Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye’nin İsrail İle İlişkileri (1948-2001)

0 12.322

Dr. Çağrı ERHAN

Bin dokuz yüz doksanların ortasından itibaren yükselişe geçen Türkiye-İsrail ilişkilerinin kökleri, Filistin bölgesinde bağımsız bir İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948’e kadar uzanır. 20. yüzyılın sonlarında ikili ilişkilerde ortaya çıkan “yükseliş”in sebepleri sadece o dönemin siyasi ve iktisadi konjonktürüyle açıklanmaya çalışıldığında yanılgıya düşülebilir. Nitekim, bu metod benimsenerek hazırlanan araştırmaların çoğunda, 1995’ten önce Türkiye’nin İsrail’le hiçbir ilişkisinin olmadığı ya da ikili ilişkilerin evvelce hep “soğuk” cereyan ettiği hatası gözlemlenmekte, böyle olunca da, ortaya atılan stratejik, ekonomik veya siyasal sebeplerin hiçbiri, Ankara-Tel Aviv yakınlaşmasını izah etmeye yetmemektedir.

Türkiye’nin bir çok devletle ilişkisinde olduğu gibi, İsrail’le ilişkilerinde de bugünü algılayabilmek için geçmişi çok iyi bilmenin gerekli olduğu aşikârdır. Bu makalede, başlangıcından bugüne Türkiye- İsrail ilişkilerine ana hatlarıyla değinilecek, 53 yıllık süreç zarfında yaşanan “yükseliş” ve “düşüş”lerin sebepleri araştırılarak bugünü anlamaya yardım edecek verilere ulaşılmaya çalışılacaktır.

Temkinli Başlangıç

İngiltere’nin Filistin’deki manda yönetimini sona erdirmesinin ve bölgedeki son İngiliz askerî birliğinin Yafa limanını terk etmesinin hemen ardından 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin ilân edilmesi, ilk anda Türkiye’de endişeyle karşılandı. Dünyanın en sorunlu bölgelerinden Ortadoğu’da, Arapların muhalefetine rağmen bağımsız bir İsrail Devleti’nin kurulması mevcut sorunları büsbütün içinden çıkılmaz bir duruma getirebilirdi.[1]

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Filistin’de bir manda yönetimi kuran İngiltere, 1917’de Dışişleri Bakanı Arthur J. Balfour’un, daha sonra kendi adıyla anılacak deklarasyonunda açıkladığı “Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu amacın gerçekleşmesi için her türlü çabayı harcayacaktır”[2] taahhüdüne sadık kalarak, Yahudilerin kitlesel olarak Filistin’e göç etmelerine göz yummuş, bölgedeki nüfus kompozisyonunun değişmesi için gerekli zemini hazırlamıştı. İngiltere, kendisi için büyük önem taşıyan petrol bölgelerini elinde bulunduran Arapların rahatsızlığı sonucunda, 1920’lerin ortalarından itibaren Filistin’in tamamen Yahudi egemenliğine girmesini istemediğini, sadece Yahudilere, Arapların yanında bir yurt kurulması fikrini desteklediğini açıklamasına ve Milletler Cemiyeti (MC) Konseyi’nin bu yöndeki tam desteğini almasına rağmen, Dünya Siyonist Örgütü’nün planlı biçimde yürüttüğü Filistin’e göç politikasının önüne geçememişti. 1930’lardan itibaren sorun iyice derinleşmiş, Filistin’de kurulan, Irgun, Stern, Haganah gibi Yahudi terör örgütleri Filistinli Arapları yüzyıllardır yerleşmiş bulundukları topraklardan zorla atmaya başlamış, zaman zaman da bunu engellemeye çalışan İngiliz birliklerine sabotajlar düzenlemişlerdi.[3]

Filistin sorununu çözmekte başarısız olan İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra konuyu 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler’in (BM) gündemine getirmiş, böylece “topu BM’ye atarak”, uzun yıllardır kendisine yük olan bu konudan kurtulmayı amaçlamıştı. BM Genel Kurulu, 15 Mayıs 1947’de “Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu” adlı özel bir çalışma grubunun kurulmasına, Komisyon üyelerinin Filistin’e gidip çalışmalar yapmasına ve bir rapor hazırlamasına karar vermiş, Komisyon’un çalışmaları sonucunda, Arapların muhalefetine rağmen 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksim edilmesine karar verilmişti.

Türkiye, Filistin Sorunu’nun BM’de görüşülmesi sürecinde, taksim fikrine karşı çıkan Arap ülkelerinin yanında yer almış, bağımsız bir Filistin Arap Devleti’nin kurulmasını desteklemişti. Türkiye’nin bu desteği, Filistin Özel Komisyonu’nun hazırladığı raporun Genel Kurul’da görüşülmesi sırasında da sürmüş, taksim kararının oylanmasında Türkiye, aralarında 6 Arap ülkesinin de bulunduğu 12 ülkeyle birlikte red oyu kullanmıştı. Türkiye, Arap devletleriyle yakın ilişkiler kurmak isteyen Sovyetler Birliği’nin (SSCB) bile taksim lehine oy kullandığı bir ortamda, Araplara duyduğu bir sempatiden ötürü değil, Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında bölünmesinin bölgeye getireceği istikrarsızlığın verdiği endişeyle böyle bir tavır takınmıştı.[4] İsrail’in bağımsızlığını endişeyle karşılamasının da en temel sebebi buydu.

İsrail konusunda Ankara’nın endişeleri yukarıda sıraladığımız konularla sınırlı değildi. İsrail’in İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından oluşmaya başlayan iki kutuplu dünya içerisindeki konumunun henüz belli olmaması, Moskova’nın 19 Mart 1945 tarihinde Ankara’ya verdiği ve 1925 Türk-Sovyet Saldırmazlık Anlaşması’nı uzatmayacağını ifade ettiği notadan sonra yoğun bir “komünist” tehdit hissetmeye başlayan Türkiye’yi temkinli olmaya itiyordu. İsrail’de kurulan ve sosyalist anlayışla çalışan kollektif çiftlikler (kibbutz), kooperatif fabrikalar, SSCB’nin yardımıyla İsrail’le sokulan Çek yapımı silahlar, SSCB’den bölgeye yoğun Yahudi göçü ve devletin kurulmasında etkin rol oynayan işçi sendikaları Türkiye’de bu devletin SSCB ile yakın ilişkiler kurduğunun ve “Ortadoğu’da yeni bir Sovyet peykinin ortaya çıktığı”nın düşünülmesine yol açtı.[5] Türkiye’nin Sovyet tehdidini iliklerine kadar hissettiği bir ortamda, Sovyetlere yakın olduğu düşünülen bir devletle yakınlaşma söz konusu olamazdı. Bu anlayışla, Türkiye İsrail’i diplomatik olarak tanımak ve ilişkilerini geliştirmek için acele etmekten çekindi.

İsrail’in bağımsızlık ilanını kabullenemeyen Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak’ın bu ülkeye savaş açmalarıyla başlayan süreçte, Türkiye’nin İsrail’e yaklaşımını etkileyen bazı yeni parametreler ortaya çıktı. Bunlardan ilki ABD ve İngiltere’nin Türkiye’nin sorunun çözümünde arabuluculuk rolü üstlenmeyi kabul edip etmeyeceğini sorgulamalarıydı. Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, İngiltere Büyükelçisi’nin bu yöndeki sorusuna verdiği cevapta Türkiye’nin ancak şu şartlarla arabuluculuğu kabul edebileceğini belirtti: ABD ve İngiltere’nin tasvibi; BM’nin talepte bulunması; Kont Bernadotte’nun bölgede BM adına yürüttüğü misyonla ters düşmemesi; Arapların ve Yahudilerin Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmeleri; arabuluculuk çalışmaları sırasında bölgede ateşkes sağlanması; bir çözüme ulaşılmaya çaba gösterilmeden önce Arapların ve Yahudilerin asgari müştereklerde uzlaştırılmaya çalışılması.[6] BM’nin bu yönde bir talebi olmadığı için Türkiye’nin sorunun çözümü sürecine arabulucu olarak dahil olması gerçekleşmedi.

BM’nin ateşkes çağrılarına rağmen çatışmaların devam ettiği bir ortamda, 12 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonu oluşturuldu. Arapların karşı çıktığı bu komisyona, ABD ve İngiltere’yle birlikte Türkiye’nin de üye seçilmesi, Ankara’nın Tel Aviv’e yaklaşımındaki değişikliğin başlangıç noktasını oluşturdu. Komisyon çalışmaları sırasında, o güne kadarki Arap yanlısı tutumunu bir kenara bırakan Türkiye, uluslararası bir örgütte önemli bir görev üstlenmenin gereği olarak tarafsız bir çizgi benimsedi. Türkiye’nin Arap-Yahudi ihtilafında tarafsız bir çizgiye gelmesinde diğer iki komisyon üyesinin, özellikle İngiltere’nin telkinlerinin etkili olduğu söylenebilir. İngiltere’ye göre komisyonun Yahudi veya Arap yanlısı davranması, Ortadoğu’yu sonu gelmez bir istikrarsızlığa sokacak ve komünist tehdidin bölgede güç kazanmasına yol açacaktı.[7]

Bu telkinler sonucunda, komisyonda Türkiye’yi temsil eden ve “tavizsiz bir antikomünist” olduğundan İsrail-SSCB ilişkisi iddialarından rahatsızlık duyanların başında gelen Hüseyin Cahit Yalçın, tarafsız çizgisini komisyon çalışmalarının sonuna kadar devam ettirmesinin ötesinde, İsrail Başbakanı David Ben Gurion’la yaptığı görüşme sonrasında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye Türkiye’nin İsrail’i resmen tanıması gerektiğini tavsiye bile etti. Türkiye’nin komisyondaki tarafsızlığı, aynı zamanda uzun yıllar devam edecek Arap ülkeleriyle soğuk ilişkilerin de başlangıcını oluşturacaktır.[8]

Türkiye’nin tutum değişikliğinde etkili olan bir diğer gelişme de, başlangıçta sanılanın aksine İsrail’in SSCB’nin gizli bir müttefiki olmadığının anlaşılması oldu. İsrail, Sovyet “tehdidi”ne karşı “Batı kampı” içinde yer aldığını ifade etmekten çekinmiyordu. Zaten İsrail’le diplomatik ilişkiler kuran 30 devlet arasında Batılı devletler çoğunluğu oluşturmaktaydı. Daha da önemlisi, ABD İsrail’i tanıyan ilk devlet olmuş, Başkan Harry Truman İsrail’le en üst düzeyde ilişkiler kurmasında aktif rol oynamıştı. İsrail’deki temaslarından sonra Türk gazetecilere, “Herhangi bir yabancı devletin İsrail’e etkide bulunduğuna dair hiçbir gösterge yoktur” açıklamasını yapan BM Filistin Uzlaştırma Komisyonu üyesi Hüseyin Cahit Yalçın da, İsrail’in Batı dünyası için bir tehdit oluşturmadığının altını çizmekteydi.[9] Bu durumda, Türkiye’nin İsrail’le sıcak ilişkiler kurmasının önünde hayati bir engel kalmıyordu.

Bu bağlamda değinilmesi gereken bir konu da, Türkiye’de seçkinci-aydınların İsrail’in bağımsızlığı konusundaki yaklaşımıdır. Türk aydınlarının büyük çoğunluğu hâlâ, 1916’da Osmanlı ordusunu arkadan vuran Arap isyancılarının kötü hatıralarını taşımakta, İmparatorluğun çöküşündeki olumsuz etkilerini hatırlamaktaydı. İsrail’in, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki düşmanlarıyla çarpışarak kurulmuş olması, Ortadoğu diplomasisinde yüzyıllardır geçerli olan “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı çerçevesinde, bu yeni ülkeyle sıcak ilişkiler kurulmasını gerektirmekteydi. Türkiye’de radikal bir değişimin gerçekleşmesini savunan seçkinci- aydınlar, Türk kültürünün ve toplumunun Arap motiflerinden temizlenmesini istiyor, politikacılara mesajlar içeren gazete yazılarında, uluslararası alanda da Arap devletlerine karşı, İsrail’in desteklenmesini salık veriyorlardı.[10] Aynı çevreler benzer bir yaklaşımı 1990’larda Türkiye-İsrail ilişkilerinin hız kazandığı dönemde de sergileyecekler ve iki ülke arasındaki yakınlaşmanın başarıya ulaşabilmesi için gerekli toplumsal desteği sağlamaya çalışacaklardır.[11]

Türkiye, bütün bu gelişmeler çerçevesinde oluşturduğu yeni Ortadoğu politikasının ilk sinyalini 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olarak verdi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye’nin İsrail’e bakışını, 1 Kasım 1949’da TBMM’ni açarken yaptığı konuşmada şöyle ifade ediyordu: “Yeni doğan İsrail Devleti ile siyasi münasebetler açılmıştır. Bu devletin Yakın Doğu’da bir barış ve istikrar unsuru olacağını ümid ediyoruz.”[12]

1950’lerde Artan İşbirliği

İsrail’i tanımasından yaklaşık bir yıl sonra Türkiye bu ülkeyle 9 Mart 1950’de diplomatik ilişki kurdu. Taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin başkentlerinde diplomatik temsilcilikler açtılar. Diplomatik ilişkilerin kurulmasına paralel olarak iki ülke arasındaki ilişkiler artmaya ve çeşitlenmeye başladı.

Ankara’nın İsrail’le ilişkileri geliştirmesinin başlıca iki sebebi vardı. Bunlardan ilki, İngiltere’nin Ortadoğu’daki konumunu ABD’ye devretmesinden kaynaklanıyordu. ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı girişi ve bölge ülkelerinden özellikle İsrail’le sıcak temaslar kurması, Türkiye’nin de bu ülkeye bakışını etkiledi. ABD Başkanı Truman’ın 12 Mart 1947’de ilan ettiği doktrinle birlikte, Amerika’yla yoğun işbirliği dönemine giren Türkiye, CHP iktidarının son yıllarından itibaren ve özellikle Demokrat Parti iktidarı boyunca, dış politikasını Amerikan dış politika hedefleriyle uyumlu hale getirmeye çaba gösterdi. 1949’da Asya Devletleri Konferansı’na katılmayışından, 1950’de Kore’ye asker göndermesine ve 1955’te Bandung Konferansı’nda Bağlantısızlar hareketine karşı çıkışına kadar pek çok noktada ABD’yle paralel tavırlar benimsemeye çaba gösterdi.[13] ABD ile artan işbirliği ortamının sürdürülmesinde, Washington’da etkili olan Yahudi lobisinin[14] yardımcı olabileceğine yönelik bir inanç Türkiye’de güç kazanmaya başladı. Yahudi lobisinin desteğini sağlamanın yolu ise İsrail’le iyi geçinmekten geçiyordu.[15]

İlişkilerdeki gelişmenin ikinci sebebi ise, Kore Savaşı sırasında Arapların tutumudur. Kore’deki Birleşmiş Milletler gücü içinde yer almayı NATO üyeliğini kazanabilmek için son derece önemli bir fırsat olarak algılayan Türkiye, Arap ülkelerinin Kore’ye askerî müdahale konusundaki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararını desteklememesinden memnun kalmadı. Buna karşılık İsrail’in ABD ve Türkiye ile birlikte Kore’ye askerî müdahaleyi desteklemesi, Ankara’da İsrail’e duyulan güveni tazeledi.[16]

Türkiye ile ilişkileri güçlendirmek İsrail için de çok büyük önem taşımaktaydı. İsrail’in Ankara’daki diplomatik misyonunun başına ülkenin en becerikli diplomatlarından Elihu Sasson’u getirmesi ve Washington, Paris ve Londra’dan sonra dördüncü askerî ataşeliğini Ankara’da açması bu önemin bir göstergesiydi. İsrailli yöneticiler, bölgedeki tek demokratik ve laik Müslüman ülke olan Türkiye’nin Batı’ya dönük dış politikasının farkına varmış ve bu ülkeyle artacak işbirliğinin, ülkelerinin Batı ile ilişkilerinin artmasına da yardımcı olacağını düşünmüşlerdi. Diğer yandan, Türkiye’nin yardımıyla, İsrail’le Araplar arasındaki sorunların diplomatik yollardan çözülebileceğini düşünen yöneticiler de vardı.[17]

Başlangıçtaki hedefleri ne olursa olsun, İsrail Ankara’da bir diplomatik temsilcilik açmasının yararlarını çok kısa sürede gördü. Ankara, Ortadoğu’daki gelişmeleri izlemek için son derece önemli bir merkezdi.

Komşularıyla diplomatik ilişkileri bulunmayan İsrail için, “Ortadoğu’ya açılan bir pencere” oldu. İsrail elçisi Elihu Sasson birçok önemli istihbari bilgiyi Ankara’da edindi ve Tel Aviv’e gönderdi. Ankara’daki elçilik bir yandan da, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün gibi ülkelerde İsrail için faaliyet gösteren ajanların buluşma noktası olarak hizmet görmeye başladı. Ankara’daki diplomatik temsilcilik sayesinde edinilen bir yarar da, ABD silahlarını yakından tanımak konusunda oldu. ABD’nin Türkiye’ye yolladığı silahları yakından gören ve inceleyen İsrailli diplomatlar, silah edinme konusunda sıkıntıları olan Tel Aviv’i bilgilendirdiler.[18]

Her iki ülkenin de stratejik çıkarları doğrultusunda artırma yönünde istekli oldukları işbirliği, 1950’lerin ilk yarısında ekonomik alana da yansıdı. Filistin’de İngiliz manda yönetiminin bulunduğu dönemde Türkiye’nin bu ülkeye ihracatı yüksekti. 1946-1949 yılları arasında Filistin’e yapılan 18.000.000 dolarlık ihracat, bu ülkeyi ihracat yapılan ülkeler sıralamasında dördüncü sıraya çıkardı. İsrail’le diplomatik ilişkiler kurulmasının hemen ardından, 4 Temmuz 1950’de imzalanan ticaret ve ödemeler anlaşmalarının[19] sonrasında bu ülkeyle yapılan ticaret artmaya başladı. 1950’lerde henüz tarımsal atılımını gerçekleştirmemiş İsrail’in pamuk ihtiyacının tamamı, buğday ihtiyacının yarısı (150.000 ton), kuru meyve, sığır eti ve balık gibi ihtiyaçlarının önemli bir bölümü Türkiye’den karşılanmaya başladı. Türkiye ise İsrail’den, elektrikli ev aletleri, soba, buzdolabı, kimyevi maddeler, otomobil lastiği ve çimento ithal ediyordu.[20]

Kültürel alanda da işbirliği bu dönemde başladı. 1953’de İbrani Üniversitesi, İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinin 500. yılı dolayısıyla bilimsel toplantılar düzenledi. Bu etkinliğin daha ziyade bir kutlama havası içinde geçmesi Ankara’da çok olumlu karşılandı. Fenerbahçe ve Hapoel futbol takımlarının bir dostluk maçında karşılaşması ve Hayfa yakınlarındaki Karmel Dağı’nda bir Atatürk Ormanı açılması, Tükiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesi sırasında Yahudi lobisinin yardımları, Türk-İsrail ilişkilerinin gelişmesine yardımcı oldu.

Ancak, 1955 ve 1956 yıllarındaki iki gelişme Türk-İsrail ilişkilerinde ilk soğuk dönemin başlamasına yol açtı. Bunlardan ilki, ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın verdiği ilhamla, SSCB’nin Ortadoğu’daki etki alanının genişlemesini engellemek için 1955’te Türkiye, Irak, İran,

Pakistan ve İngiltere arasında Bağdat Paktı’nın kurulmasıdır. ABD’nin küresel çapta SSCB’yi çevreleme girişiminin bir parçası olarak ortaya çıkan Bağdat Paktı’ı, İsrail tarafından kendisine karşı Arap duygularını teşvik edeceği ve Arap saldırganlığını artıracağı gerekçesiyle ileri sürülerek tepkiyle karşılandı.[21] Tel Aviv yönetimi bu rahatsızlığını bir notayla Ankara’ya bildirerek, Türkiye’nin Arap- İsrail anlaşmazlığında Arapların lehine bir tutum değişikliğine mi gittiğini sordu.[22] Türkiye’nin Filistin sorununa bakışında bir değişikliğin olmadığı garantisini İsrail’e vermesine rağmen, başbakan ve cumhurbaşkanı düzeyinde Irak’ın İsrail karşıtı söylemine onay vermesi İsrail’in rahatsızlığını daha da artırdı.[23]

İsrail’in Bağdat Paktı karşısındaki olumsuz tutumu, pakt içinde öncü bir rol üstlenmeyi düşünen Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini gözden geçirerek, 1955 yazında diplomatik temaslarını en alt düzeye indirmesine yol açtı. Aslında Menderes Hükümeti bu tavrıyla bir yandan da Bağdat Paktı’na dahil olmak konusunda tereddüt gösteren Arap ülkelerine mesaj göndermek istiyordu.[24] Tel Aviv Ankara’nın diplomatik ilişkileri neredeyse askıya almasına cevap vermekte gecikmedi: Türkiye’nin İsrail için gerekli ürünlere sahip olmadığı gerekçesiyle Türkiye’den yaptığı ithalatı azaltan İsrail, bir yandan da ülkedeki enflasyonun sebeplerinden biri olduğu bahanesiyle Türkiye’ye verdiği 5.000.000 dolarlık kredinin geri ödenmesi gerektiğini ima etmeye başladı.[25] İsrail’in bu karşı atağı Türkiye’nin Bağdat Paktı içindeki konumunu sorgulamasına sebep olmadığı gibi, 1956 sonbaharında yaşanacak bir gelişme sonucunda ilişkilerin kopma noktasına gelişinin de yolunu hazırladı.

Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdulnâsır’ın, Nil üzerinde inşa edilecek Aswan Barajı’nı finanse etmek için 31 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi Kanal’da hisseleri bulunan İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirdi. Bu iki devlet İsrail’le gizli görüşmeler yaparak Mısır’a üçlü bir saldırı planı hazırladılar. 29 Ekim 1956’da İsrail Sina’yı işgal ederek Mısır topraklarına girerken İngiliz ve Fransız paraşütçüleri de Kanal bölgesine indirme harekâtı düzenlediler. Ortaya çıkan bunalım, ABD ve SSCB’nin BM Güvenlik Konseyi’nde birlikte hareket etmeleri sonucunda, saldırganların geri çekilmesiyle sona erdi.[26] Süveyş bunalımı sırasında ve sonrasında Ankara, Mısır’a harekât düzenleyenlerden, NATO içindeki müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye (İngiltere aynı zamanda Bağdat Paktı içinde de Türkiye’nin müttefikiydi) karşı herhangi bir olumsuz tutum içine girmezken, İsrail’e karşı son derece sert bir yaklaşım sergiledi.

Bağdat Paktı’nın, İngiltere dışındaki üyelerinin, Süveyş bunalımını görüşmek üzere Tahran’da yaptığı toplantıda İsrail’i kınama kararı alındı. Türkiye İsrail’i kınayan kararı imzalarken, İsrail’le diplomatik ilişkilerini sürdürdüğü için Arap devletlerinden gelen eleştirilere de cevap vermeyi amaçlamıştı. Özellikle Kahire’den yükselen Türkiye ve Irak karşıtı söylemi (Nâsır İsrail’le birlikte Mısır’a saldıran İngiltere’yle aynı ittfak içinde olduğu için Irak yönetimini ağır biçimde suçluyordu) azaltmak için Ankara 26 Kasım 1956’da Tel Aviv’deki elçisi şevkatî İstinyeli’yi geri çağırdı, ama diplomatik ilişkileri tamamen kesmedi.[27] Bu karar İsrail’de sürprize sebep olmadı. İsrail hükümeti, müttefiki Irak’a ve bölgedeki Arap devletlerine mesaj vermek zorunda kalan Türkiye’nin böyle bir karar almaya mecbur kaldığı yorumunu yaparak, kendi elçilerini Ankara’dan çekmeyi gerektiren bir ortamın olmadığı sonucuna vardı.[28] Böylece tuhaf bir durum ortaya çıktı: Türkiye Tel Aviv’de en alt diplomatik düzeyde temsil edilirken, Ankara’daki İsrail Elçisi Fisher görevine devam ediyordu. Türk hükümetinin bu durumu ortadan kaldırmak için İsrail’e yaptığı baskılar kısa sürede sonuç verdi. 19 Aralık’ta İsrail’in Ankara’daki elçisi Türkiye’den ayrıldı.[29]

Her ne kadar Ankara, İsrail’le diplomatik ilişkilerini soğuturken, kendisi için son derece önemli olan döviz girişinin devamını sağlamak için ticari ilişkileri aynen korumayı amaçladıysa da, siyasi temasların gerçekleşmediği bir ortamda bu mümkün olmadı. Öte yandan İsrail tarafı da, Türkiye’yi diplomatik ilişkilerin düzeyini tekrar yükseltmeye zorlamak için, ticareti durma noktasına getiren bazı önlemler aldı. Fakat, ne İsrail’in zorlayıcı önlemleri ne de Ankara’daki ABD ve İngiltere büyükelçilerinin girişimleri Menderes Hükümeti’ni İsrail’le ilişkilerin düzeyini yükseltmeye ikna edebildi.[30] İki ülke arasındaki ilişkilerin tekrar yükselişe geçmesi ve daha önce hiç olmadığı kadar samimi bir noktaya ulaşması Ortadoğu’da meydana gelecek bazı beklenmedik gelişmeler sonucunda olacaktır.

Orta Doğu’da Yeni Bir Pakt

İsrail’in Bağdat Paktı’na itirazları ve Süveyş bunalımı sebebiyle soğumaya başlayan Türkiye- İsrail ilişkileri, kısa süre sonra tekrar eski düzeyine yükselmeye başladı. Bunun en önemli sebebi, Mısır, Suriye ve Irak’ta yaşanmakta olan gelişmelerdi.

Mısır’da General Cemal Abdülnâsır’ın iktidara gelmesiyle izlemeye başladığı Pan-Arabist politikalar ve SSCB ile yakın ekonomik ve askerî ilişkiler içine girmesi İsrail’i endişelendirmekteydi. Öte yandan, Suriye’nin de benzer şekilde Sovyet askerî yardımından yararlanmaya başlaması ve Türkiye’nin güneyinde ciddi bir tehdit oluşturması, Ankara’nın hoşuna gitmemekteydi. 1957 yazında Türkiye ile Suriye arasında yaşanan gerginlik, 1958 Şubat’ında Mısır ve Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmeleri, Lübnan ve Ürdün’de mevcut yönetimleri devirmeye yönelik Nâsırcı ayaklanmalar ve Temmuz 1958’de General Abdülkerim Kasım önderliğinde gerçekleşen darbe sonrasında Irak’ın Bağdat Paktı’ndan ayrılması, Ankara’nın güvenlik endişelerini artırdı.[31]

Irak darbesinin gerçekleştiği günlerde, komşularından en az Türkiye’nin hissettiği kadar büyük tehdit algılayan İsrail, Ortadoğu bölgesinde yeni bir paktın oluşumu için girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Başbakan David Ben Gurion tarafından yürütülen son derece gizli çalışmalar sonucunda, bölgenin Arap olmayan ülkeleri Etiyopya ve İran’la birer güvenlik işbirliği antlaşması imzalanmıştı.[32]

Ben Gurion, Çevresel Pakt olarak adlandırdığı bu oluşuma Türkiye’nin de dahil olmasını istiyordu. Çünkü ona göre, “iç hilalde yaşayan Müslüman Arapların düşmanlığı ancak dış hilalde yaşayan Müslüman Türklerin dostluğuyla dengelenebilirdi.”[33] Türkiye’nin bu pakta katılımını sağlamak için Ben Gurion, Dışişleri Bakanı Golda Meir’la birlikte 28 Ağustos 1958’de gizlice Türkiye’ye geldi. Ankara’da Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşen İsrail heyeti Tel Aviv’e dönerken Türkiye’nin pakta dahil olmayı kabul etmesinden duydukları memnuniyeti saklamıyorlardı.[34]

İsrail Başbakanı Ben Gurion Çevresel Paktı’nın girişimlerine başlamadan önce, ABD Başkanı Eisenhower ve Dışişleri Bakanı Dulles’ın olumlu görüşlerini almıştı. Zira, ABD’nin desteği olmadan böyle bir oluşumun başarıya oluşma şansının az olduğunun bilincindeydi. Pakt, üye ülkelerin Nâsırcı ve komünist akımlara karşı ortak hareket etmelerini öngörüyordu.

Ayrıca, bilimsel ve ekonomik işbirliğinin artırılması amaçlanıyordu.[35] Ancak Pakt’ın en önemli etkinliği istihbarat alanında görüldü. Pakt üyesi ülkeler arasında son derece verimli çalışan bir istihbarat ağı kuruldu. Trident adı verilen bu ağa üye istihbarat örgütleri yılda iki kez toplantılar yapmaya ve birtakım bilgileri paylaşmaya başladılar. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın(MİT) öncülü olan Milli Amale Hizmet (MAH) ile İsrail istihbarat örgütü MOSSAD arasındaki işbirliği Trident çerçevesinde başladı ve gelişti. MOSSAD özellikle istihbarata karşı koyma ve haber alma alanlarında kullanılan aygıtlar konusunda MAH’a teknik yardımda bulundu.[36]

İlişkilerde Soğuma: 1960-1980 Dönemi

Çevresel Pakt’ın Türkiye-İsrail işbirliğine kazandırdığı hız, 1960’lı yıllarda azalmaya başladı. Özellikle 1963’ten sonra Kıbrıs sorunun Türk dış politikasının en önemli gündem maddelerinden biri haline gelmesine ve ABD ile yaşanan problemlere paralel biçimde Türkiye’nin dış politikada çok yönlülüğe geçiş için girişimlerde bulunmasının bir sonucu olarak, Ankara Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmek için çaba göstermeye başladı. Bu ise İsrail’le ilişkilerin tekrar gözden geçirilmesini gerektiriyordu.[37] İnişe geçen Türkiye-İsrail ilişkilerinin grafiği, 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra iyice düştü.

Türkiye 1967 savaşında[38] Arap ülkelerinden yana tutumunu açıkça ortaya koydu. BM’nin İsrail’in işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesini öngören 242 sayılı kararını destekleyen Türkiye’nin bu tutumu Mısır ve Suriye’de memnuniyetle karşılanırken, ABD ve İngiltere başta olmak üzere pekçok Batılı ülkeye petrol sevkiyatını durduran Arap ülkeleri, Türkiye’yi bu uygulamanın dışında bıraktılar.[39]

Müslümanların kutsal yerlerinden Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın 1969 Ağustos’unda yakılmasından sonraki gelişmeler karşısında Türkiye’nin izlediği politikalar da, Arap ülkelerince memnuniyetle karşılanırken, İsrail’de olumsuz tepki buldu. 1970’li yıllarda da Türkiye, aynı politikasını sürdürmeye devam etti. 1975’te Siyonizm’i ırkçılık olarak kabul eden BM Genel Kurulu kararı Türkiye tarafından desteklenirken, aynı yıl Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi olarak kabul edildi ve bu örgütün 1979’da Ankara’da bir büro açmasına izin verildi. Ankara, 1980’de İsrail’in, işgal altındaki Kudüs’ü ilhak etmesine, Tel Aviv’deki diplomatik temsilciliğini ikinci katip düzeyine indirerek gösterdi.[40]

Yeniden Canlanma

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, Türkiye’de oluşturulan yönetime Müslüman ülkelerin desteğini sağlamak ve ülkeye petrol akışını devam ettirmek için İsrail’le diplomatik ilişkilerin en alt düzeyde tutulmasına devam edildi. Bu tutum aynı zamanda, ABD’nin SSCB’ye karşı geliştirmeye çalıştığı “Yeşil Kuşak” projesine de uygundu. Bu dönemde Ankara için, İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) içinde öncü bir ülke olmak, İsrail’le yakınlaşmaktan çok daha önemliydi. Ancak, 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgalinden sonra ortaya çıkan gelişmeler, iki ülke arasındaki ilişkilerin yavaş da olsa artması sonucunu doğurdu.

1970’lerin ortalarından itibaren iki terör örgütü Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu (ASALA) ve Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları (JCGA) yurtdışındaki Türk temsilciliklerine saldırılar düzenlemeye başlamış, bu saldırılarda çok sayıda diplomat hayatını kaybetmişti. Bu iki örgütün de karargâhları ve temel eğitim merkezleri Lübnan’da bulunmaktaydı. İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında, Tel Aviv, Ankara’ya bir çağrıda bulunarak, bu iki örgütün kamplarını birlikte “temizlemeyi” önerdi. Ankara bu çağrıya olumlu cevap verdi. Lübnan’a gönderilen Türk görevlileri operasyonlara katıldılar. Operasyonlarda, ASALA ve JCGA’nin kampları tamamen tahrip edilirken, aralarında JCGA lideri Agop Ahçıyan’ın da bulunduğu çok sayıda terörist öldürüldü. Lübnan operasyonu, Ermeni terör örgütleriyle George Habaş’ın lideri bulunduğu Filistin Halk Kurtuluş Ordusu arasındaki organik bağı da ortaya çıkardı.[41]

Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde, tıpkı Demokrat Parti Dönemi’nde olduğu gibi, ABD ile ilişkilerde Yahudi lobisinin desteğini sağlamak amacıyla, İsrail’le ilişkilerin artırılması yönünde çalışmalar başlatıldı. Bu dönemde rejim ihracı için Türkiye’yi hedef bölgeler arasına alan İran ve PKK terör örgütüne lojistik destek sağlayan Suriye’nin Türkiye için birer tehdit oluşturmaya başlaması, ilişkilere ivme kazandıran faktörler oldu. 1986 Eylülü’nde, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler tekrar elçilik düzeyine çıkarıldı.[42]

1987’de Filistinlilerin başlattığı İntifada hareketi, Türk-İsrail ilişkilerinin hızını frenlemesine rağmen, önceki dönemde olduğu gibi bir soğumaya yol açmadı. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin sıcak bir havaya bürünmesi, kısa sürede ekonomik alana da yansıdı. 1988’de ticaret hacmi 130.000.000 dolar düzeyine çıktı. Ancak, doğrudan yapılan bu ticaretin yanı sıra, İsrail’in Türkiye üzerinden Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yaptığı ihracat da önemli bir rakam tutuyordu.[43] Türkiye ilişkilerdeki yumuşamaya paralel olarak Birleşmiş Milletlerde İsrail’e karşı izlediği tutumu da yumuşattı. 1989’da, İsrail’in Birleşmiş Milletlerde temsil edilmesinin yasaklanması konusundaki karar tasarısına, her zaman olduğu gibi çekimser değil, red oyu vermesi bunun en çarpıcı göstergesiydi.[44]

1989 sonbaharında Balkanlar ve Doğu Avrupa’da sosyalist rejimlerin yıkılmaya başlaması ve yeni rejimlerin İsrail’le üst düzey diplomatik ilişkiler kurması Türkiye’yi bir kez daha harekete geçirdi. Özellikle Bulgaristan’ın ve hemen ardından “ezeli rakip” Yunanistan’ın diplomatik temsilciliklerini büyükelçilik düzeyine çıkarması üzerine, 1990 ilkbaharında Türkiye de Tel Aviv’deki temsilciliğini büyükelçilik düzeyine yükseltti.[45] Ankara, Körfez Savaşı’nın ABD öncülüğünde kurulan koalisyon güçlerinin galibiyetiyle sonuçlanmasının ardından ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın girişimiyle başlatılan Orta Doğu Barış Süreci sırasında Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki gerilimin azalmasından çok iyi yararlanarak, 31 Aralık 1991’de Filistin ve İsrail’in Ankara’daki temsilciklerini büyükelçilik düzeyine yükseltti. Ardından da, Eylül 1992’de de Kudüs’teki Türkiye Başkonsolosluğu faaliyetlerine tekrar başladı.[46]

Kasım 1993’te Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in İsrail’i ziyaret etmesinin ardından iki ülke cumhurbaşkanlarının birbirlerinin ülkelerine resmî ziyarette bulunmalarıyla diplomatik alandaki yakınlaşma en üst düzeyine çıktı.

1990’larda Türkiye-İsrail ilişkilerindeki bu yükselişin başlıca sebebleri arasında; Filistinliler ve İsrail arasında temkinli bir havada da olsa başlatılmış bulunan diyalog sürecinin, adil ve kalıcı bir Orta Doğu barışı için ümitleri artırmış olması; İspanya Yahudilerinin 1492’de Osmanlı İmparatorluğuna göç etmelerinin 500. yılı dolayısıyla, Türkiye, İsrail ve ABD’de düzenlenen etkinlikler çerçevesinde, ABD’deki Yahudi lobileriyle temasların en üst düzeyine çıkması ve buna paralel olarak Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacminin genişlemesi ve diplomatik yakınlaşmanın artması; PKK eylemlerinin Suriye, İran ve Irak tarafından desteklenmesi, Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunu ve İran rejiminin Türkiye’de sebep olduğu rahatsızlığın, Türkiye’yi bölgede işbirliği yapabileceği ülkeler aramaya yöneltmiş olması; Türkiye’de Refah Partisi özelinde İslamcı yükselişin karşısındaki grupların, bölgede Türkiye’yle benzeşen siyasi ve ekonomik yapıya sahip tek ülke olan İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesinin, dış politikada yeni bir maceraya girilmesini önleyeceği görüşünü savunmaya başlamaları; ABD’nin, uzun yıllardır üst düzeyde siyasi ve askerî ilişkiler yürüttüğü, Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin yoğunlaştırılması ve böylece, bölgede Batı yanlısı iki demokrasinin desteğinin sağlanması için her iki tarafı da teşvik edici girişimlerini artırması sayılabilir.[47]

Stratejik Yakınlık

1990’ların ortalarından itibaren diplomatik alandaki iyi ilişkiler askerî ve ekonomik işbirliği alanlarında da meyvelerini vermeye başladı. Bu çerçevede iki ülke arasında 23 şubat 1996’da Askerî Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşması, 23 Aralık 1996’da da Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.

Askerî Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve Anlaşması’na dayanarak, Türkiye ile İsrail 2000 yılına kadar askerî alanda 11 ayrı anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaların hükümlerine göre, Türkiye hava sahasını İsrail savaş uçaklarının eğitim amaçlı uçaklarına açtı. İki ülke arasında ortak askerî tatbikatlar düzenlendi (Güvenilir Denizkızı/Reliable Mermaid tatbikatları). Türkiye ve İsrail harp akademileri arasında öğrenci ve eğitimci değiş tokuşuna başlandı. Kimyasal silahlardan korunma alanında ortak çalışmalar yapıldı. Türkiye’nin radar imkanlarının, özellikle İran ve Irak’taki faaliyetlerin gözlemlenmesi amacıyla İsrail tarafından kullanılmasına imkan sağlandı.[48]

Türkiye kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma, Çerçeve Anlaşması’na dayanılarak, 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması oldu. Bu anlaşmaya göre, iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarında çalışmalar başlatıldı. Bu gelişmeye paralel olarak, 1996’dan itibaren 54 Türk F-4 savaş uçağının İsrail Uçak Sanayii (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında modernizasyonuna başlandı. Bu proje için Türkiye İsrail’e 632.500.000 dolar ödedi. F-4’lerin modernizasyonundan memnun kalan Türkiye, 1998’de 48 F-5 uçağının modernizasyonu ihalesini de 75.000.000 dolarlık teklif sunan lAİ’ya verdi. Bu çerçevede modernizasyonu tamamlanan ilk Türk savaş uçakları 2000 başında teslim edildi.[49]

Türkiye’nin 2020 yılına kadar 150 milyar dolarlık savunma harcaması yapmayı planlaması son derece gelişmiş bir askerî-endüstriyel komplekse sahip olan İsrail’deki firmaların, iki ülke arasındaki yakınlaşma sürecini de göz önünde bulundurarak, Türkiye’nin savunma sanayii alanında açtığı ihalelere düzenli olarak katılmasına yol açtı. 2000’de yapılan taarruz helikopteri ihalesine, “Erdoğan” adını verdiği bir helikopterle katılan IAI, Amerikan firmaları karşısında başarılı olamadı. Bu ihalenin ardından gündeme gelen Amerikan yapımı M-60 tanklarının modernizasyonu ihalesinin, F-4 ve F- 5’leri başarıyla modernize eden İsrail’e verilmesi söz konusu oldu. Türkiye’nin 160 tankın modernizasyonu için İsrail’e 250.000.000 dolar ödemesi öngörülüyordu. Fakat 2001 sonuna kadar bu konuda bir ilerleme sağlanamadı.[50]

Aynı dönemde ekonomik ve ticari alanlardaki ilişkilerin gelişmesinin temelinde ise 1996’da imzalanan ve 1 Mayıs 1997’de yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşması yatmaktadır. Bu anlaşmaya göre gümrükler karşılıklı olarak ilk etapta %12, 1998’de %40 oranında indirildi ve 2000 yılında da sıfırlandı. STA’ya paralel olarak, iki ülke arasında Ticarî, Ekonomik, Sınai, Teknik İşbirliği Anlaşması, Yatırımların Karşılıklı Teşviki Anlaşması, Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması imzalanarak, ekonomik ilişkilerin altyapısı oluşturuldu. STA’nın etkisiyle, 1989’da sadece 91.000.000 dolar düzeyinde olan Türkiye-İsrail ticaret hacmi, 1996’da 446.000.000 dolara ulaşmış, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra 1997’de 625.000.000 dolara, 1998’de de 800.000.000 dolara, 1999’da 883.000.000 dolara ve 2000’de ilk kez 1 milyar doların üzerine çıkarak 1.127 milyar dolara yükselmiştir. 2000 sonu itibariyle İsrail Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkeler listesinde 10., ithalat yaptığı ülkeler listesinde ise 17. sıradadır.[51]

Bu işbirliği ortamı içinde, eğitim ve kültür alanında da gelişmeler kaydedilmeye başladı. Kasım 1993’te imzalanan Kültürel İşbirliği Anlaşması çerçevesinde, her üç yılda bir gözden geçirilip yenilenen Kültürel Değişim Programı başlatıldı. Bu programa uygun olarak sanatçılar, bilim adamları, araştırmacılar, sporcular ve öğrenciler arasında değişim projeleri yürütüldü. Yine kültürel ilişkilerin gelişmesine paralel olarak, 1996’da İzmir ve Tel Aviv, 1997’de Bursa ve Herzliya ile Antalya ve Batyam, 1998’de ise Marmaris ve Aşkelon kardeş kentler ilan edildiler. 2001 Haziranı’nda, 1914’te İstanbul, Mısır uçuşu sırasında bugünkü İsrail topraklarına düşerek şehit olan Türk pilotlar anısına yaptırılan anıtta anma törenleri düzenlendi. Eylül 2001’de İsrail’de ilk kez bir Türk filmleri haftası yapıldı; Kasım 2001’de ise Türk dans topluluğu “Dansın Sultanları” Tel Aviv festivalinde gösteriler sundu.

Türkiye-İsrail Yakınlaşmasına Tepkiler

İki ülke arasında özellikle askerî alanda yoğunlaşan işbirliği bölge ülkelerinin çoğunun tepkisini çekti. İsrail’de geleneksel olarak gergin ilişkiler içinde bulunan Arap ülkelerinin yanısıra, bu yakınlaşmayı kendisine yönelik bir tehdit olarak değerlendiren Yunanistan da Türkiye-İsrail yakınlaşmasını eleştirdi. Bölgeden gelen eleştiriler genelde, askerî ilişkilerin gizli yürütülmesi üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Her ne kadar Ankara, Türkiye-İsrail askerî ilişkilerinin bir “pakt” ya da “ittifak” biçiminde olmadığını vurgulasa da, Arap dünyasını ikna edemedi. İkili ilişkilerin boyutlarına ilişkin olarak dünya basınında yer alan yorumlar da, bölge ülkelerinin endişelerini artırdı. Nitekim, birçok haber ve makalede Türkiye-İsrail ilişkileri, “gizli ittifak”, “yeni mihver”, “askerî pakt” gibi isimlerle anılıyordu.[52] Arapların tepkileri Arap Birliği örgütünde alınan ve “işbirliğini” kınayan kararlar ve Fırat ve Dicle suyunun paylaşımı konusunu uluslararası platformların gündemine sokma çabaları biçiminde ortaya çıktı.

İsrail’le herhangi bir siyasi sorunu bulunmayan Yunanistan’ın tepkisi ise farklı bir temele dayanmaktaydı. Mart 1998’de yaptığı açıklamada “Bu hata yapanların ittifakıdır” diyerek Türkiye-İsrail işbirliğini eleştiren dönemin Yunanistan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos, bu yöndeki açıklamalarını daha sonra da devam ettirdi. Pangalos’u böylesine ifadelerde bulunmaya iten Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi sürecinde İsrail istihbarat birimlerinin Türkiye’ye yardımcı oldukları iddiasıydı.[53] Pangalos gibi siyasilerin yanısıra, Yunanistan’daki akademik çevreler de, “Ortadoğu barışına yeni bir darbe vurduğu” iddiasıyla Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişimini olumsuz biçimde yorumladılar. Atina’dan gelen tüm itirazlara eleştirel gözle bakıldığında, aslında Yunanistan’ın, Türkiye’nin Ortadoğu’da sağlam bir “müttefik” bularak, güney sınırlarını büyük ölçüde garanti altına almış olmasından rahatsızlık duyduğu görülmekteydi.[54]

İlişkilerin Geleceği

2000 ve 2001 yıllarında İsrail’le meydana gelen iki gelişme, “Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri yine bir durgunluk dönemine mi giriyor?” sorusunu akıllara getirdi. Birincisi, Nisan 2000’de İsrail Eğitim Bakanı’nın Ermeni soykırımı iddialarının İsrail ders kitaplarında okutulması gerektiği yönünde bir açıklama yapmasıydı. Türkiye bu açıklamaya, İsrail’in kuruluş yıldönümü için Ankara’da yapılan resepsiyona ilk kez hiçbir üst düzey yetkilisini göndermeyerek tepki gösterdi. Yaz ortalarında söz konusu bakanın görevden ayrılmasıyla konu kapanmış görünse de, Ankara yakın ilişkiler kurduğu İsrail’in Ermeni iddialarını gündeme getirmesini hoşnutsuzlukla karşıladığını resmî temaslarda yineledi. İkincisi, Eylül 2000’de Mescid-i Aksa’ya düzenlediği kışkırtıcı ziyaretle 2. İntifada’nın başlamasına yol açan Ariel Şaron’un, Şubat 2001’de yapılan seçimlerle İsrail başbakanlığı koltuğuna oturmasından sonra Filistinlilere karşı izlediği sert politikaların Ankara’ya rahatsızlık doğurmasıydı. Türkiye cumhurbaşkanı ve başbakan düzeyinde Filistinlilere ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’a karşı izlenen politikaları eleştirdi. Şaron’un 8 Ağustos 2001’de Ankara’ya yaptığı resmî ziyarette de Türkiye’nin rahatsızlığı bir kez daha dile getirildi.[55]

Öte yandan Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasının ardından şam ile ilişkilerini özellikle ticari alanda yeniden canlandırmaya başlayan, İran rejimindeki değişikliklere paralel olarak bu ülkeyle ilişkilerini eskiye nazaran farklı parametreler üzerine oturtmaya çalışan ve 1999’dan itibaren Yunanistan’la ilişkilerinde bariz bir “yumuşama” gözlenen Türkiye, İsrail’le “stratejik işbirliğinin görüntüsünü azaltmaya” çaba göstermeye başladı. İsrail savunma firmalarının, savunma sanayi ihalelerinde eskiye oranla zorlanması, ortak tatbikatların gecikerek ve dar boyutlu yapılması ve İsrail’le gerçekleştirilen üst düzey ziyaretlerin sayısının 2000-2001 döneminde eskiye oranla azalması bu çabanın göstergeleri olarak ortaya çıktı.

Ortadoğu bölgesinin iki demokratik ve Batı bağlantısı kuvvetli ülkesinin ileriki dönemde de sıkı ilişkiler içinde olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Fakat ilişkilerin 1995-2000 dönemindeki gibi askerî boyutunun ön plana çıkması beklenmemelidir. Özellikle Ankara kendi ihtiyaçlarına uygun biçimde ticari ve ekonomik boyuta öncelik vermek eğilimindedir.

Dr. Çağrı ERHAN

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 19 Sayfa: 251-259


Dipnotlar :
[1] Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Orta Doğu’suna Karşı Politikası (1945-1970), Ankara, Sevinç Matbaası, 1972, s. 31.
[2] Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları (1948-1988), Ankara, İş Bankası Kültür Yayınları, 1989, s. 32.
[3] Ibid., s. 47-48.
[4] George E. Gruen, “Turkey’s Relations with Israel: From Ambivalance to Open Cooperation”, D. Altabe (ed.), Studies on Turkish Jewish History, 1993, s. 115.
[5] Kürkçüoğlu (1972), s. 32.
[6] Public Record Office, From Sir David Kelly, Ankara to Foreign Office, 26 July 1948, FO 195/2614, No: 2233.
[7] Public Record Office, From Foreign Office to Sir David Kelly, 23 December 1948, FO 195/2614, No: 211/77/48G.
[8] Ömer Kürkçüoğlu-Çağrı Erhan, “1945-1960 Filistin Sorunu”, Baskın Oran (ed.) Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 640.
[9] Gruen (1993), s. 116.
[10] Hakan Yavuz, “Turkey’s Relations with Israel”, Foreign Policy, Vol: V, No: 3-4 (1997), s.
[11] Hakan Yavuz, “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Identitiy Debate”, Journal of Palestine Studies, Vol. XXVII, No. 1 (Autumn 1997), passim.
[12] Kürkçüoğlu (1972), s. 33.
[13] Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’yle ilişkilerinin gelişimi için bkz. Çağrı Erhan, “1945-1960 ABD’yle İlişkiler”, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 522-575.
[14] ABD’de iç ve dış politikanın oluşturulmasında ve yürütülmesinde lobiler başka hiçbir ülkede olmadığı kadar etkilidirler. Genel ABD nüfusu içindeki yerleriyle ters orantılı biçimde ülkedeki en etkili lobi kuruluşları Yahudilerin elindedir. Bunları, İrlandalıların, Hispaniklerin, Rumların ve Ermenilerin lobi şirketleri izler. Yahudi lobisini bu denli etkili kılan unsurların başında, Amerikan ekonomisinde sahip oldukları konum ile özellikle basın, televizyon ve önemli sinema şirketlerini ellerinde bulundurmaları gelmektedir.
[15] Amikam Nachmani, Israel, Turkey and Greece, Uneasy Relations in the East Mediterranean, London, Frank Cass, 1987, s. 50-51.
[16] Ibid., s. 52.
[17] Ibid., s. 52-53.
[18] Ibid., s. 3-8.
[19] Public Record Office, From Embasy Ankara to Foreign Office, Modus Vivendi; Accord de Commerce Entre la Turquie et l’Etat d’Israel; Accord de Paiement Entre la Turquie et l’Etat d’Israel, 19 January 1955, FO 371/82549, ER11344/1.
[20] Amikam Nachmani, “Israeli-Turkish Relations: The Laying of Foundations, Actual Situation and Prospects of Turkey’s Relations with Israel, Ankara, Friedrich-Naumann Foundation in Turkey, 1992, s. 19.
[21] Kürkçüoğlu (1972), s. 67.
[22] Public Record Office, From Embassy Tel Aviv to Foreign Office, 22 March 1955, FO 371/107592, WK1903/1.
[23] Public Record Office, From Embassy Ankara to Foreign Office, 27 July 1955, FO 371/115516, V1073/961; From Embassy Tel Aviv to Foreign Office, 9 August 1955, FO 371/115821, R10344/2.
[24] Ömer Kürkçüoğlu-Çağrı Erhan, “1945-1960 İsrail’le İlişkiler”, Baskın Oran (ed.) Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 645.
[25] Public Record Office, From Embassy Ankara to Foreign Office, 11 May 1956, FO 371/124026, RK 11353/1. 1956,
[26] Süveyş Bunalımının ayrıntıları için bkz. Armaoğlu (1989), s. 115-171.
[27] Public Record Office, Embassy Ankara to Foreign Office, 24 November 1956, FO 371/121700, VR 10344/2.
[28] Public Record Office, From Embassy Tel Aviv to Foreign Office, 27 November 1956, FO 371/121700, VR 10344/6.
[29] Public Record Office, From Embassy Ankara to Foreign Office, 17 December 1956, FO 371/121700, VR10344/9.
[30] Public Record Office, From Embassy Ankara to Foreign Office, 12 April 1957, FO 371/128099, VR 10344/1; 31 May 1957, FO 371/128099, VR 10344/2; 31 October 1957, FO 371 128099, VR 10344/3.
[31] 1957 Türkiye-Suriye bunalımı, Lübnan ve Ürdün olayları ile Irak’taki darbe karşısında Türkiye’nin tutumu ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Kürkçüoğlu Melek Fırat, “1945-1960 Arap Ülkeleriyle İlişkiler”, Baskın Oran (ed.) Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 629-635.
[32] Michael Bar Zohar, Ben Gurion A Biography, London, Weidenfeld and Nicolson, 1977, s. 260.
[33] Hasan Köni, “Mısır-Türkiye-İsrail Üçgeni”, Avrasya Dosyası, C: I, No: 3 (Sonbahar 1994), s. 47.
[34] Bar Zohar, s. 261.
[35] Ibid., s. 262-264.
[36] Nezih Tavlaş, “Türk-İsrail Güvenlik ve İstihbarat İlişkileri”, Avrasya Dosyası, C: I, No: 3 (Sonbahar 1994), s. 9-10.
[37] Philip Robbins, Turkey and the Middle East, New York, Royal Institute of International Affairs, 1991, s. 78.
[38] 1967 Arap-İsrail savaşının ayrıntıları için bkz. Armaoğlu (1989), s. 199-273.
[39] Kürkçüoğlu (1972), s. 158.
[40] Robbins, s. 78-79.
[41] Tavlaş, s. 17.
[42] Ibid., s. 22.
[43] Robbins, s. 85.
[44] Yavuz, “Turkey’s Relations. ”, s. 55.
[45] Ibid., s. 81.
[46] Tavlaş, s. 26.
[47] Ömer Kürkçüoğlu-Çağrı Erhan, “1990’dan Bugüne İsrail’le İlişkiler”, Baskın Oran (ed.) Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. II, İstanbul, iletişim Yayınları, 2001, s. 568-569.
[48] Ibid., s. 571.
[49] Ibid., s. 572.
[50] Ibid., s. 572.
[51] Ibid., s. 573;
[52] Daniel Pipes, “A New Axis: The Emerging Turkish-Israeli Entente”, The National Interest, No: 50 (Winter 1997/1998); William Saphire, “The Phantom Alliance”, The New York Times, 4 February 1999;.
[53] “Pangalos? This is an Alliance of Wrongdoers”, Kıbrıs, Cilt: 6, No: 3 (March 1998).
[54] M. C. Geokas and A. T. Papathanasis, “The Turkish-Israeli Alliance is a New Destabilizing Factor in the Middle East and Southern Europe”, Washington Report on the Middle East Affaris, Cilt. 19, No. 3 (April 2000), s. 33-34; M. C. Geokas and A. T. Papathanasis, “The Turkish-Israeli Axis, Greece, and the Middle East”
[55] Ömer Kürkçüoğlu-Çağrı Erhan, 1990’dan Bugüne., s. 578.0
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.