Türk Çok Tanrıcılığı: Tengricilik – 8
- Ölüm Kültü
Ölüm, târihin her döneminde insanların en çok ilgisini çeken, en çok korkutan ve en çok düşündüren kavramdır. Târih boyunca her toplum, kendince ölüme açıklamalar getirmiş, ölümden sonrasına dâir düşünceler ve inançlar geliştirmiştir. Elbette Türkler de, târih boyunca ölümle ilgili çeşitli düşünceler geliştirmişler, çeşitli inançları benimsemişler ve bunlara göre bir kültür meydâna getirmişlerdir.
Ölüm inancı, ölüm düşüncesi, ölüm edebiyâtı, ölüm mimârîsi, ölüm san’atı, hep bu kültün unsurlarıdır. Türkler, farklı dinleri benimsemiş olsa bile Tengricilik döneminden kalma, ölüme dâir birçok unsuru yeni dinlerine sokmayı başarmışlardır.
Ölüm kültü, genel olarak atalara tapınmayı da içine alır. Zîrâ değer verilen kişinin, âile büyükleri ya da kahramanlar öldükten sonra tanrı ya da tanrısal güçleri olan ruhlara dönüştüğüne inanılır. Bu yüzden de bu insanlara, yaşayan insanlar tapınırlar. Buna atalara tapınma adı verilir. Atalara tapınma, Türkler arasında oldukça yaygın bir inançtır. Başta İbrâhim Kafesoğlu[1], Bahaeddin Ögel, Yaşar Kalafat[2], Saadettin Gömeç[3] gibi isimler olmak üzere Tengriciliğin tek tanrılı olduğunu savunan araştırmacıların çoğu da bunu kabûl etmektedir. Ancak atalara tapınmanın olduğu yerde tek tanrı inancının olduğunu savunmak, ilginç bir çelişkidir. Bu noktada tek tanrıcılığı savunanlar içerisinde tek tutarlı görüş, Hikmet Tanyu’ya aittir. Tanyu, bunu atalara tapınma değil, atalara saygı olarak nitelendirmektedir. Elbette Tanyu’nun görüşlerinin bilimsellikle hiçbir ilgisi yoktur. Ama en azından diğerlerine göre daha tutarlıdır.
Ölüm inançları, ölümden öncesi, ölüm ânı, ölümden sonrası, cenâze töreni, mezarlık ziyâreti, atalara tapınma, mezarlık mimârîsi ve san’atının birleşiminden oluşur.
Tengri inancında ölüm, Erlik Han’ın emriyle gerçekleşir. Erlik Han, hastalık, kaza ya da çeşitli sebeplerle kişinin ruhunu alır ve ölümüne sebep olur. Tengricilikte uçmağ (cennet) ve tamu (cehennem) kavramları sonradan, bir İrân dili olan Soğdca’dan geçmiştir. Tengricilik inancında, öte dünya inancı olsa da, bütün kötülükler ve iyiliklerin bu dünyada karşılığını bulacağına inanılır. Hakas Türkleri’nin düşünce ve inanç yapısında, günümüzde de bu devâm etmektedir.[4]
Tengri inancına göre ölmek üzere olan bir insanın, ilk olarak kut ve sür adlı ruhları, bedeni terk eder. Ancak bunların bedeni terk etmesi, ölüm anlamına gelmez. İnsana hayât veren ruh ise tın’dır. Sür, insâna enerji ve hayât gücü verir. Sür, uyku esnâsında bedeni terk eder ve gezintiye çıkar. İnanca göre, bu durum, insanın uykusunun derin olmasına yol açar. Ancak uyanmaya yakın, sür, bedene geri döner. Eğer sür, bedeni dönmemek üzere terk ederse, kişinin, ölümünün çok yakın olduğu anlamına gelir. Bu durumda, kamlar, sür’ü geri getirmek için uğraşırlar. Son olarak tın, bedeni terk ederse, kesin olarak ölüm gerçekleşmiş olur.[5] Hakas Türkleri’nin inancında insanlara tın’ı, Tanrı Akçayan vermiştir. Tın, kalbin içerisinde bulunur ve ölüm ânında tın, bedenden ayrılarak, kuşa dönüşür ve ölüler ülkesinin bulunduğu gün batısına doğru uçar.
Ölüm gerçekleştikten sonra bâzı ruhlar, Erlik Han’ın yer altı dünyasına giderken, bâzı ruhlar ise yeryüzünde başıboş şekilde dolaşırlar. Bu başıboş ruhlara, Altay bölgesi Türkleri üzüt derken, Saha (Yakut) Türkleri üör derler.[6] Bununla berâber Müslümân olmuş bâzı Türk topluluklarında da benzeri inanışlar görülmektedir. Meselâ Özbek Türkleri’nde ölmüş ataların ruhlarının, evin ocağının olduğu yerde toplandığı inancı vardır[7].
Cenâze törenleri noktasında da Türklerde, boylar arasında farklı uygulamalar bulunmaktadır. 15. yüzyılın bilim insanları arasında yer alan Buharalı Seyfi, Makdisî ile Marvâzî’nin de benzerini söylediği Kırgız Türkleri’nin cenâze törenleri ile ilgili şu bilgileri vermektedir.
“Ölülerini hiçbir şekilde gömmezler, fakat en yüksek ağaçların tepesine astıkları bir tabutun içine yerleştirirler; kemikler toz haline geline kadar tabutlar asılı kalır.”[8]
12. yüzyılda yaşamış, ünlü Endülüslü seyyah El Gırnâtî de, Başkurt Türkleri arasında Davud bin Ali adlı bir Başkurt’un anlattığı bir olayı, şu şekilde aktarmaktadır:
“Ben o mağaraya girdim, adamları gördüm. Rükû halindeki adamlardan birine yaklaştım ve boynundan tutarak boyum seviyesine kadar yukarı kaldırdım. Sonra bıraktım ve hemen ardından eskisi gibi rükû haline döndü. Mağaranın içinde, onların grubundan birçok ölünün olduğu büyük bir ev vardı. Bir de yanında, beşik içinde bir bebek olan kadın bulunuyordu. Kadın çocuğun üzerine eğilmiş, sanki onu emziriyordu. Ancak kadın da ölüydü ve cesedinden hiçbir şey düşmemişti.”[9]
10. yüzyılda yaşamış olan ve yazdığı seyahatnâmesi ile gördüğü Türk boyları ve Ruslar hakkında önemli bilgiler veren İbn Fadlan da, Oğuz Türkleri arasında bir cenâze ritüelini şöyle aktarır:
“İçlerinden önemli bir adam ölürse ev gibi onun için bir çukur kazarlar, ölüye gömleğini giydirirler, kemerini takarlar, yayını kuşandırırlar, eline içinde şarap (nebiz) olan ağaçtan bir kadeh verirler. Her şeyini getirip bu oda gibi mezara koyarlar. Sonra onu oturtup odanın üzerine çamurdan kubbe gibi bir tümsek yaparlar.”[10]
İbn Fadlan, Bulgar Türkleri arasındaki cenâze ritüeli için ise şöyle der:
“… onu önünde bayrak olan bir arabaya koyarlar, gömecekleri yere götürürler. Cenâzesinin etrafına bir çizgi çekip bu çizginin içinde mezarını kazarlar. Ona bir lahit yapıp gömerler. Kendi ölülerine de aynı şeyi yaparlar.
Ölünün arkasından kadınlar ağlamaz. Erkekler ağlar.”[11]
Antik Yunan’ın en önemli tarihçilerinden olan Heredotos, İskitlerin cenâze töreni hakkında şu bilgileri vermektedir:
“İskitlerden herhangi birisi öldüğü zaman ise, ölü en yakınları tarafından bir arabaya konulmakta ve öbür yakınlarına götürülerek dolaştırılmaktadır. Bu esnada kafilenin yanlarına geldiğini görenler yemek vermektedir. Kırk gün boyunca ölüler böylece birinden öbürüne gezdirildikten sonra gömülmektedir.”[12]
Dikkat edilirse, bu âdetin benzerinin Türkler arasında hâlâ yaşadığı görülecektir. Genellikle cenâze, cenâze namazından evvel, oturduğu sokağa ya da evin önüne getirilir ve komşulardan helâllik alındıktan sonra câmiye götürülür.
Ayrıca Heredotos’un aktardığı ve İskit hükümdârı İdanthyrsos’un Pers imparatoru Darius’un elçisine söylediği sözler şöyledir:
“İranlı, işte benim kanaatim: beni hiç kimse ne korkutabilir ne de önünden kaçmaya zorlayabilir; senden de kaçtığım yok; şimdiye kadar yapmış olduğum şey, barış zamanında da her zaman yaptığım şeydir. Neden hemen savaşa girmiyorum, onu da sana açıklayayım: Bizim ne kentimiz var ne de dikili ağacımız var, ki elden gitmesin, ya da yakılıp yıkılmasın diye korkup hemen savaşa girelim; ama siz eğer ille de savaşmak istiyorsanız, bizim atalarımızın mezarları var; onları bulun, onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz, mezarlarımız için dövüşüyor muyuz dövüşmüyor muyuz”.[13]
Heredotos’un aktardığı bu sözler, İskitlerde mezarların ve onun da ötesinde ataların ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Burada mezarların ve ataların, açık bir şekilde kutsal olarak görüldüğü ortadadır. İskitler, birçok bozkır kavmi gibi kurganlara büyük önem vermişlerdir.
MÖ 3. yüzyıla ait bir Çin kaynağında, Hun Türkleri’nin cenâze törenleri konusunda şu bilgi yer almaktadır:
“Hunlar ölülerini tabut içine korlardı. Bu tabut iki katlı olup iç ve dış tabutlardı. Bu tabutları altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örterlerdi. Ağaçlar dikilmiş mezarlıkları ve matem elbiseleri yoktu. Ölü ile beraber öldürülenler yüz, hattâ yüzden fazla olurdu”[14].
Çeşitli Çin kaynakları, Göktürklerin cenâze törenleri hakkında da şu bilgileri vermektedir:
“Ölüyü çadıra korlar. Oğulları, torunları, erkek-kadın başka akrabası atlar ve koyunlar keserler ve çadırın önüne sererler. Ölü bulunan çadırın etrafında at üzerinde yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla yüzlerini kesip ağlarlar. Yüzlerinden kan ve yaş karışık olarak akar. Bu töreni yedi defa tekrar ederler. Sonra muayyen bir günde ölünün bindiği atı, kullandığı bütün eşyayı ölü ile beraber ateşe yakarlar; külünü, yılın muayyen bir gününde, mezara gömerler. İlkbaharda ölenleri sonbaharda, otların ve yaprakların sarardığı zaman gömerler. Kışın ve güzün ölenleri çiçekler açtığı zaman (ilkbaharda) gömerler. Defin gününde ölünün akrabası, tıpkı ölüm gününde yaptıkları gibi, at üzerinde gezer ve yüzlerini keser, ağlarlar. Mezar üzerinde kurulan yapının duvarlarına ölünün resmini, hayatında yaptığı savaşları tersim ederler. Bu ölü ömründe bir adam öldürmüş ise mezar üzerine bir taş korlar. Bazı ölülerin mezarında bu taşlar, yüze hattâ bine baliğ olur. Atlar ve koyunlar kurban edildikten sonra kafalarını kazıklar üzerine korlar”[15].
Romalı târihçi Ammianus Marcellinus, bir Hun boyu olan Kionitae kralının oğlunun ölümü üzerine yaşananları, şöyle aktarmaktadır:[16]
“Bu ölümle saray sarsıldı ve bütün soylular, keza babası, hüzün verici felaketten afalladılar; bu sebeple de (savaşa) geçici bir ara verildi, devletli ve sevgili genç adam, kendi milletinin adeti üzere defnedildi. Buna göre, o, hazırlandı, adeti olduğu gibi silahları kuşatıldı, geniş ve yumuşak bir zemin üzerine yatırıldı, ölünün etrafına da ölmüş adamların heykelleri bulunan on yatak serildi… Heykeller tıpkı mezardaki cesetler gibiydiler. Yedi günlük arada topluluklarla ve arkadaşlarla bütün erkekler, dans ederek ve bazı hüzün verici ağıtlar söyleyerek yediler, içtiler. Kadınlara gelince, acıyla göğüslerini döğerek ve kendi adetlerine göre gözyaşı dökerek, yüksek sesle, gençliğinin baharında milletlerinin kaybettiği ümidine ağladılar. Ceset yakıldıktan ve küller toplanarak gümüş bir kaba konduktan sonra…”
Altay bölgesinde yaşayan Beltir Türkleri’nde de Kırgız Türkleri’nde olduğu gibi ya tabuta koyup, ağaçlara asılır, ya da dört ayak üzerine yapılmış tahta iskelelerin üzerine yerleştirilirdi. Moğolistan’da yaşayan Hoton Türkleri ise günümüzde de ölünün ardından ruhu için koyun kurban ederler, koyunun ciğerlerini ateşte yakarlar ve mezar üzerine toprak yığarak, küçük bir tepe oluştururlar[17].
Moğolistan’ın batısında yaşayan Tsengel bölgesinde yaşayan Tuva Türkleri’nin ise ölüm olduğunda, ölenin konu hakkında bilgili bir akrabası gelir, ölü için sunak hazırlar. Saçı yapılmaz. Ölümün olduğu günün akşamında da bir kam gelir ve sunağı hazırlar. Kam ayin yaparak ölen kişiyle konuşur ve isteklerini ailesine iletir.[18]
Görüldüğü gibi Türkler arasında cenâze törenleri konusunda oldukça farklı gelenek ve inançlar görülmektedir. Ancak bunların hepsinin ortak noktası, cenâzenin ve mezarın kutsallaşmış olmasıdır. Bunun yanında ölüye tapınma noktasında, Hazar-Arap Savaşları döneminde yaşanan bir olay çok ilginçtir. İslâm halîfesi Osman döneminde, Kafkasya’daki Derbend yakınlarında Hazar Türkleri ile Araplar arasında yapılan ve Arapların yenilgisi ile sonuçlanan Belencer Savaşı’nda[19] Arap ordusuna komuta eden Abdurrahman, savaş meydânında öldürülmüştür. Ancak ilginç olan nokta, şudur ki, Hazar Türkleri, Abdurrahman’ın cesedini özenle koruyup, saklamışlar ve ona tapınmışlardır. Böylece Abdurrahman’ın ruhunun kendilerine zafer kazandıracağına ve gerektiğinde yağmur yağdıracağına inanmışlardır[20].
Ölüm ve mezarlara bu kadar önem veren Tengri inancı, berâberinde bir mezar mimârîsi ve san’atı da oluşturmuştur. Mezar mimârîsi, bugün türbe dediğimiz anıt mezar yapılarıdır. Mezar san’atı ise balbal adını verdiğimiz ve ölen kişinin, dünyada iken öldürdüğü kişi sayısı kadar mezarının etrafına dikilen heykellerdir. Balbal, ölen kişiyi, öte dünyada koruyacak olan, bu dünyada öldürdüğü düşmanlarıdır[21].
Ayrıca mezarlar ve türbeler de, ölüm kültü açısından çok önemlidir. Kurganlar, stupalar, türbeler, bu kültün ortaya koyduğu eserlerdir. Tengrici Türkler, çok uzun süre kurganlar meydâna getirmişlerdir. Küçük birer tepe şeklini alacak kadar mezarın üzerine toprak yığılması ile yapılan kurganlar, korumak fiilinden türeyen bir sözcüktür. Türklerin bir kısmının Budizm’i benimsemesi ile strupalar yapılmıştır. Özellikle Uygur Türklerinin Budizm’i benimsemesi ile berâber mezar mimârîsinde ve stupa yapımında büyük bir ilerleme kaydedilmiştir.[22] [23] Daha sonra İslâm’ın kabûlü ile berâber ise türbe yapımı gelişmiştir. Selçuklu döneminde de kümbet tarzı yapılan türbeler çok yayılmıştır. Osmanlı döneminde de kubbe biçimli türbeler, yaygınlık göstermiştir.
Günümüzde Tengrici Türklerin dışında, Müslümân Türkler arasında bile mezara tapınma diyebileceğimiz uygulamalar ve inançlar görülmektedir. Meselâ İstanbul’daki Eyüp Sultân Türbesi’nde duâ eden kişilerin, toplu hâlde geri geri çıktığı ve türbeye sırtını dönmediği sık görülen bir uygulamadır. Bununla berâber birçok türbenin şans getirdiği, çocuğu olmayan çiftleri çocuk sâhibi yaptığı, hastalıkları iyileştirdiği gibi inançlar, hâlâ yaygın olarak görülmektedir. İstanbul’daki Karaca Ahmet Sultân Türbesi’nde bir kişinin, türbenin sandukasının yanında, sandukaya doğru secde ettiğini görmüştüm. Bu durum, atalara tapınmanın, yâni bir ölüm kültünün varlığının açık bir göstergesidir.
Doğu Türkistan’da Müslümân Uygur Türkleri arasında mezarlara giderek, mezarlarda yatan ölülerden kendilerini korumaları, zorlukları kolaylaştırmaları, günâhlarını bağışlamaları, hastalıklarını iyileştirmeleri ve benzeri birçok istekte bulundukları bilinmektedir[24].
Müslümân Özbek Türkleri arasında da mezarlıkların ve türbelerin, yerleşim yerlerinin dışında olmasına dikkat edilir. Zîrâ ölenlerin ruhları, buralarda toplanır ve eğer yaşayanlar tarafından rahatsız edilirlerse, o kişilere zarar vermesinden korkulur[25]. Ayrıca Fergana’ya bağlı Danğara kasabasında, bebeğin kesilen tırnakları eşiğin altına gömülür. Öldükten sonra bu tırnakların, Deccal’a karşı sahibini koruyacağına inanılmaktadır.
Müslümân Karakalpak Türkleri, eskiden evde bir bebek öldüğünde onu mezarlığa defnetmez, evin eşiğinin altına gömerlermiş. Çünkü çocuğun ruhunun, evde yaşayanları türlü bela ve kazalardan koruyacağına inanılırmış.[26]
Müslümân Kazak Türkleri, cenâze konusunda, genel olarak Müslümân Türk âdetlerini sürdürmüşlerdir. Bununla berâber bu konudaki bâzı gelenekleri, oldukça ilginç bir görünüm sunmaktadır. Kazak Türkleri arasında “tul” adlı bir gelenek bulunmaktadır.[27] Tul, bir çeşit kukladır. Bu geleneğe göre ölünün, ayakkabısından başlığına kadar bütün giysileri, evin bir yerinde eyerinin üzerine kukla yapılarak konulur. Göç sırasında tul, at üzerinde yapılır ve bu tullanmış at, göç kâfilesinin önünde yedeklenir. Kâfile hareket ederken ve yol boyunca bir köye uğrarken, atın yanında bulunan kadınlar, tula bakarak, ağıt yakarlar ve öleni anarlar. Bu kukladan dolayı, eşi ölen kadına da “tul” denmiştir. Tul sözcüğü ise günümüzde, Anadolu Türkçesi’nde “dul” biçiminde yer almaktadır. Ayrıca Müslümân Kazak Türkleri’nden olan Batirkan Baksı, Laszlo Kunkovacs tarafından derlenen bir esrimede şöyle demektedir:[28]
“Tanrı adına atalarımın sesleri duyulur ağzımdan
Ataların ruhları destek verin!”
Görüldüğü gibi genel olarak Türkler arasında ölmüş olan değer verilen kişilerin ruhlarının tanrısallaşmıştır. Tengrici, Budist ya da Müslümân olsun, Türkler, ölülere büyük önem vermişlerdir.