Timuroğulları Tarihi Hakkında
Timuroğullarının Orta Asya yapı sanatına nasıl bir katkı sağladıklarını tespit etmek gerekirse, Orta Asya tarihine göz atmak kaçınılmazdır. Timuroğullarının hakimiyet alanı, Avrupa ve Asya arasında bulunan bir sınırda ve Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan, bir zamanların büyük İpek Yolu’nun ortasından geçtiği bir bölgedir.
Orta Asya yüzyılları aşan oluşum sürecinde, yerleşik ve göçebe büyük kültürlerin, aynı zamanda da adı sanı çoktan unutulmuş küçük etnik toplulukların şekillendirdiği kültürel ve siyasi bir kaynaşmanın potası durumunda olmuştur. Bunu Merv, Toprak Kale, Köhne Urgenç ve Pencikent’te bulunan ve farklı çağlara ait sayısız harabeler ve abideler, ayrıca, birkaç örnek vermek gerekirse,[1] Afrasyab, Termes veya Nisa’daki binlerce yıl önceye ait buluntular dikkate şayan bir şekilde ortaya koymaktadırlar.
Değişik halk topluluklarının, ulusların ve kabilelerin yüzyıllar boyunca ve mütemadiyen hakim olmaya çalıştığı bu ülke, Yunanlar, Persler, Kuşanlar, Sasaniler, Heftalitler, Çinliler, özellikle de Türkler, Araplar ve Moğollar gibi yeni istilacılardan kaçmak zorunda kaldıkları için, sıklıkla hakimiyetlerini kaybetmişler ve daha sonra tekrar bu ülkenin sahibi konumuna gelmişlerdir.
XIII. yüzyılda Cengiz Han komutasındaki korkunç Moğol istilasından sonra Orta Asya’da hemen hemen bütün hayat durmuştu. İlk kez Türkleşmiş Moğolların hakimiyetleri dönemindeki, “Irmağın öte yakasındaki ülke” (Mâverâünnehir) tedrici olarak tekrar kendine gelmeye başlamıştır. Buhara ve Semerkant gibi şehirler yeniden büyük İpek Yolu’nun önemli merkezleri haline geldiler. Bir çok seferlerle Ganj Nehri’nden Akdeniz’e kadar uzanan bir imparatorluğu kuran ve Mâverâünnehir’de tek hakim olan Timur idi.
Görüldüğü kadarıyla sadece Timur’un kişiliği ve otoritesiyle bütünlüğü korunan imparatorluk, onun ölümünden sonra birçok halk topluluklarının oyuncağı haline gelmiş olsa bile, özellikle oğlu Şahruh (1397-1347) ve torunu Uluğbey (1409-1449) imparatorlukta barışı tesis etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu dönem Orta Asya için son derece verimli bir dönemdi; Semerkant, Buhara ve Herat gibi şehirler İslam mimarisinin en önemli merkezleri olarak inkişaf etmişlerdir. Uluğ Bey’in ve Ebu Said’in (1451-1469) katledilmelerinden sonra ülke birçok beyliklere bölündü. Hüseyin Baykara (1469-1506) gerçi Herat’dan Timur’un kültürel mirasını birkaç yıl daha koruyup tekamül ettirdiyse de, imparatorluğun çöküşünü artık durduramayacaktı. XVI. Yüzyılın başlarında Özbeklerin gelişi ile İran kültür Rönesansı nihayet son buluyordu.
Timuroğullarına Özgü
Bir Mimarinin Oluşum ŞartlarıTimur’un ve daha sonra da varislerinin (Timuroğullarının) o yıllarda imkansız gibi görülen mimari alandaki başarıları ve kendilerine özgü tarzı gerçekleştirdiğini görmekteyiz. Bu başarının altında yatan sırrın bazıları şunlardır:
- Ülkeyi siyasi ve ekonomik olarak istikrarlı bir hale getirmek için, öncelikli olarak Timur kendini şehir planlamasına hasretti ve Moğollar tarafından tahrip edilen şehirlerin çevresini sağlam duvarlarla istihkam ettirerek, şehirleri yeniden imar etti. Timur, Sulama tesisleri, Kanallar, su şebekesi ve aynı zamanda yol yapımını hızlandırdı; ticari merkezlerin, pazarların, kervansarayların gelişmesi için ihtimam gösterdi ve sonunda doğu-batı ticaret yolunun tekrar Semerkanttan geçmesini temin etti.[2]
- Başarılı geçen seferler sebebiyle, farklı yatırımları gerçekleştirmek için Timur, sadece gerekli olan mali kaynaklara değil, bunun ötesinde enine boyuna düşünülmüş bir idari sistem[3] çerçevesinde gerekli olan iş gücü potansiyeline de sahipti. Timur, mağlubiyete uğrattığı ülkelerin seçkinleri olan en yetenekli mimarları, yapı ustalarını, ressamları, hattatları -çoğunlukla İran kökenli- en iyi zanaatkarları ve aynı zamanda da bilim adamlarını hakimiyetinin merkezine getirdi. Böylece, Türklerin İran-Türk kültürü ile egemen bir sınıf meydana getirdiği Timur hakimiyetindeki Orta Asya’da İslam kültürünün inkişaf etmesi gerçekleşti.[4]
- Elbette bu bağlamda, burada meskün halk topluluklarının yüzyıllar boyunca gelişen sanat ve kültür geleneklerini, nesilden nesile aktardıkları nazari bilgilerini ve ameli uygulamalarını -özellikle mimari alanında- temel dayanakları olmaksızın, Timur-oğullarının, o günlerde bazan gıpta edilen ve bazan da korku saçan böyle bir devleti zor kurabileceği unutulmamalıdır.
- Mal değişimi ile birlikte sanat ve zanaat alanlarında yoğun tecrübe değişiminin gerçekleştiği büyük İpek Yolu’nun da Timuroğullarının kendine özgü bir mimari yapısının gelişiminde önemli katkıları yaptığı da kabul edilmesi gereken bir olgudur.
Timur, imparatorluğunun sınırlarını batıya doğru genişletirken kullandığı aynı enerji ve hızla sadece Şehr-i Sebz’de (Yeşil Kent) yani kendi doğum yeri olan Keş’de değil, aynı zamanda başkent Semerkant’ta da muhteşem ve çok büyük eserler inşa etti: Saraylar, Hükümet binaları, camiler, -hem büyük merkez Cuma camileri hem de semt mescitleri- inşa ettiği gibi o zamanlar Orta Asya’da hiç görülmemiş büyüklükte süslü ve renkli anıtlar ve medreseler yaptırmıştır.[5]
Çağdaş bir tanık olan İspanyol elçisi Clavijo Şehr-i Sebz’e (Yeşil Kent) yaptığı ziyaretten sonra Timur’un yaptırdığı görkemli saray ve benzersiz bahçeler hakkında anlatırken, neden bahsettiğini gayet iyi biliyordu: “Her şey öyle hayreti mucib bir şekilde tasarlanmıştı ki, kabiliyetleri ile meşhur olan Paris’in zanaatkarları dahi, burada meydana getirilen eserlerin fevkalade sanat eserleri olduğu gerçeğini teslim ederlerdi. Clavijo, kendisi hakkında söylediği, ‘bizim iktidarımızdan şüphe ediyorsanız, inşa ettiğimiz eserlere bakın’ sözlerini doğrudan tasdik etmektedir.[6]
Timuroğulları döneminde birçok bölgede, örneğin bugünkü Afganistan’daki Belh’te (15. yüzyıl: Ebu Nasr Parsa Camii-Yeşil Camii ve Herat’ta (1437: Cevher Şad Medresesi ve türbesi) veya İran’daki Meşhed şehrinde (15. Yüzyıl: Cafer Şad Camii) fevkalade yapılar inşa edilmiş olmasına rağmen, aşağıda bugünkü ehemmiyetine mütenasip olarak, sadece Timuroğullarının yaptırdığı muhteşem tarihi eserler “Maveraünnehir’deki” mufassal bir şekilde izah edilecektir.
Hala muhafaza edilen ve tekrar ziyarete açık tarihi eserlerin yanı sıra -burada söz konusu olan etkileyici harabeler ve buralarda restore edilen muhteşem Camiler ve medreseler- Timuroğullarının büyük kültür zihniyetini yansıtan daha başka kanıtların ve tanıkların mevcudiyeti, örneğin bilimsel, edebi ve uygulamalı sanatlar alanında ortaya koyulan birçok şaheserler; aynı şekilde değişik zamanlarda yazılan sayısız seyahatnameler; Timur, Timuroğulları ve onların mirasları hakkında yayımlanan birçok bilimsel çalışma bu bağlamda zikredilmek zorundadır.
Timuroğulları’nın Orta Asya’da Semerkant ve Özbekistan’daki Mimari Sanatı
Semerkant’ta belli bölümleri hala ayakta olan tekrar tamir edilen veya sadece harabe olarak ziyarete açık olan ve başka hiçbir yerde olmayan tarihi eserler Timuroğullarının mimari sanatının gelişmesinin özellikle etkileyici kesitini sunmaktadır. Bunlar daha çok yüzyıllar boyu İslam mimarisi içinde sonsuz saygınlık ve hayranlık uyandıran Türbeler, Camiler ve Medreselerdir. Bunlar gerçekten “yüksek ve muazzam şekillerde başlayan ve mutena bir zerafetle biten bir sanat inkişafının temel taşlarıdır”.[7]
Timuroğulları döneminde inşa edilen ve birbirine yakın hususi bir tarzın mimari bütünlüğünü teşkil eden türbelerden ve camilerden meydana gelen bu yapı bütünü Şah-ı Zinde’nin türbesidir. Afrasyab’ın yüksek bir tepesinde bulunan bu yer, daha Moğollar öncesi dönemde ihtiram gösterilen bir yerdi; çünkü burada Hz. Muhammed’in yeğeni Kussam b. Abbas’ın irtihal ettiğine inanılıyordu. Bunlar, bugün hâlâ açık bir mezarlığın ortasında bulunan türbeye “Şâh-ı Zinde”-Yaşayan Şâh-isminin niçin verildiğinin de bir sebebidir. Timur’un bu kutsal dağı kendi akrabalarına ve sadık arkadaşlarına mezar olarak ayırması için bu efsane yeterli bir sebep olmuştur.
Bundan dolayı süsü olmayan kiremitle yapılan türbe ile birlikte bir cami, kurban ve ibadet yerlerinin de olduğu Kussam İbn Abbas türbesinin (1435) bulunduğu yer, ölü şehrin “asıl hücresi” olarak kabul görmektedir. Bazı bina yıkıntıları -örneğin 11/12. Yüzyıldan kalma ufak bir minarenin duvarı gibi- Moğollar öncesi zamandan kalmışlarsa da, bugün tekrar ziyaret edilebilen bölümler XIV. ve XV. yüzyıllardan kalmadır.
Muhteşem bir ustalıkla oyulan ve fildişi ile süslenen kapı (1405) ‘kutsal mekanın girişinde bulunmaktadır. Kutsal mekanın önünde duran mezarlık camisinin batı duvarında bulunan, parıldayan mavi ışıklar saçan, fayans mozaiklerle ve beyaz Kur’an ayetleriyle işlenmiş haliyle mihrap, hem merkezi konumda bulunmakta ve hem de ilgileri üzerine çekmektedir.
1334 yılında, eğer gerçekten bu yılda inşa edilmediyse, duvarları yeniden onarılan Ziyâretgâhın (ziyârethâne) dekoru çok şaşaalı ve masraflı bir intiba vermektedir: Bu dekorun ana unsuru kesilmiş, cilalanmış fırınlanmış toprak ve farklı mavi tonlardaki fayanslardır. Buna ilave olarak yapılan mütevazı görünümdeki odada, çok basamaklı rengârenk seramik levhalarla süslenmiş Şâh-ı Zinde’nin mezarı olarak hürmet edilen bir boş mezar bulunmaktadır.
En eski eserlerden olan ve hâlâ muhafaza edilen Şâh-ı Zinde türbesine 1360 yılında Semerkantlı bir usta Fahr Ali tarafından inşa edilen ve mezarlık yolunun en sonunda sol tarafta bulunan Şâh Arab ve Hoca Ahmed (Yesevî) türbeleri de dahildir. Her iki türbe de, yapı stili bakımından birbirlerine benzerlik göstermektedirler: Bu köşe bingisinin üzerine oturtulmuş kubbesiyle küp şekilde inşa edilmiş bir yapıdır. Dekorda ise, gözle görülebilir farklılıklar belirginleşmektedir. Şâh Arab türbesinin süslemesinde kullanılan şekillerin, renklerin, örnek ve motiflerin -ustaca resmedilmiş çiçeklerin ve kalligrafik unsurların- ziyaretçiler üzerinde nasıl bir tesir bıraktığı, onların defalarca taklit edilmesinden ve kopya edilmesinden anlaşılmaktadır. Hoca Ahmed türbesine gelince; Cohn Wiener’e[8] göre, siyâh renkteki nakışlarla bezenen çinilerden ve koyu mavi renklerden oluşan bir kuşaktan oluşan dış cephedeki pervazda kullanılan tekniğin Orta Asya’da eşi benzeri olmamasına rağmen Mezopotamya ve Suriye’de sıklıkla kullanıldığı gözlemlenmiştir. Eğer bu türbenin dekorunu daha mufassal bir şekilde Şâh-ı Zinde’de bulunan diğer türbelerle mukayese edersek, bu tekniğin zaman içerisinde sistematik olarak -sadece Timuroğulları zamanında- iyileştirildiği ve geliştirildiği, ayrıca süsleme sanatının şekil zenginliğinin sürekli bir tarzda geliştirildiği belli olmaktadır.
Geniş çapta yapılan kazılardan, takriben 100 metre uzunluğundaki mezar yolunun, bunların yanı başına inşa edilen türbelere göre daha eski olduğu tahmin edilmektedir. Anlaşılan bunlar, Moğollar öncesinin şehir yolunu takip ederek, Marakanda’nın şehir surlarının bulunduğu yerde sona eriyordu. Bu gün bu yerde, hepsi Timur dönemine ait olan ve fayans süslerinin İslâmî mimari sanatının zirvesini teşkil eden türbelere götüren yola açılan bir cümle kapısı bulunmaktadır: Bu türbeler Şâdî Mülk Ata, Emir Hüseyin, Şîrîn-Bika Aka ve Emirzâde’ye aittir.
Şâh-ı Zinde külliyesine ait en güzel ve en iyi muhafaza edilen türbelerden biri, şüphesiz Şâdî Mülk Ata türbesidir (1371). Mimari hususiyeti ve fevkalade dekorasyonu cihetiyle bu türbe, Timur dönemi mimarlarının mimari sanatı için bir örnektir. Sadece türbenin sade şekli değil, aynı zamanda, özellikle dış cephesi göz doldurmaktadır. Sade bölümlerinin ve zarif sanatsal süsleme tekniğinin, bütün İslâm âleminde olmasa bile, Orta Asya’da Timuroğulları mimari sanatının en güzel örneklerinden birisi olarak görülebilir. Mavi-beyaz cilalı, kesilmiş fayanslardan oluşan sık döşenmiş ve açık ve koyu mavi renkte irili ufaklı çiniler, tuğlalardan yapılmış duvarı tamamen kaplamaktadır. Buna rağmen yüksek ön cephe ne fazla süslü ve ne de yeknesak bir görünüm arzetmektedir. Kayda değer bir diğer husus ise, Çin mimari sanatının göz ardı edilmesi mümkün olmayan etkisidir. Girişik bezemelerde olduğu gibi, örneğin çatal süslemelerinin yanı sıra, ikinci motif olarak kanat süslemelerindeki zenginlik, İpek Yolu’nda (üzerinde) hareketli mal değişimi yanında yoğun bir şekilde sanat ve zanaat sahalarında da bilgi ve tecrübe alışverişinin meydana geldiğine dair bir delil olarak ortaya çıkmaktadır.
Emir Hüseyin (Tuğlu Tekin) (1376) türbesinden maalesef sadece çeşitli örneklerle -açık maviden koyu mavi ve beyaza kadar- hepsi kesilmiş fayanslardan oluşan süslemelerle kaplı olan ön cephesi kalmıştır. Canlı ve coşkulu harflerle yazılmış bir kitabede şöyle bir ifade yer almaktadır: “Benim sarayıma bir bak, Satürn (yıldızı) kendini onunla kıyaslayamaz!”[9]
Timur tarafından kız kardeşi Şirin Bika Aka (1385) için yaptırılan türbenin özellikle süslemeli ön cephesi dikkat çekmektedir; Burada kesilmiş cilalı porselen mozaikler-çiçek süslemeleri, büyük sarmaşık yapraklı (filiz) motifleri, sülüs tarzında geniş yazı kabartmaları ve devamlı tekrarlanan çivit ve deniz mavisi tonlardaki kıvrımlar bulunmaktadır. Bütün hepsi, her şeye hayat veren yeşil vaha, ümitvar olmanın resmidir. Pugatşenkova, bu türbenin yapısında, “Timur’un 1385 ve 1386 yıllarında Azerbaycan seferleri esnasında Tebriz’in fethedilmesinden sonra “kendi” şehri Semerkant’a getirttiği ustalardan birinin” katkısı olduğuna inanmaktadır.
Emirzâde’nin (1386) Türk mavisi (Turkuvaz) renginde parlak ön cephesi, Timur’un sadık dostlarından büyük bir şahsiyetin kabri, özenle bölümlere ayrılmış bir alanın, akıllıca ve sanatsal değeri yüksek olan kabartma yazılarla girişik bezemelerle, kıvrımlarla, temeli ve başlığı işlenmiş köşe sütunları ile nasıl doldurulduğunu ve âdetâ hayat verildiğini göstermektedir.
Özellikle açık renkleri ve süslemelerin şekillendirilmelerinde ince çizgi kullanımıyla dikkat çeken Tuman-Aka türbesi, pervazları rengârenk seramik ile kaplama sanatının gelişmiş tecrübe sürecine iyi bir örnek teşkil etmektedir. Çiçekli motifleri ve ustaca biçimlendirilmiş iç içe geçmiş sülüs yazıları, Orta Asya mimari sanatının en görkemli örnekleri olmalıdır.
Kadızâde Rûmî Türbesi de (1435) aynı şekilde XV. yüzyılın ilk yarısından kalmadır. Birbirlerine benzetilmeye çalışıldığı açıkça görülen turkuvaz renkli kubbeler ve kutsal ifadeler içeren veya yuvarlak tuğla mozaiği ile süslenmiş basit tuğla duvarlarının pervazlarından zarif bir şekilde yükselen kümbetler, çok uzaklardan dikkat çekmektedirler. Türbenin iç kısmında aşırı süslemeden feragat edildiği için, bu mimari eserin zerafeti ve âhengi özellikle ifade bulmaktadır. Önceleri kabul edildiğinin aksine, muhtemelen bu türbenin Uluğ Bey’in vaktiyle hocası olan meşhur gök bilimci Kadızâde Rûmî’ye ait olduğu söylenemez.
Gösterişsiz tuğla mozayiği içinde muhafaza edilen bugün Şâh-ı Zinde’nin aşağı giriş kapısını teşkil eden Uluğ Bey’in cümle kapısı (1435), eski Afrasyab şehir mezarlığında bulunmaktadır. Uluğ Bey’in oğullarından biri olan Abdülaziz Bahadır, kitabede eserin sahibi olarak yer alıyorsa da, bu yüksek ve üst üste konulmuş mihrap gibi üç bölüm halinde inşa edildiği anlaşılan cümle kapısına ilaveten bir çardak (dört yay) yaptıran baba Uluğ Bey’in kendisiydi. Dört tarafından açık olan on iki köşeli kubbe, tonuz (kemer) ve köşeler üzerine oturtulmuştur. Denge açısından bakıldığında kubbelerin asıl ağırlığı tamamıyla köşelere bindirilmiştir.
Bugün öncelikli olarak aile üyelerinin ve yüksek düzeyde şahsiyetlerin medfun bulunduğu Şâh-ı Zinde mezarlığı, sadece Orta Asya’da değil, Timuroğulları mimari sanatının çeşitliliğinin ve güzelliğinin en ilginç tanıkları olarak durmaktadır. Semerkantlı Ebû Tâhir Hoca hayranlıkla şunları ifade etmiştir: “Mavi renkli gökyüzü Şâh-ı Zinde’ye baktığında gıpta ile bu dönemin çehresini görmüştür o, şimdiye kadar böyle muhteşem güzellikte eserler görmemişti”.[10]
Timur, düşmanlarına karşı kullandığı şiddetin aynısını sevdiği şehrin insanlarına karşı da uygulamaktaydı. Meselâ, büyük İpek Yolu üzerinde -âdet olduğu üzere- Doğu ile Batı arasında bir mola yerinde olması gereken şehir merkezinde bir ticaret ve zanaat merkezi kurmak için, Clavijo’nun haber verdiği gibi, “hiçbir uyarı yapmaksızın” şehir sakinlerinin mal ve mülklerini gasp etti. Tekrar tekrar eskiyen (yıpranan) veya harap olan ve yeniden inşa edilen ticaret merkezinden bugün dikili hiçbir şey kalmamışken, Afrasyab şehrinin devamı olarak kurulan bugünkü Semerkant’ın merkezinde kalan bilhassa camiler, türbeler ve medreseler 600 yıl sonra bile Timuroğullarının mimari sanatının şan ve şöhretinin izlerini taşımaktadır.
Semerkant’ta en eski tarihi eserlerden olan ve hâlâ muhafaza edilen eserlere XIV. yüzyılın seksenli yıllarında ölen Şeyh Burhaneddin Zağarcı’nın kabri olan Ruhâbâd Türbesi (1380) de dahildir. Şayan-ı dikkat olmayan cümle kapısıyla bütün haşmet, azametiyle duran mezar kubbesi, merkezî bir türbe için eşi az bulunur bir örnek teşkil etmektedir. Sade bir kiremit duvar işçiliği ile yapılan pervazlar rengini, sadece kemerlerin (tonozların) üzerinde dikdörtgen şeklinde kesilmiş cilalı tuğla ile döşenmiş levha çerçevelerinden almaktadır. Türbenin iç mekanı da mütevazıdır: Konik şeklinde genişleyen kubbeden dikey bir şekilde yükselen (ve) sarkıklarla doldurulmuş köşe, kare şeklinde bir kaidenin üzerine dayanmaktadır. Ruhâbâd, Gur Emir Türbesi ile yükselme dönemine ulaşan Timuroğullarının mimari sanatının ilk başlangıcını oluşturmaktadır.
Daha Timur zamanında veya ölümünden kısa bir süre sonra (14 Şubat 1405) Gur Emir Türbesi’nin (Şehzâde Türbesi) inşası bitirilmiştir. Bu (türbe) sadece büyük bir fatih olarak değil aynı zamanda İslâmî tarzda mimarinin sahibi olarak tarihe geçen şahsa ithaf edilmiştir. O zamanlara göre eşi benzeri olmayan iki yüzyıl boyunca Orta Asya, Pers ve Afgan mimarisine belgelenebilir bir şekilde kılavuzluk eden böyle bir türbeyi, Brandenburg’a[11] göre birçok mimarın ve inşaat ustasının ortaklaşa yaptığı bir eser olarak değerlendirmek mümkündür.
Gur Emir’e hakim olan unsur, 34 metreye kadar yükselen oluklu (kaburga) şeklinde dikey oluklarla süslenmiş çanak ile muhteşem görünen kavun şeklindeki kubbesidir. Bu çadıra benzeyen kaburga kubbe, rengârenk mozaik örneğinde kûfî yazısı ile hâlâ görülebilir şekilde, “Allah’ın ebedî” olduğunu ilan eden silindir şeklindeki kemer tarafından taşınmaktadır. Kobalt ve turkuvaz renklerin hakim olduğu kare ve dikdörtgen şeklinde kesilen sayısız ufak taşlar, kubbenin bütün yüzünü kaplamakta ve itinalı bir şekilde devamlı tekrar eden hususi örnekler oluşturmaktadır. Yarım daire şeklindeki kaburgalar, devamlı bir şekilde değişen aydınlık (gün ışığı) ve bundan neşet eden gölgenin etkisi, seyredenlere zaman ve mekan algılamasında önemli bir intiba uyandıracak şekilde girift bir şekil oluşturmaktadırlar.
Oldukça güzel bir şekilde süslenmiş olan iç mekana girildiğinde, bu yükselen salonun dışardan türbeye bakıldığında, içerisinin nasıl olduğu ile alakalı tasavvur edilen beklentiyi kısmen doğrular biçimde olduğu görülmektedir. İç kubbenin dış kubbeyle aynı olmadığı gerçeği özellikle dikkate şayan bir husustur. Kubbenin iki katmanlı olarak inşa edilmesi, iç kubbeye basık bir görünüm kazandırırken – aynı zamanda hemen dikkat çeken- dış kubbenin oldukça yüksek görünüm kazanmasını sağlamaktadır. Timur’un bizzat kendisinin Şam’daki Emevî Câmiî’nin mihrabının önündeki ahşap çift kubbe mimari tarzını tuğlalardan ördürerek yaptırdığı söylenmektedir. Çok sayıdaki örneklerde de görüldüğü gibi bu teknik (tarz) İslâm mimarisini oldukça etkilemiştir.
Türbenin iç kısmında, üzerinde bir hücre pervazı (süs kuşağı) ve -Timur’un hayatını anlatan- akik taşlarından yapılmış yazı kuşağı, döşenmiş altı köşeli, ışığı yansıtan beyaz mermerden yapılmış kaidelerden meydana gelmektedir. İç kubbenin yüzey süslemesi için, altın sarısı yüzey üzerinde girişik bezemeler ve sıvanın üzerine yapıştırılan mukavvalar kullanılmıştır.
Timur ve onunla birlikte oğulları Miranşah ve Şahruh, torunları Uluğ Bey ve Muhammed Sultan aynı zamanda da veziri Kumar İnak ve (Timur’un hocası) Medineli Şeyh Said Berke mahzende medfundurlar. Onların mezar taşları ise, türbenin ortasında herkesin mahzende medfun olduğu yerin üzerine gelecek şekilde yerleştirilmiştir.
Türbenin ön tarafındaki cümle kapısını yapan mimar İsfahanlı Muhammed İbn. Mahmud’dur. Dedesine özenerek sadece Semerkant’ta değil, Orta Asya’nın diğer şehirlerinde de (Buhara, Keş) hummalı inşaatlar başlatan Uluğ Bey, bir zamanlar sağ tarafında bir dergâh ve sol tarafında bir medrese bulunan şaheser avluyu (1434) inşa ettiren şahıs olarak bilinmektedir. Bu türbe defalarca tamir edilmesini ve Orta Asya, İran hattâ bütün Türk illerindeki tarihî İslâmî eserlere esin kaynağı olmasını, bu hükümdarın şöhretine borçludur. Gur Emir bugüne kadar büyüleyici cazibesinden hiçbir şey kaybetmemiş ve muhteşem görünümü sade âhengi ve paha biçilmez süslemeleri ile İslâm dünyasındaki diğer bütün türbelerden üstün bir konumdadır.
Orta Asya’daki Orta Çağ’dan kalan tarihi eserler arasında Bibi Hanım Camii (1404) hiç şüphesiz Timuroğulları mimarisinin en güzel eserleri arasındadır. Söylenildiğine göre, Yeni Delhi’deki “bin sütunlu cami” örnek alınarak Timur’un Semerkant’a getirdiği mimarlar heyeti tarafından tasarlanan ve tahminen dört yıl gibi bir sürede inşaatı bitirilen bu cami, bir zamanlar doğunun en güzel camiiydi. Timur’un bizzat kendisinin Hindistan’dan döndükten sonra, tipik bir (Dört-Eyvan-Yapısı) olan caminin yapımı için emir verdiği söylenmektedir.
Bibi Hanım Camiinin aslına uygun bir şekilde yeniden inşa edilen, onarılan yerleri ve hâlâ muhafaza edilen harabeleri bugün bile kendi içinde bir bütünlük arz etmekte ve birçok yapılardan meydana gelen bir zamanların bu büyük eserini son derece canlı bir şekilde gözümüzde canlandırmaya vesile olmaktadır.
Bu eserin sadece ana binası bile, devasa ve muazzam yapısından dolayı takdire şayan bulunmaktadır. Yarım daire şeklinde yeniden aslına uygun yapılan iç kubbe hâlâ zamana mukavemet ederken, 44 metre yükseklikte, kavun şeklindeki kubbe parlak mavi renkte fayans döşenmiş ve silindir biçimindeki bir kemer (kasnak) üzerine oturtulan dış kubbesi, Semerkant’ın sembollerinden birini oluşturmaktadır.
Ana binanın ön cephesinin düzenlenmesinde kullanılan süslerin çeşitliliği bitimsiz bir görünüm ortaya çıkarmaktadır; (Ön cepheyi), “Mozaik tekniğini inkar edercesine ve bir fırçadan çıkmışçasına canlı çizgilerle meydana getirilmiş” renkli levhalar içinde kalayla kaplı döşemeler ve parlak çiniler ile bitki ve yazı süslemeleri oluşturmaktadır.
1897 yılında meydana gelen bir depremle yerle bir olan fakat buna rağmen büyük masraflarla yeniden aslına uygun bir şekilde inşasına çalışılan yüksek eyvan ile iki yanında yuvarlak tarzda minarelerin bulunduğu cümle kapısı Bibi Hanım Camii’nin asıl girişidir.
Semerkant’ın merkezinde bugün Kum Meydanı’nın olduğu yerde, henüz Timur zamanında – sadece 20 gün içinde inşaatının tamamlandığı söylenen- (Tim olarak adlandırılan) büyük kubbeli bir Pazar vardı. Birkaç yıl sonra, kendi alanında eşi benzeri olmayan 60×70 metre ölçülerindeki bu meydanı yıktıran Uluğ Bey’in kendisiydi. Sonraları büyük resmi geçitler burada yapılmaktaydı, kanunlar burada halka duyurulmakta, idamlar burada infaz edilmekte ve (1868’de hâlâ uygulanan) kesilen kafalar burada uzun sırıklara takılarak meraklı halka gösterilmekteydi. Yüzyılların akışı içinde bu ‘Kum Meydanı’ defalarca tadilat görmüş ve kervansaraylar, camiler, bir Hanaka ve medreseler yapılmış tekrar yıkılmış ve yine tekrar inşa edilmiş ve nihayet bu Kum Meydanı’na karakteristik özelliğini veren ve onu Mâverâünnehr’in en güzel ve en büyük meydanı -bugün Özbekistan’da- yapan kalıntı kalmıştır: Dikdörtgen şeklinde yanyana inşa edilmiş Uluğ Bey, Tella Karı ve Şîr Dâr medreseleri ve cümle kapısı hizasına yapılmış üç eyvanın bulunduğu geniş bir alandan oluşmaktadır.
Uluğ Bey Medresesi (1420) her bakımdan harikulade ve mükemmel yapısıyla Orta Asya’daki en eski, aynı zamanda yüzyıllar boyu süren bir inkişafın sonucu olan ve İslâm medreselerine örnek teşkil eden bir eser olarak görülebilir. Meşhur gök bilimci Uluğ Bey’in saltanatı döneminde, (1417-1420) yıllarında inşa edilen ve giriş eyvanı pervaz genişliğinin üçte ikisini kapsayan büyük bir Piştak, medresenin giriş kısmını teşkil etmektedir. Kış camiinin içine, iki katlı olarak inşa edilen öğrenci odalarının bulunduğu ve haç şeklinde dört eyvanın bulunduğu kare şeklindeki bir iç avludan geçilerek varılmaktadır. Titiz bir şekilde yapılan onarımdan sonra, açık bir yüzey üzerine işlenmiş turkuvaz ve leylak renginde tuğla süslemeleri ile geometrik şekilde büyük alanlı pervazlar yine göze çarpmaktadır. Büyük bir ustalıkla renkli çinilerden oluşturulan mozaiklerden meydana gelen örnekler, alışılmışın dışında zengin ve hayal gücü geniş bir durum meydana getirmektedir: Düğümler, kûfî tarzında yazıtlar, çokgenler, yıldızlar ve çiçek motifleri, çok çeşitli ve sayılamayacak kadardır. Aynı şekilde süslemenin yapılmasında kullanılan teknikte hayretâmiz bir husustur; çok düzgün bir şekilde kesmeler, ince desenler, açık renkler ve çok yüksek kalitede cila işçiliği. Uluğ Bey Medresesi’ne bakıldığında, buranın o zamanların ilmini, sanatını ve tekniğini ortaya koyan ve açıkça görülen yüksek düzeyde bir yüksek okul olmasının ötesinde, başka bir amaç güdüldüğü intibaını verdiği anlaşılmaktadır.
Bir kaya içine yerleştirilmiş muazzam açıölçer (minkale) kalıntıları, 1909 yılında Wjatkin tarafından yapılan kazılarda ortaya çıkarılan Uluğ Bey’in meşhur Rasathanesi’nin (1429) çekirdeğini oluşturmaktadır. Bu araştırma merkezi Uluğ Bey’in talimatları doğrultusunda tasarlanmış ve inşaatı büyük bir ihtimalle 1429 yılında bitirilmiştir. Bu rasathane, o zamanın dünyasında en modern rasathane olarak tanınmaktaydı. Burada çalışan bilim adamları, dürbünsüz ve teleskopsuz ölçümler ve bilimsel yöntemlere dayalı araştırmalar yapmaya; sadece Yakın Çağ’a kadar büyük kıymeti haiz olmayan, aynı zamanda günümüz tekniğinin yardımıyla önemli ölçüde (kıymeti) kanıtlanan yıldızların konumunu gösteren tabelalar hazırlamaya muvaffak olmuşlardır.
Semerkant’ın kuzey sınırında uzanan, 800 metre yükseklikteki Çoban-Ata Dağı’nda bulunan, önceleri, Çoban-Ata (Çobanların hâmisi) olarak hürmet gösterilen ve ziyaretçisi çok bir ziyaretgâh olan Çoban-Ata Türbesi (1430?), burada, türbe tanımını karşılayacak herhangi bir mezar bulunmaması sebebiyle, sadece mimari bakımdan bir türbe özelliğini taşımaktadır. Fakat ‘Çoban-Ata’ sadece, burada muhtemelen ilk defa haçtonoz (haçkubbe) inşası kullanıldığı için zikredilmeye değer bir türbedir.
‘İşrethâne’nin yakınında, eski mezarlık sahasında, değişik zamanlarda inşa edilen ve bir ev ile (sarnıç) ve sayısız ağaçlar ve çalılar, âhenkli bir tarzda birbirleriyle mütenasip olan bu yapı kompleksinin bütününe dahil olan Hoca Abd-i Derûn Türbesi bulunmaktadır. (’Derûn’ -dahilde olan- yani, şehir surlarının (duvarlarının) dahilinde bulunan türbe). Bu külliyedeki ağırlık noktasını, muhtemelen Uluğ Beyin XV. yüzyılın ilk yarısında XII. yüzyılda inşa edilen bir türbenin önüne yaptırdığı Hanaka teşkil etmektedir. Bu, yoğunluklu bir şekilde pencereli ve silindir şeklinde olan ara bölmeler üzerine oturtulmuş Kubbe ve ön tarafa bina edilmiş Piştak bulunan tipik Timuroğulları mimarisidir.
Uzun zamandır değişik ihtimallerden bahsedilmesine sebebiyet veren şâyân-ı dikkat bina, Ebû Said’in eşi Habibe Sultan-Begüm’ün en büyük kızı için yaptırdığı ve daha sonra Timur sülâlesinden çocukların ve kadınların mezarı olarak kullanılan İşrethâne (1464) türbesidir. ‘İşrethâne’ ismi (Eğlence Evi) manasında olmasına rağmen, daha sonraları birçok spekülasyonun yapılmasına sebep olmuştur. Deprem ve savaşlar, yağma ve cahilce yapılan öfke dolu tahripler, vaktiyle Orta Asya’nın en güzel mimari yapılarından sayılan ‘İşrethâne’nin bugün sadece bir harâbe olarak kalmasına sebebiyet vermişlerdir. Dış dekorasyonda az sayıda mozaiklerin ve çinilerin yanında tuğla örmenin sıcak renk tonları öne çıkarken, iç kısımda bulunan odaların dekorasyonu, hemen hemen eskiden mümkün olan dekorasyon tekniğinin bütün varyantlarını göstermektedir. Burada görünüşte ilk kez icra edilen kubbe tekniği, daha büyük kemer açıklığının iki ucunu bir araya getirmeyi mümkün kılan ve çapraz kenar ortay tekniği özellikle zikre değer bir husustur.[12]
Semerkantlı Timuroğullarının sonuncusunun mezarı olan Ak-Saray Türbesi (1476), Gur-ı Emir’den pek uzakta değildir. Bu türbe, Gur-ı Emir’e kıyasla, mütevazı büyüklüğe ve dekorasyona sahip, mimari yapısı cihetiyle özellikle dikkate şayan bir binadır. Bu yapıda ilk kez geleneksel dik açılı birbiriyle buluşan iki duvar arasındaki mihrap benzeri kabartılı (kubbeli) kemer sistemi yerine -yapı temelinin kare şeklinden kubbenin daire şekline geçişi olarak-, kubbenin haçtonoz kaburgası önemli ölçüde taşıma gücüne sahip bir yapı ve baklava şeklindeki kubbe bingisi ikame edilmiştir. Münferit yüzey elemanlarından merkezde yükselen kubbe tepesine keskin geçiş, daha önce olduğu gibi süslü sarkıtlarla yumuşatılmıştır.
Şehr-i Sebz (Yeşil Kent) Özbekistan
Timur’un arzusuna göre, Timuroğulları Devleti’nin başkenti Semerkant’ta değil, kendi doğum yeri olan Şehr-i Sebz’de kurulmalıydı. Timur tarafından tasarlanan ve yapılan sayısız kısmen âbidevî çapta olan yapılar, Timur’un hırslı tasarımlarının yıllar boyu takipçisi olduğu düşüncesini ortaya çıkarmaktadır.
On bir metre yükseklikteki duvarlar ile tahkim edilen ve merkezinde bir pazar, üzeri kubbe ile kapatılmış bir çarşı ve hamamlar bulunan şehre girişi mümkün kılan altı şehir kapısı vardır. Şehir merkezine pek uzak olmayan, kuzeydoğuda, Timur’un kendisi için inşa ettirdiği Ak Saray’ın (1380) bulunduğu Kumluk (Rigestân) bulunmaktadır. Bugün hâlâ bu fevkalade sarayın harabeleri bile büyük ilgi uyandırmaktadır. Önceleri kemer istinat noktaları arasındaki açıklığı 22 metreden fazla olan büyük cümle kapısının yüksek kuleleri nispeten iyi muhafaza edilmiştir. Cilalı (sırlı) ve tesviye edilmiş, kendi tabîî rengi olan sarı kahverengi ve açık mavi tuğlalardan müteşekkil yüzeyin tamamına döşenmiş tuğla örnekleri, geometrik süsler oluşturmakta ve beyaz renkte yazılmış harfler gayet sarih bir şekilde şunları ifade etmektedir: “Allah, Sultan’ın ömrünü uzun kılsın!” Sarayın iç mekanında taş döşeli ve kemer altılarla çevrili bir avlu ve büyük bir sarnıç bulunmaktadır. Avlunun arka tarafında altın sarısı ve mavi renklerde çinilerle bezenmiş ve rengârenk boyanmış sayısız odaları olan irili ufaklı binalar mevcuttur; görünüşe göre, Cohn-Wiener’e[13] göre, vaktiyle Ürdün’deki Mışatta’nın inşasından bu yana Asya’da en önemli islâmî saray mimarisi olduğu şüphe götürmez devâsâ bir saray idi.
Şehrin güneyinde, Timur ve halefleri tarafından inşa ettirilen ve bugün hâlâ mevcudiyetini koruyan değişik tarzda camiler ve türbeler bulunmaktadır. Dâru’s-sa‘âdet (1380) yapı kompleksi ise, hususi bir atmosfere sahiptir; 70×50 metre büyüklüğünde bir alan ve bu alanda Timur’un kendisi ve âilesi için inşa ettirdiği Hazret-i İmam (1380) türbesi bulunmaktadır. Kare şeklinde bir alan üzerine yapılan ve duvar hücreleriyle genişletilen iç mekan, tepeye doğru daralan (sivrilen) çadır tavanlı, on altı cepheli bir kaide üzerinde yükselmektedir. Bu yapı, Harezmli ustaların Şehr-i Sebz’de de (Yeşil Kent) çalıştığı düşüncesini doğurmaktadır.
Uluğ Bey zamanında inşa edilen Gök Gumbaz Camii (1436)-Mavi Cami-, muhtemelen Semerkant’taki Bibi Hanım Sarayı Camii örnek alınarak yapılmıştır. Yüksek ve fevkalade tanzim edilmiş giriş Piştak’ı olan ve yeniden inşa edilen çifte çanak kubbeli bu cami -içerideki kubbe asma bingili ve dışta kalan kubbe ise, turkuvaz renkte çiniler ile bezenmiş ve kavun şeklinde- Şehr-i Sebz’in (Yeşil Kent) en önemli mimari yapılarındandır.
Buhara-Özbekistan
“İlim tahsili kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır”. Uluğ Bey’in döneminin bu karakteristik ifadesi, meşhur Mahmud İsfahânî’nin (Semerkantlı Mimar) torunu İsmail b. Tâhir tarafından inşa edilen Uluğ Bey Medresesi’nin (1417) kapısındaki kitâbede mevcuttur. Bu sade Bilim Yuvası’, aydınlık ve özellikle âhenkli ilâve yapıları ile göze çarpmaktadır. Görünüşe göre, yüzyıllar boyu medrese yapımında bir prototip teşkil eden bu medrese, Orta Asya’da bugün hâlâ mevcut olan ve muhafaza edilen medreselerin en eskisidir.
İlginç ve bir o kadar da nadir rastlanan süs öğeleri, maviye boyanmış, eyvan-cümle kapısının dış kenarları boyunca devam eden ebrulu çizgi tarzını meydana getirmiş ve Renz’e göre,[14] “ebedî serinlik veren Cennet ırmağının (kevser) bir tasviri olarak” yorumlanabilir. Girişin sağında ve solunda, üzerleri kubbe ile örtülmüş odalar bulunmaktadır: Bir cami (solda) ve üzerini örten kubbe sistemi bir kemere değil, aksine birçok büyük yarım küreye istinat eden bir dershânedir. Daha önceki mozaik ve çini dekorlardan çok fazla bir şey kalmamıştır. Zira 1585 yılında -onarım çalışmaları sırasında- eksik olan ve kırılan çiniler, daha az kıymette olan çinilerle onarılmaya çalışılmıştır.
Taşkent-Özbekistan
Küçük bir tepe üzerinde bulunan Kukeldaş Medresesi (1420?), yapısı ve dekorasyonu ile Buhara ve Semerkant’taki ilk örneklerini hatırlatmaktadır. Tepeden tırnağa onarılmış olması sebebiyle, fayanslarla zengin bir şekilde bezenen ana ön cephesi zikretmeye değer bir husustur.
Aynı şekilde, bünyesinde bir türbe, bir medrese, bir cami ve değişik konaklama binaları olan Zengi-Ata külliyesi de (XIV. yy.) son derece ilgi çekmektedir. Bu, manastır benzeri yapının merkezinde, Timur’un talimatı ile Zengi olarak adlandırılan Şeyh Ali Hoca’nın defnedilmesi için inşa edilen Zengi Türbesi bulunmaktadır. Daha önce Uluğ Bey zamanında tadilat gören türbe, eğer ölçülerinden bahsedilecek olursa, nispeten küçüktür ve üzeri kubbe ile kapatılmış iki bölümden müteşekkildir: Bu bölümler Ziyarethâne ve Gurhânedir. Daha önceleri sahip olduğu zengin donanımdan geriye sadece sayıca az mozaik parçaları kalmıştır. Rengârenk mozaiklerle bezenmiş ve türbeye giden yola açılan büyük Piştak fevkalade etkileyicidir.
Türkistan-Kazakistan
Türkistan şehri ilk kez X. yüzyılda, önceleri “Şavgar” daha sonraları ise, “Yesi” ya da “Yesemi” olarak zikredilmiştir. Timur burada 1394/95 ve 1397 yılları arasında, bugün Timuroğullarının mimari eserlerinden kabul edilmesi gereken bir cami ve içinde bir türbe yaptırmıştır. Bu türbeli cami, 1146 yılında vefat eden meşhur Hoca Ahmed Yesevî’ye hasredilmiştir. Meşhur İranlı mimarlar tarafından tasarlanan ve inşa edilen, muhtemelen tamamen bitirilemeyen bu cami, iddialı kuşbakışı tasarı çizimi ve âbidevî ölçüleri nokta-i nazarıyla temayüz etmiş bir yapıdır. Bu yapının manevî merkezi, yüksekliği muazzam bir kaideye istinat eden kaburgalı dış kubbe ile donatılan türbenin (mezarın) bulunduğu kısımdır. Muhtemelen Orta Asya’da ilk olan bu kutsal mekan, 35 adet birbirinden farklı yapılara sahiptir; bunların arasında, bir cami, namazgâh, kütüphâneler ve bir de Hanaka bulunmaktadır. Bu yapı, Türkistan’da sanatsal olarak imal edilmiş bir araç-gereç ve kapı kolleksiyonu ile de meşhurdur. Bizzat Timur’un talimatlarıyla yapılan ve 1399 yılında dökülen yaklaşık iki ton ağırlığındaki bronz havuz ve alışılmamış büyüklükte iki şamdan özellikle zikredilmesi gereken diğer hususlardır.
Anau-Türkmenistan
Timuroğulları dönemine ait orijinal mabedlerden biri, Horasan hakimi Şahruh’un (1450-1457) torunu Abdulkasım Babür döneminde inşa edilen, muhtemelen Şeyh Cemaleddin’e ithaf edilen (hürmeten yapılan) iki katlı kubbeli meşhur Kale Camiidir (1457). Bu âbidevî yapı, 1948 yılında meydana gelen depremde ağır hasar görmüştür. Ana ön cephesini, üst kısmı iki uzun minarenin teşkil ettiği 21 metre yükseklikteki Piştak oluşturmaktadır. Cümle kapısı üzerindeki kemerde bulunan dekor hususiyetle göze çarpmaktadır: Mavi zemin üzerine siyah-beyaz renkte resmedilen iki ejderha ve bunun üzerinde dikdörtgen şeklindeki bir zemine nesh karakterleri ile yazılmış Kur’ân yazısı vardır; mavi arka plan üzerine beyaz harflerle yazılmıştır. Bu yapının müessisi olduğuna inanılan ejderhalar kaybolmuş, ancak bunlar efsanelerde hâlâ yaşamaktadırlar.
Timuroğullarıın Orta Asya Mimari Sanatına Katkısı
Trıer Üniversitesi / Almanya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 852-861