Azerbaycan, Türk dünyasının coğrafi merkezidir. Tarihte ve günümüzde bu coğrafi merkezde vaki olanlar Türk dünyasının umumi durumuna doğrudan tesir etmiş, bazı hallerdeyse bu değişikliğin esas hatlarından birine dönüşmüştür. Türk yurdu Azerbaycan’da bugünkü durumun tarihi kökleri ise XVI. ve XVII. asırlara varmaktadır. Bu devir tarih ilminde Osmanlı-Safevi savaşları devri olarak bilinmektedir. Osmanlı-Safevi savaşları dünya tarih ilminde nisbeten iyi bilinen konulardandır. Türkiye, İran, Azerbaycan, Rusya, Batı tarih araştırmacıları bu mevzuda bir hayli eser yazmışlardır.[1]
Lakin bu savaşların neticeleri, fikrimizce, henüz gerektiği gibi değerlendirilmemiştir. Türkiye, İran, Azerbaycan, Batının modern tarihçilerinin Osmanlı-Safevi savaşlarının Azerbaycan’a tesirinden bahsetmelerine[2] rağmen, bu önemli mevzu şimdilik tam aydınlanmamıştır. Hâlâ bir mesele izah edilmeye muhtaçtır. Bizim bu yazımız söz konusu bu aktüel ilmi problemin önemine bir kez daha dikkat çekmek maksadıyla telif edilmiştir.
Tezatlı Yükselişten Savaşlara Doğru
Emir Timur’un ölümünden sonra (1405) onun meydana getirdiği imparatorluk parçalanmıştı. Timuroğullarının, Azerbaycan’da ve Doğu Anadolu’da kendi hakimiyetlerini ihya etmek gayretleri olumsuz neticelendi. Azerbaycan’ın kuzeyinde Şirvanşah İbrahim bağımsızlık kazandı. 1410’da Karakoyunlu aşiret birliğinin lideri Kara Yusuf, Karakoyunlu Devleti’nin temelini attı. Karakoyunlu Devleti, hakimiyete talip olan çeşitli yerli feodallerin mukavemetini kırarak, 1467’ye kadar varlığını korudu. Bu devlete Azerbaycan’ın Kür Nehri’nin güneyindeki toprakları, Ermenistan, Doğu Anadolu’nun bir kısmı ve Acem Irak’ı dahildi. Karakoyunlu Cihanşah’ın (1437-1467) hakimiyetinin son yıllarında Akkoyunlu aşiret beyleri kuvvetlenmeye başladılar. Geleneksel olarak Diyarbakır havalisinde güçlüydüler. Muş etrafında 1467 tarihindeki savaşta Akkoyunlu aşiret birliğinin lideri Uzun Hasan, Karakoyunlu Devleti’nin son hükümdarı Cihanşah’ı mağlup ederek, yeni Akkoyunlu Devleti’nin temelini attı. Onun da başkenti Tebriz oldu. Akkoyunluların, kudretin zirvesinde oldukları dönemde, devletin terkibine Kür’ün güneyindeki Azerbaycan toprakları, Ermenistan, Diyarbakır, Kürdistan, Arap Irak’ı, İran (Gilan, Mazanderan, Horasan hariç) dahil idi. Uzun Hasan padişah titrini kabul etmiş, halefleri de bu titri kullanmıştı.[3]
Uzun Hasan’nın Akkoyunlu kabilesi üzerindeki hakimiyeti ele geçirmesiyle Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi aynı yıla rastlamaktadır. Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu Sırbistan, Bosna, Hersek, Arnavutluk, Moreya, Yunanistan topraklarını kendine katarak sınırlarını süratle genişletti. 1461’de II. Mehmet’in Trabzon Rum İmparatorluğu’nu işgalinden sonra Uzun Hasan’ın komşu Osmanlı Devleti’yle ilişkileri yeni bir merhaleye girdi. Akkoyunluların hükümdarı Trabzon hakimleriyle akrabalık kurmuş, Trabzon İmparatoru’nun kızıyla evlenmişti. Uzun Hasan, padişah tahtına cülus ettikten sonra Karakoyunluların Osmanlı ile geleneksel dostluk ilişkilerinden farklı bir siyaset yürütmeye başladı. Karakoyunlularla Osmanlılar arasındaki ilişkiler uzun yıllar boyu dostane olmuş olsa da, hatta II. Sultan Murad komşu Karakoyunlu Devleti’nin hükümdarına yazdığı mektuplarında ona “aziz atam Cihanşah” şeklinde hitap etmiş olsa da,[4] Uzun Hasan devrinde Azerbaycan’la Osmanlı İmparatorluğu arasında karşılıklı iddialar zamanla harp noktasına gelmiştir.
Uzun Hasan gittikçe kuvvetlenen ve genişleyen Osmanlı’ya karşı başarılı bir mücadele sürdürebilmek için Avrupa’nın Hıristiyan devletleriyle askeri ittifak kurmaya çalıştı. Diğer taraftan Venedik Cumhuriyeti, Vatikan, Napoli Krallığı, Macaristan ve Kıbrıs Krallığı, Akkoyunlu Devleti’ni Osmanlı’nın batıya yayılmasını engellemek için bir vasıta hesap ediyorlardı. Akkoyunluların payitahtına elçiler gönderip, askeri ittifak teklifinde bulunarak, bu iki Türk devletini birbirine karşı kışkırtıyorlardı. Uzun Hasan’ın stratejisine göre, Avrupa devletlerinin birleşmiş kuvvetleri hem denizden, hem karadan Osmanlı’ya hücum etmeli, Akkoyunlu ordusunun doğudan hücumu ise Osmanlı kuvvetlerini ikiye bölmeliydi. Müttefikler Akdeniz sahillerinde görüşmeli ve burada Venedikliler Uzun Hasan’ın ordusunu ateşli silahlarla destekledikten sonra İstanbul’a hücum etmeliydiler. Bu plana göre, Uzun Hasan kendi devletinin sınırlarını Karadeniz ve Akdeniz sahillerine kadar genişletmeli, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını zapt etmeliydi.[5]
Osmanlı’ya karşı açılacak savaşta Uzun Hasan’ın diğer müttefiki, Fatih Sultan Mehmet’e isyan etmiş olan aşiret reisleriydi. 1472 senesinde Uzun Hasan, veziri Ömer Bey’i büyük bir orduyla Anadolu’ya gönderdi. Bu ordu, Karamanlılarla birleşerek Tokat’ı ele geçirmiş, sonra Kayseri ve Hamid elini almıştı. Uzun Hasan sultandan Kapadokya ve Trabzon’u talep etti. Lakin, Mehmet Fatih bu talebe ağır cevap verdi. 1473 yılında, Malatya yakınlarında vaki olan çarpışmadan Akkoyunlular galip çıkmış olsalar da, Tercan Meydan Muharebesi’nde ağır bir mağlubiyet yaşadılar.[6] Uzun Hasan’ın vefatından (1478) sonra Osmanlılarla Akkoyunlular arasında birkaç çatışma olsa da, bunlar iki devlet arasındaki kuvvetler dengesine ve sınırlara çok tesir etmedi.
XV. asrın ikinci yarısında Osmanlılarla Akkoyunlular arasındaki irili-ufaklı çatışmalar aynı etnik- dini muhitte oluyordu. Siyasi-harbi gerginlik iki Türk devletinin nüfuz sahalarını genişletmek isteğinden kaynaklanıyordu. Uzun Hasan’ın Avrupa devletleriyle askeri ittifakı her ne kadar Osmanlı sultanlarına onu İslam aleminin menfaatlerine ihanetle itham etmeye imkan verse de.
Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi, bir müddet sonra Akkoyunlu Devleti’nde de devlet idaresinin mükemmelleştirilmesi sahasında ıslahatlara başlanılmıştı. Osmanlı sultanları hakimiyetin merkezileştirilmesi ve devlet sistemini ziraat esaslı ekonomiye oturtmak sahasında ilk zaferlerini kazanmışlardı. Uzun Hasan’ın “Kanunname”sinin de maksadı devleti modernize etmekti. Osmanlılardan farklı olarak, Akkoyunlularda bu ıslahatlar beklenilen neticeyi vermedi; devlet sisteminin aşiret yapısı değişmemiş olarak kaldı.
Osmanlı ve Akkoyunlu Devletlerinde umumi durumun araştırılması bakımından şayan-ı dikkat olan hususiyetlerden biri de XV. asırda Azerbaycan ve Anadolu’da Türkçenin yayılma ve inkişafının yeni yükseliş dönemine geçmesidir. Zeki Velidi Togan’a göre, Karakoyunlu ve Akkoyunluların Azerbaycan’daki hakimiyeti devri “bu ülkenin en parlak ve Türk nüfusunun en çok bulunduğu devriydi”.[7] Bu dilin devlet hayatında, edebiyat ve ilimde rolü artmıştır. Cihanşah Karakoyunlu, Uzun Hasan’ın oğlu Yakup Bey Farsçanın yanı sıra Türkçe ile de şiirler nazm etmişlerdir.[8] Uzun Hasan’ın siparişiyle Kur’an’ın Türkçeye ilk meali işte bu devirde yapıldı. İlginçtir, Uzun Hasan’ın İslam’ın bu mukaddes kitabının ilk defa Türkçe mealini yaptırması Martin Luther’in “İncil” Almancaya çevirmesinden (1522-42) hayli evvel vaki olmuştur. Almanya’da, Lüteryenliğin (protestanlığın yerli tarzının) yayılması, milli dilin fonksiyonal dairesinin genişlemesi, milli eğitim sisteminin teşekkülü, bilindiği gibi, bu ülkede modern millet-devlet kuruculuğunun ilk dönüm noktalarını teşkil etti. Lakin Azerbaycan’da bu süreçler farklı istikamette yürüdü.
Bu özel yolun tarihi kökleri büyük ölçüde, XV. yüzyılda hayli kuvvetlenmiş olan Safeviye tarikatinin siyasi faaliyetine ve onun savunduğu şiiliğin geniş ölçüde yayılmasına dayanıyor. Şeyh Safiüddin bu dini teşkilatın temelini XIII asırda Erdebil etrafında elde ettiği vakıf toprakları hesabına atmıştı. Şeyh Safiüddin’in etnik kökleri hakkında sonradan çok çeşitli fikirler yayılmakla[9] beraber, Erdebil şeyhleri kendi ecdatlarının dördüncü halife Hz. Ali’nin neslinden (seyyid) olduğunu iddia etmekteydiler. Bununla, ilk temsilcileri Sünni olan Safevi ailesi mezhebini değiştirdikten sonra İslam aleminde yayılmakta olan şia gruplarının desteğini elde etmeye çalışmıştır. “Gayba çekilmiş” 12. İmam Mehti doktrini[10] İslam aleminde resmi hakimiyete karşı çıkan siyasi kuvvetler için münasip bir ideolojik- siyasi baz idi. Bazı hükümdarların (mesela, Cihanşah Karakoyunlunun) şialığa meyletmelerine rağmen, ahalinin büyük çoğunluğu sünniydi. Bununla beraber sünni-şia ayrılığında umumiyetle toleranslı bir münasebet hakimdi.
XV. asrın ortalarından itibaren, Safeviler diğer Azerbaycan topraklarını ele geçirmek için aktif faaliyete başladılar. Şeyh Cüneyt (1447-1456) Uzun Hasan’la ittifak akdederek, onunla akraba oldu. Bu ittifak Karakoyunlu hakimiyetinin aleyhineydi. Ustaclı, Rumlu, Afşar gibi Türk aşiret reisleri askeri birlikleri ile Safevilere iltihak ettiler. Cüneyt ilk olarak Şirvan ve Dağıstan’ı ele geçirmeye çalıştı. Lakin onun birlikleri Şirvanşah ordularıyla olan dövüşte mağlup oldular. Cüneyd’in kendisiyse öldürüldü. Şeyh Haydar (1456-1488) babasının çizdiği hat üzre hareket etmeye devam etti. Şirvan ve Dağıstan’ı ele geçirmek maksadı ile büyük ordu meydana getirdi.
Onun askerleri 12 imamın sembolü olarak 12 kırmızı çizgili bir sarık takarlardı. Bu sebepten de “kızılbaşlar” adı ortaya çıktı. Bu defa da Safevi Şeyhi Şirvan’ı zaptedemedi; kendisi de savaşta öldürüldü. Lakin Safevi ailesi Azerbaycan tahtı uğrundaki mücadeleden vazgeçmedi. Akkoyunlu hakimiyeti zayıfladıkça o, kendi etrafına inatla yeni kuvvetler topluyor, neticeyi belirleyecek harplere hazırlanıyordu.
1499 senesinin yazında Safevi taraftarlarından bir grup, Şeyh Haydar’ın genç oğlu İsmail’in başkanlığında Erdebil taraflarına gelip, Kızılbaşlığı kabul edenleri yanına davet etti. Zulkadır, Afşar, Kacar, Şamlu, Rumlu ve başka aşiret beylerine emissarlar gönderilip, İsmail’le birleşme teklifinde bulunuldu. Aynı yılın sonlarına doğru Safevi bayrağı altında birkaç bin asker toplandı. İlk hedef olarak Şirvan seçildi. Varlı Şirvan’ın işgali Safevilerin sonraki seferleri için iyi bir maddi baz temin edebilirdi. 1500’de Şirvanşah Ferruh Yasar’ın ordusu ile kızılbaşlar arasında yapılmış olan Cabani Meydan Muharebesi’nde Şirvanlılar mağlup oldular, Şirvanşah ise harp esnasında öldürüldü. Kızılbaşlar, Şirvanşahların zengin hazinesini ele geçirdiler. Şirvanşah hazinesinin esas kısmı Şirvan’ın ikinci payitahtı olan Bakü’deydi. Az sonra bu şehir de silahla alındı. Bununla Şirvan, Safevilere bağımlı durumuna düştü.
Kızılbaşlarla Akkoyunlular arasındaki nihai savaş, Şerur yakınlarında oldu. Bu savaşta kazanılmış zafer, Kızılbaşlara büyük miktarda ganimet getirmenin yanı sıra, Akkoyunlu Devleti’nin payitahtı olan Tebriz’in yolunu da onlara açmış oldu. İsmail debdebeyle Tebriz’e girerek, kendini şah ilan etti. Böylece, yeni Safevi Devleti’nin temeli atılmış oldu.
1503 yılında Şah İsmail Akkoyunlu Hükümdarı Padişah Murad’ın üzerine yürüdü. Hemedan yakınlarında onun ordusunu yok eden İsmail, Akkoyunlu Devleti’nin varlığına son verdi. Daha sonra, yeniden Şirvan üzerine yürüyerek Ferruh Yasar’ın oğlunun topladığı askeri birlikleri ezdi. Şah İsmail, Azerbaycan’da hakimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra geniş işgallere başladı. 1507-1508 yıllarında Kızılbaşlar Bağdat da dahil Arap Irak’ı, Diyarbakır ve komşu arazileri zapt ettiler. Safevi Devleti artık doğuda Şeybani Han’ın Özbek Devleti’yle, batıdaysa Osmanlılarla aynı sınırı paylaşır oldu. 1510 yılın harp harekatı neticesinde Horasan da işgal edildi, Şeybani Han’ın şahsında tehlikeli bir rakip ortadan kaldırıldı.[11]
Mezhep Ayrılıklarının Siyasileştirilmesi
Safevi Devleti’nin sınırlarının genişletilmesinde yeni tahmil edilmiş Şii Mezhebinin önemli rolu olmuştur.
Şiiliğin baş doktrini olan Onikinci İmam Muhammed Mehdi kayba çekilmişti, yer yüzünde adaleti gerçekleştirmek için “Mehdi” (Kurtarıcı) olarak birgün zuhur etmeli idi. Göçebe Türkmenler, Şah İsmail’i kurtarıcı “Mehdi” görüyorlardı. İsmail taraftarları hatta “La ilahe ill’Allah, İsmail veliyyulllah” diyerek, onu Hz. Ali ile eşitleştiriyorlardı. Böylece Şia radikalizmi ile göçeri Türkman sufiliğinin birleşmesi müthiş bir mistisizm yaratarak, askerlerde fedakarlık ruhunu yükseltiyordu.
İsmail Safevi işgal ettiği vilayetlerin ahalisine zorla şiiliği kabul ettiriyor, bundan imtina eden binlerce insanı çekinmeden kılınçtan geçiriyordu. Şiilik Safevi Devleti’nin resmi mezhebi ilan edilmiş, camilerde 12 İmamın şerefine hutbeler okunuyor, buna uygun yazılı yeni sikkeler kesiliyor, ilk üç halifeye hakaret ediliyordu. Kızılbaşların yeni «mürşidi» olan Şah İsmail, sayısız müritleri tarafından gittikçe tanrılaştırılıyordu. İsmail’in başka memleketlerde olan müritleri birbiriyle karşılaştığında “Selam aleyküm” yerine “Şah!” diyorlardı, hatta hastalarını ziyarete gittiklerinde bile, dua yerine “Şah!” diyorlardı.[12] İstidatlı bir komutan olduğu kadar büyük bir şair de olan Şah İsmail Hatai, yazdığı şiirlerinde 12 İmamdan biri gibi zuhur ettiğini iddia ediyor, şiiliğe karşı çıkanları dinsiz, kafir ve düşman olarak adlandırıyordu.
Safevi Devleti’nin sürekli artan genişlenme meyli, ideolojik-dini radikalizmi onu kaçınılmaz olarak Osmanlı İmparatorluğu’yla çatışmaya sürüklüyordu.
Osmanlı-Safevî Savaşları
Şah İsmail, Safevi Doğu Anadolusu’nu kendi kanuni mülkü, Akkoyunlu Devleti’nin mirası, buradaki Kızılbaş aşiretlerini ise Safevilerin tebası kabul ediyordu. Osmanlı sultanına yazdığı mektubunda Şah İsmail diyordu ki, Doğu Anadolu’ya yaptığı seferler yalnız Zulkadir aşireti beyinin kötü hareketlerini engellemek içindir; buradaki ahalinin ekseriyeti de onun sadık müritleridir. Safevilerin bu yörelere sık sık yapılan seferleri neticesinde Doğu Anadolu tamamıyla Safevi Devleti’yle birleştirildi. Aynı zamanda şiiliği bütün İslam dünyasına yayma stratejisine uygun olarak, Şah İsmail müritleri vasıtasıyla Anadolu’da tebliğ faaliyetini artırdı.
Anadolu’da Kızılbaş nüfuzu o kadar süratle yayılıyordu ki, Hamid eli, Tekeli gibi bazı aşiretler Şah İsmail’e iltihak etmişlerdi. Son Osmanlı sultanlarının merkezileştirme siyasetine karşı çıkan bu aşiretler Safevilerin şahsında kendilerine hami bulmuşlardı. 1511 yılında İç Anadolu’da köylü ve göçebelerin isyanı geniş sahada yayıldı. Kendini “Şahkulu” diye adlandıran şahsın başında bulunduğu isyan zorlukla durduruldu; asilerden kurtulabilenler Şah İsmail’e sığındılar.[13]
1512 senesinde, dramatik gelişmelerden sonra tahta cülus eden Sultan Selim, babası II. Bayezit’ten farklı olarak Safevilerin ilerlemesini tedirginlikle müşahede etmekle yetinmedi. İslam aleminin lideri durumuna gelmiş olan Osmanlı sultanını Safevilere karşı ciddi adım atmaya tahrik eden yalnız Yavuz Sultan Selim’in şahsi özellikleri veya şia tebliğinin tehlikeli hal alması değildi. Osmanlı İmparatorluğu işgal planlarını artık batıdan doğuya yöneltmişti. Bu, yukarıda bahsi geçen merkezkaç kuvvetlerini durdurmak maksadından başka, aynı zamanda uluslararası düzeyde ortaya çıkan mühim değişimlerle bağlı idi.
XV. asrın sonlarında Hindistan deniz yolunun keşf edilmesi uluslararası ticaretin yapısını değiştirmeye yönelmişti. Portekizliler Müslüman ve Hint tüccarlarını sıkıştırıp baharat ticaretinden vazgeçirmek için onların ticaret gemilerini yok etmekten bile çekinmiyorlardı. Hadiselerin cereyan ve gelişiminden rekabet sahasının Akdeniz havzasından Hint Okyanusu’na geçtiği anlaşılıyordu. Osmanlı siyaseti özellikle bu devirde yeni maksatlar belirlemişti: Güney denizlerine çıkmak, imparatorluğun sadece dünyanın kara üzerindeki büyük devlet statüsü ile yetinmeden, Osmanlı’yı deniz devletine çevirmek, okyanus sahillerindeki limanları ele geçirererk onları Avrupalıların işgallerınden kurtarmak, böylece uluslararası ticarette statükoyu muhafaza etmek.[14]
Sultan Selim iş başına gelir gelmez Şia propagandacılarını ve onların taraftarlarını idam ettirdi. Safevilerle bütün alakalar kesildi, harp hazırlıkları başladı. Yapılacak muharebenin propaganda edilmesi bakımından hazırlık işlerine ulemayı da katan Sultan Selim, kızılbaşlığa karşı mücadelenin cihattan da önemli bir iş olduğu hakkında fetva aldı.[15]
1514 yılında Sultan Selim, İsmail Safevi’ye birkaç hakaretamiz mektup gönderdi. Aynı zamanda, Safevi Devleti’nin sınırlarına büyük bir ordu yığdı. Ağustos ayında 200 bin kişilik Osmanlı ordusu Azerbaycan’a hücum etti. Maku yakınlarındaki Çaldıran meydanında Ağustos’un 23’ünde büyük bir savaş oldu. Kanı bir, dili bir iki Türk ordusu kanlı bir savaşa girdi. Savaş Osmanlı ordusunun galibiyeti ile bitti. Osmanlılar Hoy ve Merendi ele geçirip, Tebriz’e yollandılar. Sultan Selim, Tebriz halkına gönderdiği mektuplarında Tebrizlileri tabi olmaya çağırıyor, Ahmet Paşa’yı buraya hakim tayin ettiğini bildiriyordu. Ancak Osmanlılar Tebriz’de birkaç günden fazla kalamayarak Anadolu’ya çekildiler. Binlerce Tebrizli sanatkar İstanbul’a götürüldü. Sultan Selim, Safevileri ağır askeri mağlubiyete uğratmasına, Doğu Anadolu’nun hayli büyük kısmını kendi devletine katmasına rağmen, Safevi Devleti’ni ortadan kaldırmak maksadına ulaşamadı. 1515 senesinde barış imzalandı.
Çaldıran Meydan Muharebesi’nde gururuna büyük darbe inen Şah İsmail, Osmanlılardan intikam almak gayesiyle Avrupa ülkeleriyle Osmanlı aleyhine koalisyon yapmaya çalıştı. Bu maksatla Roma Papası, Macaristan, Almanya, İspanya ve diğer ülkelere elçiler gönderildi. İsmail’in gayretlerine rağmen Osmanlı aleyhine koalisyon teşkil etmek mümkün olmadı. 1524 senesinde Şah İsmail Safevi öldü (ondan dört yıl da önce Sultan Selim vefat etmiştir).
Türk dünyasının bu iki kudretli cihangirinin ölümünden sonra da Osmanlı-Safevi zıtlıkları devam etti; bu zıtlıklar onyıllarca devam eden muharebelere dönüştü. Safevi Devleti’nin I. Tehmasip zamanındaki zayıflamış durumundan istifade etmek isteyen Osmanlılar sık sık Safevi Devleti topraklarına seferler yapmaya başladılar. 1533 yılında 80 bin kişilik Osmanlı ordusu Safevi sınırlarını geçti. Az sonra Tebriz’i ele geçiren Osmanlılar, kışın şiddetinden burada kalamadılar. Ertesi sene Osmanlı ordusu yeniden bir dizi Azerbaycan şehrini ele geçirdikten sonra Bağdad’a doğru yürüdü. Bu seferin neticesinde Bağdat Osmanlılara tabi oldu. 1548-1549 harekatı neticesinde I. Sultan Süleyman Tebriz’i işgal edebildi. I. Tehmasip Safevilerin başkentini Osmanlı sınırlarından uzaklaştırarak, Kazvin’e yerleştirdi. Osmanlı hücumlarını önlemek için bundan itibaren Safeviler, yeni taktik uygulamaya başladılar. Osmanlı ordusunun ilerlemesini önlemek gayesiyle Tehmasip’in emriyle Azerbaycan’da tarlalar yakıldı, gıda malları yok edildi, yollar ve köprüler yıktırıldı: Kısacası, Azerbaycan harabeye çevrildi. Bu emsali olmayan taktik Osmanlı ordusunun Azerbaycan’da yerleşmesine mani olsa da, Osmanlıların yeni seferlerine mani olamadı. 1552 senesinde Erzurum valisi sultanın emriyle Hoy’u işgal etti, İrevan’ı ateşe verdi. Ertesi yıl Sultan Süleyman kendisi Nahçıvan’ın işgaline iştirak etti. Yine de burada kalamadı. Karşısına çıkan Safevi ordusu Osmanlıları geri çekilmeye mecbur etti. 1548-1555 yıllarda cereyan eden muharebe Amasya Sulhü’yle neticelendi. Amasya’da imzalanan barış antlaşmasına (1555-ci yılın 29 Mayısı) binaen, Batı Gürcistan ve Doğu Anadolu’nun önemli bir parçası Osmanlılara geçti.[16]
Safevi sülalesindeki kargaşalıktan istifade etmek isteyen III. Sultan Murad “dönek şialara” karşı “cihad” şiarı altında 1578 yılında yeniden harbe başladı. Şirvan, Dağıstan ve Tiflis’in Safevilere karşı isyan etmeleri ve yerli hakimlerinin Osmanlı sultanına yardım için müracaatı münasip bir bahane oldu. Şia’ya karşı mücadeleye Kırım hanı da kendi birlikleriyle iştirak etti. Bu muharebe küçük aralıklarla yirmi yılı aşkın bir müddet devam etti. Osmanlı birlikleri ülkenin başkenti Kazvin’i bile aldılar. Safevi sarayı bir çıkış yolu bulmak amacıyla, Osmanlılara karşı birlikte mücadele etmek amacıyla Rus hükümetiyle müzakerelere başladı. Safeviler birlikte mücadelenin başarıyla bitmesi durumunda Derbent, Bakü ve Şamahı’yı Ruslara bırakmayı vaad ettiler. Ancak Rusya bu teklifi kabul etmedi. 1590 yılında İstanbul (Ferhat Paşa) sulhüne göre, Azerbaycan’dan başka Ermenistan, Gürcistan ve Safevilerin batı vilayetleri Osmanlı’ya verildi. Mukaveleye esasen, Safevi şahları Hz. Peygamber’in ashabı ve halifelerine küfretmeyi bırakmalı, Safevi sınırları dahilinde yaşayan sünnileri takip etmeye son vermeliydiler.[17]
İstanbul Antlaşması akdedildiği vakit Safevi Devleti’nde artık yeni şah tahta çıkmıştı. Şah I. Abbas (1587-1629) tahta çıkar çıkmaz ıslahatlara başladı. Evvela merkezi hakimiyet için tehlike teşkil eden Kızılbaş emirleri kaldırıldı. Oldukça çok sayıda Türk aşireti devletin en uç noktalarına göç ettirildi. Hakimiyet Farslar, Gürcüler, Çerkezler ve Türk olmayan diğer bazı halklar hesabına genişletildi. Başkent bu defa Kazvin’den devletin içlerine, İsfahan’a alındı. Şah Abbas’ın ıslahatları orduyu da içine aldı. Safevi ordusu İngiliz müşavirlerinin iştirakıyle yeniden kuruldu, yeni topçu birlikleri teşkil edildi, ordunun aşiret silahlılarından ibaret olan yapısı yeni nizami birlikler lehine değiştirildi.[18]
Harp hazırlıklarını bitirdikten sonra Şah Abbas 1603’te Tebriz’e doğru hareket etti. Şah Abbasa göre, Anadolu’daki Celali İsyanları iyi değerlendirilebilirdi. Seferin bahanesi Salmasın Kürt emirinin şaha müracaatı oldu. Şah Abbas, Sofiyan yakınlarında Osmanlı birliklerini mağlup ettikten sonra Tebriz’e girdi; burada büyük sayıda sünni ahaliyi kılıçtan geçirdi. 1612’de Safevilerle Osmanlılar arasında elde edilen sulh, 1555 Amasya Antlaşması’nın şartlarını tastik etti, ancak uzun müddet iki devlet arasında barışa garanti olamadı. 1616 ve 1618’lerde elde edilen barışa rağmen harp 1639’a kadar devam etti. Aynı yılın Mayıs ayında akdedilmiş Kasr-ı Şirin Mukavelesi’ne göre, Azerbaycan ve İrevan Safevilerde, Bağdad ise Osmanlılarda kaldı. Mukavelenin şartlarından birine uygun olarak, Safeviler Sünniliği itham ve tenkit eden ve Sünnilerin takibine yönelen siyaset yürütmeyeceklerdi.[19]
Böylece, XV. asrın son yıllarında Akkoyunlularla Osmanlılar arasında başlayan muharebe, Safevilerin hakimiyeti devrinde oldukça şiddetlenmiş, küçük fasıllarla yaklaşık 150 yıl devam etmişti. Bu yıkıcı harplerin esas meydanı Azerbaycan idi. Bir taraftan, Osmanlıların seferleri, diğer taraftan ise, Safevilerin önceleri de Azerbaycan’da tatbik ettikleri “yakılmış toprak” taktiğini aynı yıllarda geniş çapta uygulamaları Azerbaycan’ı harabeye çevirmiştir.
Savaşların Neticeleri
Osmanlı-Safevi savaşları bölgenin harbi-stratejik durumunda değişiklikler meydana getirdi. Her şeyden evvel, defalarca mağlubiyete uğrayan Safeviler, Doğu Anadolu’ya olan iddialarından vazgeçmek durumunda kaldılar. Bu bölge Osmanlı İmparatorluğu’yla birleştirildi. Bununla beraber, Osmanlı sultanları Safevi Devleti’ni ortadan kaldırmak maksatlarına nail olamadılar. Safevi Devleti kendi varlığını 1722’deki Afganların hücumlarına kadar koruyabildi.
İki imparatorluk arasında uzun müddet devam eden savaşlar büyük coğrafi keşifler neticesinde zaten önemini kaybetmekte olan İpek Yolu’nun işlemesine, uluslararası ticaretin yapısının her iki ülkenin zararına önemli ölçüde değişmesine, İpek Yolu’nun sonraları, ehemmiyetini tamamen kaybetmesine sebep oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkistan’la alakası yıllarca süren savaşlarla bozuldu. Aynı zamanda Safevi Devleti’nin Avrupa ile alakalarının karşısına da set çekildi. Bu alakaların zayıflaması Safevilerin ve bu coğrafyada meskun halkların daha sonraki gelişmesine de menfi tesir etti.
Bu savaşlardan en çok zarar gören Azerbaycan oldu. Yukarıda da söylendiği gibi, yıkıcı harp genelde Azerbaycan arazisinde cereyan ediyordu. Hem Osmanlı hücumları, hem de Safevilerin yararsız harp taktiği Azerbaycan’ın kendine gelmesine imkan vermedi. Buradaca Safevilerin Azerbaycan’a pahalıya mal olan diğer siyaset hattını da kaydedelim. Devlet sınırlarını tahkim etmek, potansiyel tehlike menbaı olan aşiretleri zayıflatmak amacıyla daha Akkoyunlu hükümdarları devrinde başlamış olan göçettirme siyaseti Safeviler devrinde korkunç boyutlara ulaşmıştır. Onlarca Türk aşiretinin, devletin en uç noktalarına göçettirilmesi Azerbaycan’da Türk unsurunu zayıflattı. Amerikalı tarihçi John Perry’nin göçettirme siyaseti hakkındaki araştırması bu bakımdan dikkat çekiyor. Onun hesaplarına göre, yalnız Şah Abbas 14 defa aşiretlerin yerini değiştirmiş, en az 100 bin aileyi göçettirmişti. Onların da büyük çoğunluğu Azerbaycan’dan Horasan’ın kuzeyine, Mazanderan’a, Fars eyaletine göç ettirilmiş Türk aşiretleriydi.[20]
Osmanlı-Safevi savaşlarının uzun yıllar boyu devam etmesinin başlıca sebebi Safevilerin Şiiliği devlet dini ilan etmeleri, onu (şiiliği) inatla silah gücüyle yaymaları oldu. Şiilik modern İran coğrafyasında nisbeten sabit devletçiliğin sürekli olmasına müsbet tesir etmekle beraber, objektif olarak değerlendirilirse Türk ve aynı zamanda da İslam dünyasının parçalanmasına sebebiyet verdi. Şii (Safevi) ve Sünni (Osmanlı, Türkistan’daki Şeybani) devletler arasındaki ideolojik mücadele XVI ve XVII. asırlarda görülmemiş bir büyüklük kazandı. Azerbaycan, sünni Türk dünyası içinde münasebetlerin gelişmesine mani olan bir unsura döndü.
Şiiliğin devlet dinine çevrilmesi, daha sonra Şah Abbas devrindeki ıslahatlar aslında İran’ın (Fars değil) güçlenmesine sebep oldu. Enteresandır, yaklaşık olarak aynı devirde -XVI ve XVII. asırlarda- İngiltere, Hollanda ve Fransa’da millet-devlet kuruculuğu süreci başlamıştı. Aynı sürecin ilk belirtileri XV. asırda Azerbaycan’da da kendini göstermekteydi. Türk sülalelerinin bir birinin yerini tutması, Uzun Hasan’ın Kur’an’ın Türkçe mealini yaptırması, Türkçe edebiyatın daha önce görülmemiş inkişafı, Türkçe’nin ordu, saray ve diğer devlet organlarında kullanılmasının yaygınlaşması bu meyli apaçık gösteriyordu. Bu devirde aslında İran coğrafyasında derin Türkleşme süreci söz konusuydu. Ancak mutaassıp şiiliğin ideolojik baza çevrilmesi, hariçteki Türklerle (Osmanlı, Türkistan) birkaç neslin hayatı boyunca hemen hiç durmadan devam eden savaşlar Azerbaycan Türkünü Farslara ve Türk olmayan diğer halklara bağlayıp onları “din kardeşi” yaptı; kalanlarını ise “kafir” ilan etti. Neticede Azerbaycan Türkü ile Anadolu (ve Türkistan) Türklerinin gelişim istikametleri ayrıldı. M. Fuad Köprülü’nün aşağıdaki fikri bugün de aktualitesini korumaya devam ediyor: “Gerek Azeri ve gerek Osmanlı sahalarındaki halk, ekseriyet itibarıyle Oğuzlardan mürekkep, İran’da sair Türk unsurlarının ve Moğolların Anadolu’dakinden daha fazla olması, yerli kültür an’anelerinin, tabii ve içtimai şartların birbirinden farklı bulunması, İran dil ve medeniyetinin Azeri sahasındaki kuvvetli nüfuzu, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Sünniliğe mukabil, Safevilerden başlayarak, Şiiliğin İran’da, devlet dini olarak kabulü, İran Türklerinin Osmanlı İmparatorluğu Türklerinden ayrı bir edebiyat vücuda getirmelerine ve bunun mustakil bir tekamül yolu takip etmesine sebep olmuştur”.[21]
Şiiliğin İran devletçilik tarihinde oynadığı önemli rol sadece mutaassıp İran yazarlarının dikkatini çekmemiş, önemli Batı müsteşrikleri de bu mevzudan bahsetmişlerdi. V. Minorski’nin gösterdiği gibi, Şiilik olmasaydı İran “Türk hücumlarının dalgaları altında boğulur giderdi. Vecd karakteri taşıyan bu yeni din, merkezî kuvvetin güçlendirilmesine yardım etti. Diğer yandan, esasında İran milliyetçiliği ile hiçbir alakası olmayan bu yeni doktrin, İranlıların soyut İslamiyet içinde, daha doğrusu, gerçekler bakımından Türk okyanusu içinde erimesine karşı koyma hakkını sağlayan bir ada vazifesi gördü”.[22] Şah Abbas devrinde Safeviler Devleti’nin metropolü (merkezi) artık Azerbaycan değildi; merkez Acem Irakı’na geçmişti. Safevi Devleti bu devirden itibaren Azerbaycan Türk devleti özelliğini yitirdi. Yeni İran hakimiyetinde temsil edilmiş Türklerin yukarı sosyal tabakası dahilinde ise Farslaşma süreci başladı.
Hazar Üniversitesi / Azerbaycan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 893-898