Anadolu, Orta Asya ve diğer coğrafyalardaki Türk kültür çevreleri arasında XVI. yüzyılın sonuna kadar yoğun şekilde süren ve daha sonraki yüzyıllarda gitgide kaybolan ve hatta eşine bir daha rastlanmayan bir kültür ilişkisi yaşanmıştır.[1]
Timurlular devrinden başlayarak önemli bir kültür merkezi haline gelen Herat, Ali Şir Nevâî ve Hüseyin Baykara zamanında altın çağını yaşamış; burada yetişen bilim adamları, şairler, yazarlar, mûsikişinaslar, hattatlar, nakkaşlar, tezhip, cilt ve minyatür ustaları ile, başta Anadolu olmak üzere diğer kültür coğrafyalarını etkileyen önemli merkezlerden biri olmuştur.
Fatih Mehmed zamanından başlayarak İstanbul da bilim, kültür ve sanatın önemli merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Fatih ve oğlu II. Bayezid dönemlerinde, Herat, Akkoyunlu ve hatta Hint saraylarıyla Anadolu arasında fikrî ve edebî ilişkiler bulunmaktadır. Bu iki padişah, başka ülkelerdeki tanınmış ilim adamı ve şairleri kendi saraylarına davet etmişler, gelmeyenlere hediyeler, câizeler ve mektuplar yollayarak, Türk-İslâm dünyasındaki mânevî etkilerini artırmaya çalışmışlardır. Fatih ve sadrazamı şair Mahmud Paşa’nın Hâce Cihan, Molla Câmî ve Celâl Devvânî ile mektuplaştıkları bilinmektedir. II. Bayezid de babası gibi Molla Câmî ile mektuplaşır, ona her yıl bin altın gönderirdi.[2]
Bu münasebetler XVI. yüzyılda da devam etmiştir. Bu yüzyılda İstanbul sarayı ile Safevîler, Şeybânîler, hatta Hindistan’daki Babürlüler sarayları arasında kültür ilişkileri hiç eksik olmamıştır. Bu coğrafyalardan edebî faaliyet diğer coğrafyalarda da yakından takip edilmiştir. Şair Nihâlî’nin Ekber Şah’a kasideler göndermesi, Şah Tahmasb’ın Osmanlı şairlerinden Hayâlî ve Rahmî’yi takdir etmesi, Safevî tezkirecisi Sâdıkî’nin Bâkî ile şahsen tanışıyor olması,[3] Kanunî Süleyman ile Şah Tahmasb’ın birbirlerine karşı nazireler söylemeleri bu ilişkinin boyutlarını gösteren dikkate değer örneklerdir.[4]
Sehî ve Latifî’nin belirttiklerine göre, şiirde Şeyhî mahlasını kullanan Yusuf Sinaneddin (ö. 1431?), tasavvuf ve tıp öğrenimi için İran’a gitmiş, hatta meşhur mutasavvıf Seyyid Şerif Cürcanî ile sınıf arkadaşı olmuştur.[5] Ali Şîr Nevâî’ye nazireleri bulunan Ahmed Paşa (ö. 1496)’nın şiirleri Hüseyin Baykara’nın sarayında tanınmakta, hatta Molla Câmî (1414-1492) tarafından da takdir edilmektedir. Riyâzî’nin anlattığı şu olay, bu bakımdan ilgi çekicidir:
“Mervîdür ki Sultan Hüseyin Baykara zamanında diyâr-ı Horasan menba’-ı ahâlî-i ilm ü irfan ve menşe’-i ashâb-ı belâgat u beyân olup vezîri olan Mîr Ali Şîr Nevâî bir meclis-i hâsü’l-hâsda dârü’l- eyâletinün şu’arâsı bihterîn-i merzubûm olan mülk-i Rûm’un ulemâ ve şu’arâsına gâlib olmasın iddi’â ider. Hazret-i Mahdûmî (Molla Câmî) ol meclisde hâzır bulunup tıynet-i Rûmiyânda olan vüfûr-ı ehliyet ve kemâl-i kâbiliyyet dahı inkâr olınmaz buyururlar. Bu mu’âdele esnâsında cânib-i derden bir murakka’-pûş zâhir olup kûşe-i meclisde mütemessil olur. Ahvâlinden suâl olundukda Rûm’dan geldiği zuhûr bulur. Şu’ârâ-yı Rûm’un nev-peydâ eş’ârından istifsâr iderler. Sâhib-i tercemenün bu birkaç beytini okur:
Çîn-i zülfin miske benzetdüm hatâsın bilmedüm
Key perîşân söyledüm bu yüz karasın bilmedüm
Kad kıyâmet gamze âfet zülf fitne hat belâ
Âh kim ben hüsninün bunca belâsın bilmedüm
Hazret-i Mahdûmî, bu terâne-i dilkeşi istimâ’ itdükde bî-ihtiyâr ser-âgâz-ı raks u semâ idüp müdde’âmuz sâbit oldı buyururlar.”[6]
Nakşibendîliği Anadolu’ya ilk getiren Simavlı Molla Abdullah İlâhî (ö. 1491), İstanbul’da Zeyrek Medresesi’nde bir süre öğrenim gördükten sonra ilim ve irfanını artırmak için doğuya, Horasan’a gitmiş, Mevlânâ Ali Tûsî’den zâhirî ilimler okuduktan sonra tasavvufa ilgi duymuş, Semerkant’a Nakşibendî mürşidlerinden Ubeydullah Ahrâr’a bağlanmıştır. Seyr ü sülûkunu tamamlayarak Buhara’ya geçmiş, bir yıl burada kaldıktan sonra yeniden şeyhinin yanına dönmüştür. Görevli olarak memleketi Simav’a dönerken Herat’ta Molla Câmî ile de görüşmüştür.[7]
XV. yy. şairlerinden Melîhî, gençliğinde İran’a giderek Arapça ve Farsça bilgisini ilerletmiş, Horasan’da Molla Câmî ve Aydınlı Dede Ömer Rûşenî ile ders arkadaşlığı etmiştir. Anadolu’ya dönünce alkolik duruma düşen Melîhî, Molla Câmî’nin kendisine gönderdiği bazı risalelerini, “bizde bu makule nesneyi almağa liyâkat kalmamışdur” diye kabul etmemiş, kendisi için dua talep etmiştir.[8]
XVI. yy. şairlerinden olan Kastamonulu Câmî de, Molla Câmî’nin hizmetinde bulunarak ondan el almıştır.[9]
Aydınlı Dede Ömer Rûşenî (ö. 892/1486), Bakü’ye giderek Halvetîliğin ikinci piri sayılan Seyyid Yahya Şirvanî’ye bağlanmış, onun baş halifesi olmuştur. Şeyhînin vefatından sonra yerine geçmiş, Karabağ ve Gence havalisinde irşad hizmetini sürdürmüş, Uzun Hasan’ın daveti üzerine Tebriz’e gelmiş ve burada vefat etmiştir.[10] Uzun Hasan, Rûşenî’yi davet için, öğrenim amacıyla Tebriz’de bulunan Diyarbakırlı mutasavvıf şair İbrahim Gülşenî’yi (ö. 940/1533) görevlendirmiştir. Bu görüşme sırasında çok etkilenen Gülşenî, Dede Ömer Rûşenî’ye bağlanarak ondan hilafet almıştır.[11]
Adnî mahlasıyla şiirler yazan Mahmud Paşa (ö. 1474), Ali Şir Nevâî ile mektuplaşmıştır. Âşık Çelebi, bu konuda şu bilgiyi vermektedir:
“Merhûmun eş’ârı nefîs ve edâsı selîsdür. Ammâ inşâsı şi’rinden a’lâ ve kinâyât ve istiârât ve letâyif ü nikâtı, mebâdî ve mebânîsi, fahâvî ve ma’ânîsi pûhte ve üstâdânedür. Husûsâ Nevâî ile mükâtebâtı bî-bahânedür.”[12]
Bursalı Kandî (ö. 961/1554), gençliğinde İran taraflarına seyahat etmiş, Ali Şir Nevâî ve Molla Câmî ile de görüşmüştür:[13]
“Zamân-ı hadâsetinde vilâyet-i Acem seyrânın itmiş ve Mevlânâ Câmî’ye ve huzûr-ı Nevâî’ye irişmişdür.”[14]
Osmanlı kaynaklarının, imparatorluğun doğu sınırının ötesinde kalan ülkeleri, genellikle diyâr-ı Acem, Acemistan şeklinde tanımlamaları ve Kandî’nin Nevâî ile de görüştüğü göz önüne alınırsa, bu seyahatin İran ile sınırlı kalmayıp, en azından Herat’a kadar uzandığı anlaşılmaktadır.
Behiştî mahlasıyla şiirler yazan Ahmed Sinan (XV. yy.), yakışıksız bir davranışı yüzünden padişahı kızdırmış, korkusundan “Acemistan”a, daha doğrusu Herat’a Hüseyin Baykara’nın yanına kaçmıştır.[15] Burada Molla Câmî ve Ali Şir Nevâî ile tanışıp sohbetlerinde bulunmuş, bir süre sonra Hüseyin Baykara, onu bir elçi ve hediyelerle birlikte II. Bayezid’e göndererek affettirmiştir:[16] Latifî, onun Câmî ve Nevâî ile olan ilişkisini şöyle anlatır:
“Sultan Bâyezid zamanında beşeriyyet muktezâsınca bir vaz’-ı nâ-şâyeste sâdır olup, galebe-i bîm ü bâkden bîm-nâk ve ters-nâk çıkup vilâyet-i Acem’e gitmişdi. Ve anda varup Mevlânâ Câmî ve Nevâî hıdmetin itmişdi. Ba’de zamân anlar şefâ’at-nâme virüp bunun içün tazarru’ ve i’tizâr idüp sehv ü hatâ ve nisyân hâssa-i nev’-i insân ve afv-ı zünûb u isyân sıfat-ı Hazret-i Rahmân olduğın beyân ile ve’l-kâzımîne’l-gayze ve âfîne ani’n-nâs mefhûmın îmâ ve îhâm idüp mûmâ ileyh içün i’tizâr u me’âzîre müte’allık emsâl ve âsârdan vâfir nikât u kinâyât irâd ve ibrâz itmişler.
(…) Âhir ol nâme-i nâmî ve mektûb-ı kirâmı mevkî’-i kabûlde vâkî’ olup geçen hatâ vü sehvin afv idüp mansıbın mukarrer kıldılar.”[17]
Latifî’nin verdiği bu bilgi birçok bakımdan ilgi çekicidir. Biz bu bilgi sayesinde, Nevâî’nin Anadolu sahasında ne kadar saygın ve tanınmış olduğunu öğrenmekteyiz. Genç bir şair, padişahı kızdıracak bir suç işleyince korkuya kapılmış, Nakşibendiliğin ulularından âlim ve şair Molla Câmî ve yine devlet adamı, âlim ve şair Ali Şir Nevâî’ye sığınmıştır. Daha sonra da, bu ikisinin mektuplarının gücünden emin olarak ülkesine dönebilmiştir.
Orta Asya ile ilişkisi olan şairlerden birisi de Cemîlî’dir (870/1465-66- 950/1643-44?).[18] Bir rivayete göre, 1465-66 yıllarında Diyarbakır’da doğmuştur.[19] Akkoyunluların hâkim olduğu dönemde Tebriz’e gitmiş, 1494-95 yıllarında Herat’a geçmiş, burada Sultan Hüseyin Baykara’nın veziri meşhur şair Ali Şir Nevâî’nin şiirlerine nazireler söylemiştir. Latifî’ye göre bu nazireler, Nevâî’nin üç ciltlik divanına “külliyen kafiye be-kafiye” meydana getirilmiştir. 1500-1501 yıllarında Nevâî’nin, 1503-1504 yıllarında da Hüseyin Baykara’nın vefatından sonra tekrar Tebriz’e dönmüş, Akkoyunluların çöküp,
Şah İsmail-i Safevî’nin Azerbaycan’ı istilâsı üzerine memleketi olan Diyarbakır’a gelmiştir. 1508- 1509’da Şah İsmail orayı da işgâl edince, İstanbul’a gitmiş, 1543-44’te vefatına kadar burada şairlerle sohbetlerde bulunarak vakit geçirmiştir.[20]
Cemîlî, şiirlerinin değerinden daha çok, hayat macerasıyla Anadolu ile Herat kültür çevreleri arasındaki sıkı ilişkiyi göstermesi bakımından önemli bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır.
İran şahı Tahmasb, Kanunî Süleyman devrinin önde gelen şairlerinden olan Hayâlî Bey’in (ö. 1557) ve Bursalı Rahmî’nin bazı şiirlerini okuyunca şerefine kadeh kaldırmıştır.[21]
İran şahı, divan şiirinin en büyük şairlerinden kabul edilen Bâkî’yi (1526-1600) vezirlik rütbesiyle ülkesine davet etmiş, fakat olumsuz cevap almıştır.[22] Bâkî’nin şöhreti İran’la sınırlı kalmamış, Hindistan’a kadar yayılmıştır.[23]
Orta Asya ile en çok ilişkisi olan şair, Kâtibî mahlaslı Seydî Ali Reis’tir (ö. 28 Aralık 1562).[24] O, Osmanlı devletinin amirallerindendir. Hint seferi sırasında gemilerinin çoğunu fırtınada kaybedince Hindistan’a sığınmış, kara yoluyla üç buçuk yıl süren bir yolculuktan sonra İstanbul’a dönebilmiştir. Bu dönüş yolculuğunda, Orta Asya güzergâhında bulunan bir çok devlet adamıyla görüşmüş, onlardan Osmanlı Devleti’nin bir amirali olarak itibar görmüş, gerektiğinde de şair kimliğini konuşturmuş, yazdığı Çağatayca şiirlerle sempati toplamasını bilmiştir. Muhataplarının onu “Mîr Ali Şîr-i Sânî” diye övmeleri anlamlıdır.[25]
Osmanlı şairlerinin Orta Asya kültür çevreleriyle ilişkilerinde Molla Câmî ve Ali Şir Nevâî, iki önemli cazibe merkezi olarak karşımıza çıkmaktadır. Cemilî, Melihî, Kastamonulu Câmî, Abdullah İlâhî, Adnî Mahmud Paşa, Bursalı Kandî, Ahmed Sinan Behiştî gibi şairlerin bunlarla ilişkisi dikkat çekicidir. Abdullah İlâhî, Şeyhî, Ömer Rûşenî ve İbrahim Gülşenî gibi şairler, tasavvuf eğitimi için İran ve Horasan’a gitmişlerdir. Osmanlı şairlerinin XVI. yüzyıldan sonra Orta Asya kültür çevreleri ile ilişkisine dair elimizde fazla bilgi yoktur.[26] Basın hayatı ve fikir hareketlerinin başladığı Meşrutiyet sonrası ilişkiler ise apayrı bir araştırma konusudur.
Orta Asya kültür çevrelerinin Anadolu sahası ile ilişkisi, çok eski çağlardan başlayarak kesintisiz bir şekilde süregelmiştir. Söz gelimi, Ahmed Yesevî’nin, dervişleri aracılığı ile Anadolu şairleri üzerindeki etkisini yüzyıllardır sürdürdüğü bilinmektedir. Ali Şir Nevâî de, Anadolulu divan şairleri tarafından üstat kabul edilmiş, şiirlerine Çağatayca nazireler yazmak moda haline gelmiştir.[27]
Osmanlı döneminde Orta Asya’dan bir beyin göçü yaşanmış, çok sayıda şair, ülkesinden ayrılarak hayatını Anadolu’da sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu şairlerin Anadolu’ya gelmelerinde, bulundukları yörelerdeki siyasal karışıklıklar ve Osmanlı ülkesinin huzurlu, istikrarlı ve müreffeh yapısıyla kültür ve sanat faaliyetleri için cazip halde bulunması, padişahların bunları özendirmesi de etkili olmuştur. Fatih Sultan Mehmed,[28] Yavuz Sultan Selim[29] ve Kanunî Sultan Süleyman[30] gibi Osmanlı padişahları, başta İran olmak üzere çeşitli ülkelerdeki ilim ve sanat adamlarını İstanbul’a getirme yolunda faaliyet göstermişlerdir.
Bu faaliyetler çerçevesinde büyük astronomi âlimi Ali Kuşçu’nun Fatih’in davetiyle İstanbul’a gelmiş olması çok anlamlı bir olaydır. Doğuda ve batıdaki ilim adamları ve sanatkârları İstanbul’da toplamayı ilke edinen Fatih, Uzun Hasan’ın elçisi olarak kendisine gelen Ali Kuşçu’ya İstanbul’da kalarak ders vermesini teklif etmiştir. O da, elçilik görevini tamamladıktan sonra dönmek için izin istemiş, bir süre sonra gelerek günlük 200 akçe ile Ayasofya Medresesi’nde göreve başlamıştır. Fatih, Ali Kuşçu’nun karşılanması için sınıra bir heyet göndermiş, bütün aile ve akrabasıyla gelen bu ilim adamına günlük 1000 akçe harcırah vermiştir. İstanbul’da karşılamakla da büyük âlim Hocazâde Muslihiddin Mustafa’yı görevlendirmiştir. Hatta bindikleri kadırgada med ve cezir olayı hakkında bilimsel bir münakaşa yapmışlardır.
Ali Kuşçu, Hocazâde ile iyi anlaşmış, kızını onun oğluna verdiği gibi, onun kızını da kendi oğluna almıştır. Bununla birlikte Ali Kuşçu’ya gösterilen aşırı ilgi bazı İstanbul âlimlerini kıskandırmıştır.[31]
Doğu ülkelerinden gelen şairlere gösterilen ilgi, bazı Osmanlı şairlerinin kendilerini “doğulu” gösterme gibi tuhaflıklara bile yol açmıştır. Aslen Tokatlı olduğu hâlde İran’a gidip gelerek kendisini “Acem” olarak tanıtan Leâlî önceleri büyük itibar görmüş, foyası ortaya çıkınca da gözden düşmüştür.[32] Leâlî, bunun üzerine tepkisini şöyle dile getirmiştir:
Olmak istersen i’tibâra mahal
Ya Arab’dan ya Acem’den gel
Gevhere kıymet olmaya kânda
Dür bahâsın bula mı ummânda
Söylenür nükte vü meseldür bu
K’ola dâim çerâğ dibi karanu
Eğer âdemde ma’rifet ise murâd
Ne fazîlet virirmiş ana bilâd
Taşdan sâdır oldı gerçi güher
Mu’teberdür velî niteki hüner
Rûm’da kellelenmesün mi Acem
Oldı bu izzet ile çün ekrem
Acem’ün her biri ki Rûm’a gelür
Ya vezâret ya sancak uma gelür[33]
Mesihî’nin şu beyti, Leâlî’nin bu tepkisinde yalnız olmadığını gösterir:
Mesîhî gökden insen sana yer yok
Yüri var gel Arab’dan ya Acem’den[34]
Orta Asya şairlerinin de Türkiye ile ilişkilerine ilk olarak Fuat Köprülü dikkat çekmiştir. Köprülü, bir sığınacak yer ve himaye bulmak için Osmanlı sarayına gelen 10 doğulu Türk şairinin adını zikrederek,[35] Türk kültür coğrafyaları arasındaki ilişkiye değinir:
“XVI. asırda Safevî istilası karşısında Türkiye’ye kaçan bazı sünni Çağatay şair ve müellifleri ile sırf bir edebî moda olarak Nevâî’ye Çağatayca nazireler yazan Osmanlı şairleri hakkında bu asra ait olan Osmanlı kaynaklarında oldukça bol malumata tesadüf ediliyor. Lakin, bu hal pek tabiidir ki, Çağatayca’nın nüfuz sahasının genişlediğine bir misal telakki edilemez. Nitekim, daha sonraki asırlarda da Türkiye’ye gelip yerleşen yahut uzun veya kısa bir müddet burada oturan bir takım Çağatay şairlerine de rastlanmaktadır ki, bu, muhtelif Türk medenî muhitleri arasındaki daimi kültür münasebetlerinin kuvvetini göstermekten başka bir mânâ ifade etmez.”[36]
Bizim tespitlerimize göre, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen şairlerin sayısı 109’dur:
Bu tablodan çıkan sonuca göre, Orta Asya çevrelerinden gelen şairlerin büyük çoğunluğu XVI. yy.’da yaşamıştır. Bu çağda Osmanlı ülkesinin kültür ve sanat adamları için bir câzibe merkezi olmayı sürdürdüğü, inkıraz dönemlerinde giderek bu ilginin azaldığı görülmektedir.
Şairlerin memleketlerine göre dağılımına baktığımızda şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz:
Bunlardan Acem, Acem-zâde, Acem diyarından, İranlı diye nitelenenler yanında Bistam, Tebriz, Kazvin, Hemedan, Isfahan, Şîraz ve Şirvan’dan olduğu belirtilenler dikkate alındığında toplam 109 şairden 82’sinin İran havalisinden olduğu anlaşılmaktadır. Bu da, şairlerin genelde Orta Asya’nın Anadolu’ya nisbeten daha yakın yerlerinden geldiğini göstermektedir.
Tezkireler, İran’dan başlayarak imparatorluğun doğusunda yaşayan insanlara genel bir ifadeyle “Acem” demekle yetindikleri için, bunların çoğunun asıl memleketlerini ve milliyetlerini tesbit mümkün olamamaktadır. Ancak, listede görüldüğü gibi, bu şairlerin büyük çoğunluğu İran ve havalisinden gelmiş Türk asıllı şairler olmalıdır. Bunlar Farsça yanında Anadolu Türkçesiyle de şiir söylemekte başarılı olmuşlar, tezkireciler bunu özellikle belirtmek ihtiyacı duymuşlardır. Meselâ Ma’sûm’un şiiri ve tavrı tamamen Osmanlı şairlerinin aynıdır. Hasan Çelebi’nin ifadesiyle Acem olduğuna inanmak için şahit lazımdır. Âlî de Basîrî’yi “Türkî ibârâtı zebân-ı vukû’ didükleri ıstılâhâtı Acemliğine göre eyü zabt itmişdür.” diyerek takdir etmektedir. Âşık Çelebi ise, ümmî bir şair olan Bîdârî’yi, “Sâir Acemler edâ-yı Türkî’de kâsırdur, bu nefis ebyâta ve selîs kelimâta kâdirdür” diyerek över.
Bununla birlikte, Habîbî gibi “ekser-i edâları Acemâne ve hilâf-ı üslûb-ı şuarâ-yı zamâne” olanlar da vardır. Âşık Çelebi, Emîrek’in tavr u tarzını Acemâne bulur. Hasan Çelebi, Hâfız’ın şiirleri hakkında “Ekser-i eş’ârınun ma’nâsı garâbet ve edâsı rekâket üzre kelimât-ı gûl gibi nâ-merbût u nâ-ma’kûldur.” değerlendirmesinde bulunur. Şâhî’nin şiirleri Nevâî tarzındadır. Şâh Kasım gibi genellikle Farsça şiir söyleyen, Türkçe şiiri az olanlar da vardır.
Orta Asya ve Türkiye kültürel ilişkilerinde tasavvuf hareketlerinin önemli rolü olmuştur. Orta Asya menşeli kolonizatör Türk dervişlerinin Anadolu’nun müslümanlaşmasında önemli rol oynadıkları, sonraki yüzyıllarda da bazı şeyhlerin Osmanlı ülkesine gelerek faaliyet gösterdikleri bilinmektedir.[37] Bunların bazıları aynı zamanda şairdir.
Osmanlı ülkesine gelen Orta Asya menşeli şairlerin bir kısmının tasavvufla olan yakın ilgisi dikkati çekmektedir. Bunların gelişlerinde bu ilginin etkili olduğu düşünülebilir. Tarikatı belirtilen şairlerden 11’i Nakşibendî (Emir Ahmed-i Buhârî, İlâhî, Atâ, Resâ, Âgâh, Nazimâ, Saidâ, Şeydâ, Süleyman, Abdülvehhâb, Nidâî, Abdülkadir), 8’i Mevlevî (Mevlânâ Celâleddîn, Saffî, Abdülvehhâb, Feyzî, Vecdî, Niyâz, Alâyî, Sâib), 1’i Vefâyî (Baba İlyas), 1’i Bayramî (Elvân-ı Şîrâzî), 1’i Kübrevî, 1’i Yesevî (Hazinî), 1’i Gülşenî (Hayâlî)’dir. Bunların dışında Şâhî’nin İsmâil-i Erdebilî’nin dervişi olduğu, Şâh Kâsım ve Ayşî’nin babasının şeyh olduğu, Şemsî, Itrî ve Murâdî’nin derviş-meşrep olduğu, Handan, Lutfî, Yakîn, Meşrebî, Sarfî, Eser ve Remzî’nin tarikat mensubu veya derviş olduğu, Firâkî, Hâlis ve Revnak’ın şeyhlik yaptığı belirtilmiştir. Sehâbî, Seyyid Muhammed-i Nûr-bahş tarikatine bağlıdır. Bu bilgiler ışığında 40 civarında şairin tasavvufla ilgisi bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bazı şairler de sünnî olduklarından, İran ve havalisindeki şiî baskısından ve siyasî karışıklıklardan kaçarak Osmanlı ülkesine gelmişlerdir. Mehmed Emin, Mirza Mahdum, Ayşî, Habîbî, Abdülkadir, Abdülvehhâb, Hekîmî ve Ali Muzafferüddin bunlar arasında sayılabilir.
Şairlerden bazıları da seyahat (Ma’sûm, Itrî), ticaret (Kazvinli Halîlî), tahsil (Heratlı Fâiz) veya elçilik göreviyle (Basîrî, Nazimâ, Rıza Han) Osmanlı ülkesine gelmişler ve burada yerleşip kalmışlardır. Sürûrî’nin mansıp ümidiyle geldiği belirtilmiştir.
Bu şairlerin bir kısmı âlim, hekim, nüktedan, hoş-sohbet, kıssahân, hattat, müzehhip, ebrûcu, nakkaş, hakkâk, musikişinas özellikleri ile de meclislerin aranan kişileri olmuşlar, çok yönlü yetenekleri ve sempatik kişilikleri ile kendilerine padişah ve diğer devlet adamlarından hâmi bulmayı başarmışlardır. Meselâ Âşık Çelebi, Şemsî’den söz ederken, “ahbâr u esmârda ve tevârih ü hikâyât u defâtir-i esfârda zü-fünûnluğu ve mecâlis-i ekâbirde kıssahânlığı” bulunduğunu bilhassa belirtmek ihtiyacını duymuştur. Latifî de Vâlihî’yi “gazel-hân ve hoş-elhân ve hoş-âvâz ve şi’r-şinâs ve nağme- perdâz kimse” olarak niteler. Ahmed Çelebi de aynı zamanda besteler yapan bir musikişinastır. Hâverî, Acem diyarından gelmiş şairlerle arkadaş olarak, onların şiirleri ve hallerine uygun latifeler söylemekle tanınmıştır. Gelmiş geçmiş şairlerin hayat hikâyeleriyle şiirlerini ezbere bilmektedir. Sohbetinden herkes hoşlanmaktadır. Ahdî onun için “tezkire-i erbâb-ı irfân” tabirini kullanır. Emîrek de hekimliği, hattatlığı, sesinin güzelliği ve saz çalmadaki yeteneği ile meşhurdur. Her türlü sazı çalar, hem çalar hem oynardı. Ahdî, Sehâbî’nin eski sultanların tarihini bilmekte üstün olduğunu ifade eder. Sarfî, hoş sohbet, tanbur ve kemançeyi güzel çalan bir kişidir. Nutkî, kıssa anlatmadaki ustalığı sebebiyle “Kıssahân” lakabıyla meşhur olmuştur.
Bunların içinde kâtiplik, nedimlik, musâhiblik, kadılık, müderrislik, tabiblik ve hatta beylerbeyilik görevlerinde bulunanlar olmuştur.
Sonuç olarak, Orta Asyalı şairlerin Sultan Orhan zamanından başlayarak Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde artarak devam eden bir şekilde Osmanlı Türkiyesi’nde faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu İran ve havalisinden gelmiştir. Bu şairlerin Osmanlı ülkesine gelmelerinde, bulundukları yörelerdeki siyasal karışıklıklar ve Osmanlı ülkesinin huzurlu, istikrarlı ve müreffeh yapısıyla kültür ve sanat faaliyetleri için cazip halde bulunması Fatih, Yavuz ve Kanunî gibi padişahların bunları özendirmesi de etkili olmuştur.
Bu olay bir “beyin göçü” olarak da değerlendirilebilir. İbni Sina’nın dediği gibi, ilim ve sanat, her çağda himaye edilmediği yerlerden takdir edildiği yerlere göç etmiştir.
Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 831-839