Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

VII-IX Yüzyıllarda Güney Hazar Bölgesinde Hükümranlık Süren Türk Sulî Hanedanı

0 15.622

Dr. Farda ASADOV

Bir zamanlar Türklerin de dahil olduğu göçerlerin olumsuz imajına çoğunlukla, sürekli komşu göçerlerin saldırısına uğrama korkusu ile yaşayan, yerleşik hayata geçmiş halkların yazıt ve kitabelerinde rastlanmaktadır. Stepler üzerinde ve tarım alanlarının sınırlarında pratik savunma ihtiyaçlarını karşılamak için dikilen devasa yapılar ve çalışmalar koyun otlatıcısı göçerlerin yerleşik hayata geçmiş olan nüfus üzerinde yarattığı dehşeti de sembolize etmektedir. Bu dehşet ve korku, nesilden nesile aktarılarak, bu askeri yapıların önemini çoktan kaybettiği dönemlerde bile hayatiyetini sürdüregelmiştir. Tevrat’tan başlayarak eski zamanların ve Orta Çağ’ın pek çok tarih kitabı ve vekayinamelerinin sayfaları hala göçer halkların yarattığı korku ve panik havasını yansıtmaktadır. Bu göçerleri şöyle sıralamak mümkündür: Simeryanlar (Cimmerians), Saytlar (Scythes), Hunlar, Avarlar, Kumanlar, Oğuzlar, Kıpçaklar ve Macarlar.

Vahşi bir göçer imajının oluşması, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda nispeten daha ileri adımların sadece yerleşik toplumlarda mümkün olduğunu varsayan tek taraflı klişeleştirmeden de etkilenmiştir. Bu yargıyı verdikten sonra, şunu da belirtmemiz gerekir; tarımın gelişmesi ve yoğunlaşmasının uygun bir koyun yetiştiriciliği olmaksızın mümkün olamayacağı şeklindeki önemli bir üretkenlik unsuru göz ardı edilmektedir. Bu durum askeri güvenlik sorunundan ziyade normal üretim faaliyetlerinin ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Orta çağın feodal devletlerinin en güçlü askeri kuvvetlerini atlı insanların teşkil etmesine rağmen, yerleşik toplumlar için hayvan otlakçılığından elde edilen ürünlerin önemi daha büyüktür. Çünkü artan tarımsal üretim mallara ve bu malları takas eden göçer topluluklara olan ihtiyacı artırmıştır.[1]

Yine de, hiç bir erken dönem göçer topluluğu yalnızca hayvancılık yaparak kendi kültür ve üretim güçlerini geliştirememiştir. Büyük göçer topluluklar kaçınılmaz olarak ya yarı-göçer üretim faaliyetinde bulunmaya başlamışlardır ya da komşu çiftçilerle birlikte toprak işleme ve hayvancılık kombinasyonundan oluşan ortak bir üretim organizması kurmuşlardır.[2]

Surların varlığı ve Türklerin kontrolündeki yerleşimler hakkındaki bilgiler Orta Çağ Arap edebiyatında önemli orandadır.[3] Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan Türkçe sözlük (XI. Yüzyıl), tarım işleri ve üretimiyle alakalı hemen hemen bütün temel terminolojiye delalet eden Türkçe deyimleri ihtiva etmektedir.[4]

Her ne kadar, Türklerin düşük bir manevi kültüre sahip olduğuna dair önyargılar son zamanlarda yapılan çalışmalarla ortaya konulmuş ise de, Türklerin sosyal ve ekonomik hayatındaki değişiklikler hala harici nüfuz unsurlarına atf olunmaktadır, (Orta Doğu ile alakalı olarak İslamlaşma gibi.) İslam’a geçişin, Türklerle yerleşik topluluklar arasındaki kültürel ve ekonomik temasları artırdığı ve böylece yerleşim alanlarını genişletme faaliyetlerini ve Orta Asya Türkleri kontrolünde devletler kurmayı başlattığı kaydedilmektedir.

Karahanlı Devleti’nin kurucusu Abdul Kerim Satuk Buğra Han’ın (901-955), İslam’ı kabul eden ilk bağımsız Türk devlet adamı olduğuna ve İslam’ı, devletinin resmi dini olarak ilan ettiğine inanılır. Bu tarihten başlayarak, İslamlaşma çok hızlı bir şekilde gerçekleşmiştir. 960’da iki yüz bin Türk aile İslamı kabul etmiştir. İslam dünyası da kapılarını sonuna kadar Türklere açmıştır ve birkaç on yıl sonra muzaffer Tuğrul Bey’in liderliğinde Orta ve Yakın Doğu’ya on binlercesi akın eden Türkler, kadim tarihlerinde yeni bir sayfa açmışlardır.

Türkler ve Müslüman Araplar arasındaki temaslar, o zamanlar bile, dört yüzyıllık bir geçmişe sahipti. Arap tarih kaynaklarında, “Türk” kelimesi ilk olarak, Taberi’nin delaletinde, Hendek Savaşı’nın hemen öncesinde, yani 626’da “Muhammed Peygamber bir “Türk çadırında el-haymetu’t- turkiyya dinlendi”, şeklinde geçmektedir.[5] Taberi bu kelimeden bir de 642 yılında, Ktesifon’un ele geçirilmesi sırasında Türk çadırlarında altın dolusu küplerin ele geçirilmesi münasebetiyle bahsetmektedir.[6] Bizans ve Suriye kaynaklarına göre, Türklerin daha erken dönemlerde Sasani İranı’ndaki iç siyasi çatışmalara dahil olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir.[7] Taberi’nin hikayesi, bir kısım Türk taburlarının ya da tüccarların Fars kuvvetleriyle birlikte Araplara karşı savaştığına dair önemli bir kanıt olarak düşünülebilir. Horasan’ın fethi sırasında Araplarla Türkler arasındaki çatışmalar çok daha düzenli bir seyir izlemiştir. Araplar kuzeye doğru daha fazla nüfuz ettikçe, Türklerle çok daha sık karşılaşmışlardır. Türklerle çarpışan ilk Arap savaşçılar, Türklerin cesareti, gözüpekliği ve askeri yeteneklerinden derin bir şekilde etkilenmişlerdir. Rus bilim adamı Vladimir Barthold’un yazdığı gibi, Araplar ve dolayısıyla da İslam, ilerleyişini yavaşlatarak Türklerle olan sınırlarında saldırıdan savunmaya geçtiler.[8] Kuteybe b. Müslim’in Horasan’daki yönetimine (705-715) kadar Araplar Türklerle yaptıkları savaşlarda önemli bir başarı elde edemediler.

Araplar, Türk savaşçıların cesaret ve üstün askeri yeteneklerine gerçekten hayran kaldılar. Bu ilk etkilenmeler ilelebet Türklere teveccüh göstermelerini sağladı. Ünlü Arap yazar İbnü’l-İbri, XIII. yüzyılda şunları yazmaktaydı: “Türkler pek çok halktan oluşmaktadırlar. Askeri yetenekleri ve silah üretme kabiliyetleri en büyük avantajlarıdır. Ata binmede, kılıç sallamada, mızrak fırlatma ve ok atmada mahirdirler.”[9] Böylesine açık bir görüş yüzyıllar süren temaslar ve birliktelikler sonucu şekillenmiştir. Oysa haşin ve korkusuz düşmanla karşılaşan ilk Müslümanlar, ki bunlar Sasani İmparatorluğu’nun gücünü ezen Müslümanlardı, Türklerin üstesinden gelemedi. Türklerin dehşetine maruz kalan ve onlara yenilen Araplar, daha sonra Türkleri çirkin yaratıklar, zalim, kaba, insanların günahlarına kefaret olarak gönderilecek olan halk ve tecavüzcü şeklinde tasvir ettikleri anekdotlar yaratmaya başladılar.

Türkler, kıyamet gününden önce dünyayı fethedecek barbarlar olarak tasvir edilmekteydi. Hatta İncil’de geçen ve kıyamet misyonunu üstlenen vahşi kabileler olarak bilinen (Gog-Magog (Kur’an’daki Yecüc-Mecüc) olarak tanımlanmaktaydılar. Erken dönem Arap tarihçileri Türklerle Yecüc-Mecüc’ü özdeşleştirmeyi akla uygun hale getirmeye çalışmışlardır. Bir yazarın hikayesinde bulunan eski bir efsane şöyle söylemektedir: “Yecüc-Mecüc yirmi iki kavimden oluşmaktadır ve Zulkarneyn’in inşa ettiği duvarın bu tarafında sadece Türkler kalmıştır.”[10] Bu efsanenin anlamını açıklığa kavuşturacak olursak; Kur’an ayetleri MakedonyalI İskender’in Yecüc-Mecüc’ü dünyanın son noktasına kadar sürdüğü ve bu barbarları oraya hapsederek insanlığı şiddetlerinden kurtarmak için bir duvar inşa ettiğini söylemektedir.[11] Bu tür bir temsilin varlığına dayanarak “Türk” kelimesini sanki İskenderun “Utrukuhum!” (Onları bırakın) haykırışından türemiş gibi açıklamak, bir geleneksel kavramın vuzuha kavuşturulma kolaycılığına sapmaktan ibarettir.[12]

Bu efsaneler hadis derlemelerinde, bolca bulunan tarihi yazıtlarda ve erken Arap coğrafya edebiyatında bulunmaktadır. Bu araştırma bizim makalemizin kapsamı dahilinde olmadığı için, konu hakkında bazı özel araştırmaları önerebiliriz.[13]

Böylesine bir panik ve dehşet delillerinin taarruzu altında Türklerin erken dönemleri hakkında objektif olabilmek ve sadece gerçekleri açıklamak kolay değildir. Medeni halkları Türklerin kıyımından korumak için tasarlanmakla birlikte merhametsiz göçerlerden duyulan korkuyu da pekiştiren bu duvarlar, aslında Türklerin kendi ellerinde tuttukları toprakları da kapsamaktaydı. Belazurî (IX.Yüzyıl) ve Kudama (X.Yüzyıl) gibi Arap yazarlar bize şunları aktarmaktadır: Güney Hazar’daki Curcan halkı, eski zamanlarda Türklere karşı savunma duvarları inşa etmişlerdi, fakat Arap işgali sırasında Türkler bu duvarları geçmiş ve bütün Curcan’ın yanı sıra komşu Dihistan bölgesini de kendi kontrollerine almışlardır. Bu kanıtlar, Irak’a yeni atanan Vali Yezid b. Muhallab’ın selefi ünlü kumandan Kuteybe b. Müslim’in isyanı bastırmak amacıyla Horasan’a doğru sefere çıktığı 716 olaylarıyla ilgilidir. Kaynaklarımız, Arap ordularının Sul diye adlandırılan Curcan ve Dihistan Türk yönetiminin topraklarından geçtiğinden bahsetmektedir.[14]

Arap kaynaklarında, Türk hanedanın kifayetsiz ve cahil olduğuna dair deliller bulunmaktadır. Bunlar, Araplar işgal edinceye kadar Güneydoğu Hazar topraklarını yönetmişlerdir. Arap Komutan Suvaid b. Mukarrin’in orduları 642 yılında bölgeye girdiğinde, tebaası Türk diye adlandırılan Ruzban Sul ile çatışmıştır. Yılda bir kez haraç ödenmesi şartıyla bir barış anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmanın tarihi 639-40’tır, fakat at-Taberi bu olayı 642 olaylarının altında işlemektedir, belki de bunu Arapların Nihavend’deki savaşları (642) öncesine kadar Curcan’a gelememeleri temeline dayandırmaktadır.

Bu anlaşmanın şartları uygulanamamıştır; haraçlar ödenmemiş ve 650 yılında Curcan ve Dihistan’a Said b. As komutasındaki Araplar yeniden müdahale etmek zorunda kalmışlardır. Yapılan yeni bir anlaşmaya göre, barış ve güvenliğe karşılık olarak toptan bir haraç miktarı ödenmesi şart koşulmuştur. Çeşme kitabelerindeki değişik raporlara göre verginin miktarı 100 bin ile 300 bin dirhem arasında değişmektedir. Araplarla Türkler arasındaki savaşlar münferit olarak devam etmiştir. Türklerin sömürülmesine dair özel risalesinde Menakibü’t – Tûrk ve ammati Cundu’l Hilafet Osman Amr b. Bahr al-Cahiz bir hikayeden bahsetmekte ve Türk kemendine yakalanan ancak sonra kaçmayı başaranlar arasında Yezid bin Muhallab’ın babası Muhallab b. Ebu Sufra’ın da olduğunu yazmaktadır.[15] Muhallab b. Ebu Sufra 679-701 yılları arasında Horasan’ın yöneticisiydi, diğer bir deyişle bu görevde oğlunun selefiydi ve muhtemelen Türklere karşı yerel boyutta yıkıcı bir savaşa girişmişti. Neticede, Yezid b. Muhallab, Sul kalesini 716 yılında alıp, Dihistan ve Curcan bölgelerine boyun eğdirinceye kadar, halk vergilerini düzenli olarak ödemedi daha sonra da tamamen kesti. Sul’un kişisel kaderi ise yeterince açık değildir. Bazı deliller savaş alanında öldüğünü gösteriyor; diğer kaynaklara göre ise o 14 bin Türkün perişan olduğu kanlı bir savaşa tutuştu ve sonunda kendisinin, ailesinin ve hizmetkarlarının hayatının garanti edilmesine karşılık teslim oldu.[16]

Sulların kalesi “göl” anlamına gelen “al-buhayra” olarak adlandırılmıştı. Bir savunma yapısı için bu isim oldukça ilginçti ve mantıklı olarak nakledicilerin akla yatkın bir açıklama yapmaları gerekmekteydi. Bu hikayenin Taberi’deki versiyonu, bir nakledicinin düşüncesi farz edilerek, “al- Buhayra Curcan kıyısından 5 fersah uzaklıkta denizin ortasındaki bir adadır” demektedir.[17] Ancak, kalenin kuşatılmasına dair çok miktarda ayrıntı olmasına rağmen, naklediciler yüzen araçlar ya da bir donanmanın kullanıldığına dair herhangi bir şey söylememektedirler. Aksine, Sul’un beklenmedik gecesinin zuhur etmesi[18] rapor edilerek kalenin sahilden önemli ölçüde uzakta bulunduğuna dair şüpheleri izale etmektedir.

Yakut, değerli Coğrafya Sözlüğü’nde şunu söylemektedir: “Buhayra” kelimesi “bahr”’dan (deniz) ziyade “baharat”ın (toprak, surla çevrilmiş yerleşim) bir nevi indirgenmiş şeklidir.[19] Yakup’un şahitliği Sul’un kalesinin kıtada bulunduğunu söylememize imkan vermektedir. Bu yukarıda ifade edilen bazı nüanslar dışında Taberi tarihinde gösterilen bütün diğer ifadelerle de desteklenmektedir

Bir kaç yıl sonra, 720’de, meşhur Yezid b. Muhallab’ın isyan olaylarına katılmış olan Sul’un oğlu, Dihistan’a komşu olan Kuhistan bölgesine yönetici oldu. Pek çok isyana liderlik etmiş isimlerin arkadaşları arasında gösterilmekteydi, Halife Yezid b. Abdul Melik’in[20] ordularından ağır zayiatla bir yenilgi aldıktan sonra esir düştüğü söylenmektedir. Araştırmacıların tahminine göre, bu olayla Curcan, Dihistan ve büyük ihtimalle Kuhistan’da yönetimde bulunan Türk Sul Hanedanlığı parçalandı.[21]

Ancak, Taberi’de bulunan iki ilginç ifade araştırmacıların dikkatinden kaçmıştır. Bir tanesine göre, oldukça ileri bir tarihte, 835 yılında yerel yönetici Sul Artekin’in (Sultekin de olabilir) tebaasından bir grup (maa ehli biladihi) ayakları prangalı bir vaziyette Abbasi halifesi Mutasim’a (833-842) getirilmiştir.[22] Halife tutsağına karşı merhamet göstermiş hatta ona karşı oldukça nazik davranmıştır, çünkü Taberi’nin bahsettiği diğer tanığın ifadesine göre, O, 839 yılında merkezi otorite tarafından Şam valisi olarak atanmıştır.[23] Sultekin, 835 yılına kadar Güneydoğu Hazar topraklarını elinde tutan Sul Hanedanı’nın neslinden gelmektedir. Bu tarih, Halife’nin Babak liderliğinde bütün Azerbaycan ve Kuzey İran’a yayılan büyük ayaklanmaya karşı verdiği mücadelede bir dönüm noktasıdır. Babak hareketi bölgenin önemli ölçüde kaynağını seferber etmeyi başardı. Bu hareket İslam öncesi dini dogma ve moral değerleri; İslam’dan önce bölgede var olan devleti yeniden ihya etmeyi amaçlamaktaydı. Bu amaç Babak’in yerli asillerin önemli bir kısmının ve eski güçlü hanedanların desteğini celb etmesini mümkün kılmıştır. Eski Karen kabilesinin soyundan gelen Mazyar b. Karen de Babak’i desteklemiştir. Mazyar b. Karen Curcan’a komşu bir bölge olan Taberistan’ın lideriydi. 1837’de, Mazyar yakalanarak Bebek’in idam edildikten sonra cesedinin sergilendiği Samarra’da çarmıha gerilmiştir.

Bütün bunlar olurken Sultekin başlangıçta Babak’ı desteklemiş ya da en azından ona bir şekilde meyletmiştir. Ancak daha sonra ondan uzaklaşmış ve netice olarak Halife’nin ihsanına mazhar olmuştur.

Şam’a vali olarak atanmış olan Sultekin’in Müslüman olduğuna dair şüphemiz bulunmamaktadır. Bu durumda sorulması gereken soru, henüz Güney Hazar’ın liderliğini yaptığı bir kaç yıl öncesinde de Müslüman olup olmadığıdır. Bütün olasılıklar gözden geçirildiğinde, onun çok önceden İslam’ı benimsediği ortaya çıkmaktadır. Yukarıda bahse konu olan Mazyar b. Karen de resmen İslam’ı kabul etmiştir. Hanedanın bahsettiğimiz ilk temsilcisi olan ve 642’de Suvaid b. Mukarrin ve 650’de Said İbnü’l-As’ın orduları ile karşılaşan Ruzban Sul’un orijinal dinini korumayı başardığını tahmin edebiliriz. Çünkü o tarihlerdeki çatışmalar barış anlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Ne yazık ki, bu anlaşmanın şartlarının neler olduğunu, vergi miktarı dışında, bilmiyoruz, bu bilgiler kesin olarak saptanamamış ve değişik kaynaklara göre farklılıklar göstermiştir. Yine de, standart anlaşma şartları göstermektedir ki, eğer bir halka haraç ödemesi şartı koşuluyorsa, normal şartlarda bu o halkın mevcut inancını korumasını gerektirir.[24] Belki daha sonra, yani 14 bin Türkün öldürülmesi ve Sul’un teslimi ile neticelenen Yezid b. Muhallab liderliğindeki Araplarla Sul liderliğindeki Türkler arasında kanlı çatışmalar olduğu zaman, halkın dinini seçme hakkında önemli değişiklikler olmuştur.

Sul Hanedanı’nın soyundan gelenler İslam kültürüne fark edilir bir katkıda bulunmuşlardır. Mesela, Ebu İshak İbrahim İbnü’l-As es Suli (857’de ölmüştür) önemli bir şair ve dil bilimcisi idi. 967’de ölen Ebül-Facc al-İsfehani tarafından kaleme alınan Kitabü’l-Agani adlı eserde bulunan biyografisi, hanedan hakkında sınırlı bilgimizin temel kaynaklarından birini teşkil etmektedir. O, halife Mütevekkil’in (849-861) iktidarı sırasında yüksek yönetim kademelerinde de bulunmuştur.[25] Sul ailesinin diğer bir ünlü temsilcisi de, tarihçi, dil bilimci ve Nisba’ya göre seçkin bir satranç oyuncusu olan Ebu Bekir Muhammed b. Yahya es-Suli es-Safranci-Shatranji’dir (Doğum: 260/873-74, Ölüm: 335-336/946-947)

O, Halife Muktafi (902-908) ve Halife Muktadir’e (908-932) en yakın asiller çevresine dahildi, ayrıca o bir sonraki halife Radi (934-940) ve onun kardeşi Harun’a da mürebbilik yaptı. Radi’nin ölümünden sonra es-Suli’nin konumu sarsıldı ve göç ederek bir Türk komutan ve bölgenin valisi olan Bedjkem’in patronajı altındaki Wasit’e yerleşti. Burada en önemli tarihi eseri olan ve Abbasi halifelerinin tarihine hasrettiği “Kitabü’lEvrak” tamamladı.[26]

Ailenin meşhur temsilcilerinden yaşlı olanı Ebu İshak es-Suli, Sul-tegin’in yakalanmasının üzerinden yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra bir yazar ve profesyonel bir hükümet görevlisi olarak kariyerinin zirvesinde vefat etti (835). Netice olarak, hanedan soyundan gelenlerin kaderleri farklı farklıydı. Arapların işgalinden sonra ailenin yakalanan temsilcilerinden bazıları saraya götürüldü ve bunlar yıllarca değişik resmi konumlarda hizmet verdiler; fakat ailenin kalan fertleri Güneydoğu Hazar bölgesindeki kendi anavatanlarının yönetimini üstlendiler ve bu 835’e kadar sürdü. Bu durum, yerel hanedanın temsilcilerinden bir kısmının hizmet etmeleri için saraya götürülerek rehin tutulması, diğerlerinin ise kendi nüfuz alanlarında yönetici olarak bırakılması şeklinde özetleyebileceğimiz eski devirlerin yaygın geleneğine tamamen uygundur. Mesela, Amid Memun’un sarayında Şabib b. Buharalı el-Belhi ve İhşad es-Suhdi isimleriyle karşılaşmaktayız ki bunlar sırasıyla Buhara ve Semerkant liderlerinin oğullarıdır.[27] Babak başkaldırısı, bu uygulamanın bölgelerin merkezi otoriteye boyun eğmesini ve vergilerini zamanında ödemesini garantiye almakta artık etkili olmadığını göstermiştir. Başkentte Müslüman toplumla tamamen uyum ve işbirliği içinde yaşamakta olan hanedan soyundan gelenlerin giderek anavatanları ile olan bağları zayıflamaktaydı. Buna zıt olarak, Emin (809-813) ve Memun (813-833) dönemlerinde halifelikte yaşanan iç çekişmeler ve iktidar çatışmaları ayrılıkçılık ve İslam öncesi inançlara ve devlet yapısına geri dönme eğilimlerini tırmandırdı. Bu nedenledir ki, Halife Mutasım, Babak hareketini yenilgiye uğrattıktan sonra bölgeyi güçlü bir askeri kontrol ve baskı altında tutmayı denemiştir. Bu amaca hizmet etmek için Türk muhafızlar gelmiş ve bu tarihe kadar bu bölgelerde varlıklarını koruyabilmiş pek çok yerel hanedan dağıtılmıştır.

Sul Hanedanı’ndan üç yöneticinin adlarını bilmekteyiz: Erken Arap işgali sırasında Ruzban Sul, 716’da Yezid b. Muhallab’a karşı savaşan Sul ve Dihistan ile Curcan’da iktidarı paylaştığı kardeşleri Firuz[28] ve Sul-tegin. (Bu liderler bölgede Arapların görünmeye başlamasından itibaren yaklaşık iki yüzyıl boyunca kendi nüfuz alanlarını ellerinde tutmayı başarmışlardır).

Bazı araştırmacılar Sul kelimesinin bir şahıs ismi olmaktan ziyade bir coğrafi terim olduğunu ileri sürmektedirler.[29] Derbend surlarının (Arapça’da Babü’l Ebuab) Ermeni kaynaklarında “Çol” (Chol) şeklinde geçmesi böyle bir yoruma temel teşkil etmektedir. J. Marquart bu tür ifadelerin Türkçedeki “çöl” kelimesine atfen kullanıldığını fark etmiştir. V. V. Barthold daha çok Moğolistan’daki erken dönem Türk runik yazıtlarında bulunan Türkçedeki “çur” kelimesine atıfta bulunur.[30] Öte yandan, Araplar “ç” sessizine karşılık “sad” yerine daha çok “şin” harfini kullanmaktadırlar. Araştırmacıların dikkatinden kaçan bir başka nokta daha vardır. Bu araştırmacılar, yukarıda en azından üç tanesini telaffuz ettiğimiz değişik şahıs isimlerinin bir parçası olarak kullanılması ihtimalini hesaba katmaksızın “Sul” terimini muhtemel bir coğrafya terimi şeklinde tartışmaktadırlar. Bunun anlamı bu kelimenin ne bir etnik isim ne de bir coğrafya terimi olduğudur.

Arapça kaynaklar, “Sullar” diye adlandırılan Türk tebaalarının, hangi Türk kavmine ait oldukları konusuna açıklık getirmemektedirler. Bunlar nadiren Türk olarak adlandırılmaktadır. V. V. Barthold, ihtiyatlı bir şekilde, Türk halkının daha henüz VI. asırda Hazar’ın doğu steplerine yerleşmiş olduğunun Arap kaynaklarında kaydedildiğini ve “Guz ya da Oğuzlar” olarak bilinen boyun da bu Türklerin soyundan geldiğini söylemektedir. Şüphesiz Araplar, Horasan’ı işgal ettiklerinde Türkler hakkında çok az şey biliyorlardı ve Türk asıllı halklar ile Türk asıllı kavimler arasındaki farklılığı ayırt edememişlerdi. Ancak daha sonraları, Orta Asya’ya iyice nüfuz ettikten sonra kayıtlarında değişik Türki etnik gruplardan bahsetmeye başlamışlardır. VIII ve IX. yüzyıllarda Orta Asya’da yaşamış olan Türklerin tarihini araştırmak için bu deliller daha güvenilir ve daha önemlidir.

Türklerin etnik farklılıkları hakkında daha özel/detaylı bilgi elde etmeleri Arapları, daha Güney Hazar’daki fetihlerinin başlangıcında karşılaştıkları Türk halkı hakkındaki algılayışlarını yeniden gözden geçirmeye itmiştir. Araplar, Maveraünehir’in ötesindeki topraklarda karşı karşıya geldikleri göçmen Türk halkı ile mukayese ettiklerinde, Güney Hazar’ın Türk nüfusunu biraz farklı, kültürleri ve temel ekonomik uğraşları bakımından da bir nevi kendilerine yakın buldular. Pek çok tarihi anıtta, İbrahim’in ikinci karısı Kantura bint Meftun’dan (İncil’de Kettura diye geçer) doğma dört oğlunun anavatanlarını terk ederek Horasan’a yerleştiklerinden bahseden efsaneler bulunmaktadır.[31] Efsaneler bu dört oğuldan büyük bir halkın doğduğunu, ve bunların bölgeyi boyunduruklarına alıp tüm düşmanlarını hezimete uğrattıklarından bahseder. Şimdiye kadar atıfta bulunduğumuz kaynaklar, Horasan halkının etnik özellikleri hakkında herhangi bir şey söylememekte, ancak yukarıdakilere ilave olarak, İbrahim’in çocuklarının ülkeye hakim olmalarında, düşmanlarına karşı yağmur ve şimşekleri çağırmakta yardımcı olan sözde “yağmur taşı”na sahip olmalarının büyük yardımı olduğuna dair bilgiler bulunmaktadır. Nitekim, “yağmur taşı”, savaş alanlarında kullanılan bir büyü aracı ya da silah olarak sürekli Türk halkı ile irtibatlandırılmıştır. Çin kaynaklarında da bunun hakkında bahsedilmekte, daha sonra da Firdevsi Şehnamesi’nde, Sasani Başkomutanı Behram Çubin ile Türkler arasında 883 yılında yapılan Herat savaşına atfen bundan yeniden bahsetmektedir.[32] Ibnü’l-Fakih de, Türklere karşı yaptığı bir sefer sırasında İsmail b. Ahmed es-Samani’nin Türk büyücülerin manipülasyonlarıyla çağrılan yıkıcı bir gök gürlemesi ve dolu tehdidi ile karşılaştığını yazmaktadır.[33]

Yağmur taşına sahip olmaları ya da Tanrı’nın gizli ismini bilmelerinin Oğuz kavmine, düşman kabileleri yenmelerine yardım etmek üzere gök gürlemesini çağırma kudreti verdiğinden bahseden pek çok efsane bulunmaktadır. Meşhed el yazmalarında bugüne kadar gelebilmiş ve daha sonra Cabuya oğlu Balkik gibi başka yazarlar tarafından tekrarlanmış olan, ataları arasında çok eskiden yaşamış birinin yağmur taşını nasıl ele geçirdiği ve sonrasında yaşadığı maceralara dair bir hikaye bulunmaktadır. Cabuya, bir Oğuz beyinin ûnvanıdır ve bu Oğuz Türkleri el-atrakü’l-guzziye beyinin Balkik diye adlandırılan oğlu tarafından da doğrulanmaktadır.[34] IX. yüzyılın ortalarında Ebu Osman Emir b. Bahr al-Cahiz, Horasan Türklerinin Peygamber İbrahim’den türediklerini ve Kahtan’ın soyundan gelen sözde Güney Araplarına nazaran Peygamber Muhammed’e daha yakın olduklarını teyit etmektedir.[35] Sul halkının etnik orijininin Samilere dayandığını iddia etmekten oldukça uzağız ama, Arapların kültür, tarihi ilişkilerinin derinliği ve İslam toplumu ile olan ilişkileri ile kendilerini daha yakın düşündükleri açıktır. Arapça kaynaklarda mevcut olan diğer detaylar: yağmur taşı hikayesinde Cabhu’dan bahsetmek, ve yağmur taşını aynı zamanda hem Horasan Türkleri hem de Oğuz Türklerine mal etmek, nihayetinde Horasan Türkleri ile Hazar Türkleri arasında bazı ilişkiler olduğunu ileri sürmek,[36] Sulların tebaasının Oğuzlar soyundan geldiğini belli belirsiz doğrular. Kavminin ismi bir Türk soylusu olan Selçuk Bey’e dayanan Selçuk Hanedanı’nın kurucusunun Hazar kralının emrinde hizmet ettiği, zamanla itaatsizliğe başladığı ve bu hareketinin onun soyluluğunu, üstünlüğünü ve bağımsızlığını gösterdiği iyi bilinen bir gerçektir. Bu, Sul Hanedanı ile ilgili olarak Oğuz toplumunun hafızasında var olan bir anı ya da uzak bir ilişkinin veyahut da hala orijini tartışmalı olan Selçuk isminin dilden dile geçerken değişmiş Sul isminin bir şekli olduğuna delil olabilir mi? Bu iddiadan ziyade bir sorudur. Yine de, Selçukluların ilk akınlarının Dihistan ve Curcan’a yönelik olması bir tesadüf değildir. Bu akınları, kaybettikleri toprakları yeniden almak ve eski devleti yeniden ihya etmek şeklinde yorumlamak mümkündür.

Bu motivasyonlar bir boyutuyla, Arap edebiyatında ve İslam öncesi Lahmid ya da Hasani hanedanlarıyla bağlantılı tarihi gelenekte varlığını sürdüren eski tarihi miras ve zafere yönelik bir çaba olarak açıklanabilir.

Dr. Farda ASADOV

Azerbaycan Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Azerbaycan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 311-316


TEMEL KAYNAKLAR
♦ Abbas Azzavi. Ibni Hassul’un Türkler hakkında bir eseri. Türkçeye çeviren S. Yaltkaya. Türk Tarih Kurumu Bülteni, 1940, c. IV. Sayı 14-15, ss. 235-267.
♦ Abu Bakr Muhammad as-Suli. Kitab al-Avrak. V. I. Belyayev and A. B. Khalidov tarafından yazılan eleştirel metin ve Arapçaya tercümesi, Sankt-Peterburg, 1998.
♦ Ahmad b. Yahya al-Balazuri. Kitab Futuh al-Buldan. Al-Qahira, 1958.
♦ Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari. Cumallis ed. M. J. de Goeje. Ser. I-III, s. Lugduni Batavorum, 1879-1901.
♦ Excerpta e Kitab al-Kharadj auctore Kodama ibn Djafar. Bibliotheca geogrphorum arabicorum. Edidit M. J. de Goeje. Pars VI. Lugduni Batavorum, 1889.
♦ Ibn al-Faqih al-Hamadani. Mashhad manuscript of Kitab Akhbar al-Buldan. Ll. 1b-186b. A photocopy holding F-V 202, Inv. 1937.
♦ Ibn Sa’d. At-Tabakat al-Kubra. Beyrut, C. I, 1968.
♦ Jacut’e geographishes Worterbuch. Hrsg. von F. Wustenfeld. Bd. I-VI. Leipzig, 1866-1873.
♦ Kitab tafdil al-atrak ala sair al-ajnad wa manaqib al-hadra al-aliya al-sultaniyya. Tasnif al-wazir Abu al-Ala Ibn Hassul. Türk Tarih Kurumu Bülteni, 1940, c. IV. Sayı 14-15, İlave s. 1-50.
♦ Mashhad manuscript of “Akhbar al-Buldan” by Ibn al-Faqih al-Hamadani, ff. 1b-182b. Library of Saint Petersburg Institute for Oriental Studies. Inv. 1937, F-V 202.
♦ Risala ila al-Fath b. Khaqan fi manakib at-turk wa ammati jund al-khilafa. In: Tria opuscula auctore Abu Othman Amr ibn Bahr al-Jahiz Basrensi. Quae edidit G. van Vloten. Lugduni Batavorum, 1903.
♦ Sharaf al-Zaman Tahir Marvazi, Çin, Türkler, Hindistan üzerine. İngilizce tercümesi ve V. Minorsky’nin yorumları ile Arapça metin. London, 1942.
♦ Tarikh mukhtasar ad-duwal li-Grigorius al-Malati al-maruf bi-Ibn al-Ibri. Beyrut, 1958.
ARAŞTIRMA ÇALIŞMALARI
♦ Agadzhanov S. G. Ocherki istorii oguzov i turkmen Sredney Azii IX-X C. Ashkhabad, 1969.
♦ Barthold V. V. Ocherk istorii turkmenskogo naroda. – (içinde) V. V. Barthold. Sobraniye Sochineniy, v. II (1), Moscow, 1963.
♦ Barthold V. V. Sobraniye Sochineniy, vv. I-IX, Moscow 1963-1977.
♦ Cahen Cl. Kochevniki i osedliye v srednevekovom musulmanskom mire. Musulmanskiy mir (950-1150). Moscow, 1981, ss. 111-122.
♦ Galich E. N., Gordon A. V., Zhuravskiy A. V. and others. Evolutsiya vostochnikh obshestv: sintez traditsionnogo i sovremennogo. Moscow, 1984.
♦ Gumilev L. N. Drevniye Turki. Moscow, 1967.
♦ Kitabci Z. Emeviler devrinde Orta-Asya mahalli Türk hükümdar ve aristokratları arasında İslamiyetin yayılmasi. Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi. İstanbul, 1985. Tebliğler III. Türk Tarihi. Cilt I, s. 369-376;.
♦ Marquart J. Eransahr nach der Geographie des Ps. Moses Xorenac’i, Berlin, 1901. Abhandlungen der koniglische Gesellshaft der Wissenshaften zu Gottingen. Philologish-Historische Klasse. Bd III, # 2.
♦ Materiali po istorii turkmen i Turkmenii. Moscow-Leningrad, 1939.
♦ Pigulevskaya N. V. Vizantiya i Iran na rubezhe V i VI C. Moscow- Leningrad, 1946.
♦ Sesen R. Eski araplara göre Türkler. Türkiyat Mecmuası, c. XV (1968). İstanbul, 1969, s. 11-36.
♦ Yildiz H. D. İslamiyet ve Türkler. İstanbul, 1976.
♦ Zayonchkovski A. Stareyshiye arabskiye khadisi o turkakh. – Palestinskiy sbornik, 1966, pp. 194-201.
Dipnotlar :
[1] Cl. Cahen. Kochevniki i osedliye v srednevekovom musulmanskom mire. Musulmanskiy mir (950-1150). Moscow, 1981, ss. 112-113.
[2] E. N. Galich, A. V. Gordon, A. V. Zhuravskiy and others. Evolutsiya vostochnikh obshestv: sintez traditsionnogo i sovremennogo. Moscow, 1984, p. 55.
[3] Sharaf al-Zaman Tahir Marvazi, Çin, Türkler, Hindistan üzerine. İngilizceye çevirisi bulunan ve V. Minorsky’nin yorumlarını içeren Arapça metin – Londra, 1942, sayfa 17-18; Meşhed yazması “Akhbar al-Buldan” tarafından Ibn al-Faqih al-Hamadani, f. 168b. Library of Saint Petersburg Institute for Oriental Studies. Inv. 1937, F-V 202.
[4] Bu terminoloji aşağıdaki araştırma yayınlarında açıklanmakta ve yorumlanmaktadır: Materiali po istorii turkmen i Turkmenii. Moscow-Leningrad, 1939, pp. 309-312; S. G. Agadzhanov. Ocherki istorii oguzov i turkmen Sredney Azii IX-X C. Ashkhabad, 1969, pp. 95-97.
[5] Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari. Cumallis ed. M. J. de Goeje. Ser. I, s. 1468.
[6] Ibid., pp. 2444-2445.
[7] N. V. Pigulevskaya. Vizantiya i Iran na rubezhe V i VI C. Moscow- Leningrad, 1946, pp. 104, 110.
[8] V. V. Bartold. Sobraniye Sochineniy. Vol. II (pt. 1), s. 244.
[9] Tarikh mukhtasar ad-duwal li-Grigorius al-Malati al-maruf bi-Ibn al-Ibri. Beyrut, 1958, s. 3.
[10] Jacut’e geographishes Worterbuch. Hrsg. von F. Wustenfeld. Bd. I-VI. Leipzig, 1866¬1873. – Bd. II, p. 256.
[11] Kur’an, Süre 18, ayetler 92-101.
[12] Risala ila al-Fath b. Khaqan fi manakib at-turk wa ammati jund al-khilafa. In: Tria opuscula auctore Abu Othman Amr ibn Bahr al-Jahiz Basrensi. Quae edidit G. van Vloten. Lugduni Batavorum, 1903, s. 49. Arapça yazımında “turk” ve “taraka” tamamen aynıdır.
[13] R. Şeşen. Eski Araplara göre Türkler. Türkiyat Mecmuası, c. XV (1968). İstanbul, 1969, s. 11-36; A. Zayonchkovski. Stareyshiye arabskiye khadisi o turkakh. – Palestinskiy sbornik, 1966, ss. 194-201.
[14] Ahmad b. Yahya al-Balazuri. Kitab Futuh al-Buldan. Al-Qahira, 1958, pp. 412-413; Excerpta e Kitab al-Kharadj auctore Kodama ibn Djafar. Bibliotheca geogrphorum arabicorum. Edidit  M. J. de Goeje. Pars VI. Lugduni Batavorum, 1889, s. 261.
[15] Risalat ila Fath b. Khaqan fi Manaqib at-Turk wa ammati djund al-khilafat. In: Tria Opuscula auctore Abu Othman Amr ibn Bahr al-Djahiz Basrensi. Quae edidit G. van Vloten. Lugduni Batavorum, 1903, s. 29.
[16] Ahmad b. Yahya al-Balazuri. Kitab Futuh al-Buldan, p. 412.
[17] Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari, Ser. II, 1322.
[18] Ibid., ss. 1320-1322.
[19] Jacut’e georaphishes Worterbuch, Bd. I, s. 513.
[20] Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari, Ser. II, s. 1411.
[21] Kitabcı Z. Emeviler devrinde Orta-Asya mahalli Türk hükümdar ve aristokratları arasında İslamiyetin     yayılması. Beşinci Milletler Arası Türkoloji Kongresi. İstanbul, 1985. Tebliğler III. Türk Tarihi. Cilt I, s. 375. 369-376; Yıldız H. D. İslamiyet ve Türkler. İstanbul, 1976, s. 46-47, 52.
[22] Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari, Ser. III, s. 1194.
[23] Ibid., s. 1313.
[24] Örnek olarak, Mah bahradan, Mah Dinar ve İsbahan halkalrı arasındaki anlaşmalara bakınız: Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari, Ser. I, ss. 2632-2633, 2641.
[25] Abu Bakr Muhammad as-Suli. Kitab al-Avrak. V. I. Belyayev and A. B. Khalidov. Sankt- Peterburg tarafından kaleme alınan eleştirel metin ve Arapçaya tercüme, 1998, s. 80, Arapça metin: s. 526.
[26] Ibid., s. 7.
[27] Risalat ila Fath b. Khaqan, s. 25.
[28] V. V. Barthold. Ocherk istorii turkmenskogo naroda. (içinde) V. V. Barthold. Sobraniye Sochineniy, v. II (1), Moscow, 1963, s. 556.
[29] Ibid. ; J. Marquart. Eransahr nach der Geographie des Ps. Moses Xorenac’i, Berlin, 1901. Abhandlungen der koniglische Gesellshaft der Wissenshaften zu Gottingen. Philologish-Historische Klasse. Bd III, # 2, s. 73.
[30] V. V. Barthold. Ocherk istorii turkmenskogo naroda, s. 557.
[31] Annales quos scripsit Abu Djafar Muhammad Ibn Djarir at-Tabari, Ser. I, s. 345; Ibn Sa’d. At-Tabakat al-Kubra. Beyrut, 1968, v. I, s. 47; Ibn al-Faqih al-Hamadani. Mashhad manuscript of Kitab Akhbar al-Buldan. ff. 1b-186b. A photocopy holding F-V 202, Inv. 1937, L. 171a.
[32] L. N. Gumilev. Drevniye Turki. Moscow, 1967, s. 84.
[33] Ibn al-Faqih al-Hamadani. Mashhad manuscript of Kitab Akhbar al-Buldan, l. 172b.
[34] Ibid., l. 171 b. Bu hikayenin daha ileri versiyonu S. G. Agadzhanov. Ocherki istorii oguzov i Türkmen’de analiz edilmiştir, ss. 122-125; V. V. Barthold. Sobraniye Sochineniy, v. VIII, p. 42.
[35] Risalat ila Fath b. Khaqan, s. 48.
[36] Ibn al-Faqih al-Hamadani. Mashhad manuscript of Kitab Akhbar al-Buldan, l. 171 b.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.