Coğrafyacılar “en eski kıtanın”, Asya’nın toprağını coğrafya bakımından beş kocaman parçaya ayırırlar. Coğrafya bilginlerinin coğrafyacı gözüyle çizdikleri bu sınır çizgilerinin yalnız coğrafya bakımından birlik gösteren, birbirine bağlı araziyi değil, aynı zamanda Asya’nın tarihi ve medeni birliklerinin yayıldıkları alanları da âdeta ölçülü bir tamlıkla göstermeleri ilk bakışta belki biraz şaşırtıcıdır. Hakikatte bu tabiî bir şeydir. Zira toprakla insan birbirinden ayrılamaz ve coğrafi şartlar ise insanın tarihi yolunu, hayati hususiyetini âdeta kader gibi tayin ederler. Bir tarihçi, coğrafi kuvvetlerin tesirini gözönünde tutmayan, haritaya ehemmiyet bile vermeyen bir eski zaman tarihçisi, hataya düşmekten kendini kurtaramaz ve insan yığınlarının kaderini, kavim kaynaşmalarının yolunu, hava boşluğunda oynatılan mukavva kuklaların cansız oyunları imiş gibi seyreder.
Asya’nın beş büyük coğrafya ve medeniyet birliği, sırasiyle şunlardır: Kuzey Asya, aşağı yukarı bugünkü Sibirya demektir. Doğu Asya, siyasi tarihçilerin düşündüklerinden çok daha dar bir bölgedir. Coğrafya bakımından asıl Çin-Çinlilerin istila ettikleri topraklar hariç- Japonya ve Japon adaları, Kora, Mancurya (biraz şişirilmiş arazisiyle Mancuko denilen yer burasıdır) ve bir de Amur vadisiyle Kamçatka buraya girerler. Güney Asya Hindistan’ı, Çin Hindi’ni ve Doğu Hint adalarını (Malaya) ihtiva eder. Coğrafya anlamiyle alınan İran, yani Acemistan, Afganistan, Ermenistan, Anadolu, Arabistan, Suriye ve Mezopotamya, yani Irak ise Ön Asya’yı teşkil ederler. Bu dört büyük arazi parçası beşinciyi, Asya’nın en merkezi kısmı olan İç Asya’yı üç tarafından kuşatır.
Herhangi bir cesaretli sefer heyeti İç Asya sınırlarını baştan başa dolaşmak istese herhalde üzerine çok uzun sürecek bir iş almış olur. Bu sınır yukarıda Ural Dağlarından başlar, Akmolinsk yaylasından geçer, Merkezi-Altayların dışından dolanarak biraz kuzeye kıvrılır, sonra Güney Sibirya’nın kenar dağ zincirine varınca oradan doğuya doğru ta Büyük Kingan dağına varıncaya kadar, hep o zinciri takibeder; orada tabiî bir coğrafya hududu bulunmadığından, itibari olarak çizilen bir geometrik hat boyunca Bramaputra’ya varır. Bu en uzak güney doğu noktadan kaçı şeklinde batıya döner, Himalaya zincirinin kuzeyini takibederek Dünya Tepesi’ne, Pamir’e ve onu kucaklayarak hafif kuzeybatı yönünde Hazer denizinin doğu kıyısına kadar uzanır. Bu arada Afgan Türkistanı denilen, Afganistan’ın kuzey kısmını içine alır, fakat öte taraftan bugünkü Türkmenistan’ın Kuzey İran ve Türkmen Balkanları arasında uzanan güneybatı köşesini sahasından dışarıda bırakır. Batıda Hazer denizinin doğu kıyısını, Ural nehrini, sonra Ural dağlarını takiple İç Asya sınırının kuzey çıkış noktasına ulaşır. Fakat coğrafyacılar batı sınırı hakkında, bunun tam ve kusursuz bir ayırıcı hat olmadığına, bunun batısında ve doğusunda coğrafya bakımından önemli bir fark bulunmadığına da hemen işaret ederler.
Coğrafyacı müşahedesinin öyle başlı başına, keyfi bir kanaat olmayıp tarihçinin tesbitleriyle garip bir şekilde birleştiği burada da hayretle görülür: İç Asya’nın bu batı bölgesine düşen kavim coğrafya bakımından açık olan sınırı aşarak bir ayağiyle Avrupa’da bulunmaktadır. Ural nehrinin bütün aşağı mecrasında arasız bir geliş gidiş. Burası kavim göçlerine tabiatın açtığı bir geçittir.
Coğrafya ile tarihin muvaziliğini daha ileri götürebiliriz. Ana hatlariyle İç Asya tam bir birliktir, bütün olarak göz önüne getirildiğinde muhtelif derecelerde akıntısız arazi, bozkır ve çöldür, fakat bölgelerini ayrı ayrı inceliyecek olursak, küçüklü-büyüklü birçok kısımlara ayrıldığını görürüz. Her şeyden önce aşağı yukarı bugünkü Moğolistan demek olan, Altay dağlarının doğusuna düşen kısmını batı kısımlardan, yani Tarım havzasından, Turan ovasından ve Kırgız istepinden kolaylıkla ayırabiliriz. İç Asya’nın bu batı kısmına ve evvelce söylenen doğu alanlarına üçüncü olarak bir de Tibet yaylası katılır. İlk ikisi arasındaki münasebet bilhassa sıkı olduğu halde üçüncü kısımla, yani Tibet’le olan münasebet daha gevşektir. Coğrafyacı böyle demektedir.
Buna karşılık tarihin ifadesine başvurduğumuz zaman önümüze aynı manzaranın çıktığını görünce az hayret etmeyiz. Yazılı kaynakların bize bildirdiği en eski çağlardan başlıyarak, Altaylardan doğuya doğru uzanan alanda kâh şu kâh bu çeşit bir göçebe unsur peyda olmuş, devlet kurmuş, gelişmiş ve ne zaman kuvvetinin gerildiğini duymuşsa, muhakkak surette ve derhal gözünü muazzam güney komşusuna, Çin’e çevirmiştir. Bu neden böyledir? Daha yüksek komşu medeniyetin dayanılmaz cazibesi mi, yoksa bitip tükenmez görünen ganimet sahasının füsunu mudur? Bunu araştıracak değiliz, şimdilik Çinlilerle göçebelerin iki bin yıldan fazla süren temaslarında sayısız misalle doğrulanmış olan bu hâdiseyi olduğu gibi kabul etmemiz yeter.
Kuzeyden Çin’e yönelen hücum dalgaları âdeta şaşılacak derecede intizamlı aralıklarla birbirini kovalamakta, fakat bütün dalgaların kırılması da yine aynı intizamla tekrarlamaktadır. Hangi göçebe kavim veya kavim kırıntısı, ister istilacı, ister istilâya uğramış olsun, bir kere sınırı geçip de Doğu Asya’nın monsun alanına girdi mi, eski göçebe cemiyeti ve hayat tarzı için artık ebediyen kaybolmuş, yavaş yavaş ve bir iz bile bırakmaksızın Çin medeniyeti içindeki kavimler deryasına gömülmüştür.
Ancak bu sınır aşma teşebbüsünün başarı ile neticelendiği çok nadirdir. Çok defa bu işe yeltenen göçebe kavmin kudreti kırılmış, kesin olarak geri atılmış bir halde en eski çıkış noktasına, Orkhon ve Selenga nehirlerinin kaynak bölgelerine çekildiği ve bir müddet sonra oradan yeni bir yöne dönerek hareketine devam ettiği görülür.
Bu hareket yönüne iyi bir göz atalım. Göçebe kavim dalgası, tereddütsüz göçebelerin ilk anayurtları diyebileceğimiz, Altay’ın doğusuna düşen alandan kalkar ve hiç şaşmaz bir intizamla hep aynı yönde ilerler. Fakat bu yön hiçbir vakit -hattâ tesadüfi bir istisna olarak da- coğrafi âmiller göz önünde tutulmadan en kısa ve “en mantıki” sayılan Avrupa yolunda, yani Altay ve Ural dağlarını birbirine bağlıyabilecek bir yerde, Akmolinsk yaylasının güney sırtında çizilebilecek bir hat boyunda olmayıp daima ve yalnız Cungarya kapısından geçerek Balkaş gölü aşağısına götüren tabiî coğrafya yolundadır. Göçebe anayurttan gelen kavim dalgası burada etrafa yayılır, bir zaman için -yüzyıllarca- duraklar ve sonra, eski mahiyetini kaybetmeksizin, orada buluştuğu yarı göçebe veya yerleşmiş, vâha kültüründe yaşıyan yabancı, en ziyade İranlı kavimlerin tesiri altında belirli bir değişikliğe de uğrar. İç Asya’nın, Cungarya kapısından Hazer gölüne kadar olan bölgesi göçebe kavimlerin ikinci anayurtlarıdır.
Bu ikinci anayurttan göçebelerin etrafa dağılışı iki yönden, ya buradan İran havzasına doğru, yahut da Ural dağlarının güney kolları ve Hazer gölünün kuzey kıyısı arasında, Ural ve Volga nehirleri üzerinden olabilirdi ve öyle de olmuştur. İran yolunu, orada oturan ve daha yüksek bir medeniyet yaşıyan kavimlerin karşı koması ziyadesiyle güçleştirmiştir. Bu canlı kalenin aşılması nadiren başarılabilmiş, bunun için de o tarafa geçmeyi pek deniyen olmamıştır. Buna karşılık Volga-Ural yolu ise coğrafya bakımından geçişe elverişli olduğu gibi, hareket halinde bulunan kavimlerin bu cihete yönelmelerine başka şartlar da yardım etmiştir. Hususiyle bu yolu ne Avrupa ne de Asya tarafında hiçbir kuvvetli medeniyet sahibi, yerleşmiş kavim tutmamıştır. Bu hale göre ikinci anayurttaki göçebe kavimlerin Avrupa’ya bu yoldan akmış olmaları şaşılacak bir şey midir?
İlk anayurtlarından çıkan Asyalı göçebe kavimler, Cungarya geçidinden ikinci anayurda ve oradan Ural ve Volga nehirlerinin aşağı mecraları üzerinden geçen büyük göç yolundan başka diğer bir yoldan da Avrupa’ya geçmişlerdir. Ancak herhalde bu yol boyunca göç daha sessiz cereyan ettiği ve coğrafi sebepler buradan at üstünde yapılan hızlı akınlara imkan vermediği için olacak, bu göç yolunu şimdiye kadar âdeta hiç dikkate almamışlardır. Bu yol boyunca otlu bozkırlar yoktu. İlk göçebe yurdu olan Moğolistan kuzeyden ve kuzeybatıdan, yaratılışın atlı göçebelere bahşettiği bozkırlarla, başka hayat şartları istiyen ormanlıklarla çevrilidir. İmdi birçok açık misaller göstermektedir ki, bazı felâketli yenilişlerden sonra şu veya bu atlı göçebe-kabile son sığınacak yer olarak ormanlık bölgeye girmiş ve bir daha cetlerinin otlaklarına asla dönmemiştir. Başlangıçta kendisine yabancı gelen muhitte kalmış ve yavaş yavaş yeni hayat tarzına uymuştur. Böylece, sürüsünü otlatan eski göçebe, ormanda yaşıyan balıkçı-avcı haline gelmiştir.
Güney Sibirya ormanlarında yaşıyanların da kendi yavaş tempolu göç yönleri vardı ki biz şimdilik bunun yalnız batı bölgesine düşen kısmını daha tam olarak tanımaktayız. Altay dağlarının, kuzeydeki başlıca kümesinden, Sayan dağlarından başlıyan ve aslında ticarete mahsus olan bu yol Güney Sibirya’dan geçerek aşağı yukarı bugün Başkırt topraklarının bulunduğu yerde Avrupa’ya açılırdı. İç Asya’daki anayola, kendine mahsus ticaret metaı dolayısiyle nasıl İpek yolu deniyorsa bu yola da, o sahanın karakteristik ticaret mahsulüyle ilgili olarak pekâlâ Kürk yolu adı verilebilir. Gerçekten tarihî kaynaklar bu yolun batı ucunda her çağda, gelişmiş bir kürk ticareti faaliyetinden bahsederler.
Ezcümle Rus isteplerinin, boğuşan hayvanları tasvir eden kendine mahsus küçük plâstikası Güney Sibirya’ya herhalde kürk ticaretiyle girmiş, oradan Kuzey Altay ve Sayan dağlarını aşarak Kuzey Moğolya’nın atlı göçebelerine geçmiş ve onlar tarafından, hem de daha İsa’dan önce ikinci yüzyılda Kuzey Çin’e götürülmüş olsa gerektir.
Demek oluyor ki, İç Asya’nın iki büyük doğu ve batı parçasının iki ayrı hayatı, aynı zamanda ikisi arasındaki sıkı bağlar, sade coğrafya gözüyle incelendiği zaman nasıl açıkca görünüyorsa tarihin ışığı altında da yine öylece meydandadır.
Aynı durumu Tibet’te de görmekteyiz. Tibet’te doğu ve batı anayurt kavim unsurlarından tamamiyle ayrı, dil ve etnik bakımından onlara yabancı bir kavim, fakir çoban hayatını sürüp gitmektedir. Bu kavim gerek doğu gerek batı göçebe yurtlarına göçmen kafileleri salıvermediği gibi, oralardan da bu ülkeye yeni ve serbest yerleşme alanları araştıran yabancılar akın etmezler, çünkü Tibet’in coğrafya bakımından nispi kapalılığı, arazisinin kısırlığı bunu esastan imkânsız hale getirmiştir. Bununla beraber bu coğrafi kapalılık hiçbir zaman Tibet’le diğer iki göçebe saha arasındaki bütün münasebetleri kesebilecek derecede değildi; nitekim de kesmemiştir. Turfan, Dun-huang, hattâ Orkhon nehri vâdisindeki delillerden anlaşıldığına göre, “kızıl yüzlü”lerin (Tibetliler kendilerine bu adı verirler) yakın ve uzak atlı göçebelerle olan ticari, medeni ve pek de küçümsenmiyecek siyasi münasebetleri devamlı ve çok zaman gayet sıkı olmuştur.
İç Asya’nın eski, tarihi yaşayışına yön veren coğrafi kuvvetler bugün de değişmemiştir; şu halde bugünkü siyasi manzarasının teşekkülünde bunların yine müessir olmalarından daha tabiî bir şey olamaz.
Bugünkü siyasi durumu hazırlayan vakıaları geçen yüzyılın ortalarında aramalıdır. Sibirya ile Hazer gölü arasındaki göçler geçidine sahip bulunması itibariyle Rusya’nın Avrupalı büyük devletler arasında İç Asya’nın batı kısmiyle ilk alâka gösteren devlet olması mukadderdi. Bilindiği gibi bu alâka kendini göstermekte gecikmemiş, Hive ve Buhara’daki Özbek hanlıklarının silinip süpürülmesi şeklinde ameli neticeler vererek Türkistan’ın büyücek bir kısmı Rus egemenliği altına girmiştir. Rusya’nın doğuya doğru daha ziyade yayılmasına ise coğrafi sebepler değil, bir an için pek uygunsuz şartların araya girmesi engel olmuştur. Çünkü bahis mevzuu olan Doğu Türkistan o zaman da öyle gelişi güzel ele geçiriliverecek sahipsiz bir arazi değildi ve orayı elinde tutan da öyle gelip geçici, sonradan görme biri olmayıp o zamanlar keza kudretinin doruğunda bulunan büyük bir Asya Devleti, Çin idi. Çin’in buraya karşı olan ilgisi ve buradaki menfaati ise hiçbir zaman dünkü gün başlamış değildi, çünkü onun bütün yayılma gayreti bin beş yüz yıldan beri bu sahalara yönelmişti. Ufak tefek fasılalar sayılmazsa bu gayreti her zaman parlak başarılar taçlandırmıştır.
Fakat burada başka bir rakip daha vardı: İngiltere. Ancak aradaki zıddıyet uzak, tatbik sahasına çıkmamış plânlar altında gizleniyor, o vakitler henüz bertaraf edilemeyen ve arada engel olan üçüncünün, yani Çin’in mevcudiyeti yüzünden patlamaya meydan bulamıyordu. İngiltere, Hindistan tarafından genişlemek istiyordu; asıl açığa vurduğu plân, gûya şimdilik Hindistan’daki sömürge arazisini emniyet altına almak için Tibet’i ele geçirmekti. Bu plân, bilindiği gibi, uzun zaman yine Doğu Türkistan’a doğru Rus yayılmasının önüne geçmiş olan Çin mukavemetiyle karşılaşarak akim kalmıştır.
Bu iki Avrupalı rakipten İngiltere’nin durumu şüphesiz daha az elverişli idi. Rusya’nın genişleme yönü tarihte denenmiş, tabiî yollardan geçiyordu. İngiltere’nin ise tarihin şimdiye kadarki safhalarında istilâ niyetiyle kimsenin pek sokulamamış olduğu sahalarda, bütün engelleri yenerek kendine yeni bir yol açması gerekiyordu. Tibet Hindistan tarafından zorlanarak kolay kolay devamlı bir istilâ altına alınamadığı gibi Kişmir tarafından da durum aynıdır, yani Tibet toprağı bu yönden de nüfuz genişletmeye elverişli değildir.
Rus genişleyişinin Altay ve Güney Sibirya kenar dağları boyunca Dış Moğolya’ya açılan yollar üzerinde durması, tıpkı İngiliz ilerleyişinin Tibet sınırlarında duraklayışı gibi tabiîdir, çünkü burada da, orada da coğrafya kuvvetleri inatçı Çin mukavemetini desteklemiştir.
Mancu hanedanını deviren büyük Çin ihtilâli, onun ardından ilk cihan harbi, İç Asya’yı ele geçirmek yolundaki mücadeleye yeni bir akış vermişti. İhtilâl ve onu takibeden kardeş harbi, iç nizamın tamamiyle altüst oluşu ve bütün bunları tamamlıyan karışıklıklar, savaşlar Çin’in askerî kudretini büsbütün tüketmişti. O sıralarda Pekin-daha sonra Nanking- hükümeti değil uzaktaki, daha ziyade tâbi durumda olan ve esas itibariyle imparatorluğun yabancı bölgeleri demek yerleri askerî muhafaza altında bulundurmak, asıl Çin’in “on sekiz eyalet” denilen kısmının müdafaasını bile başarabilecek durumdan uzak bulunuyordu. On yıllardan beri iç ve dış gaileler içinde çırpınan Çin için, tehlikede bulunan kenar ülkelerini koruyabilmek için elinde tek bir silâh kalmıştı ki, o da politika idi. İtiraf edelim ki, Çin bu silâhı uzun müddet maharetle kullanmıştır ve nihayet bu da iflâs ederek sakınılmaz âkıbet kendini göstermişse bu, onun elinde olmıyan bir şeydi.
İlk önce, uzun mücadelelerden sonra, Tibet’in kaderi damgalandı. İngiltere, fazla bir zor kullanmağa lüzum kalmaksızın amacına ulaştı. İhtilâl ateşi içinde kıvranan Çin’e karşı Tibet’te daha açıktan ve daha şiddetli olarak hüküm süren kurtuluş kımıldanışının kendi istilâ politikası bakımından olan değerini fevkalâde bir duygu ile sezmiş ve göze çarpacak bir şiddetle, Çin’den ayrılmış olan müstakil Tibet’in yanında yer almıştır. Beri taraftan bu büyük hürriyetin, cahil ve gem almaz göçebe kavme herhangi bir zararı dokunmamasına karşı ise bizzat Lhasa tarafından tedbir alınmıştır. Tibet’teki Budistliğin birbirine rakip ve araları son derece açık iki başkanı, Dalay lâma ve Pançen lâma arasındaki diktatörlük kavgası o kadar kızışmıştı ki, her iki taraf da dışardan yardım bekliyordu. Pançen lâma müttefikini Çin’de bulmuş, Dalay lâma da dâvası için İngiltere’yi kazanmıştı. Hiç şüphesiz yalnız bu müttefik seçme işi mücadelenin neticesini belli etmişti. Pançen lâma, bilhassa aynı dâva uğruna girişmiş olduğu silâhlı savaşı kendi hesabına kaybetmiş bulunan bir müttefikten bir prensip müzaheretinden başka bir şey bekliyemezdi. Hasılı zaferi Dalay lâma kazandı ve onun, daha doğrusu taraftarlarının iktidara geçişi ise memlekette sade İngiliz dostluğu çığrının galebisini değil, bundan daha fazlasını, hudutsuz, itiraz kabul etmez İngiliz nüfuzunu ve Tibet’teki İngiliz hâkimiyetine zarar verebilecek her türlü kımıldanışın amansızca boğulacağını ifade ediyordu.
Eski Avrupalı rakibi olan Rusya, kendi iç dertleri ve gaileleri yüzünden Asya karasının bu uzak noktasında olup geçenlerle ilgilenemediği içindir ki, İngiltere Tibet’teki plânlarını daha kolaylıkla yerine getirebilmiştir. Rusya Sovyet Cumhuriyeti olduktan sonra, artık bundan böyle İç Asya hâkimiyeti mücadelesinde önemli bir âmil olamıyacağı sanılmıştı. Fakat böyle olmadı. Çok geçmeden kendini toplıyan Sovyet Cumhuriyeti eski çarlık dünyasının Asya’daki genişleme siyasetini, bırakılmış olan yerden, ancak başka silâhlarla, devam ettirmek istediğini açığa vurdu.
Ne olursa olsun bugün vaziyet şudur ki, İç Asya’nın doğu ve batı büyük parçaları, iki göçebe anayurt, kısmen eski miras, kısmen de yeni kazanç olarak Sovyet Rusya’nın elindedir, bu yukarıdaki iki parçaya daha gevşekçe bağlı bulunan üçüncü güney kısım, yani Tibet ise, İngiliz nüfuzu altına girdikten sonra şimdilik o eski birlikten tamamiyle kopmuş, ayrılmıştır.
İç Asya’ya sahip olmak için başlıyan mücadeleyi ve boğazlaşmaya kadar varan ve şüphesiz bugün bile bitmiş gözüyle bakılamıyacak olan savaşın mânasını, işin içyüzünü bilmiyenler pek de kavrıyamazlar. Görünüşte münakaşa Asya’nın en hoşa gitmiyecek, en verimsiz toprağı üzerinde oluyordu ve buranın tabiî zenginliklerinden de mucizeler beklenemezdi. Büyük kısmı kumsal ve tuzlu çölden, su bakımından fakir bozkırlardan ibaret olan İç Asya’nın nüfus sıklığı da göze çarpacak derecede düşüktür: Doğu bölgesinde kilometre kare başına bir kişi bile düşmediği gibi, daha kalabalık olan batı parçasında da 20’yi geçmez. Yalnız Sir-Derya ve Amuderya veya bölgeleri müstesnadır, buralarda kolayca anlaşılır sebeplerden dolayı, yerleşmiş nüfus daha sıktır.
Hakikaten İç Asya herhangi nüfus fazlalığını yerleştirmeğe elverişli bir saha değildir, çünkü bugünkü nüfus seyrekliğinin sebebi gûya “gittikçe tükenmekte olan, aşağı sınıf” insanların artık çoğalma kabiliyetlerini kaybedişlerinden değil, sert olan tabiat şartlarının burada fazla nüfus artışına elverişli olmayışındandır. Fakat sömürge usulü yayılmanın en önemli şartı, yani iptidai maddelerin mev¬cudiyeti bakımından buradaki imkânlar hiç de o kadar kısır değildir. Bu cihetten her ne kadar Hollanda Hindistanı’nın veya Çin Hindi’nin zenginliklerine ulaşamaz, hattâ yaklaşamazlarsa da, mevcudiyetlerini, değerlerini inkâr etmek de haksızlık olur. Buranın yapağı, deri ve kürk gibi kendine mahsus mahsullerini bir tarafa bırakarak sade güneybatı sınırlarında geniş ölçüde yetiştirilmekte olan endüstri nebatlarını (pamuk vs.) düşünmek yetişir. Bunlardan başka sınırlar boyunca uzanan kenar dağların ve Altayların maden hazineleri plânlı ve bilgili bir işletme ile başlıbaşına paha biçilmez değer ifade ederler. Tibet’in henüz açılmamış olan altın madeni de bayağı bir efsane haline gelmiş ve Çin’de hemen baştan başa yayılmıştır. İngiltere aleyhindeki şikâyetlerin usanç verecek kadar tekrarlanan nakaratı da İngilizlerin Çin altınına-hem de Tibet’te!?- el koymak isteyişidir.
Fakat İç Asya’daki genişleme siyasetinin yaylarını harekete getiren bir şey daha vardır ki, o da burasının, zengin ve medeni bölgelere açılan birçok yollariyle bir geçit sahası oluşudur. Ancak bu hakikatı itiraftan her iki ilgili taraf da çekinmiştir. Mamafih aynı hakikatı eski gelip geçici göçebe beyleri de anlamışlar ve bu önemli şahdamarlarını güçlerinin yettiği kadar ellerinde tutmağa çalışmışlardı. Ve o zamanın daha samimi ifadesiyle açıkça ganimet sahası denilen o zengin ve medeni yerlere ancak bu suretle, kolaylıkla sokulabilmişlerdi.
Fakat o eski sahiplere ne oldu ki bu büyük kavgada sesleri bile duyulmuyor?
Onlar yüzyıllardan beri sürüp giden boğuşmalarda birbirlerini adamakıllı zayıflatmışlar ve son zamanların büyük meseleleri ortaya çıktığı zaman ise artık kımıldıyacak takatları kalmamıştır. Onların kalkınmalarının sırrı eski siyasi kuruluş tarzları, aşiret usulü idi ki, çok defa mahvolmalarının da sebebi olmuştur. Herhangi bir kudretli aşiretin etrafına, kendi istekleriyle veya cebri teşvik üzerine, daha küçük ve daha zayıf kabile kümeleri, aşiretler, hücrelerin çoğalışı gibi katılarak, hatırı sayılır müttefik teşkil ederlerdi. Bu ittifaklar bazan öyle bir kuvvet haline gelirdi ki, içlerinden kaç kere dünya imparatorlukları meydana gelmişti. Buna karşılık, içeride herhangi bir karışıklık baş gösterince, yahut da fethedilen sahalar devamlı olarak merkezden idaresi mümkün olamıyacak derecede genişleyince, bu unsurlar yine aynı tabiîlik ve kolaylıkla dağılıverirlerdi. Bu atomlar kımıldanışının zayıf tarafı devamlılık noksanıdır, kuvvetli tarafı ise, yurt kuran Macarlara dair bir kaynağın yazdığı gibi, onları kati olarak yenmek, yahut istilâ altına almak mümkün olamayışındadır; çünkü vuruş ne kadar şiddetli olursa olsun, kabile usulü hemen kendisine yeni hayat verecek olan hücre üretimine başlar.
Anlaşılan İç Asya’nın bugünkü sahipleri, kabile usulündeki bu hayat kudretinin farkına varmış olacaklar ki, onun yerine yavaş yavaş ve belirli bir amaç ile koydukları siyasi nizam, o usülün plân dairesinde ortadan kaldırılmasını hedef tutmuş gibidir.
Biz kitabımızda yalnız Altay’dan doğuya ve batıya doğru uzanan ve bugün Rus hâkimiyeti altında bulunan bölümün durumunu inceliyeceğiz. Güneydoğu bölümünü, yani Tibet’i devamlı şekilde dikkate almıyacağız, çünkü bu toprak parçası hakkındaki bilgileri ayrıca, hulâsa halinde toplamış başarılı bir eser yakınlarda çıkmıştır (V. Juhasz, Tibet. Budapest. 1936), alâkadar burada söylenenleri oradan tamamlıyabilir. Umumî olarak, Tibet’le ilgili yerler veya dediğimiz eserde bahsi geçmiyen meseleler geldikçe Tibet münasebetlerine yine yer verilecektir.
Altayların doğusunda bugün münhasıran Moğol kabîleleri yaşamaktadır, eski Türkler yüzyıllarca önce başka alanlara çekilmişlerdir. Bu kabileler içinde en tanınmışı ve ta son zamanlara kadar en kudretlisi Khalkha’dır. Bu Moğol kabilesi kendini Cengiz Han soyundan sayar. En büyük ve en önemli saha onundur. Khalkha kabilesi Mancu hanedanına ait Dış Moğolya’nın en ileri gelen kabilesi olduğundan öteki küçük akraba kabîleler arasında bir nevi göçebe hâkîmiyeti sürmekte idi. Bugün Sovyetler Birliği’nin Moğol Cumhuriyeti halkını teşkil edenler onlardır. Sovyetler en eski beş kabîlenin (aymak) arazi taksimatını, salâhiyet çevresini bozarak 1931’de bütün ülkeyi 13 idare bölgesine ayırmışlardır.
Moğol Halk Cumhuriyeti’nin arazisi bir milyon kilometre kareden fazla genişliktedir. Tam olarak ne kadar olduğunu Ruslar kendileri de bilmezler, çünkü doğu ve güney sınırları eskiden beri belirsizdi. Bu herhalde azımsanmıyacak büyüklükteki toprakta nüfus sıklığı tam çöl karakterine uygundur. Ahalinin ezici çoğunluğu Moğoldur. Sayısı beş bini ancak bulan Çinli nüfus burada çok su bulandırmaz; mevcudu yüz bin etrafında oynıyan Rus kolonisi daha önemlidir. Moğolları 600.000 olarak tahmin ederler, fakat bu rakamda, 1924’te elde edilen malûmata göre sayıları yine 600.000 kadar olan kölelerle 1918 tahminlerine göre 480.000 kadar olan papazlar ve lâmalar yoktur. Bu üç rakam yazık ki yalnız muhtelif zamanlara ait olmakla kalmayıp, aynı zamanda birbirine taban tabana zıt politika vaziyetlerinin neticeleridir. Halen kölelerin sayısı çok daha az olduğu gibi en ziyade 1918’de resmî yardımın kesilmesi üzerine ekmeklerinden emin olmıyan lâma sürüsü de gözle görünür surette eksilmeğe başlamış, sonraları Sovyetlerce alınan tedbirler üzerine ise daha çok azalmıştır. Şu halde ilk 600 bin rakamının içinde-ki zaman itibariyle üçünün en yenisidir- öteki iki tabakadan da miktarı kestirilemiyecek kadar yığınlar vardır. Moğol Sovyet Cumhuriyeti’nin millî nüfusunu şöyle böyle bir buçuk milyon olarak tahmin edersek herhalde pek yanılmış olmayız. Bu millî nüfus Khalkha’dan maaada daha başka Moğol kabîleleri ile, ezcümle-yalnız en önemlisini söyliyelim- Kalmuklarla aynı soydan olan Oiratlarla da artmaktadır.
Moğol Sovyet Cumhuriyeti’ndeki Moğollar hayvan yetiştirici göçebelerdir. Millî servetin en önemli kısmı şüphesiz, halkın geçimini temin etmekte olan 17 milyon hayvandır ki, bunun dörtte üçü koyundur. Memleketin iktisadi varlığı bu hayvan kadrosu etrafında döner ve ihracatın ciddî olarak hesaba katılabilecek tek maddesi de budur. Rejim değişikliğinin husule getirdiği siyasi sarsıntı pek tabiî olarak iktisadî hayatta da tesirini şiddetle duyurmuştur. Moğolistan Çin’in eyaleti olduğu müddetçe ticaret hayatının hemen tekmil bağları bu memlekete yönelmiş bulunuyordu. Fakat Sovyet Rusya Urga’yı ele geçirince herşey değişti, Moğolya’da Çin’e yönelmiş olan iktisadi mübadele uzun müddet durakladı. Durum daha sonra da düzelmedi, ahval normalleşince de Moğol ticaret hayatının Rus menfaat çevresine bağlanması işine plân dairesinde başlandı. Son durum hakkında bir fikir verebilmek için tam da buhranlı yıllardan alınmış olan birkaç misal yetecektir. Moğolya’nın 1927’de Çin’e ihracatı 12 milyon tugrik tutarken, 1929’da 6 milyona, aynı yıllarda Çin’den yaptığı ithalât 27.5 milyondan 8.5 milyona düşmüştür. Rusya tarafında ise aynı yıllarda rakamların arttığı görülmektedir: İhracaat 17 ve 21 milyon, ithalât 4 ve 7.5 milyon. Durumun böylece değişmesinde de Çin’in zararının Rusya’nın kazancından fazla olduğu o yıllardaki siyasi huzursuzluklarla izah edilebileceği gibi belki Moğolistan’ın tabiî piyasalarının ne de olsa güneye doğru açılmasiyle de açıklanabilir.
Nakil şartları burada bugün dahi iptidaidir, atalardan kalma deve kervanları ile yapılan nakliyat yavaş fakat ucuzdur; her ne kadar birçok yerlerde kamyonlarla çöl nakliyatı yapılmakta ise de bu, şimdiye kadar eski usulü tamamiyle kaldıramamıştır ve belli bir zamana kadar kaldırabileceğe de benzememektedir.
Moğolların kendilerine mahsus medeniyetleri, Sovyetler idaresi altında da kaybolmamış, çünkü bu kavim ve onun önderleri şiddetli bir özdeyişle Cengiz Han geleneklerine atılmışlardır. Resmi dil artık Çince veya Mancu dili olmayıp, hattâ Rusça da değil, eski Moğolcadır. Bu dilin yazısı için Sovyetlerin ileri sürdükleri, Lâtinceden yapma yazı şekillerinin hiçbirini almamışlar, eski kahramanlık çağlarından kalma Uygur-Moğol yazısına sarılmışlardır. Şöyle böyle küçük bir ilim akademileri, bir de üniversite süsü verilmiş yüksekçe okulları vardır. Her iki müessesenin de Moğolların eski şan ve şereflerini ne büyük bir gayretle beslemekte, öğretmekte ve yaymakta olmaları dikkate değer.
Moğolistan’ın kendine mahsus dinini, hattâ dindarlık karakterini yeni siyaset sistemi de değiştirememiştir. Budizm dininin büyük mezheplerinden biri olan lâmaizm Tibet’ten maada bu memlekette mevcuttur. Moğolistan’da Ulan bator khoto (Urga’nın yeni adı) Rus emri altına gireli Tibet’le olan münasebet tabiatiyle kendiliğinden kesildi, Çin imparatorluk sarayının teveccühünü ise ihtilâl yüzünden çoktan kaybetmiş bulunuyorlardı. Eski hubilganlar, yeni canlı tanrılar, en yüksek ve ikinci derecedeki sayın lâmalar öksüz bir durumda kendi hallerine bırakılmışlar, bir zamanlar debdebeli, şimdi metruk ve yıkılmağa yüz tutmuş manastırlara ve kilise-köylere bakan kalmamıştır.
Bununla beraber eski din gayreti, hem de yalnız basit halk çocuğunun kalbinde değil, ilerigelenlerde de, pek açığa vurmasalar bile, yine de yaşamakta, gelişmektedir.
Moğol Halk Cumhuriyetinin kuzeybatı komşuluğunda Tuva veya Tannu-Tuva adlı bir Moğol Cumhuriyeti daha vardır. Burasını kuzeyden Sayan Dağlarının, güneyden ve Tannu-Ola’nın çevrelediğini söylersek, yerini daha iyi belirtmiş oluruz. Bu memleket resmen Sovyetler Birliği himayesi altında bulunmaktadır.
Gerçekten Tuva oldukça garip bir devletçiktir, bilginlerden maada onunla ilgilenen hemen yok gibidir. Fakat onların Sibirya ile İç Asya sınırında bulunan bu 65 bin nüfuslu küçücük memlekete karşı ilgi göstermeleri için de her türlü sebep mevcuttur. Resmi dili olan Moğolcayı halk arasında anlıyan yüzde ikiyi bile bulmaz, çoğunluk Türk-Tatar cinsinden insanlardır. Lâmaizmi bilirler, fakat asıl dinleri Şamanizm’dir. En büyük hususiyeti yine de ren-geyiği kültürünün en güney sınırının buradan geçmesidir; Sibirya’nın bu özel ehli hayvanı Tuva’da hem atın hem de sığırın yerini tutar ki, esasen bu dağlık ve ormanlık ufak memlekette her ikisi de pek az bulunur. Tannu-Tuva halkı doğu komşusu Moğol gibi hayvan yetiştirici göçebe olmayıp bu işle hiçbir vakit uğraşmamıştır da; o, ormanda yaşıyan avcıdır, fakat bu işin tam ehlidir.
Minimini Tuva, istiklâli uğrunda koca Çin’e kafa tutmuş ve kendisine nispetle bir dev olan Moğolya ile pençeleşmiştir.
Altaylardan batıya bugün Türklerle İranlılar bulunmaktadır.
Türk deyince yalnız İstanbullu Türk hatıra getirilmemelidir. Türk yalnız Mustafa Kemal’in milleti değildir, ondan gayri İç Asya’da, Sibirya’da, İran’da, Doğu Rusya’da, Kafkasya’da başka başka adlarla daha şöyle böyle kırk türlü Türk kavim veya kabilesi yaşamaktadır. Atalarının yaşayış tarzını, yani göçebe çobanlığı en ziyade muhafaza etmiş olanlar İç Asya Türkleridir, içlerinden ancak pek azı bir yere yerleşmiş ve kendilerine esasen yabancı olan çiftçiliğe başlamıştır. Eski cetlerinin dinini, daha doğrusu dinlerini İslâmlığın kızgın rüzgârı daha başlangıçta, İç Asya bozkırlarını ve vâha iskânlarını süpürüp geçtiği zamanlarda bırakmağa mecbur kalmışlardır. Bugün buradakilerin hepsi koyu Müslüman ve Sovyet tebaasıdır.
İç Asya Türkleri arasında müttefik cumhuriyetler çerçevesinde de bir dereceye kadar müstakil hayata kavuşanlar: Göçebe veya yarı-göçebe Kırgızlar, Kazaklar, Türkmenlerle, kısmen bir yere yerleşmiş Özbekler, Karakalpaklar ve Sartlardır. Daha yakınlarda Sovyet Rusya ile münasebete girişmiş, yani ona bağlanmış olan Çin Türkistanı’nın Turki adı verilen Türklerini de unutmıyalım. Sovyetlerin müttefik Türk Cumhuriyetleri pek de öyle millî devletler değillerdir, çünkü meselâ Karakalpaklar, kendi memleketlerinde halkın ancak yüzde 37’sini teşkil ederler. Kazaklar bu bakımdan daha talihli durumdadırlar, çünkü onlar yüzde 50 nispetini bulmakla öğünebilirler, Özbeklerin Cumhuriyeti ise hepsinden ziyade gıptaya değer, çünkü nüfusun dörtte üçü Özbek’tir.
Müttefik cumhuriyetler olarak Sovyetler Birliği’ne dahil olan yerler şunlardır: Kırgızistan, Tanrı Dağları ve Alatau bölgeside olup genişliği takriben 200.000 kilometre karedir, başkenti Pişkek yahut bugünkü adıyla Frunze’dir. Kazakistan, mesahası 2.814.600 klmk., nüfusu yedi milyondan yukarı olup başkenti, İli nehri kıyısında 64 bin nüfuslu Alma-Ata’dır. Türkmenistan, 443.000 km2 genişliğiyle, Avrupa ölçüsüne göre bugün bile göze çarpacak büyüklükte bir memlekettir. Buna karşı nüfusu yalnız 1.270.000 kişiden ibarettir. Başkenti Aşkhabat’tır. 172 bin km2. yüzölçümü ve beş milyon nüfusiyle Özbekistan ise eski Buhara hanlığını ihtiva eder, başkenti meşhur Taşkent şehridir. Dediğimiz gibi bunlar müstakil müttefik cumhuriyetlerdir. Aral gölünün güney kıyı bölgesinde bulunan Karakalpakistan’a gelince, bu o kadar ileri gitmemiş, Sovyet Cumhuriyetleri ittihadı içinde muhtar bir arazi olarak kalmıştır ve Moskova’ya olan bağlılığı; evvelkilerden daha sıkı imiş. Beş bin nüfuslu berbat bir yer olan Turtkul adlı başkenti hakkında şimdiye kadar Batı’da çok bir şey söylenmemiştir. Daha yakınlarda Rus hâkimiyeti altına girmiş olan Çin Türkistanı, eski Çin adıyla Sincianğ’a dair henüz elimizde tam bir bilgi olmadığı gibi Moskova ile olan resmi münasebetinin ne merkezde olduğu da pek belli değildir. Herhalde prensip bakımından, yukarda adları geçen cumhuriyetlerden daha serbesttir ve Moğol Halk Cumhuriyeti’ninkine benzer bir nevi istiklâl elde edebilmiştir.
Katalog usulünde sıraladığımız bu kuru bilgilerden anlıyoruz ki, eski tek parça Rus imparatorluğu İç Asya’da mozaik parçalara ayrılmıştır. Böyle olmakla beraber bu yeni devlet-eyaletler siyasi bakımdan yine merkeze bağlı kalmışlardır.
Bununla beraber eski durum yine de esasli bir değişikliğe uğramıştır. Çarlık devrinin Ruslaştırma siyaseti büsbütün ortadan kalkmamışsa bile kuvveti azalmıştır ve muhtariyetle idare olunan yerler, müttefik cumhuriyetler ilâh, bittabi Rus politikasının menfaatleriyle çarpışmıyacak bir hudut içinde, dillerini ve millî kültürlerini kuvvetleştirmek, geliştirmek alanında serbesttirler. Dillerinin tecrid edilmiş bir halde kalması yüzünden şimdiye kadarki hakimiyet devrinde yaklaşması imkânsız bir halde kalmış bulunan kitlelere sokulabilmek için, buradaki dilleri canlandırma işini bizzat Moskova teşvik etmiş, desteklemiştir. Lâtin harfleriyle yeni yazı uydurulmuş ve yazı yazma marifetinin geniş halk tabakaları arasında yayılışına engel olan eski, zor yazıların yerine bunun kullanılması mecburi kılınmıştır. Şimdiye kadar hiçbir vakit tesbit edilmemiş olan diller de yazıya ve kitaplara kavuştu, gerçekten batma yolunu tutmuş olan birtakım ekzotik diller âdeta son nefeslerinde yeniden kuvvet buldular.
İktisadi alanda hayvan yetiştiriciliğin gelişmesi ve onunla birlikte plânlı ziraatçilik ise âdeta kendiliğinden meydana gelmiştir. Kazakistan’ın 30 milyon başlık hayvan kadrosu; Kırgızistan’ın sade koyun mevcudu dört milyonu bulan sürüleri devlet kontrolu altına girdi. Türkmenistan ve Özbekistan bozkırlarında otlıyan koyun, sığır, at ve develerin sıkı bir sayımı yapıldı. Yapak ve deriyi devletin merkezi teşkilâtları toplatmakta, iç piyasada ve yabancı memleketlerde kıymetlendirmektedir.
Ziraat büyük ölçüde olarak Özbekistan’da gelişmekte ise de Kırgızistan’la Karakalpakistan’ın elverişli alanlarında da gittikçe genişlemektedir. Atadan kalma eski suni sulamaya bugün de ihtiyaç varsa da, tabiatiyle bunlar teknik ve mühendislik bilgilerinin yardımiyle oldukça ıslâh edilmiştir. Eski, babayani sükûnet zaten sona ermiştir. Ziraatin en önemli mahsulü olan pamuk eskiden ne kadar biterse onunla yetinirler, kendilerini zorlamazlar; şimdi o eli ağır Özbeklerden ve Türkmenlerden rekor mahsul istenmekte olup buna göre teşvik olunmaktadırlar.
Rus endüstrileşme salgını buralara da bulaştı, ucuz işçilik imkânları yapağının, pamuğun, derinin yerinde işlenmesini ayrıca cazibeli bir hale koymuştur. Sovyetlerin iktisadi ilgisini en ziyade üzerine çeken bölge de hepsinin büyüğü ve en zengini olan Kazakistan olup burada muazzam dokuma ve kimya fabrikaları kurulmuştur. Kendisine karşı gösterilen ve pek de menfaatsiz olmayan bu alâkaya karşı Kazakistan, doğu dağlık bölgelerinin demiriyle, kurşunu, kömürü, altını ve petrolü ile şükranını ödemektedir.
İç Asya’da, Altaylardan batıya doğru, Türklerden başka bir de İranlıların yaşamakta olduklarını söylemiştik. Onlar da bu toprakların eski halkıdır, hattâ baskıları altında ezildikleri Türklerden bile daha eskiden beri burada bulunmaktadırlar. Bir zamanlar kuvvetli, ehemmiyetli ve zengin olan kabileleri büsbütün ortadan kaybolmamışlarsa bile çok ufalmışlar ve son korunma yeri olarak Pamir’in sokulunmaz dağlarına ve yaylalarına sığınmışlardır. İçlerinden yalnız biri, Tacik kolu bugün de gelişip yayılmaktadır. Bunlar Acemlerin yakın akrabası olan çiftçi ve tacir bir kavimdir. 1925’ten beri Rus himayesi altında, Tacikistan adlı devletleri içinde yaşamaktadırlar, başkentleri, bugünkü adiyle Stalinabat’tır.
Bu birkaç verinti İç Asya’nın bugünkü durumu ve kuruluşu hakkında umumi bir fikir verebilir. Burada yaşıyan kavimleri, kabileleri Batı’dan uzun müddet iptidai, garabet örneği birtakım insan yığınları gibi görmüş ve onlara sırf romantik yönden renk vermeye çalışmışlardır. Bu miskin göçebelerin, basit ve kendi halindeki çobanların cetlerinin bir vakitler başka türlü yaşamış olmalarını ise kimse hatırından bile geçirememişti. Eski çağlara dönüp geçmiş yüzyıllarda bu topraklarda neler olup geçtiğini anlatacak vasıtaları elde etmek için son on yılların büyük keşif başarılarına ihtiyaç vardı.
Bugün artık biliyoruz ki, tarihsiz sanılan İç Asya’da büyük göçebe imparatorluklar yaşamış, son iki yüzyılın iptidai hayatını gördükten sonra kimsenin tahmin edemiyeceği medeniyetler kurulmuştur. Bu geçmişin ele geçirilebilecek bütün ayrıntılarını, hattâ bunların en önemlilerini bile burada tanıtmaya çalışmak çok külfetli bir iş olur. Bu tafsilât yığını mütehassıs bilginlerde heyecanlı bir ilgi uyandırırsa da, bugünkü ham ve henüz tam şeklini almamış olan kaynak malzeme ufak tefek hâdiseleriyle, garip ve yabancı bir sürü adlariyle, bu sahaya yabancı olanlar için yorucu olabilir. İşte bunun içindir ki, bizim burada yapacağımız, bu bilgi yığını içinden, büyük çağlara, önemli hareketlere dair, bugün de sarih olarak çıkarabileceğimiz neticeleri taslak halinde vermekten ibarettir.
İç Asya’da ilk büyük göçebe devlet İsa’dan önce III. yüzyılda Altay’ın doğusunda, bugünkü Moğolya’da kurulmuştu. İrili ufaklı bazı göçebe kabileler büyük çölü daha evvelleri de geçmişler ve uzun yahut kısa bir zaman sınırlarda Çinlilere rahatsızlık vermişlerdi, fakat tehlikeli rolleri ancak Mao¬dun adlı hükümdarları zamanında başlamıştı. Bu merhamet nedir bilmez, kanlı göçebe reisi idareyi eline aldıktan sonra (İ.Ö. 209), yoluna dikilen herkesi boğazlatmış, kendi ailesine karşı bile insaf göstermemişti. Ondan sonra mutaassıp ordulariyle yürüyerek, bozkır ve çöl dünyasında ele geçirdiği bütün kabileleri çiğnedi geçti. Sonra çoğalan kuvvetleriyle Çinlilere döndü. Çinliler ise bu sefer gelenlerin sınırlarda çapulculuk için gelmiş alelâde soyguncu kabileler olmayıp, tehlikeli bir askeri kudretin tehdidi karşısında bulunduklarını görerek telâşa düştüler.
Mao-dun’un zamanında yeni doğmuş olan göçebe devlet Kora’dan Aral gölüne kadar yayılıyordu ve azametli göçebe hükümdar, Çin’in kuzeyindeki bütün memleketlerin kendisinin olmasiyle öğünüyordu. Ve her ne kadar Çin cesaret ve meharetle, fakat herhalde var kuvvetini kullanarak bu akınlara karşı kodu ise de, değişik talih ile sürüp giden harblerde bazı kuzey eyaletlerini,- geçici bir zaman içinde olsa- elinden kaptırdı.
Mao-dun’un bu büyük göçebe kavmi Hiung-nu idi. Çinliler onları bu adla andıkları gibi herhalde onlar da kendilerine böyle bir ad veriyorlardı. Batılı araştırıcılar bu Hiung-nuların ne türlü bir kavim, Türkler mi, Moğollar mı, yoksa başkaları mı olduklarını yorulmak bilmez bir gayretle inceleyip araştırdılar. Bu öyle esrarlı bir sorudur ki, buna bugüne kadar tatmin edici bir cevap beyhude arandı. İsim benzeyişi, savaşçı hayat şekli ve bazı kronolojik sebepler daha bundan iki yüz yıl önce Batı bilginlerini, Çin kaynaklarında adı geçen bu Hiung-nuların hakikatte büyük Kavimler göçü devrindeki Hunlar oldukları düşüncesine iletmişti. Şüphesiz bu tahminde şunun da hissesi vardı ki, Kavimler göçü devrindeki göçebe sürülerinin cetlerini Asya’da aramak icabediyordu. O zamandan beri de ilim bu alanda kararını verememiş; Hiung-nu kavimiyle Hunların aynı olduklarını ne yalanlamış ne de doğrulayabilmiştir. Fakat o faraziye artık sarsılmaz bir akide haline geldiğinden zamanımızın başlıca bilginleri Hiung-nulara Asyalı Hunlar demektedirler. Bu itibarla burada biz de bu adı kullanacağız.
Demek oluyor ki, Asya’nın ilk göçebe imparatorluğu Asyalı Hunlarındır; o imparatorluk ki gerek büyüklüğü gerekse çöküşü bakımından, daha sonraki bütün göçebe hükümetlerin kuruluş ve batışlarının iyi bir örneği olmuştur.
Mao-dun’un ölümünden sonra yavaş yavaş kabile reisleri arasında rekabet ve merkezi hükümetin zayıflaması başlıyor ve devletin mukavemet kudreti gittikçe gevşiyor. Derken birkaç büyük askeri felâket, derken en elverişsiz bir zamanda gelen tabiî âfetler; bütün hayvan mevcudunu kırıp geçiren büyük bir kuraklık veya öldürücü bir kış… Ve göçüş artık önüne geçilmez bir şeydir. Nitekim böyle de oldu. Çinliler bu çevik göçebe atlıların münasebetsizliklerinden zaten yaka silkiyorlardı; bir müddet sonra onların savaş sırlarını öğrendiler ve nihayet kendi harb aletleri ve taktikleriyle üzerlerine yürüdüler. Çinliler elde ettikleri başarılardan cesaret alarak bu ganimet düşkünü sergüzeştçi akıncıları sınırlarından kovmakla yetinmeyip pervasızca büyük bir işe karar verdiler: Kalktılar, yenilmiş olan Hunları çölün bir ucundan öbürüne kadar kovalıyarak onları kendi yurtlarında tepelediler.
Göçebe imparatorluk dağılmağa başladı. Kabile boğuşmalarından ve Çin darbesinden kurtulabilen bir kol Altayları geçerek, İli vâdisi taraflarına yerleşti. Bu suretle Doğu ve Batı Hun İmparatorlukları vücuda gelmiş idiyse de her ikisinin kaderi de belli olmuştu. İkiye bölünmüş olan düşmanın hakkından gelmek Çinliler için kolaylaşmıştı. Birbiri ardına gelen felâketlerden kaçan bazı kabileler kuzey ve batı yönlerinde uzaklara göç ettiler. Bazıları ise kudretli Çin İmparatorluğu’na, Gök oğluna boyun eğmeyi tercih ettiler, o da imparatorluğun o zamana kadar tehdit altında bulunan ve çapullara uğrayan sınırlarını kendi dik kafalı kardeşlerine karşı korusunlar diye onları sınır boylarına yerleştirdi. Hunların daha önce boyun eğdirmiş oldukları yabancı kabilecikler Hun İmparatorluğu’nu zaten seve seve taşımadıklarından, onlarda zayıflık alâmeti belirince bu zoraki ittifaktan birbiriyle yarış edercesine ayrıldılar.
Ve Asya Hunları amansız bir surette tükenmekte idiler. İlk önce Kuzey Moğolistan İmparatorlukları çökmeğe başladı, İsa’nın doğumu yıllarında Hun-Çin komşuluğu artık mazinin şerefli bir hâtırasından başka bir şey değildir batıda da daha yüzyıl kadar tutunabildiler, fakat sakınılmaz âkıbet kendini burada da çok bekletmedi. Müttefikleri tarafından terk edilmiş olan Hun hükümdarı, kendi deyimleriyle Şan-yü, arkadan kovalıyan Çinlilerden kaçarak başkentine sığındı, fakat yeise düşmüş bir halde, artık her şeyin nafile olduğunu, gökle toprağın kendi aleyhinde birleşmiş olduklarını anlamış bulunuyordu. Başka zaman az sözlü, kuru Çin kaynakları, son müstakil Hun hükümdarının can vererek mahvolduğu bu mücadeleyi bütün dramatik tafsilâtıyle tasvir ederler. Hun kavminin ne olduğu ise artık Çinlileri ilgilendirmiyordu.
Fakat Avrupa’ya komşu sahalara dağılmış olan bu orduların ve onlara mensup göçebelerin âkıbeti Batı bilgininin hayalini o nispette fazla işletiyordu. Kuzeye mi gitmişlerdi yoksa güneye mi, yahut da acaba Volga’ya doğru mu yollanmışlardı? Hun ve Hiung-nu’nun aynı kavim olduğu mütalaâsında bulunanlar tabiatiyle son şekli kabul ediyorlardı. Onlara göre, dağılmış olan Hun kıtaları, felâket yenilgiden sonra yavaş yavaş bellerini doğrultmuşlar, kabile bağları yeniden sağlamlaşmış, yanlarına güzellikle veya zorla, taze müttefikler bulmuşlardı. Bütün bunlar güya büyük mağlubiyetin vuku bulduğu yerden çok uzakta, Çinlilerin alâka ve kuvvetlerinin erişemiyeceği yerlerde oluyordu. İsa’dan sonra IV. yüzyılda yeniden kendilerini toparlıyarak veyahut belki de herhangi bilinmeyen, doğudan gelen bir baskının tesiri altında, Alanları önlerinde kovalıyarak Doğu Avrupa’ya girdiler. Attila’nın korkunç Hunları güya işte bunlardır.
Asya’daki Hun İmparatorluğu’nun ufalmasından sonra, Altayların ötesinde de berisinde de, bir müddet sükûn hüküm sürdü. Fakat IV. yüzyılın sonunda, eski Hiung-nu devletinin yerinde yeni bir cenkçi atlı-göçebe kavim, Juan-juan peyda olarak yayılmağa başladı. Çinlilerin sadece bu yeni adı öğrenmeleri lâzımdı, yoksa sınırlarını tehdid eden bu pervasız göçebeler hakkında eski bildikleri kendilerine yetişirdi. Juan-juanların hüviyetleri de Hiung-nular gibi tamamiyle bulanıktır. Gobi çölünün kuzey taraflarından güneye doğru akıp gelen bu göçebe kavim unsurunun İç Asya’daki dil ve ırk kollarından hangisine mensup olduğunu bugün de bilmiyoruz. Bazıları, bu Juan-juanların yolunu, Asya’daki rollerini bitirdikten sonra Avrupa’da takib ederek, Asya’dan kaybolan bu kavmin Avrupa’da Avar adiyle göründükleri mütalaâsında bulunurlar. Tıpkı Hiung-nu ve Hun ayniyeti meselesinde olduğu gibi, bunlar hakkındaki kanaatler başka bakımdan da dağılırlar: Bazılarına göre Juan-uanlar da (yani Avarlar da) Türktürler, halbuki başkaları ise bunlarda Moğolları araştırırlar.
Juan-juanlardan biraz sonra, tahminen IV. yüzyılda, yine menşei esrarlı bir başka büyük göçebe kavim görülür ki, bu da To-ba’dır. To-ba sonuna kadar Asyalı olarak kaldı, hiçbir vakit Altaylardan beriye geçmedi. Gerçekten buna sıra da gelmedi, çünkü o, kendinden önceki iki kavmin beyhude yere denemiş olduğu şeyi başarabilmiş, o zamana kadar yenilmez sanılan güney rakibini yenmeğe muvaffak olmuştu. To-ba hükümdar ailesi Kuzey Çin’in en büyük kısmını zaptederek, Gök oğlunun tahtına geçti. Ancak bu zafer zâhiri idi. Silâh zoriyle fethedilmiş olan Çin, içerilerine kadar sokulan bu göçebeleri medeniyetiyle, mânevi kuvvetiyle ezdi ve onlar, belki kendileri de farkına varmaksızın Çinli haline geldiler. To-ba hükümdar ailesinden, Çin’in en büyük hanedanlarından biri olan Vey doğdu.
VI. yüzyıldan itibaren daha aydınlıkta yürüyoruz, artık ilk Türkler görünmüşlerdir.
Juan-juan İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine Kök Türkler (Göktürkler) devletlerini kuruyorlar. Anayurttan, yani Orkhon nehri vadisinden etrafa yayılan Kök Türklük çabucak büyüyüp gelişiyor, fakat daha birkaç on yıl bile geçmeden, karakteristik göçebe devlet dağılışı vukua geliyor. Bu suretle Orkhon vâdisinden yalnız Doğu Kök Türk Devletini idare ediyorlar ve gelenek halini almış olan ölüm- kalım savaşını Çinlilere karşı buradan devam ettiriyorlar. Balkaş gölünün güneyinde, İli vadisinde ise Batı, Kök Türk Devleti’nin başkabilesi oturmaktadır ve bunun birinci düşüncesi güneye ve batıya doğru yayılmaktır. Çin kaynaklarının verdiği bol tafsilatlı bilgilerden, göçebe devletlerin ne kadar çeşitli kavim unsurlarından meydana geldiklerini şimdi artık iyice görmekteyiz, büyük bir ittifakın ortak kabilelerini tanıyoruz, bunların kimler olduklarını şüphe götürmiyecek şekilde bildiğimiz gibi, çoğunun tarihini zamanımıza kadar da takib edebiliyoruz. Bundan açıkça öğrendiğimiz ilk şey; düşmanlıkta olsun dostlukta veya ittifakta olsun, akrabalığa bakılmaz, birbirine akraba veya tamamiyle yabancı kavimler, yanyana bulunabilecekleri gibi birbirine karşı da gelebilirler.
Meselâ Kök Türk İmparatorluğu’nun VIII. yüzyıldaki şanlı durumunu çekemiyen düşman yabancı bir kavimolmayıp dil ve ırk bakımından onun en yakın akrabası olan Uygur kavmi idi. Uygurlar önce Doğu Kök Türklerini çiğnedikten sonra, yavaş yavaş Altaylardan sızarak, sönmek üzere bulunan bulunan Batı Kök Türkleri üzerine yüklendiler, daha sonra kendi devirleri de geçerek yerlerini yen bir istilâcıya terk etmek lâzım gelince, son sığınacak yer olarak hepsi bir arada, bu sonraki yurtta kalmışlardı.
Kök Türk kavmi gerçi sade istilâcı bir asker kavimdir, fakat bu işin tam eri, en mükemmel bir örneğidir. Teşkilâtçı kudretine, devlet kurma kabiliyetine ne kadar hayran olsak azdır. Uygurlar ise göçebe tarihine taze renkler getiriyorlar, medenileşme hususunda şaşılacak istidat gösteriyorlar. Çok erken, daha Orkhon yaylasında iken, İç Asya’da pek ziyade yayılmış olan ve büyük hükümdarlarından Buku Han tarafından devlet dini haline yükseltilmiş bulunan Maniheizm’i kabul ediyorlar. Sonraları, Altayların batısındaki yurtlarında Budizm’i de yakından tanıyorlar. Bu dinler yoliyle birtakım yazılarla tanışıyorlar ve bunlardan birine kendilerine izafetle Uygur yazısı diyorlar ki, bu yazı az bir değişiklikle Moğollar arasında bugün de yaşamaktadır. Büyük kısmı Mani ve Buddha yayınlarının tercümesi mukaddes kitapların IX. ve X. yüzyıllardan itibaren Çinlilerden öğrendikleri usullere göre ağaç levhalar yardımiyle basıyorlar. Kiliseler, şehirler yapıyor ve dini sanatları, eski göçebelerde o zamana kadar görülmemiş bir fedakarlıkla ve gayretle koruyup geliştiriyorlar.
Sıra başka kuvvetli göçebe bir kavme, Kırgızlara gelince, bunlar Orkhon vadisindeki Uygur Devletini de ortadan kaldırdılar. Bu yeni türeme Türkler Yenisey nehrinin aşağı mecrası kıyılarından kopup gelmişlerdi. Daha pek o kadar eski olmayan bir zamanda, diğer ehemmiyetsiz Paleo-Asyalı kavimler gibi bunlar da öyle yüksek kültürleri olmayan basit hayatlarını orman bölgesinin kuytu yerlerinde geçirip gidiyorlardı. Savaşçı Türk komşularının tesiri altında eski yaşayış tarzlarını bırakmışlar, hatta dillerini de Türkçeye değiştirmişlerdi. Çok geçmeden bu alanda ustalarını geçerek mükemmel öğrenci olduklarını da gösterdiler.
Uygur hegemonyası yüz yıl kadar ancak devam etmiş. Kırgızlarınki ise hemen o kadar bile sürmemişti. Bunların büyüklükleri yeni bir Türk kudretinin, Karlukların gölgesi altına girdi. Türk kavimlerinin zerrelere ayrılışı bu zamandan, yani XI. yüzyıldan başlıyarak gelişir; birbiri ardınca birçok kabileler, halk kitleleri görünürler ve sonra İç Asya’nın hareketli tarihine karışarak kayboluyorlar. Fakat siyasi parçalanmadan sonra gelen ve bir fırtınanın yaklaştığını haber veren bu durgunluk da çok süremezdi, yine büyük ve hakiki bir göçe kavmin, bir kuyruklu yıldız gibi gözükmesi gerekiyordu. Beklenen bu hadise XII. yüzyılın sonunda gerçekleşti, meçhullüğün karanlıklarından o zamana kadar henüz âdeta adı bile duyulmamış olan bir atlı çoban kavim ortaya çıkıyor ki, bu Moğoldur. Bu kavim, hükümdarının, Cengiz Han’ın başbuğluğu altında önce yakındaki, büyük rakip kabileleri tepeliyor, zayıflar ise karşı komayı bile denemeden ona katılıyorlar. Cengiz Han ile halefleri, çoğalan bir kuvvet ve artan bir iştahla, Asya’nın istilâsına çıkıyorlar. Atlı göçebelerin değişiklikler gösteren zengin tarihlerinde muazzam sahalar ele geçirmiş olan büyük fetihçiler o vakte kadar da eksik değildi, fakat Cengiz Han’la torunlarının meydana getirdikleri kadar büyük bir imparatorluk hiçbiri kuramamıştı.
Bütün İç Asya onlarındı. Plan dairesinde askerî icraatla koskoca Çin’i avuçları içine aldıkları gibi Moğol sülâlesinin bir kolu Çin İmparatorluk tahtını da ele geçirmişti. Uzak Batı’da, İran’da, Afganistan’da Moğollar hüküm sürüyorlar, daha sonra Kuzey Hindistan’a da ayak basıyorlar. Doğu Avrupa’da bütün mukavemetleri kıran Moğolların önüne geçilmez orduları, bilindiği gibi, Macaristan’ı çiğniyerek ta Dalmaçya’ya kadar ilerliyor.
Ancak göçebe istilâların ve imparatorlukların şaşmaz kanunlarına göre, bu, Kora’dan Adriyatik denizine kadar yayılmış olan dev imparatorluğun bir elde ve hele nesiller boyunca tam bütünlüğü ile kalamıyacağı tabiî idi. Nitekim önce merkezi devlete bağlı tâbi parçalara ayrıldı, bunlar sonra müstakil hayat yaşamağa başladılar. Ve sonunda, bu merkezden ve birbirlerinden kopmuş, birer Moğol başbuğ idaresinde bulunan memleketler de birbiri ardınca, içten ve dıştan gelen baskıların kurbanı olup gittiler.
Moğol istilâ devri, hele XIII. ve XIV. yüzyıllar şüphesiz, Asya’nın en önemli tarihi çağlarından birini teşkil eder. Ancak bu devrin tesiri Asya sınırlarından çoz uzaklara da yayılmıştır: İki ihtiyar kıta, Asya ile Avrupa ancak o devirde birbirini gerçekten tanımıştır. İç Asya, Doğu Avrupa’nın siyasi ve etnografik manzarası bu çağ olaylarının tesiri altında teşekkül etmiştir ve o zamandan beri ne olmuş, ne değişmişse bu ancak o geçmiş hâdiselerin zaruri neticeleridir.
Atlı göçebe asker-kavimlerden maada İç Asya’da başka Türk-Moğol cinsinden olmayan kavim unsurları bulunduğunu da biliyoruz. Eski Çin kaynakları bize bunların hayatları hakkında da ötekiler kadar açık ve bol bilgi vermektedirler. Fakat bunların siyasi ve hele istilâ faaliyetleri ötekilerinkine bakınca önemsizdir ve biri çıkıp da bunların askerlik tarihlerini yazmak istese söyliyecek bir şey zor bulur, olsa olsa kâh şu ve kâh bu istilâ dalgasına kapılmış olduklarını yazabilir.
Altayların doğusuna düşen alanda, onun da daha ziyade batı ve güney kısımlarında bizim erişebildiğimiz en eski zamanlarda, büyük küçük vâhalardaki şehir devletler içinde İranlı kavimler yaşa ancak ehemmiyetsiz bir kısmınca göçebe veya yarı göçebe hayat tarzının da meçhul olmadığını tahmin edebilmekteyiz. Bu İranlı halk her ne kadar askerlik faziletlerine karşı fazla bir coşkunluk göstermiyor idiyse de, İç Asya’nın geçmiş yüzyıllarında pek de ihmal edilecek ehemmiyetsiz bir yığın değildi (Sayılarının yüksekliği bakımından da olsa). Zerdüşt’ün, Mani’nin ve Buddha’nın dinleri, dini edebiyatları, sanatları İran topraklarında verimli bir gelişme gösteriyordu. İranlılar kendi daha yüksek az zaman içinde İran’ın rengini alan medeniyetlerini göçebe asker komşularına da aşılamağa uğraştılar. Çiftçiliğin ustası idiler. Susuz, verimsiz toprak üzerinde arklar açarak sulu ziraat usulünü şaşılacak derecede mükemmelleştirmişlerdi. Asya’nın en kabiliyetli tüccarları onlardı, Moğol veya Hun döğüş alanında ne ise bazı İranlı kabileler de bu alanda o kadar ileri idiler. Meselâ Sogdlar ticaret seferlerinde Batı Çin’e kadar vardıkları gibi Dış Moğolistan’ın uzak bozkırlarında da yatlık duymazlardı. Ve bunları öyle basit macera yolculukları da sanmamalıdır. Sogd tacirleri devamlı münasebetler kurmağa çalışırlardı; ehemmiyetli mevkilerde yabancılar arasına yerleşir, küçük sömürgeler kurarlar ve büyük kervan yollarından yurtlarının başlıca ticaret merkezlerine gidiş gelişi sağlamağa dikkat gösterirlerdi.
Fakat İç Asya’da ne İranlılarla ne de Moğol-Türk cinsi kavimlerle hiçbir akrabalık bağı bulunmayan bambaşka bir kavim grubu daha yaşamakta idi. Bunların müstakil devletleri vardı ve ister istemez büyük siyasi ve askeri münakaşalara kâh tâbi bir halk kâh müziç bir düşman sıfatiyle karışırlardı. Bunlardan ne zaman söz açılsa Çinliler daima, dünyanın en çirkin kavimleri olduğunu söyler ve kızıl saçlı, yeşil gözlü insanlar diye kendilerinden alayla bahsederler. Galiba Çinlilerin umacıları sarışın ve mavi gözlü insanlardı. Batı bilginleri eski Asya’nın etnografik haritasını tanımadıkları müddetçe, bunların herhalde İranlı kavimler olacağını sanmışlardı. Yanlış yola saptıkları ve bu sarı saçlı, mavi gözlü eski Kırgızların, hattâ Vu-sunların bile, bugün artık tamamiyle kökü kesilmiş bir Paleo-Asyalı kavim ırkına mensup oldukları ve bunların son örnekleri de bugünkü Yenisey-Ostyakları olduğu daha yakın zamanlarda meydana çıkmıştır.
Büyük küçük kabileler arasında, bugün tanıdığımız İç Asya ırklarından ve dillerinden esaslı bir surette ayrılan birtakım başka kavimlerin de yaşamış oldukları muhakkaktır. Çinlilerin kaydettikleri bir sürü ne olduğu belirsiz kavim ve kabile adları arasından hangisinin böyle bir unsuru gizlemekte olduğunu ise şimdilik söylemek zordur.
İç Asya’nın hareketli hayatına gelince, bu hayat hiç de kapalı kutu içinde geçmemiştir. Kenar sahalardan beriye ve aksi istikamete insan akışı daimi olmuş, küçük büyük göç dalgaları, belli başlı geçişlerden başka, sınırlarda da önemli hareketler görülmüştür. Bunların bilmedikçe bu bölgenin hayatının içyüzünü ne doğru olarak ne de tamamiyle izah edemeyiz. İç Asya, kavim hareketlerinin kaynaştığı bir alan olduğu kadar çeşitli medeniyetlerin hakiki toplanma havuzu da olmuştur; nitekim buraya sınırlar tarafından, yabancı medeniyet muhitlerinin mânevi ve maddi mahsulleri bol bol akmakta idi.
Çin medeniyeti buradaki açık kapılardan boşanmış, serbestçe yayılıyordu. Hele İran medeniyeti için fazla bir zorlayışa hiç ihtiyaç yoktu, çünkü en eski kaynaklarımızın dayandığı zamandan, iki bin yıldan beri oturduğu, kök saldığı bu yerler onun kendi yurdu, kendi toprağı idi. Hint kültür ve sanat hayatı mahsullerine gelince; bunlar etrafa dağılmağa daha sonra başlamışlar ve o zamanda yine hep İranlılar vasıtasiyle hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Avrupalı Güney Rusya sanat ve küçük plâstikasının tesiri ise önce Kürk yolu ile Kuzey Moğolya’daki atlı göçebelere varmış, onlar da vakit geçirmeden ele geçirdiklerini güneye, Çin’e iletmişlerdi.
İç Asya hayatının tarihi binlerce ve binlerce iplikle örülmüştür ve onu bugün bu kadar tanıyabiliyorsak bu, yüzyılların emeği sayesinde mümkün olabilmiştir. Pervasız elçiler, talih deniyen cesur tacirler, dine çağıran gayretli misyonerler bu korkunç meçhullüğe doğru ilk patikaları açtılar. Bilgin araştırıcılar onların izleri üzerinde keşif yollarına çıktılar. İşte bu bir sürü dağınık verinti ve kayıtların birbirine eklenmesi suretiyledir ki, ilk insicamlı levha meydana gelebilmiştir.
Şu halde Batılı insan İç Asya’yı nasıl keşfetmiştir?
Keşifler tarihinde bu soruya şimdiye kadar verilen cevap nispeten dardır. Çünkü bazılarına göre keşif, yalnız Batılı insanın kendi yaptığıdır. Bu görüşte bir dereceye kadar bundan yarım yüzyıl önceki, Akdeniz çevresinden ötede olan bitenlerden haberdar görünmek istemiyen zihniyet sezilmektedir. O zihniyete göre Çin, Hindistan veya eski Amerika medeniyetleri, Akdeniz’in yakın ve uzak kıyılarında yine medeniyet yolunda sarf edilmiş olan gayretlerin yanında sanki insanlık tarihinin geçici bir epizodu ve bir çocuk oyuncağı sayılırdı.
Bu görüş zaten ilmi bakımdan haklı olarak münakaşa götürür, çünkü herhangi bir bilgi sistemi hiçbir zaman hangi kavimlerin ona ne gibi unsurlar katmış olmalarına bağlı değildir. Zaten artık bugün öyle bir duruma gelmiş bunuyoruz ki, Batılı bencilliğimiz incinmeksizin ve rahat yürekle meseleyi bütün şümuliyle ele alabiliriz. Çünkü İç Asya ile ilgili keşiflerin en çoğu Batılı bilginlerin eseridir; bundan maada artık yabancı yardıma ihtiyaç kalmaksızın, eski çağlarda başka kavimler bilginlerin ne işler görmüş olduklarını öğrenmek ve bu malûmat yığınını tenkidin kalburundan geçirdikten sonra kendi bilgi sistemimize ekliyebilmek için de elimizde lüzumlu vasıtalar mevcuttur.
Bu prensibi göz önünde bulundurarak aşağıdaki sayfaların tertibinde tam olmağa gayret ettik. Tam olmaktan kasdımız şudur ki, burada bazı keşiflere ait olan yazıları, bunlar Çinli veya Tibetli müelliflerin eserleridir. Avrupalı değildir, diye gözden uzak tutmadık. Fakat gerçek mânasiyle tam olmak rüyamıza bile giremez, zira İç Asya’nın tanınmasiyle ilgili eserlerin, tetkiklerin bibliyoğrafik bir listesi bile kocaman bir cilt teşkil eder. Şu halde bizim için bu eserler arasında seçmek zarureti vardı ve biz de hususiyeti olduğunu sandığımız herhangi bir çağa ait ehemmiyetli, dikkate değer kaynakları dile getirmeyi veya onların izinde yürümeyi denedik.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 672-683