Cumhuriyet devri yeniliklerinin meydana geldiği dönemde, kendisi de teknik bir yenilik olarak Türk halkının hizmetine sunulan radyo, diğer yeniliklerden farklı olarak ülkemize daha erken gelmiş ve bir ölçüde inkılapların yerleştirilmesinde kullanılan araçlardan biri olmuştur. Ulus devlet oluşturma sürecinde önemli bir role sahip olan kitle iletişim araçlarından radyonun, genç Cumhuriyetin modernleşme sürecindeki rolüne bakmaya çalışalım.
Elektrik ve elektromanyetik alandaki bilimsel gelişmelerin bir ürünü olan radyo, bir başka deyişle telsiz telefon, kitle iletişim araçları arasında önemli bir yere sahiptir. Bu teknoloji Maxwell, Hertz, Fleming, Stubblefield, De Forest ve Marconı gibi bilim adamlarının buluşlarıyla XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başlarında gelişmiştir. İnsan sesinin elektromanyetik dalgalar aracılığıyla bir yerden bir başka yere iletilebilmesi, iletişim alanında olduğu kadar insanlık tarihinde de önemli bir aşamayı simgeliyordu.[1]
Dünyada radyo yayıncılığı düzenli olarak 1920’li yıllarda başlamıştır, ancak bu icadın amatörler tarafından yaygın bir biçimde kullanılması biraz daha öncelere gitmektedir. 1917 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim yayınlarına başlanmış, 1921 yılında bu yayınlar normal şekline sokulmuştur. 1922’de İngiltere’de BBC radyosu kurulmuştur.[2] Radyo yayıncılığı Fransa ve Sovyetler Birliği’nde 1922’de, Almanya’da 1923’te, İtalya’da ise 1924 yılında gerçekleştirilmiştir. Radyo yayıncılığının Türkiye’de başladığı 1927 yılına kadar sırasıyla Arjantin, Avustralya, Japonya, Norveç, Yeni Zelanda, Hollanda, İsveç, İsviçre, Çekoslovakya ve Güney Afrika Birliği’nde radyolar yayın hayatına başlamıştır.[3]
Radyonun profesyonel anlamda kullanılmaya başlanmasıyla Türkiye’ye gelişi arasında çok uzun bir süre geçmemiştir. Türkiye’de ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927’de İstanbul’da Büyük Postane’nin kapısı üzerine yerleştirilen 5 kw güce sahip vericiden halka müzik dinletilerek yapılmıştır.[4] Ankara’da ise yayının başlaması aynı yılın Kasım ayında gerçekleşmiştir. Radyonun kurulmasında gerek Atatürk’ün gerekse diğer devlet adamlarının olumlu yönde tavır sergilemeleri ve bu işi bizzat desteklemeleri bu iletişim organının yeni kurulan rejimin desteklenmesi ve yerleştirilmesi yönünde önemli bir işlevi olabileceğini kavradıklarını göstermektedir.
Çağdaş bir toplum olma yönünde atılan hızlı adımlar arasında önemli bir araç olarak yerini alan radyo, Türkiye İş Bankası ile bir Fransız şirketinin ortak olarak kurduğu Türk Telsiz Anonim Şirketi (TTAŞ) tarafından işletilmeye başlanmıştır. TTAŞ, radyo satışlarını abonelik yoluyla gerçekleştirmiştir.[5] Ankara’da önce Yenişehir’de sonra Cebeci’de radyo yayıncılığına başlanmıştır. Orta dalga üzerinden yapılan bu yayınlarda “yurdu içeride ve dışarıda tanıtmak” için söz ve müzik programları yayınlanmaktaydı.[6] Başlangıçta Ankara ve İstanbul’dan 5’er kw’lık yayın gücüyle, Avrupa’da bulunan 123 istasyon içinde önemli bir yere sahip olan radyo, Avrupa ve Amerika’daki hızlı gelişmelere ayak uyduramaması sonucunda oldukça geri planda kalmıştır.[7] Buna paralel olarak oldukça zor koşullarda ve teknik imkansızlıklar içinde bulunan Ankara ve İstanbul radyoları, devlet politikasına uygun bir biçimde kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır.[8]
Yasal düzenlemesi bulunmayan ve 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanunu’na dolaylı olarak tabi olan TTAŞ, hükümetin göndereceği her türlü bildiriyi ücretsiz olarak yayınlamakla yükümlüydü.[9] Radyonun yönetimi 1936 yılına kadar şirket elinde bulunmuştur ve yayıncılık anlayışı da bu doğrultuda gerçekleştirilmiştir.
Radyonun kurulduğu yıllarda yayın saatleri oldukça sınırlıydı ve radyo yayını telgraf kullanımının bittiği saatten sonra başlamaktaydı.[10] İstiklal Marşı ile başlayan yayın İstanbul’da 4.5, Ankara’da 3 saat sürmekteydi ve ağırlıklı olarak müzik yayını yapılmaktaydı. İlk yıllarda yazılı basında radyoya ilişkin pek fazla bilgiye rastlanmamaktadır. Radyonun toplumsal bir işlevi olduğu ve halkı eğitmede kullanılabileceği fikri ancak kurulduktan birkaç yıl sonra söz konusu olmaya başlamıştır. Buna paralel olarak 1930 yılı Ocak ayında Maarif Vekaleti’nce radyodan çeşitli konular hakkında konferanslar ile haftada iki gün Almanca ve Fransızca dersleri, altı gün boyunca da Türkçe dersleri verileceği duyurularak bu işlerde görevlendirilecek hocaların isimleri gazetelerde ilan edilmiştir.[11]
Radyoda verilen konferanslara bir örnek de Kadınlar Birliği’nin yılbaşında yapılacak israfı engellemek amacıyla 28-30 Aralık arasında verilen konferanslardır.[12] Burada radyonun az da olsa toplumu eğitici vasfı göze çarpmaktadır. Fakat aynı yılın sonunda radyodan yeteri kadar istifade edilemediği ve yılda verilen beş on konferans ile günde iki saatlik konserlerden oluşan yayınların bu büyük icadın gerektiği gibi değerlendirilemediğini gösterdiği belirtilmektedir.[13]
Bu dönemde gazetelerde Avrupa şehirlerinin programlarıyla birlikte yayınlanan radyo programları incelendiğinde yayın akışındaki benzerlik dikkat çekmektedir. Genellikle 12.30’da kısa bir yayından sonra 18.30’da tekrar yayınına başlayan radyonun günlük programı gramofon konseri, alaturka saz, Fransızca ders ve Ajans Haberlerinden oluşmaktadır.[14] Üç saatlik akşam yayını 4-5 saate çıkmıştır.[15]
Henüz bir eğitim aracı haline gelmemiş ve eğlence aracı olarak kullanılan radyonun yayınladığı alaturka musikiye ilişkin eleştiriler 1930’larda başlamış ve 1934 yılında alaturka müziğin yasaklanışına kadar sürmüştür. Öte yandan Atatürk’ün 1930 yılında yaptığı bir röportajda doğu müziği hakkındaki görüşleri sorulduğunda “Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkında işitilebilir” şeklindeki yorumu dikkat çekicidir.[16] Bu eleştirilerde Avrupa şehirlerinden yayın yapan radyolarla kıyaslanan Türkiye radyosunun yayınladığı müziğin, Batılı çok sesli müzik karşısında zayıf kaldığı iddia edilerek Türk müziğinin çok sesli Batı müziği formuna sokulması istenilmektedir.[17]
Bir süre sonra bu düzeltme işinden de vazgeçilerek Şark musikisinin “inletip ağlattığına” hükmedilmiş,[18] alaturkanın ıslahının medresenin veya mecellenin ıslahını düşünmekle bir olduğu vurgulanarak, bundan sonra Türklerin Garp beynelmineli olan musikiye benliklerini katmaları gerektiği belirtilerek, basın yoluyla musiki inkılabı olarak adlandırılan radyodaki alaturka müzikten Batı müziğine geçişin kamuoyu oluşturulmuştur.[19] Musiki konusunda sergilenen bu ciddi yaklaşımın altında Batılılaşma konusunda gösterilen hassasiyet yatmaktadır. 1930’ların başından itibaren kültürel alandaki kurumsallaşma sırasında, topyekün Batılılaşma ihtiyacının bir gereği olarak musikinin de şark etkisi altında kalmasının mümkün olmayacağı öngörüsü ile Batı musikisi esas alınmıştır. Üstelik Garp musikisi milli musiki olarak benimsenmiştir.
Türk inkılabının ilkelerinin yerleştirilmeye çalışıldığı bu dönemde inkılap bir bütün olarak düşünülmüş ve fikirde olduğu kadar sanatta da yeni hamlelere ihtiyaç duyulduğu sıkça ifade edilmiştir.[20] Tek parti idaresi bu tür hamlelerin kendi öncülüğünde, gençlerin desteğiyle yapılmasını istemektedir ve musikinin değiştirilmesi radyo aracılığıyla yapılan bu hamlelere bir örnek teşkil etmektedir.
1 Kasım 1934’te Meclis’te yaptığı konuşmada Atatürk, “Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu yüzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir…”[21] diyerek konuya olan hassasiyetini göstermiştir.[22] Ayrıca İstanbul ve Ankara valilerine, Dahiliye Vekaleti’nce radyo programlarında alaturka müziğin yasaklandığı ve sadece Batı müziğinin çalınabileceği bildirilmiştir.[23] Türk müziğinin yasaklanmasına gerekçe olarak bir de teknik sebepler gösterilmektedir ki buna göre, her biri üç dakikadan oluşan alaturka şarkıların günde iki saat yayınlanabilmesi için radyoya ayda 600 eser gerekmektedir. Oysa bestekarlar bir senede dahi bu kadar eser üretememektedirler.[24]
Musiki inkılabına basının gösterdiği ilgi büyük olmuştur. Hakimiyeti Milliye ve Cumhuriyet gazeteleri yazarlarının diğer inkılaplara paralel olarak musiki inkılabına ilişkin yazılarında genel olarak ağır basan görüş, alaturka müziğin hüzünlü ve melankolik olduğu, hiçbir değeri olmadığı gibi, Türk ruhunu aksettirmekten de uzak olduğu idi.[25] Musikide inkılap yapılabilmesi için evrensel müziğin halka tanıtılması ve öğretilmesi, Garp tekniğinin tatbik edilerek milli bir müzik yaratılması ve hatta bir müzik terbiyesi siyasetinin ortaya konması gerektiği öne sürülmüştür.[26] Bu bağlamda oluşturulacak bir radyo yayın teşkilatının Garp musikisini yayma işini üzerine alarak bu inkılabı millete aşılaması gerektiği dile getiriliyordu.[27] Ayrıca evrensel müziğin ustalarının ülkemize vergi alınmaksızın getirilmesi ve bu müziğin halka tanıtılması öneriliyordu.
Radyo aracılığıyla yapılan musiki inkılabının önemli bir boyutunu da halkın ve özellikle de çocukların musiki terbiyesi almalarını sağlamak oluşturmaktadır. Bu anlamda öncelikle radyoda çalınacak parçaların izahı yapıldıktan sonra çalınmalarını sağlamak, eğitimli öğretmenler aracılığıyla musiki derslerinin verilmesi ve derslerde keman, viyolonsel ve piyano gibi müzik aletlerinin öğretilmesi ve Türk ezgilerinin Garp ilim metotlarıyla yeniden tespit edilmesini sağlamak amaçlanmıştır.[28] Bu amaçları gerçekleştirmek amacıyla Ankara’da Kültür Bakanı başkanlığında yapılan toplantıda ulusal musiki hazırlık programı adı altında kararlar alınmış ve görev yapacak teşkilatın tespiti yapılmıştır.[29]
Musiki inkılabı kapsamında milli musikiye eser kazandırmak amacıyla Cumhuriyet gazetesi bir yarışma açmıştır.[30] Beste yarışmasının yanı sıra öz dille yazılacak güftelerin de yarışmaya dahil edilmesine karar verilmiştir. Üç aylık yarışma süresinin ilk ayında gazete okurlarınca oylanan güfteler seçilecek, ardından da oluşturulan bir jüri heyeti tarafından halkın da katılımıyla bestelerin seçimi yapılacaktır. Böylelikle dildeki öz Türkçeleştirme hareketinin müziğin dilinin de Türkçeleştirilmesine yansıdığını görmekteyiz. Milli müziği oluşturma yönünde atılan adımlardan bir diğeri de, milli müzik unsurlarını fonograf (ses makinesi) yoluyla tespit ederek, önemsiz gibi görünen detayları bilerek Batılıların etnolojik metotlarını kullanmaktı.[31]
1934 yılında başlayıp 1936 yılında radyolarda Türk müziği yasağının kaldırılmasına kadar devam eden şark-Garp veya alaturka-alafranga müzik tartışmaları, dönemin “Batılılaşma” anlayışına paralel bir gelişim sergilemiştir.[32] Yani üzerinde bir fikir birliği sağlanmış değildir. Hatta o zamana kadar dinlenen müziğin Türk müziği olduğu dahi şüphelidir. Evrensel müziğin karşısında duran bu müziği reddederek batı müziğini almak doğru bir çözüm gibi görülmektedir.[33] Bir üst yapı kurumu olan radyo, bu yöntemle halkın kendisine ait olmayan bir müziği halka benimsetmeye çalışmış ve bunu inkılabın bir gereği olarak sunmuştur. Bu yöntemin doğru olmadığı kısa bir süre sonra anlaşılacak ve Türk müziği yeniden radyolardaki yerini alacaktır.
Radyonun kurulduğu 1927 yılından 1934 yılına kadar müzik yayınlarının toplam yayın süresinin %71 ila 95’ini kapsadığı düşünülecek olursa radyo yayıncılığının önemli ölçüde müzik yayınlarından oluştuğu söylenebilir. Bu oran Türk müziğinin yasaklandığı 1934-1936 yılları arasında azalmış ve söz yayınlarında artış olmuştur. Ancak bu söz programlarına verilen önemden ziyade, Türk müziğinin yasaklanmasından doğan boşluğun doldurulması zorunluluğundandır.[34]
Radyonun şirket dönemi olarak adlandırılan ilk on yılının Atatürk inkılaplarının topluma benimsetilmesi yönünde önemli bir işlevi yerine getirdiğini söylememiz mümkün değildir. Özellikle ilk yıllarında sadece bir eğlence aracı olarak görülmesi ve kültürel bir kurum olma vasfını kazanamaması, bu araçtan inkılaplar alanında çok fazla faydalanılamadığını göstermektedir. Radyonun önemini kavrayan bazı aydınlarca bu sıkıntı zaman zaman dile getirilmiştir. Bu sorunun biraz da radyonun devletleşmemiş olmasından ve işletme sahibinin ticari kaygılarından kaynaklandığı ifade edilmiştir.
Radyonun bir lüks aracı veya basit bir çalgıdan ibaret olduğunu düşünmenin kitabı yelpaze olarak kullanmaktan farksız olduğu,[35] ferdi ihtiyaçlardan ziyade cemiyetleşmesi gerektiği ve önem verildiği takdirde inkılabın en çabuk ve en güçlü işçisi olabileceği[36] ve modernleştirilerek yayınların %70’inin kültüre %30’unun eğlenceye ayrılması gerektiği belirtilmektedir.[37] Tüm bu görüş ve önerilere rağmen gazetelerde yer alan radyo programları incelendiğinde yayıncılık anlayışında pek bir değişiklik olmadığı görülmektedir.[38]
Radyonun şirket elinde bulunduğu bu dönem başından itibaren mali sıkıntılarla geçmiş ve şirket bu kurumdan kâr etmeyi başaramamıştır. Zaman zaman devletten de yardım alan şirket yeterli performansı gösterememiştir. 1936 yılında TTAŞ’nin sözleşmesinin bitmesi üzerine devlet radyo yönetimini ele almış ve radyo yayıncılığında “Devlet Dönemi” olarak adlandırılan yeni bir döneme girilmiştir. Nafıa Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı) tarafından idare edilecek olan radyonun yayınlarının daha faydalı hale getirileceği belirtilmektedir.[39]
Yasal düzenlemesi 3222 sayılı Telsiz Kanunu ile 1937 yılında gerçekleştirilen radyo, bundan sonraki dönemde geliştirilmeye çalışılacaktır.[40] Şöyle ki, ilk kez 1935 yılındaki CHP Dördüncü Kurultayı’nda önemi dile getirilen radyo için, kuvvetli verici istasyonları kurulacağı ve makinelerin kolay ve ucuza tedarik edileceği belirtilmiş,[41] devlet eline geçtikten sonra da partinin radyoyu milletin kültür ve politika terbiyesi için önemli araçlardan saydığı vurgulanmıştır.[42]
Bundan sonra Türk müziğinin yayınlara katılmasından başka söz programlarında bir artış olmuş ve çeşitli konularda konferanslar, Halkevi temsilleri ve Dış Haberler yayınlanmaya başlanmıştır.[43] Ancak tüm bu çabalara rağmen dönemin siyasi gücünün radyodan tam anlamıyla istifade ettiğini söyleyemeyiz. Bunun nedenleri arasında teknik yetersizlikler, alıcıların pahalı oluşu, henüz elektriğin her yere ulaşmamış olması gibi etkenlerden başka, devletin bu işi yeterince ciddiye almamış olduğu sayılabilir. “Milletin kulağı, hükümetin ağzı olmak gibi büyük ve şerefli”[44] bir göreve sahip olan radyonun bu görevini tam olarak yerine getirdiğini de söylemek mümkün değildir. Zaten tek parti döneminin koşulları gereği halkı idarenin yaptıklarıyla ilgili olarak bilgilendirecek yeterince özgür bir ortam bulunmamaktadır.
Radyonun etkin olarak işlevini İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra savaşın gidişatına ilişkin olarak yaptığı yayınlarla görmekteyiz.[45] Bu durumun radyonun dünyadaki kullanımına paralel olarak geliştiğini söylemek mümkündür. O zamana kadar, eve eğlenceyi getiren bir müzik kutusu konumunda olan radyonun dünyanın herhangi bir yerinde olan olayın veya yapılan konuşmanın anında öğrenilebilmesini sağlama fonksiyonu fark edilmiştir.[46] Radyonun bir terbiye vasıtası olduğu da sıkça vurgulanmaktadır. Yine bu dönemde “Radyoda Evin Saati” adı altında yapılan programda günlük hayata ilişkin pratik bilgiler,[47] “Ziraat Takvimi Saati” adlı programda da köylülere yönelik bilgiler verilmektedir. 1942 yılına gelindiğinde programların %60’ı müzik yayınları, %35’ten fazlası ise kültürel yayınlardan oluşmaktadır.[48]
İncelediğimiz dönemde radyonun müzik alanında yaptığı katkıdan başka iki önemli alandaki işlevinden söz edebiliriz. Bunlardan ilki dil ve tarih tezlerinin halka anlatılması kapsamında kültürel alandaki işlevidir. Özellikle Halkevlerinin dil ve tarih şubelerinde verilen konferanslarla Recep Peker ve İsmet İnönü’nün anlattıkları “İnkılap Dersleri” nin radyodan yayınlanması bunlara örnektir.[49] İkinci bir işlevi de “Milli İktisat ve Tasarruf” seferberliği konusunda olmuştur. Radyonun kurulduğu yıllardan hemen sonraya rastlayan Dünya Ekonomik Buhranı nedeniyle Milli Tasarruf Cemiyetlerinin halkı tasarruf yapmaya yönlendirmesi ve bunun için de radyodan faydalanması söz konusudur. Ayrıca bu konuda devlet adamlarının da tasarruf yapmaya yönelik konuşmalarının radyodan yayınlandığını görmekteyiz. Bu anlamda bir başka işlev de ezanın Türkçe okunması kararının alındığı 1932 yılında, Ayasofya Camii’nde yapılan Kadir Gecesi kutlamasının radyodan canlı olarak yayınlanmasıdır.[50] Laiklik ilkesine bağlı olarak 1950 yılına kadar radyodan herhangi bir biçimde Kur’an yayını yapılması söz konusu olmamış, bahsi geçen yayın da Türkçe ibadet konusuna eğilimi artırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Radyonun yayıncılık anlayışı bu şekilde bir gelişim göstermekle birlikte halkın radyodan ne derece faydalandığı daha önemlidir. Türkiye’de radyonun kurulduğu 1927 yılı sonunda yaklaşık 2000 radyo alıcısının bulunduğu tahmin edilmektedir. O yıllar için oldukça pahalı bir araç olan radyo alıcısı sayısı, 1931 yılında ancak iki katına çıkabilmiştir. 1936 yılında 6175 olan sayı 1939’da 44 bine ulaşmıştır. 1936 yılından sonra radyo alıcı sayısının artmasının nedenleri arasında radyonun devletleşmesi ve bu doğrultuda Etimesgut radyo istasyonunun kurulması yer almaktadır.[51]
Radyonun devletçe önemsenmeye başlandığı 1935 yılında, henüz radyonun girmediği pek çok şehrin bulunduğu düşünülürse, radyonun toplumsal hayattaki işlevinin oldukça sınırlı olduğu tahmin edilebilir. 1939 yılında Ankara’da 6766 radyo alıcısı bulunmaktadır ve artık Türkiye genelinde 3000 kişiye bir radyo düşmektedir.[52] Bununla birlikte diğer illerin Ankara radyosunu duyabilmeleri ancak 1936 yılından sonra Etimesgut’taki vericinin kurulmasından sonra gerçekleşmiştir.[53]
Tek parti dönemine ait elimizde radyonun kullanımına dair arşiv belgesi veya saha çalışması bulunmadığından basın yoluyla elde ettiğimiz bilgilere dayanarak hareket etmekteyiz. Bu sayılara göre inkılapların en yoğun olduğu dönemde radyo sayısı oldukça azdır. Üstelik tam olarak dağılımı belli olmamakla birlikte vericiler henüz İstanbul ve Ankara’nın merkezinde bulunduğundan alıcı edinilse dahi teknik olarak radyoyu kullanmak mümkün olmayacaktır. Oysa aynı yıllarda radyo kuvvetli bir terbiye ve telkin vasıtası olarak, birçok ülkede medeniyet ve kültür derecelerine göre sayıca ciddi artışlar göstermekteydi.[54] Buna göre radyonun rejimin ideolojisinin yerleştirilmeye çalıştığı yıllarda çoğunlukla şehirlerde kullanıldığı ve köylere henüz ulaşamadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca hedefleri arasında yer alan ve bir türlü gerçekleşemeyen eğitici fonksiyonunun yıllar sonra 1963 yılında yapılan bir halkoyu yoklamasının sonucuna göre hâlâ gerçekleşmediği göz önüne alınırsa durumun ciddiyeti kendini daha iyi gösterir.[55]
Burada üzerinde durulması gereken diğer bir konu da, Atatürk inkılaplarının gerçekleştirilmesi veya diğer bir deyişle Türkiye’nin modernleşmesi kapsamında radyo konusunu incelediğimizde, radyonun Atatürk inkılaplarının önemli ölçüde gerçekleştirildiği bir dönemde yurda girmiş olduğunu görmekteyiz. Üstelik radyo yayıncılığının ve kullanımının etkin hale gelmesi için de bir süre geçmesi gerekmiştir ki, neredeyse sosyal ve kültürel alandaki değişimin tüm araçlarının hazır olduğu bir ortama kendisi de o araçlardan biri olarak dahil olmuştur. İki savaş arası dönemde dünyadaki tek parti idarelerine paralel olarak Türkiye’deki idari yapı da otoriter bir görünüm sergilemektedir. Parti-devlet bütünleşmesi anlayışı radyo yayıncılığında da etkisini kuvvetle hissettirmiş ve uzun bir süre radyo, devlet ve parti tekelinden kurtulamamıştır. Ancak tek parti idaresinin kuvvetli etkisi muhalefetin oluşumuna kadar olağan bir seyir takip etmiş, muhalefetin tepkisi gündeme gelmeye başladıktan sonra ise mahiyet değiştirmiştir.
Çok partili hayata geçişle birlikte, radyo meselesi farklı bir boyut kazanmıştır. Daha önce tek parti döneminde “Hükümetin ağzı olma şerefini” taşıyan radyonun, hükümet tarafından demokratik olmayan yöntemlerle bir imtiyaz, bir tekel şeklinde tutulduğu ileri sürülerek radyonun tarafsızlığının sağlanmasına yönelik muhalefetin talepleri gündeme gelmiştir.[56] İktidarın el değiştirmesi sonucu muhalefetin yanında yer alan basına karşın, hükümet de radyoyu kullanmıştır.[57]
Bütün bunlar göstermektedir ki, dünyanın önemli teknolojik buluşlarından olan radyo, çok gecikmeden ülkemize girmesine rağmen kendisinden sağlanacak fayda gerek maddi imkansızlıklar gerekse yanlış politikalar sonucunda alınamamıştır. O zamanın deyimiyle “telkin ve terbiye” konusundaki yetersizliği ortadadır. Ancak şu da var ki, bugün TRT radyoları ve özel radyolar olarak Türk basınının bir parçası olan ve önemli teknolojik imkanlara sahip olan radyoların yerine getirdiği işlevin haber verme ve eğlendirme vasıflarının çok da üzerine çıkamadıkları düşünülürse, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki radyoya ilişkin eleştiriler daha sağlıklı olarak değerlendirilebilir.
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 18 Sayfa: 377-382