vuruşan, sonra orantısızlık yüzünden göçe karar vererek vuruşa vuruşa Tibet üzerinden Hindistan’a geçen Türklerdir. Bunlar, hani şu destan kahramanına benzeyen Osman Batur’un uruktaşlarıdır. On bin kişiyle yola çıkıp Hindistan’a iki bin kişi varan gazilerdir.
Onlar, zifiri karanlıkta gönüllerine bir ışık gibi parlayan Türkiye’ye varmak için o korkunç sıkıntılara katlanmışlardır. Aralarında bütün aile fertlerini kaybedenler vardır. Bazı aileler bütün fertleriyle yollarda, Tibet yaylasında, Himalaya geçitlerinde kalmışlardır.
Türkiye bunlara bağrını açtı. Onlar ırkdaşlarımızdı. Kayseri, Adana ve Salihli’de onlara toprak verdi. Yerleştiler. Çalışkan ve tokgözlü oldukları için geçimlerini sağlayıp Türkiyeli oldular. Bir kısmı askerliğini Türkiye ordusunda yaptı. Küçükleri okula başladı. Burasıyla kaynaştılar.
Yalnız Kayseri’ye yerleştirilenlerden 72 ailenin bir türlü iki yakası bir araya gelmedi. Topraklarının verimiyle bir türlü geçinemiyorlar, aşırı yoksulluk çekiyorlardı. Doğu Türkistan’ın kuzeyinde, Altaylar bölgesinde hayvancılıkla geçinmeye alışmışlardı. Ekinciliğe yabancı idiler. Kendilerine verilen toprakla geçinemeyişlerini bu acemiliğe veriyor, alışmaya uğraşıyorlardı. Acemilik yedi yıl sürünce suçun kendilerinde olmadığını anladılar: toprak verimsizdi. Hükümete başvurdular.
Hükümet tarafından iki defa yollanan bilirkişiler bu 72 aileye verilen toprağın çorak olduğu hakkında rapor hazırladı. Bunun üzerine 72 aile hükümetin izniyle çorak topraklarını hükümete bırakarak ve yeniden toprak almak hakları mahfuz kalarak İstanbul’da Zeytinburnu gecekondularına yerleşti. 96 erkek 84 kadın, 70 erkek çocuk ve 65 kız çocuk olmak üzere 315 kişiden mürekkep olan bu 72 aile kendilerine yeniden toprak verilinceye kadar geçimlerini sağlamak üzere türlü işlere giriştiler. Kimi, börk, kimi kemer yaparak satıyor, plâstikten öteberi hazırlıyorlardı. İçlerinde kımız yapanda vardı. Sermayeleri olsa bu küçük işlerini büyütecekler, ailelerini iyice geçindirebileceklerdir. Fakat, ancak günlük sermaye ile günlük geçimlerini sağlıyorlar, büyük bir yoksulluk içinde yaşıyorlardı.
Ben bunların nasıl bir sıkıntı içinde yaşadıklarını biliyorum sanırdım. Geçen yıl içlerinden kımız yaparak geçinen birisinin gecekondusuna gidince faciayı biliyorum sanmakla ne kadar aldandığımı anladım. Berbat gecekondunun iki küçük odasında erkek ve kadınla, yedi çocukları barınıyordu. 200 lira kira vererek oturdukları bu kulübenin konuk edildiğimiz odasında bir karyoladan başka hiçbir eşya yoktu. Yerde oturuyorduk. 16 ile 1 yaş arasında yedi çocuğun giyim kuşamları perişan, ailenin hayatı bir dramdı. Bekliyorlardı…
İki şey bekliyorlardı: verimli toprak ve o toprak verilinceye kadar Kızılay’dan aş…
Açları doyuran, yoksulları giydiren Kızılay’dan yardım beklemek hakları idi. O Kızılay ki Yunanlılara bile yardım etmişti… dilekçe ile başvurdular. Aralarından seçtikleri murahhasları son altı ayda dört defa Ankara’ya göndererek hem Kızılay yardımı, hem de devletin toprak vermesi için resmi makamlara başvurdular.
Bu başvurmaları bende kendi çapımda destekledim. Faruk Sükan, Fethi Tevetoğlu ve Mehmet Özgüneş’e mektuplar yazarak Kazakların kanuni haklarının biran önce sağlanması için yardım etmelerini rica ettim. Eksik olmasınlar hepsi Kazaklarla meşgul oldular. Onları gerekli yerlere ya gönderdiler, yada bizzat götürdüler; yapılması gerekeni yaptılar ve işlerinin olacağını vaat ederek Kazakların gönlünü aldılar. Kazaklar ne kadar sevinçliydiler!…
Fakat sevinçleri boşuna idi. Ne tarlalar verildi, nede Kızılay’ın aşı. Faruk Sükan’ın Sağlık Bakanlığı zamanında İstanbul Kızılay merkezine aş için verdiği emir bile uygulanamadı.
Bu ne biçim devlet, ne biçim hükümet ? Bakan emrini tatbik ettiremezse, söz vermeler, adaklar birer boş laftan ibaret kalırsa ortada bir devlet vardır denilebilir mi ? Zaten son otuz yılın hayatında parlak sözlerden başka ne var ki ? Herkes söylüyor, ama işe gelince: Sıfır.
72 Kazak ailesi hükümetin sözüne inanarak çorak topraklarını yine hükümete bırakıp İstanbul’a geldi. Bunlar dört yıldır kendilerine verilecek toprağı bekliyor. Dört yıl az zaman mı ? Bir iki yılda koca bir anayasa hazırlanıyor da 72 aileye verilecek yedi sekiz bin dönümlük toprağın formalitesi mi bulunamıyor?
Bu artık formalite falan değil, düpedüz ilgisizliktir. Kendileri kaloriferli lüks dairelerde oturup her yere arabayla giden ve haftalık dört beş saatlik toplantı karşılığında yedi sekiz bin lira aylık alan siyasiler gecekondudaki sefâleti elbette kavrayamaz. Çünkü senin “sefâlet var” diye feryadına resmi ağızla “Türkiye’de sefâlet yoktur” diye karşılık verilince bütün meseleler kökünden çözülüverir.
Koyun, sığır ve at yetiştirmekte çok usta olan bu kazakları doğu illerinin hayvan beslemeye elverişli bir bölgesine yerleştirip, hayvan üretmelerine yardım edilse Türkiye az şey mi kazanır? Kımız gibi, besleyici ve diriltici özelliği hekimler tarafından da kabul olunan eski millî içkinin yeniden ortaya atılması fena mı olur?
Biz iyi olur diyoruz ama yüksek siyasîlerin fikri nedir, bilinmez. Çünkü siyaset ince iştir. Bizim aklımız ermez.
ÖTÜKEN, 25 Haziran 1966, Sayı: 30