16. Asır Şairlerinden Edirneli Nazmı
Türkiye’de Osmanlı sülalesi hâkim olduktan sonra(1) acem taklidi divan edebiyatının kuvvetle yayılarak milli dil ve kültürümüzü şiddetle tehdit etmesi üzerine on beşinci asrın sonlarında Türkiye’de bir dilde milliyetperverlik cereyanı baş gösterdi. Aruz vezniyle olmakla beraber, yalnız Türkçe sözler ve hatta Türkçe teşbihlerle şiir yazmak cereyanı olan bu Türkçülüğe türkt-i basil (saf Türkçe) cereyanı denir. Bu cereyanın mümessilleri asıl halk şairlerinden değil, divan edebiyatı müntesipleri arasında yetiştiği için şiirlerini milli vezinle değil, aruzla yazmışlardır. Bugünkü malumata göre bu cereyanın ilk mümessili on beşinci asrın sonunda Aydınlı Visâli’dir. Faka Visâli’nin şiirlerinden hiçbirisi bize kadar gelmemiştir. Belki günün birinde bu şiirler kütüphanelerin birindeki unutulmuş bir kitabın arasından çıkacaktır. Türki—i basit cereyanı on altıncı asırda iki mümessil yetiştirdi: Tatavlalı Mahremi ve Edirneli Nazmî. Bunlardan Mahremi’nin bize yalnız şu beyti kalmıştır:
Gördüm segirdir ol ala gözlü geyik gibi
Düşdüm saçı duzağına bön uğeyik gibi.
Edirneli Nazmî’nin ise saf Türkçe ile yazdığı bütün şiirler bize kadar kalmıştır ki 1928 de Türkiyat Enstitüsü tarafından ve Fuad Beyin bir mükaddemesiyle birlikte neşrolunmuştur.
Edirneli Nazmî’nin asıl adı Mehmet’tir. On beşinci asrın sonunda doğmuş (2) Yavuzun İran ve Mısır seferinde bulunmuştur. Nazmî sipahi idi. Nazmî’nin ölüm tarihi kat’i olarak bilinmiyorsa da 1553 ten sonra olduğu muhakkaktır.
Nazmî’nin Mecma’un-Nezâ’ir adlı bir eseri vardır ki edebiyat tarihimiz için fevkalade mühimdir. Bu eserin biri Viyana’da, biri Manisa’da Çeşnegir Kütüphanesinde 16 numarada biri de İstanbul’da Nuruosmaniye Kütüphanesinde üç yazması malumdur. Nuruosmaniye nüshasında şiirleri bulunan 243 şairin isimleri, Edebiyat Fakültesinde sınıf arkadaşım olan Ziya tarafından elifbe sırasıyla tertip edilmiş ve bu fihrist Köprülüzade tarafından neşrolunmuştur (ilk mübeşşirler, 63)
Edirneli Nazmî’nin saf Türkçe ile yazdığı şiirleri ihtiva eden divan-ı türk-i-i basit 80 sayfalık bir eserdir. 285 tane şiirden mürekkeptir. Ayrıca 56 da beyit vardır.
* * *
Divân-ı türki-i basit’in tarih ve medeniyet bakımından ehemmiyeti
Şair Nazmî üçüncü derecede bir şair Olduğu için şiir bakımından büyük ehemmiyeti yoktur. Buna mukabil kültür tarihimiz için çok mühimdir.
Divân-ı türki-i basit’ın 13. sayfasındaki 29 numaralı gazel şudur:
geldiğince qutluluğla her uruc
her müselman şen olub dutar uruc
olki gerçekden müselman olmaya
te(ng)ri saqlasun o her gün yer uruc
datlu yemek yemek olur iş haman
özge bayramdur bu qardaşlar uruc
urulur zencire albızlar qamu
qutluluğla her qaçan erer uruc
Nazmî her gerçek müselman olanı(ng)
gecesin şenlikler qadr eyler uruc.
Bu gazelin yedinci satırındaki albız kelimesi bilhassa mühimdir. Bu kelime bugün Türkiye Türklerince kullanılmıyor. Bütün Türkler arasında da yalnız Altay Türklerinde almıs şeklinde kullanılan bu kelime Verbetskiy lügatinde (s. 18) fena ruhlardan biri olarak gösteriliyor. Anadolu halk itikatlarındaki albastı ve alkarısı ile herhalde bu asıldan olan ve hiyle manasına gelen al kökünden gelen albız’ın 16. asırda Anadolu’da bulunması Türklerin kültür birliğini ne dereceye kadar sakladıklarını gösterdiği için mühimdir. Aldamak, aldatmak, aldanmak mastarları da herhalde aynı asıldan olacaktır.
Altayın Şamani Türklerinde almıs şeklinde ve bir kötü ruh manasında kullanılan albız Müslüman Türkiye Türklerinde doğrudan doğruya şeytan yerinde kullanılmıştır. Hiç bir Türkçe lügatte buna tesadüf etmedimse de albız’ın şeytan manasında kullanıldığı şu suretle ispat olunabilir:
Meşhur hadis âlimi Buhâri’nin eserinde şöyle bir hadis vardır:
“Ramazan girince göğün kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur demektir.” Nazmî’nin gazelindeki:
urulur zencire albızlar qamu
qutluluğla her qaçan erer uruc
beyti ise bu hadisin Türkçeye eksik bir tercümesinden başka bir şey değildir. Bu, şamanizmden İslamiyete ne kadar çok şeyler geçtiğini hatıra getirir. Bu suretle ölüye lokma dökmek, ağaca şerbet içirmek, tutulan aya teneke çalmak, eşiğe basmamak gibi islâmi bir şekilde hâlâ yaşayan milli Türk dininin İslamiyeti de nasıl millileştirdiği tetkike muhtaç büyük bir mevzu olarak önümüze çıkar.
Nazmî’nin felsefesi ve fikirleri
Nazmî’nin hayat ve dünya hakkındaki felsefesi ve fikirleri gayet basittir. Onun 80 sayfalık divanındaki fikir ve felsefesini şu cümlelerle hulâsa edebiliriz:
“Dünya yalancı, hilekâr, bin erden artakalmış bir kadındır. Onun için dünyayı sevme, ölümü an. Zaten hakiki erler bu dünyaya gönül vermediler. Dünyaya gönül verenlerin gönlü kaygı ile dolar ki yabancı bir askerin bir ülkeyi istilâsına benzer. Dünyaya gönül vermek erin kadına uyması gibidir. Hakiki er, güzellikte peri bile olsa, kadının sözüne kulak asmaz. Asarsa gerçek er değildir. Gerçek er sözünde durmalıdır. Sözünde durmayan er kadından daha fenadır. Eğer Tanrıdan iyilik istersen de, kötülük görsen bile, iyilik et”.
Nazmî’nin aşk hakkındaki fikirlerine gelince bu kendi zamanının bütün telakkilerine uygundur.
gö(ng)ül geçmez güzeller sevgüsünden
olunca t belürsüz adı sanı
diye Nazmî hakikaten ihtiyarladığı halde bile sevmekten vazgeçememiştir.
Nazmî’nin fikirleri arasında en dikkate değer olanları ise bey, paşa ve ağa bilmeyenlerin bahtiyarlığından bahsetmesi (Divân-ı türki-i basit, s. 7, satır 19) ve bilhassa Kanuni Sultan Süleyman gibi bir padişah devrinde:
ussun var ise Nazmî qo xünk.r qulluğun
öz başı(ng)a beğ ol, özü(ng) bil, ağalığ et
demesidir ki daha sonraki devirlerde bile böyle bir şey söylemenin imkânsızlığını düşününce Nazmî’nin bu fikir hürriyetini göstermek için pek büyük bir cüret olduğunu teslim etmek veya müstebit hükümdarlar diye bildiğimiz padişahların müsamahakâr insanlar olduğunu kabul etmek icap eder.
Nazmî’nin sanatı, sanatının unsurları, sanat oyunları ve teşpihleri
Nazmî, türkî-i basitle yazmış olmakla beraber sanatını teşkil eden unsurların en büyük kısmı klâsik acem unsurudur. Çünkü bir kere Nazmî şiirlerini tamamen aruzla yazmıştır (3) Teşpihlerinin çoğu ve düşünüş-duyuş bakımından da klasiktir. Ancak buna karşılık dilin sadeliği, bazı kafiyelerde klasik şiirlerde görülmeyen halk şiiri tarzı ve bazı teşbihleri de tamamen millidir. Nazmî’nin teşpihleri şunlardır:
Kendü işinde o kim usa(ng) olub ola oya
Bize göz iti baqduğı içün engeli(ng) ha
Yâr ol yay-ile kim oqlaya kendin seveni
Ussı yoq bir küçücük oğlana uymaqdur hey
Sevdigüm kim yüzüme baqmaz olubdur Nazmî
İşini başa çıqarmaq mı olur öyle o ya
Vâh bir guclü bıçaqlarla dutub gözin oya
İmdi bir bağrı qatı kimseneye be(ng) zer o ya
Delülükler edüb ol kim delü gö(ng) line uya
Beni geçmişdürür engel be(ng)e küsmüşdür o ya
Keza aşağıdaki 20 numaralı gazeli Köprülüzade fâilâtün fâilâtün fâilün vezninde bulduğu halde hakikatte feilâtün feilâtün feilün veznindedjr:
Alqış etsem ben o sevdügüm a(ng)a
Ya gibi qaygu ile âh beni,
Incinür sevgi (?) öget h ba(ng)a
İki bükdi ne deyem ben a(ng)a ya
Sevgi: Ateş;
yar ayrılığı: karanlık, uruç;
yar yakınlığı: bayram;
sevgili: hümâ, peri, güneş, ay;
Sevgilinin gözleri: badem, oklu yaylı yağmacı ve kesici Türk, yıkıcı Tatar;
sevgilinin kirpikleri: ok;
sevgilinin kaşları: yay, yeni ay, gemi;
sevgilinin dudakları: şeftali, taze hurma, şeker, ‘a1, yakut, kiraz, nar, bal;
sevgilinin yüzü: gül, güneş;
sevgilinin eneği (4): gül, elma;
sevgilinin saçları: sünbül, zincir, anber, karaçı; sevgilinin alnı: ay, yasemin;
sevgilinin boyu: servi, çınar, servi dalı;
sevgilinin ağzı: konca;
söz söylerken sevgilinin dili: bülbül; sevgilinin yanağı: gül, gülnar;
sevgilinin kara zülfü: bulut, yılan, hüm
sevgilinin sözleri: bal, şeker;
sevgilinin dişi: inci;
sevgilinin hatı: piruze
sevgilinin gövdesi: pamuk;
sevgiliniıı kalbi: kara taş, çelik;
sevgilinin göğsu: zambak, sütlâç;
sevgilinin parmakları: konca zambak, yeni ay;
sevgilinin tırnağı: yıldız;
sevgilinin kulağı: gül;
sevgilinin terleri: inci, çiğ.
Görülüyor ki sevgili hakkındaki teşpihlerin en çoğu klasik edebiyatımızdakilerin aynıdır. Fakat meselâ dudağın şeftaliye, gövdenin pamuğa, kalbin çeliğe benzetilmesi gibi bazıları da halk edebiyatımızın teşpihlerinden alınmıştır. Keza kitabının muhtelif yerlerinde sararmış benzi ayvaya, dünyayı çepele, sarhoş olduğu zamanki sesini çana ve usturayı güneşe benzetmesi de klâsik edebiyatta olmayan teşpihlerdir. Bundan başka Nazmî kanlı göz yaşlarını şaraba, Kızıl Irmağa, mercana; ağlamış gözleri eriğe; sevgi çağında olanların göz yaşlarım Tuna’ya, Sava’ya, Şatt’a, Ak Denizle Kara Deniz’e; gözlerini pınara; başını yüce bir dağa; âhını dağın dumanına, rüzgara; gönlünü kuru ota, hiç karanlığı olmıyan bir kıra; benzini sararmış yaprağa; ak saçlarını kara ve bu ak saçlarını kazıyan usturayı da güneşe benzetiyor.
Buradaki teşpihlerden bazılarım da millî sayabiliriz. Meselâ göz yaşlarını Ceyhun’a ve Nil’e benzetmeyip de Kızıl Irmak’a ve Kara Deniz’e benzetmek hiç şüphe yok ki daha millîdir.
Nazmî’nin hiciv vadisindeki teşpihleri ise daha millidir. Mesela: sevdiğinin lâlasını işe güce yaramaz, dili dönmez ırgada, yılana, sarı çıyana, sanca arıya; engelleri (yani rakipleri) toza, kara, kuşa, eşeğe, sığıra, ite, dikene, domuza ayıya, kartala; engelin boyunu murdar ağaca; sakalını karaçalıya; engelin oğlunu buzağıya benzetiyor.
Ben o sevdügümi candan severüm
Olmaya iki yaqa ıssı beni
Qulluğında iti ol sevdügü(ng)ü(ng)
Versem anu(ng) yolına canı nola
Yaqdı engel hey anı Te(ng)ri yaqa
Olma Nazmî anu(ng) işinde oya.
Köprülüzade tarafından failâtün failâtün failün vezninde bulunan aşağıki 81 numaralı gazel ise mefeilün feilâtün mefeilün veznindedjr:
Beni asarsan(ng) eğer qarşu(ng)a begüm gel as
Qaşu(ng)la kirpigü(ng) öldürdi işte ben qulunı
Ayagu(ng)ı biricik tek gel iki gözüme bas
Gider elü(ng)den oqu(ng) hey efendi yayu(ng)ı yas
Beni senü(ng)lee görüb ağlamağla landan
San(ng)la ki engelü(ng)ü(ng) gö(ng)li düşmüş ol be(ng)zer
Qo olsun engeli(ng) imdi yüzi gözi is pas
Şu Çingene köyine kim yazılı beğliğe has
Bu dünyeni(ng) götüri qaygusından isterse(ng)
Ki kurtulasın oqı Nazmî durmadan ixls.
Nazmî klâsik şairlerimizde oldukça çok görülen temsili mükteli sanat oyunları da yapmışsa da onun asıl sanatının en mühim unsuru ve en milli olanları cinaslarıdır. Türkçe, cinasa çok uygun geldiği için Nazmî bunda, bazen iptizale düşmekle beraber, muvaffak olmuştur. Nazmî’nin şu gazeli bunun en güzel misalidir:
Al ile gül gibi hey donanub ol gözi ala
Sünbülü(ng) saçını yel ey yüzi gül qo ki yola
I(ng)ledüb qaygulannı(ng) kim beni döndüri qıla
Hay efendi duş olam, deme benüm gibi qula
Elleri(ng) göze göre sen qolu(ng)ı boynına dola
Al-ile niceyedek durmaya dek gö(ng)lüm ala
Zülfü(ng)e öykenür ol çekse nola anı yola
Şöyle kim var giderek belki belü(ng) gibi kıla
Qullanasun döğe söğe ki qolay ola qola
Nazmî gördükçe anı gözleri yaş ile dola.
Bundan başka Nazmî’nin divanında halk adetlerine telmihen geçen imâları da milli unsurdan saymak lâzımdır. Mesela:
Sağraq ne çağ kim eline düşe destini(ng)- Geç geldi (ng)üz deyü su döker tez ayağma(60,3) beyti misafirlerin ayağına su dökmek detine; ve:
Sen ki tek durmayub olursun(ng) şol engel bine çift-Yüz qarasın qazanursun bey seni(ng) başu(ng)a zift (77,16) beyti de kellerin başına zift sürülmesinden dolayı Nazmî’nin “kel olasın” diye duasına telmihtir.
Bundan başka Nazmî’nin divanında “sav”lar da vardır ki bununla milli unsurlar tamamlanmış oluyor:
Kim demişler her ne yerde k’ola iş andan siviş (24,10);
Derler olur damla damla çünki göl (40, 17);
Yaxşı aygırdan qopar pes yaxhşı döl (40, 18)
Bununla beraber Nazmî klasik şairlerimizin eserlerinde sık sık görülen arap ve acem efsane ve hikâyelerine veya tarihi şahıslara ait telmihlere de divanında yer vermiştir. Mahmud’dan, Ayaz’dan, Mecnün’dan (Qays ve Mecnün atlarıyla), Hıtaydan, Hotenden, Hızır’dan, Yusuf ve İlyas peygamberlerden bahsetmiştir. Bilhassa Ferhâd’dan bahsederken Ferhâd hikâyesindeki bir vak’aya telmih etmiştir. (5)
Divân-ı türkî-i basit’te 16. asır askeri hayıtının izleri:
Şair Nazmî’nin Yavuzun İran ve Mısır seferleriyle Kanuninin bazı seferlerinde bulunduğu ve kendisinin bir sipahi olduğunu biliyoruz (6). Gerek bu askeri hayat ve gerekse 16. asır ilk yarısının ardı ardınca zaferlerle dolu olması Nazmî’nin divanına askeri bir çeşni vermiş, birçok yerlerde teşpihlerini askeri ıstılahlarla ve tariflere yaptırmıştır. Mesela: çimende çiçekleri askere, gülü onların hünkârına ve konca zambağı hünkârın solağına, yahut gece gökteki ayı hünkâra ve yıldızları da onun çerisine ve keza sevgilisini güzellerin hanına, öteki güzelleri de onun çerisine benzetmesi tamamı ile o devir hayatının bir neticesi olduğu gibi, “yârın engellerin derneğine pervasızca gitmesi”, Kanuni Sultan Süleyman’ın Macarların üzerine gitmesine” benzetmesi de (7) Mohaç savaşının bir aksinden başka bir şey değildir. Yârının kendisine karşı daima elinde ok ve yay bulundurduğunu, gönlü kaygı eline han olunca göz yaşlarının yıkıcı ve yakıcı bir asker tarafından istilâsına benzediğini söylemesi de yine aynı sebeplerin neticesidir.
Nazmî kimlerin tesirinde kalmıştır:
Nazmî’nin hangi şairlerin tesiri altında kaldığını izah etmek henüz oldukça güçtür. Meselâ Aydınlı Visalinin ve ihtimal bu tarzda şiir yazmış öteki şairlerimizin eserleri meydanda olsaydı şüphesiz daha doğru bir hüküm verebilirdik. Bununla beraber klasik şairler cephesi ne olursa olsun, Türki-i basit yazmış bir şair olmak itibariyle Nazmî’nin kendisinden daha önce, Nazmî kadar olmasa bile, yine sade Türkçe ile yazmış üstatların tesirinde kalmış olması ihtimali ilk önce hatıra gelen şeylerden biridir. Bununla beraber bir tesir gibi görünen bu benzeyişlerin, tesir olmaktan ziyade aynı tarzda yazmış olmanın tabii bir neticesi olması da düşünülebilir. Onun için ben burada kat’i bir hüküm vermekten çekinerek yalnız benzeyişlerden bahsetmekle iktifa edeceğim: Nazmî’nin 62. sayfadaki 227 numaralı gazeli ile (ki Behey gözi güzelleri güzel ba(ng)a seni gerek seni” diye başlar) Yunus Emre’nin bir şiiri:
Aşqu(ng) adlı benden beni ba(ng)a gerek seni
Ben yanarum düni güni ba(ng)a seni gerek seni
Ne varluğa sevinürüm ne yoqluga yerinürüm.
Aşqu(ng) ile avunurum ba(ng)a seni gerek seni
Aşqu(ng) şıqlar öldürür aşq denizine daldurur
Tecellisiyle doldurur ba(ng)a seni gerek seni
Aşqı(ng) şarabrndan içem Mecnun olub dağa düşem
Sensün dün ve gun endişem ba(ng)a seni gerek seni
Aşıqlara sohbet gerek zâhidlere cennet gerek
Mecnunlara Leylâ gerek ba(ng)a seni gerek seni
Eğer beni öldüreler külüm göge savuralar
Toprağım anda çağıra ba(ng)a seni gerek seni
Cennet cennet dedükleri bir ev ile bir qaç hüri
İsteyene ver anları (ba(ng)a seni gerek seni
Yusuf ger bir gece seni eger düşde göre idi
Terk edeydi mülklerini ba(ng)a senri gerek seni
Yunusdurur benüm adum dün gün artar benüm derdim
İki cihanda maqsüdum ba(ng)a seni gerek seni
Nazmî’nin buna nazire diyebileceğimiz gazeli ise şudur:
Behey gözi güzel güzel ba(ng)a seni gerek seni
Ba(ng)a yetiş gel imdi gel ba(ng)a seni gerek seni
Yaqış gel o güzel ba(ng)a ki düşdi bu gö(ng)ül sa(ng)a
Beni iletme bir ya(ng)a seni gerek seni
Gel ey begüm olan güzel güzeller içre han güzel
Peri gibi a can güzel ba(ng)a seni gerek seni
İnan bu sözüme inan degüldür ey peri yalan
Tapu(ng)dur imdi ba(ng)a can seni gerek seni
Çü Nazmîyüm senü (ng) qulu (ng) sal imdi boynuma qo (ng)
Odur ki gözlerin yolu(ng) ba(ng)a seni gerek seni
büyük bir benzerlik gösteriyor. Hatta Yunus Emre’nin kullandığı hece vezniyle (4+4+4+4) Nazmî’nin kullandığı aruz vezni (mefâilün mefâilün mefâilün mefâilün) arasında bile büyük bir benzeyiş var. Yalnız Yunus Emre nin mutasavvıfâne yazdığı bu aşk şiirini Nazmî maddileştirmiştir. Acaba Nazmî’nin Yunus Emre tesirinde kaldığı iddia olunabilir mi? Bu hususta müspet bir cevap vermek güçse de 1438 tarihinde Türklere esir düşerek yirmi yıl kadar Edirne, Bergama, Bursa ve Kıbrıs’ta yaşadıktan sonra memleketine dönen Mülbahlı yabancının Yunusa ait iki metin neşretmesinden bazı şeyler istidlâl edebiliriz. (8) Bir kere Mülbahlı’nın yirmi yıl Türkiye’de kaldığı halde memleketine dönünce türkçe şiir olarak yalnız Yunus’un ilâhilerini neşretmesi Yunus Emre’nin Türkiye’de çok tanınmış olduğunu anlatıyor. Sonra onun Edirne’de bulunmuş olması, Yunus’un Edirne’de de aynı şöhreti kazanmış olduğu neticesine, bir ihtimal olarak, bizi götürüyor. Bundan başka Mülbahlı Türkiye’de 1438-1458 yıllarında kalmış, Nazmî ise 1500’den önce doğmuştur ve Edirnelidir Acaba Nazmî, Yunus Emre’nin şiirlerine aşina değil miydi? Çünkü Yunus’un şiirleri Mülbahlı’dan 50-60 yıl sonraya kadar da pekâlâ Türkiye’de şöhretini muhafaza edebilir ve Nazmî de, hiç olmazsa bilmeyerek, onun tesirinde kalmış olabilir.
Bundan başka, bazı benzeyişler, Nazmî’nin Mevlüt sahibi Süleyman Çelebi’yi de taklit ettiği zehâbını uyandırıyor. Mesela Nazmî’nin:
Bir kişi kim Te(ng)ri buyruğın duta
Her işi qolay eder Te(ng)ri a(ng)a, (9,15)
beyiti ile Süleyman Çelebi’nin:
Allah adını her kim ol evvel a(ng)a
Her işi âsân eder Allah a(ng)a (9)
beyti hemen hemen birbirinin aynıdır. Bundan başka Mevlüdun ilk beyitleriyle Nazmî’nin 285 numaralı mevizasının bazı beyitleri hemen hemen bir birinin aynıdır ki Mevlüdun asırlardır Türk vicdanı üzerindeki tesiri düşünülünce Nazmî’nin, bilerek veya bilmeyerek, bu tesir altında kalmış olması her halde pek aykırı bir düşünce olmasa gerektir.
Nazmî’nin divanında ismi haslarla birlikte (ki 25 tanedir) 1700 kelime vardır. Nazmî’nin 16. asırda yaşadığı, üçüncü derecede bir şair olduğu ve divân-ı türki-i basit’in de 80 sayfalık bir eser olduğu düşünülünce, eserin lügat bakımından zengin veya yoksul olduğu hakkında kat’i hüküm vermek için ilk önce 16. asır Türkçesinin umumi lügatini ve sonra da bu asırdaki öteki şairlerin eserlerinin Lügatçilerini tespit etmek icap eder. Bununla beraber burada şu kadarını söyleyebilirim ki Nazmî lügat bakımından bu günün ikinci derecede şairlerinden zengindir.
Ben Nazmî’nin divanındaki bütün kelimeleri harf sırasıyla dizip bulundukları sayfa ve satırları da tespit ettim. Ancak bugünün dilinde kullanılan sözleri, boşuna yer tutmasınlar diye, buraya almıyorum. Aşağı ki liste bugünkü Türkçede kullanılmayan öz türkçe sözlerdir:
Acığ : dert, keder, elem, tasa, öfke, öç, acı. 20, 14
Ağu : zehir, baldıran, çok acı şey. 22, 17. 40, 2
Al : Kurnazlık, hiyle, sevkülceyş, aldatmaklık, düzen, dek. 6, 13
Ala : eli. 6, 14; 39, 5; 43, 14
ala(ng) : orman içinde aydınlık yer, ovada yükselen tepe, arkların iki kenarına ve sair mahallere tepeler gibi uzun tümsekleşip toplanan toprak, orman içinde açıklık, ormanın ağaçsız yeri, ırmakların eğri büğrü aktığı yerlerin sahilinde bulunan yükseklikler. 64, 13,14
Orhun, 1934, Sayı: 9
1. “Türkiye’de Osmanlı sülalesinin h]dm olması’ cümlesi belki bazılarınca garip görünür. Halbuki tarihî hakikat şudur: Milâdi on birinci asra kadar yalnız bir tek Türk vatanı vardı. Bu vatan şarkı Avrupa’yı da kendisine ekliyen Orta Asyada idi. On birinci asırda ikinci bir Türk vatanı kuruldu. Bu, Selçukluların kurduğu Türkiye İmparatorluğu idi. Bu imparatorlukta önce Selçük sülâlesi, sonra İlhanlı sülalesi hakim oldular. İlhanlılardan sonra beylikler devri başladı. Bu beyliklerden Osmanlı beyliği ötekilerin ortadan kaldırarak siyasi birliği kurdu. Onun için yukarda “Türkiye’de Osmanlı sülalesi hakim olduktan sonra..” dedim. Tarihimizin bu şekilde mütalea olunması icap ettiğini ilk defa ileri süren büyük Türkçülerden Rıza Nur Bey olmuştur.
2. Köprülüzade, Nazmî’nin on beşinci asır sonu veya on altıncı asır başlarında doğmuş olacağını söylüyor (ilk mübeşşirler, 52). Yavuzun Çaldıran ve Mısır seferlerine iştirak ettiğini kendi şiirlerinden öğrendiğimiz Nazmî’nin on altıncı asrın ilk yıllarında doğmasına imkan yoktur. Çünkü Yavuzun Çaldıran seferi 1514’te olduğuna göre, Nazmî’nin bu savaşta 13-14 yaşında bulunması icap eder. Bu ise bir Osmanlı sipahisi için pek uzak bir ihtimaldir.
3. Nazmî kendi zamanına göre aruzu çok muvaffakıyetsiz kullanmıştır. Bununla beraber kullandığı açık Türkçe itibarıyla da bunda mazurdur. Nazmî’nin şiirlerindeki aruzun çok defa zoraki olması yüzünden bunların vezinlerini tayin ederken bazen Köprülüzade Fuad Bey de aldanmıştır; meselâ Köprülüzadenin failâtün failâtün failâtün failün vezninde bulduğu şu 18 numaralı gazel hakikatte feilâtün feilâtün feilâtün feilün veznindedir.
4. “Enek” çene, yühut çenenin alt kısmı demektir.
5. Dîvan-ı türki-i basft, 59, 3. Bakınız: Hikâye-i Ferhat ile Şirin, taşbasması, s. 60
6. Köprülüzade Fuad, İlk Mübeşşirler, 52-53
7. Divan-ı türki-i basit, 57.8: Derneğine yâr kim vardı nice engelleri(ng) -Xan süleyman saknasun kim vardı Macar üstine.
8. Köprülüzade, İlk Mutasavvıflar, 295.
9. Süleyman Çelebi, Mevlüt taşbasması, 6; Musahhah Mevlüt, Rıza Efendi basımı, İstanbul Mahmut Bey Matbaası, 1327, S. 2; Mevlidi Şerif, Ahmet Halit basımı, S. 3
Güzel bi makale Atsız Beyin tarih ve edebiyat bilgisine bir kez daha hayran kaldım.