Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Cumhuriyet Devrinde Eski Eserlerimizin Değerlendirilmesi

0 6.900

Hicran ÖZALP

Doç. Dr. Müge BOZDAYI

Büyük sanat eserleri bütün insanlığın malıdır. Yaratıldıkları toprak ve çevreden, bulundukları memleketin sınırlarından taşarlar ve şöhretleri bütün dünyaya yayılır. Her sınıftan insanlar, dünyanın dört bir tarafından gelerek bu sanat eserlerinin bulunduğu yerleri ziyaret ederler. Bu açıdan o değerli tarihi çevre ve yapıların korunması ve yaşatılması sadece o ülke mensupları için değil bütün insanlık için önemlidir.

“Avrupa’nın mimarlık mirası, paha biçilmez kültürel değerinin yanı sıra, halklarına ortak tarihlerinin ve geleceklerinin bilincini aşılamaktadır. Bu nedenle yaşatılması çok önemlidir.”[1]

Kültürle ilgili toplum bilimlerine göre “kültür insanın manevi varlığının eseridir, denir. Amerikalı etnolog R. Linton kültürü; Toplum ya da toplum içi gruplar tarafından kabul edilen yaşam biçimi ve bilgiler setidir, şeklinde ifade etmekte ve kültür çok sesliliği içermektedir, büyük kitlelere aittir ve toplumda bütünleştirici bir rol oynamaktadır demektedir.”[2] (Tütengil 1995: 4)

Kültür varlıkları ise; dönemlerini ya da kültürlerini yetkiyle simgeleyebilen, bilim, din ve güzel sanatlarla ilgili bulunan, bütün taşınır, taşınmaz mallara, aynı nitelikteki her türlü bilgiye denir.

“Eski kent ve mahalleleri incelemek, bugünü anlamaya, kendimizi tanımaya, tanımlamaya yardımcı bir araçtır. Geçmiş uygarlıkların sosyal ve ekonomik yapısı, yaşam felsefesi, estetik duyarlılığı ile ilgili birçok ayrıntı bu çevrelerde saklıdır.

Tarihi çevreler insan ölçüsüne göre düzenlenmiş mekanlar olarak da öğretici, ilgi çekicidirler. Sosyal ilişkileri olumlu yönde etkileyen ve bireyler arasında birlik duygusunun pekiştirilmesine yardımcı olan bir ortamları vardır. Böyle bir çevrede bulunmak kişiyi mutlu kılar.”[3]

Çağdaş koruma olgusunda amaç; kültür varlıklarının biçimsel bütünlüğünü bozmadan eserleri; tarihi belge nitelikleri, estetik değerleri ve ait oldukları dönemin özelliklerini değerlendirerek onarmak, ya mevcut işlevini güncelleştirerek kullanmak ya da yeni işlevler kazandırarak kullanmak ve gelecek nesillere gerçek kültürlerini doğru aktarabilmek ve güncelleştirilerek kültür mirasını günümüz yaşamıyla bütünleştirmektir.

Koruma düşüncesi, yaşatarak mümkün olur ve bu konuda Venedik Tüzüğü[4] maddesinde “Anıtların korunması, her zaman onları herhangi bir yararlı toplumsal amaç için kullanmakla kolaylaştırılabilir. Bunun için bu tür bir kullanma arzu edilir, fakat bu nedenle yapının planı ya da bezemeleri değiştirilmemelidir. Ancak bu sınırlar içinde yeni işlevin gerektirdiği değişiklikler tasarlanabilir ve buna izin verilebilir” denilmektedir.

“Koruma yaşatmaktır, dondurmak değildir. Koruma düşüncesi, insanın bugününün ve geleceğinin sorumluluğunu taşımalıdır. Geçmişi, var olanı dondurmak, çağın insanı için yaşanmaz duruma getirmek, koruma değildir. Kültür miraslarımıza güncel işlevler kazandırmamak, çağdaş gereksinimlerden, gelişmelerden uzak, yapıldığı günün koşullarında kalmak demektir. Yaşamı korumayan hiçbir girişim olumlu girişim olamaz. Yüzyıl önceki koşullarda, o günkü yapı yöntemi ile ve o günkü geçerli ilkeler ile doğmuş bir yapı bugün tıpkısını, benzerini yapmak en az yüzyıllık geri kalmışlığı gösterir. Geçmiş olan yüzyılı kavrayamamış olmayı gösterir. Yapıyı anlamayı becerebilmek, gerçek korumanın ilk basamağıdır.”[5]

Değişen zaman ve yaşam koşulları, birçok tarihi yapının özgün işlevini yitirmesinin sebebidir, bu değerli tarihi yapılar farklı bir işleve hizmet etmek ve güncelleştirmek için yenilenmektedir. Yeniden işlevlendirmede öncelik, onarım ve koruma çalışmalarının etkili olabilmesi için en önemli şart, yapıtın özgün halinin bilinmelisidir. Bunun için de belgeleme çalışmalarının yapılması gerekir. Bu süreç içerisinde, yapıtın boyutlarını, biçimini, dokusunu, yapım şartlarını, süslerinin, üstündeki bozulmaları gösterecek çizim, resim, fotoğraf, yazılı ya da süslü betimlemelerden yararlanılır.

“Tarihi değer taşıyan yapılar, zamanla işlevsel olarak eskiyerek standart altı kalmakta, güncelleştirme yapılmadığında, terk edilerek harap olmaktadır. Güncelleştirme ve yeniden işlevlendirme eski binaların yıkımdan kurtulması için bir araçtır. Venedik Tüzüğü’nün 5. maddesinde “Anıtların korunması her zaman onları herhangi bir yararlı toplumsal amaç için kullanmakla kolaylaştırılabilir. Bunun için bu çeşit bir kullanım arzu edilir, fakat bu nedenle yapının planı ya da süslemeleri değiştirilmemelidir. Ancak bu sınırlar içinde yeni işlevin gerektirdiği değişiklikler tasarlanabilir ve buna izin verilebilir. Uygulamada bu ilke daha çok tarihi ve sanat değeri yüksek olan binalar için geçerli olmaktadır”[6] (Ahunbay 1996: 97).

” İnsan doğası yalnızca belirli bir zaman kesiti içinde nasıl değerlendirilemezse, toplumlar da geçmişlerini özümseyemedikleri, ilişki kuramadıkları sürece kendilerini gereğince anlayamazlar”[7] (Gençtan 1989).

Kültürel kimliğin oluşmasında tarihsel kültür varlıklarının toplumları birleştirici etkisi olduğunu Kuban[8] şöyle dile getiriyor: ’’Birleştirici anılar, kültürün ve kültürlerin ürünü olan uygarlıkların temelidir. Tarihin çağımız için yepyeni bir yorum ve değerlendirilmesini yapmak bugüne kadar yaratılmış maddi ve manevi verileri değerlendirmek, onlarla ortak olarak, yeni yaratmaları teşvik edecek bir kişilik tanımıyla ortaya çıkmak için ortak bir kültür düzeyinde birleşmek, belirttiğimiz nedenler dolayısıyla zor olduğu halde gereklidir.” Bu bakımdan, tarihi mirasın maddi verileri toplumun kendisi hakkında bilinçlenmesinin araçlarıdır. Tarihsel mirasın bağlayıcı ya da birleştirici özellikleri, insanları yanyana getirmekte, ulusal dokunun oluşmasına katkıda bulunmaktadır.

Cumhuriyet döneminde eski eserlerin yeniden değerlendirilmesi konusunda projeler oluşturularak, tarihi değer taşıyan yapılar ve çevreleri koruma altına alınarak, tarihi yapıları yaşatmak adına güncel işlevler verilmiştir. Akademik çalışmalara da konu olan bazı tarihi eserlerin değerlendirilmeleri örnek olarak verilebilir. Bunlar, İstanbul’da bulunan Eski Sultanahmet Cezaevi yapısı ve çevresi, çeşitli illerimizde bulunan turistik amaçla yeniden işlevlendirilen Osmanlı kervansaraylarına örnek olarak; Çeşme Kanuni Kervansarayı, Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı, Kuşadası Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı, Diyarbakır Deliller Hanı’dır.

Değinilen bu çevre ve yapıları daha detaylı irdelemek gerektiğinde; Sultanahmet Cezaevi’nin bulunduğu yakın çevre; tarih içinde Bizans İmparatorluğu’nun, ilk çağdan itibaren başkent olarak benimsediği Byzantion sitesindeki ilk saray kompleksinin sınırları içerisinde yer almaktadır. Bizans Tarihçisi Jean Ebersolt, 1918 basımlı Bizans İstanbulu ve Doğu Seyyahları kitabında “O bir Regina Urbium yani kentlerin kraliçesiydi, ardı ardına gelen Grek, Roma, Bizans ve Türk uygarlıklarının egemenliği altına girerken kendisine sahip olanların elinde, sırasıyla bir başka fatihin eline geçecek bir av gibi görünüyordu… Atina kadar saf, Roma kadar zengin olmayan tuhaf ama acılı, heyecan verici ve gizemliydi” diyerek İstanbul’u bu etkileyici sözlerle tanımlıyordu.

Cumhuriyet Gazetesi[9] “Sultanahmet Deyip Geçme” başlıklı yazı da Sultanahmet çevresini şu sözlerle anlatmaktadır: “İsa’dan 677 yıl önce kurulan çok tanrılı Grek dünyasının Byzantion’u, ondan tam binyedi yıl sonra dünyaya ilan edilen Bizans’ın Hıristiyan “Yeni Roma”sı ve Osmanlı’nın Müslüman İstanbul’u yani tarihi yarımada, Batı ve Doğu için ‘yeryüzünün yegane kenti’ ve bu kentin en can alıcı noktası olan Ayasofya ve çevresi, ‘yeryüzünün merkezi’ydi. Ve her bir ardıl, ihtişamını, kimi zaman yıkarak, kimi zaman da dönüştürerek bir öncekinin üzerine kurmuştu. Konstantinos’un Yeni Roma’sı ya da diğer adıyla Konstantinopolis, Bizans’ın kurduğu Byzantion’u yağmalanıp yıkılan tapınakları üzerinden yayılırken yeni ihtişamlara, yeni düşlere çağırıyordu insanları. Fatih’in İstanbul’u ise ince minareleriyle ihtişamın başka bir yüzü olan ‘büyülü Doğu’nun’ kapısını açıyordu.”

Tarihte Sultanahmet Cezaevi ve yakın çevresi; Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları dönemleri askeri ve çoğrafi konumundan dolayı imparatorluk merkezi yönetimi ile sosyal fonksiyonları üstlenmiş ve tarih için önemli roller taşımış bir bölgedir. İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında oluşturulan 28.1.1987 gün ve 196 sayılı yazıları uyarınca, 2.2.1987 günü araştırma komisyonunca Sultanahmet Cezaevi ve çevresinde inceleme yapılmış ve bu inceleme sonucundaki görüşler aşağıda verilmiştir:

1. Sultanahmet ve Çevresi, İstanbul’un ilk kurulduğu dönemden itibaren yoğun iskan görmüş önemli bir bölgesidir. Özellikle Doğu Roma İmparatorluğu merkezi olduktan sonra anıtsal yapılar, anıtlarla süslü meydanlar ve bu meydanları birbirine bağlayan sütunlu caddeler inşa edilmişti. Bu meydanların en önemlisi Ayasofyanın önünde bulunan Augusteion idi. Augusteion’un kuzeyinde Ayasofya, güneyinde Zeushippes Hamamı, Doğusunda Senato ve Pittakia, doğu ve güneydoğusunda Marmara denizine kadar Büyük Saray uzanıyordu. Bu bölge Bizans İmparatorluğu’nun son döneminde önemini yitirdiğinden ve terkedildiğinden, fetih sırasında harap durumda bulunmaktadır. O dönemde bakımsız bulunan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ise, bu anıtın günümüze kadar sağlam kalmasını sağlamıştır.

Osmanlı döneminde Ayasofya’nın kuzeyine Topkapı Sarayı ve surları, Zeushippes Hamamı’nın bulunduğu yerin yakınına Mimar Sinan’ın Hamamı, Hipodrumun batısına İbrahim Paşa Sarayı, doğusuna Sultanahmet Camii inşa edilmiştir.

2. Sultanahmet Cezaevi binası Ayasofya önündeki meydanın doğusunda yer almaktadır (Levha 1). Antik kaynaklara göre burada Khalke Kapısı ve Sarayı, Senato binası ve Pittakia vardı. Khalke Kapısı’ndaki küçük şapelin yerine I. Johannes Tzimitzes (969-976) tarafından büyük bir kilise yaptırılmıştır ve fetihten sonra bu kilisenin yanına bir cebehane kurulmuştur. 16. yüzyıl veya 17. yüzyılda buradaki kilisenin içine vahşi hayvanlar yerleştirilmiş, üst katları da Nakkaşhane olarak kullanılmıştır. Aslanhane’nin eski bir Gravürü İnciyan’nın kitabında mevcuttur. Ayrıca Nasuhas- Silahi’nin Der beyan-ı menazili sefer-ı Irak’ındaki İstanbul minyatüründe görülen bir yapıyla, İnciyan’ın gravürü birbirine çok benzemektedir. (Levha 2)

1802’de çıkan bir yangında Nakkaşhane, 1808’de ise Cebehane tamamen yanmıştır. 1848’de bu arsa üzerine Fossati tarafından Darülfünun binası inşa edilmiştir. (Levha 3). Darülfünun binası temel kazısında bir takım kalıntılara rastlanmıştır. Bunlardan bazıları Ayasofya Müzesi’nde bulunan İmparator Arcadius’un karısı Eudoxia’nın gümüş heykelinin yazıtlı kaidesi, Arkeoloji müzelerindeki At meydanında duran yılanlı sutüna ait bronz yılan başı gibi önemli eserlerdir.

1933’de Adliye Sarayı olarak kullanılan Darülfünun binası yanmadan önce doğu yönündeki arsa üzerinde Th. Wiegand ve E. Mamboury tarafından araştırma yapılmış ve “Die Kaiserpalaeste von Konstantinopol, Berlin-Leipzig 1934” bir kitap halinde yayınlanmıştır (Levha 4).

Çağımızda Sultanahmet Cezaevi Yakın Çevresi; Sultanahmet Cezaevi’nin bulunduğu arsanın yeri; Eminönü, Sultanahmet, Tevfikhane ve Kutlugün Sokak, 67 pafta, 58 ada, 1-2 parseller olarak belirlenmiştir. Türk idaresi altında, bölgede, Sokullu Mehmet Paşa Konağı, I. Ahmet Külliyesi, Arasta gibi büyük yapılar, Büyük Saray kalıntıları üzerine inşa edilmiştir. 1845 yılında, G. Fossati tarafından inşa edilen eski Darülfunun binasının güneyinde yer alan ve Mimar Kemaleddin Bey tarafından projelendiği zannedilen Sultanahmet Ceza ve Tutukevi binası 1916-1918 tarihli olup, Türk Neo-Klasik üslubundadır. Arsanın yakın çevresinde Ayasofya Müzesi ve avlusunda bulunan II. Selim, III. Murat ile I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in türbeleri bulunmaktadır, Sultanahmet Camii, Mimar Haseki Hamamı, III. Ahmet Çeşmesi, Sur-u Sultani, Kabasakal Medresesi, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in II. Abdülhamit için yaptırdığı Alman Çeşmesi bulunmaktadır. Sultanahmet Meydanı ve çevresinde; Dikilitaş, Mısır’da Firavun Tutmosis’in (İ.Ö. 1504-1450) Karnak Tapınağı önüne diktirdiği, oradan da 1. Theodosius zamanında, 390 yılında Bizans’a getirtilen, üstünde hiyerogliflerin, kaidesinde imparatorun yaşamına ve at yarışlarına ilişkin kabartmaların bulunduğu 30 metre yüksekliğinde dikilitaş; Örme Sütun, 10. yüzyılın ilk yarısında VII. Konstantinus’un yaptırdığı söylenen üstündaki bronz kaplamaların 4. Haçlı Seferi’ni izleyen Latin İstilası (1204-1261) sırasında 32 metre yüksekliğindeki sütun; Burmalı (Yılanlı) Sütun, Yunanlıların İ.Ö. 479’da kazandığı “Plataia Zaferi”inden sonra Perslerin silahlarından dökülüp Delphoi’deki Apollon Tapınağı önüne dikilen ve 1. Konstantinus zamanında (4. yy.) Bizans’a getirilmiş olan sütun; 1. Ahmet Türbesi, Topkapı Sarayı, Aya İrini, Arkeoloji Müzesi, Türk İslam Eserleri Müzesi’nin bulunduğu İbrahim Paşa Sarayı bulunmaktadır. Çevrenin tarihsel değerinin oluşturduğu bu özellik, bu bölgenin yoğun turist ziyaret ve konaklama bölgesi durumuna getirmiştir.

Çevre Dergisi 1979 yılı 3. sayısı “Sultanahmet Meydanı Çevresi Ayasofya Soğukçeşme Sokağı Koruma ve Geliştirme Projesi” başlıklı Nezih Eldem, Atilla Yücel, Melih Kamil tarafından yazılan makalede dönemin Sultanahmet Cezaevi ve çevresi yeniden işlevlendirme projesi konularına değinilmiş ve Sultanahmet çevresinin tarihsel değeri sebebiyle turistik açıdan ziyaret merkezi olmaktan öte bir konaklama merkezi bölgesi durumuna geldiği, ancak bölgede bulunan otel, hostel ve benzeri tesislerin mekan, donanım ve denetim açısından yetersiz ve çevre açısından da olumsuz sonuçlar doğurmakta olduğunu vurgulanmış; ancak daha da büyük bir olumsuzluk olarak kentin merkezi iş alanına bağlı imalat-depolama-ticaret eylemlerinin baskısının bölgede meydana gelen yanlış tahsislerden kaynaklandığı belirtilmiş; bütün bu olumsuz etkilerin Sultanahmet’in tarihsel- kültürel-turistik anlam ve öncelikleriyle çatıştığı belirtilmiş ve yörenin bir bütün olarak ele alınıp projelendirilmesi ihtiyacı vurgulanmıştır. Makalede konunun, 1977 yılında T.C. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı tarafından İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne proje olarak verildiğine dikkat çekmektedir.

Çevre Dergisi 1979 yılı 3. sayısı “Sultanahmet Meydanı Çevresi Ayasofya Soğukçeşme Sokağı Koruma ve Geliştirme Projesi” başlıklı Nezih Eldem, Atilla Yücel, Melih Kamil tarafından yazılan makalede Soğukçeşme Sokağı ve yöresi ile ilgili aşağıdaki ifadeler yer verilmiştir:

“Soğukçeşme sokağı ve yöresi, bugün İstanbul yarımadasının geri kalan kesiminden tümüyle yalıtılmış bir alan durumundadır. Giderek yoksullaşmış ve Merkezi İş Alanı’nın etkileriyle, toplumsal, içeriği değişmiştir. Sokak üzerinde kalan sınırlı sayıdaki ahşap ev, hem barınma koşulları, hem fiziksel durumları açısından en düşük düzeyde varlığını sürdürmektedir. Bunlar, bir iki istisna dışında görkemli soylu konakları değil, kökenleri bakımından alçak gönüllü ‘sıradan’ yapılardır. Ancak sırtlarını Sur-u Osmaniye’ye dayamış bu yapılar, diğer yanını Ayasofya Külliyesi’nin teşkil ettiği Soğukçeşme’ye olağanüstü bir pitoresk ve tipik bir Osmanlı sokağı görünümü verecek niteliklere ve bütünlüğe fazlasıyla sahiptir.”

Günümüzde fotoğraflardan gözlenebileceği gibi Sultanahmaet Cezaevi 5 yıldızlı otel, Soğukçeşme Sokağı ahşap evleri konaklama tesisleri olarak, turizm amaçlı yeniden kullanıma açılmıştır. İstanbul’un eşşiz tarihi zenginliklerine sahip Sultanahmet Meydanı’nın doğu kesiminde gelişen kültür aksını tamamlayan bir turistik doku oluşturulmuştur. İbrahim Paşa Sarayı, Alman Çeşmesi yapıları kültür ve sosyal gereklilikleri karşılamaktadır.

Tarihi yapıların yeniden değerlendirilemesine ikinci örnek olarak Çeşme Kanuni Kervansarayı incelenebilir. Çeşme İlçe merkezinde sahil kenarında bulunan Kervansaray kare bir iç avlu etrafında sıralanan iki katlı revak ve odalarla avlunun doğusunda yer alan “ahır” ve ön kısımda dışa açılan tek katlı dükkanlardan oluşmaktadır.

Kitabesinde 935 Hicri (1525 Miladi) yılında, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Pabuçcuoğlu Ali’ye yaptırıldığı yazılıdır. Ünlü Seyyah Evliya Çelebi’ye göre Süleyman Han’ın (Kanuni) veziri iken maktul olan İbrahim Paşa’nın hayratıdır. İbrahim Paşa’nın Türbesi de Çeşme İlçesinde bulunmaktadır.

Kervansarayın ön (batı) cephesi, minavebi yonu taşı ve tuğla sıralarıyla inşaa edildiği halde, yan ve arka cepheler moloz taş ile daha az itinalı bir şekilde inşaa edilmiştir. Duvarlar üstte kirpi saçak korniş ile bitirilmiştir.

Kervansaray, zamanla fonksiyonunu kaybetmiş, özel mülkiyete ve Belediye’nin mülkiyetine geçmiş, ön kısmı ise baraka-dükkanlarla kapatılmış bir harabe halinde iken, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından kamulaştırılarak, 1971 yılında restorasyon çalışmalarına başlanılmıştır.

Bir örnek olarak yeniden işlevlendirme süreci detaylı olarak incelendiğinde öncelikle mimari eserin vasıfları belirlenmektedir. Bu çalışmaya göre, eserin mimari vasıfları: Kareye yakın, dikdörtgen bir iç avlu etrafında önleri revaklı iki kat üzerine odalardan müteşekkil bir plan şemasına göre inşa edilmiştir. Denize nazır batı cephesinde dış duvarlar ve üst katlar hariç alt odalar oldukça sağlam kalabilmiştir. Bu izlerin tetkikinden, odaların beşik tonozlar, ön cepheden çıkıntı yapan giriş kısmına rastlayan fevkani iki odanın ise çapraz tonozla örtülü olduğu anlaşılmaktadır. Giriş kapısının avluya açılan yüzünde ve bugün mevcut olmayan revak içinde sağlı sollu iki merdivenle üst kata çıkıldığını gösterir izler mevcuttur. Revaklar tahmin edildiği üzere münavebeli olarak taş ve tuğla ile örülmüş ayaklara istinat eden çapraz tonozlarla örtülmüştür. Kervansarayların kuzeybatı köşesi kademeli bir çıkıntı ile bir nevi köşe burcu haline getirilmiş ve bu kısım üst katta diğer hacimlere göre daha alçak tutulmuş olup, müstakil dar bir koridor ile revakla bağlanmıştır.

Ön cephede, üstündeki odalarla birlikte çıkıntı yapan giriş eyvanının dış yüzü ve kemeri nisbeten büyük ebadda ve muhtelif cinste kesme ve yer yer tuğla hatıllı kaba yonu taşlarla örülmüştür. Bu eyvanın nihayetinde (ki üstte ikinci odanın altına isabet eder) motifli ve iki renkli teşkil edilmiş cümle kapısının sivri kemeri bulunmaktadır. Bu kapı ve üst (muhtemelen basık kemeri ve kitabeli alınlığı) atkısı şimdi yoktur. Kapı kanatlarının takıldığı konsol taşları kalmıştır. Diğer cepheler yer yer tuğla ve yassı küçük taşlarla mozaik şeklinde örülmüş, sıralı moloz taştan yapılmıştır. Odaların ve revakların tonozları tuğladandır. Hela kısmına geçilen koridorun dış cephesinde iki sıralı tuğla kirpi saçak izleri kalmıştır. Eski gravürlere göre beden duvarlarının üstünde moloz taş ve tuğla ile yapılmış dendanlar olduğu anlaşılmaktadır. Üst örtü muhtemelen kurşun kaplama idi. İç hacimler sıvalıdır. Üst odaların taş çerçeveli demir parmaklıklı ve üstte sağır alınlığı çevreleyen sivri tuğla kemerli dikdörtgen pencerelerle aydınlatıldığı ve birer ocakla ısıtıldığı mevcut izlerden anlaşılmaktadır. Oda döşemeleri klasik tuğla kaplamalıdır. Avlu ortasında evvelce (muhtemelen üstünde bir köşk mescidi bulunan) şadırvanı mevcuttur. Dilimli bir orta çanağı olan bu mermer şadırvanın parçaları sökülmüş olarak avluda durmaktadır.

Bu konuyla ilgili akademik çalışmalara dayanılarak incelenebilecek diğer örnek, Kuşadası Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı’dır. Kervansaray, Aydın iline bağlı Kuşadası ilçesinin merkezinde deniz kenarında bir kale görünümündedir. Oğuz veya Öküz takma adıyla anılan Sadrazam Mehmet Paşa tarafından 1028h/1618 M. Yılında yaptırılmıştır.

Kuzeybatı köşesindeki çıkıntılar dikkate alınmazsa, üzerleri mazgallarla sonuçlanan kalın ve yüksek duvarların çevirdiği kervansarayın planı tam bir dikdörtgendir. Moloz taşlardan kuvvetli bir harçla yapılmış olan dış duvarlarda sadece, ikinci kattaki odaların sivri kemer alınlıklı ve silmeli pencereler açılmakta duvarların üzerindeki zarif görünüşlü mazgallar esere ayrı bir güzellik katmaktadır. Biri deniz tarafında, diğeri cadde üzerindeki iki kapısından başka bir de küçük kapısı bulunan eserin iç kısmında dikdörtgen avlunun etrafını iki kat halinde basık, kemerli revaklar çevirmekte, revakların arkasında, içinde ocakları bulunan beşik tonozlu odalar sıralanmaktadır.

Ortadaki dikdörtgen açık avluyu dört yönde tek sıra halinde iki katlı revaklar çevrelemektedir. Revaklarda alt ve üst katta toplam 42 kalın ayak birbirine ve duvarlara sivri kemerlerle bağlanmışlardır. Üst örtü tüm revak birimlerinde çapraz tonozdur.

Kare plan şemasındaki odalar revakların gerisinde yapının dört yönünde sıralanır. Hepsi eşit boyutlarda olan odalar her katta 28 adettir. Üst örtüleri beşik tonozlardan oluşur. Odaların tümünün girişleri dikdörtgen kapı şeklinde olup, alt kat odalarının revak yönüne açılan birer dikdörtgen pencereleri, üst katların revak yönüne açılan birer mazgalı dışa açılan dikdörtgen pencereleri bulunmaktadır. Odalarda dolap ve ocak nişleri vardır.

Kervansarayın biri deniz tarafında, diğeri cadde üzerinde basık kemerli iki kapısı bulunur. Avlunun kuzeybatı köşesindeki merdivenler üst kata çıkışı sağlamaktadır. Kapıların üzerinde bulunan odalar dönemin dizdarlarına ve gümrük emirlerine tahsis edilmiştir. Avlu ortasında daha önce bir köşk mescidin bulunduğunu Evliya Çelebi’den öğrenmekteyiz.

Kervansaray, moloz taş malzeme ile inşa edilmiştir. Yapının dış duvarlarında bulunan top delikleri bir liman şehri olan Kuşadası’nın hemen ağzındaki kervansarayın korsan saldırılarına karşı korunması için yapılmış savunmayı gösterir. Diğer taraftan kervansarayı bir kapısının da gene bugün yok olmuş olan çarşıya açılması, kervansarayın diğer bir görevini daha ortaya koymaktadır.

Günümüzde önemli bir turistik yörede bulunan kervansaray yerli ve yabancı turistlerin konaklayabileceği bir otel olarak değerlendirilmektedir. Bu bakımdan çağdaş koruma anlayışının ilkelerinin önemlilerinden biri nokta olan yaşatarak koruma ilkesi sağlanmaktadır.

Tarihi yapıların yeniden değerlendirilemesine bir diğer örnek olarak; Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı gösterilebilir. Kervansaray Kanuni Sultan Süleyman’ın Veziri ve damadı Rüstem Paşa tarafından 16. yüzyılda yaptırılmıştır (1560-1565).

Eser, büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Büyük kısım Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir, küçük kısım ise sonradan ilave olup mimarı belli değildir.

1877 Rus Harbi esnasında eser harap olmuş, sonra da yıkılmıştır. 1960 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünün kontrolünde restore edilmiş ve bu başarılı restorasyon daha sonra Ağa Han büyük ödülünü kazanmıştır.

Kervansarayların konaklama için yapılmış olduğu dikkate alınarak bu eser de 1983 yılına kadar Vakıflar Genel Müdürlüğünce kiraya verilmiş otel olarak kullanılması sağlanmıştır.

Edirne’ye giriş yolu üzerinde bulunan kervansaray, kuzeye bakan yol cephesinde, güzergahın istikametlerine uydurulmuştur. Her kısmın zemin katı hizasında boydan boya uzanan on yedi adet tonozlu dükkan mevcuttur. Hanlara girişler de bu dükkanlar arsından düzenlenmiştir. Duvarlar moloz taşla inşa edilmiştir.

Büyük kısım, ortadaki dikdörtgen avluyu iki katlı olarak çepeçevre sarar. Önleri revaklı, üstleri kubbeli odalardan oluşan bir plan şemasına sahiptir. Alt katın revakları dairevi, üst katınkiler ise sivri kemerlidir. Kuzey ve güneyde revak içinden üst kata çıkan yarım kemerlere ve revak ayaklarına bitişik kaidelere merdivenler yerleştirilmiştir. Alt kat odalarının pencereleri iç avluya bakmakta, üst kattakilerin bir kısmı ise avluya, bir kısmı dışarıya açılmaktadır.

Avlu ortasındaki şadırvanın üstünde bulunan, sütunları sekiz köşeli köşk, mescit, eski Selçuklu Kervansaray mimarisinin devam ettirildiği bir döneme aittir. Yine iki katlı olarak inşa edilmiş olan kısmın L şeklindeki bir iç avlusu mevcuttur. Alt katta avlunun güney ve doğusu, ortada bir sıra kesme taş ayağın ayırdığı, iki sahanlı planı, ahırların cephelerini sınırlandırır. Bu kısımlara avluya açılan iki kemerli kapı ile girilir. Üst katta ise, iç avluyu üç taraftan saran, revaklı odalar ve eyvanlı oda grupları yerleştirilmiştir. Güney revakından bir koridorla büyük kısma geçit verilmiştir.

Vakıflar Genel Müdürlüğü, 1960-61 yıllarında başlayan restorasyona, 1964-65 yıllarında da devam etmiştir. Edirne’nin konumu ve kervansarayın durumu etüt edilerek, günün tarihi ve turistik otel anlayışına uygun şekilde kullanımı için 1966 yılında restorasyon çalışmalarına hız verilmiştir.

Otel fonksiyonu ile yeniden işlevlendirilen kervansaray, tarihi çevresi içerisinde çağdaş koruma anlayışının önemli noktalarından olan koruyarak yaşatma ilkesinin uygulanmasına bir örnektir.

Tarihi yapıların yeniden değerlendirilemesine bir başka örnek olarak Diyarbakır Deliller (Hüsrev Paşa) Hanı incelenebilir. Diyarbakır ilinin Mardin kapı semtinde ve gazi caddesi üzerinde bulunmaktadır. Diyarbakır’ın Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinden sonra İkinci Vali olan Hüsrev Paşa tarafından 1527 yılında yaptırılmıştır. Adının daha çok Deliller Hanı olarak tanınmasının nedeni, her yıl Hicaza götürülmek üzere toplanan hacı adaylarının kendilerine haç süresince refakat edecek Delil’leri bu handan temin etmiş olabilecekleri düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

45.64×52.65 metre ebadında dikdörtgen planlı iki katlı, ortası açık avlulu bir handır. Ön cephede alt katlar dükkan olarak kullanılmaktadır. Kapının sağ ve sol taraflarında hafif sivri beyaz siyah değişimi kesme taş kaplı dükkanlar vardır. Kapı üstü yine siyah beyaz taş değişimi şeklinde tezyin edilmiştir. Dükkanların arkasında ve avlunun etrafında önü revaklı han odaları yer alır. Kapının iki yanından ve kapı karşısındaki mescit gibi eyvanın iki tarafından üst kata çıkılır. Bu merdivenler de kesme taştır.

Oldukça geniş bir alanı kapsayan han, ortasında kareye yakın geniş bir avlusu bulunan iki katlı barınak bölümü ile tek katlı ahır kısmından meydana gelmiştir. Yapı malzemesi olarak; avlu cephelerinde, kemer ve ayaklarda, batı cephesinde siyah-beyaz kesme taş, diğer üç cephede ise moloz taş kullanılmış, tonoz ve kubbeler tuğla ya da taştan örülmüştür. Hana, siyah-beyaz taş sıralarının hareketlendirdiği ve yapının genel görünümü taştan, Gazi caddesi üzerindeki bir kapıdan girilmektedir. Yine bu cadde üzerinde, girişin sağında ve solunda olmak üzere beşik tonozlu, siyah- beyaz taş sıralarının biçimlendirdiği, yanyana sıralanmış 16 adet dükkan yer almaktadır. Giriş ve giriş kapısındaki tonozların sağında ve solunda yer alan dört adet merdivenle avludan üst kata çıkılmaktadır. Karşılıklı iki tonoz dışında avlunun etrafı revaklarla çevrilmiştir. Alt ve üst katlarda aynen korunan eyvanların gerisinde odalar yer almaktadır. Üst katta, batı cephesindeki odalar sıralanmaktadır. Üst katta, batı cephesindeki odalar alttaki dükkanlar nedeniyle iç içe iki hacimden meydana gelmişlerdir. Bunları da tek oda kabul edersek, altta ve üstte 72 oda, 1 mescit ve 3 özel mekan ortaya çıkmaktadır. Her bir odada birer dolap ve birerde ocak nişi bulunmaktadır. Alt kattaki oda pencereleri revaklara bakarken, üst kat oda pencereleri dışa bakmaktadır.

Ahır kısmına, güneydeki han odasından geçilmektedir. Ahır kısmı bu girişe paralel kemerlerin bağlandığı beş ayak sırasının altı nefe böldüğü oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Üst örtüsü ise doğu-batı istikametinden boydan boya uzanan altı tonozla örtülmektedir. Bu tonozların kilit noktalarında yan yana sıralanmış havalandırma ve kısmen de ışıklandırma görevini yapan delikler bulunmaktadır. Bugün restorasyon sonunda betonarme beşik çatısı bulunan hanın, üst örtüsünün toprak düzdam olduğu eski resimlerinden anlaşılmaktadır.

Hanın, Gazi Caddesi’ne bakan cephesindeki 16 adet dükkana da her türlü çağdaş donanım sağlanmış olup, düzenleme sonrası her birinin birer turistik dükkan olarak hizmet verebilmeleri öngörülmüştür.

Günümüzde Han’ın doğu cephesinde bulunan bir kapıdan yararlanmak suretiyle bu taraftaki boş alan yapılan düzenlemelerle otopark, açık oturma ve dinlenme alanları haline getirilmiştir.

Akademik araştırmaların da göstermiş olduğu gibi eski eserlerin ve bulundukları çevrelerin, tarihi süreç içerisinde yıpranarak unutulmaya yüz tutan, önemli eserlerimizin yeniden işlevlendirilerek değerlendirilmesi, gelecek nesillere doğru aktarımını mümkün kılacaktır. Tarih bilincinden yoksun toplumlar, yozlaşma ve yokolma yolunda ilerlemekte olduklarının bilincine varmalıdırlar. Tarihimizi tanıma, koruma ve tanıtma toplumsal değerlerimizin sağlıklı olarak yaşatılması açısından önemlidir.

Hicran ÖZALP

Doç. Dr. Müge BOZDAYI

Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 355-362


Kaynaklar:
♦ AHUNBAY, Zeynep, 1996, Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon, İstanbul Yem Yayınları.
♦ ASATEKİN, G. ve Diğerleri, 1979, “Tarihsel Çevre Korumasının Pratik Yönleri ve Gerekli Uzmanlıklar”. Mimarlık Dergisi 1: 17: 30 (Mimarlar odası ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Bölümünün Düzenlediği Panel).
♦ ALSAÇ, Ü. -E. MADRAN ve N. ÖZGÖNÜL, 1990, “Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması ve Onarılmasında kaynakça 1992 Türkiyede Restorasyon.
♦ BEKTAŞ, Cengiz, 1992, Koruma Onarım İstanbul: Yem Yayınları 1999 Selçuklu Kervansarayları Korunmaları, Kullanımları Üzerine Bir Öneri, İstanbul: Yapı Endüstri Merkezi.
♦ ÇEÇENER, B. ve E. MADRAN 1976, “Kültürel Varlıkların Korunması ve Onarılması”, Vakıflar Dergisi, 5 Ankara: Gaye Matbaası.
♦ DİEZ, Ernst, 1993, Türk Sanatı, (Çev. Oktay Aslanapa) İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları.
♦ GENÇTAN, Engin, 1989, İnsan Olmak, İstanbul: Remzi Yayınevi.
♦ GÜRAN, Ceyhan, 1975, Türk Hanlarının Gelişimi ve İstanbul Mimarisi, Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları.
♦ İLTER, İsmet, 1969, Tarihi Türk Hanları, Ankara: Kara Yolları Genel Müdürlüğü.
♦ KUBAN, Doğan, 1975, Sanat Tarihimizin Sorunları Anadolu Türk Sanatı, Mimarisi, Kenti Üzerine Denemeler. İstanbul: Çağdaş Yayınları 1991 “Türkiye’de Restorasyon Sorunsalı” Yapı Dergisi, Sayı 124: 37-41.
♦ KTVK Genel Müdürlüğü, 1990 “Koruma Planlamasında İlk Aşama Tespit ve Tescil”, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurultayı Oturum I. 14-16 Mart, Ankara.
♦ ÖZALP, Hicran, 2000, “Türkiye’de Otel Olarak Yeniden İşlevlendirilen Kervansarayların İç Mimari Ve Çevre Tasarımı Açısından İrdelenmesi” (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Ankara: Hacettepe Üniversitesi.
♦ ÖZALP, Hicran, 2001, “Sultanahmet Cezaevi Yeniden İşlevlendirilmesi Projeleri Araştırma Ve Analizi” (Yayımlanmamış Doktora Dönem Çalışması) Ankara: Hacettepe Üniversitesi.
♦ TÜTENGİL, A. 1995, “Yapısal Kültür Varlıklarının Fayda Değeri Analizine Bağlı Bir Yöntemle Değerlendirilmesi” İstanbul: İTÜ
Dipnotlar :
[1] Amsterdam Bildirgesi, 1975.
[2] Tütengil A., Yapısal Kültür Varlıklarının Fayda Değer Analizine Bağlı Bir Yöntemle Değerlendirilmesi, İTÜ, İstanbul, 1995 s: 4.
[3] Ahunbay, Zeynep, Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon, Yem Yayınları, İstanbul 1996 s: 116.
[4] Venedik Tüzüğü 5. maddesi, Mayıs 1964.
[5] Bektaş Cengiz, Koruma Onarım, Yem Yayınları İstanbul 1992 s: 11.
[6] Ahunbay, Zeynep, Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon, Yem Yayınları, İstanbul, 1996 s: 97.
[7] Gençtan, Engin, İnsan Olmak, Remzi Yayınevi 1989.
[8] Kuban, Doğan, Anadolu Türk Sanatı, Mimarisi Kenti Üzerine Denemeler, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1975.
[9] Bayçın, Nermin, Dergi, Cumhuriyet Gazetesi, 16/08/1998
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.