On üçüncü ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında Batılıların zihnindeki Orta Asya imajı on üçüncü yüzyılda ortaya çıkan Moğol istilaları ile yakından alakalıdır. Elinizdeki bu makale Batı dünyasındaki Orta Asya algısının Moğol istilalarından ne derece etkilendiğini ve bu imajın on dokuzuncu yüzyıl başlarında ne ölçüye kadar değişmiş olduğunu sorgulayacaktır.
Orta Asya Efsanesinin Yaratılması: Moğol İstilaları
Bazıları Moğol istilâlarının dünya tarih yazıcılığının başlangıcını temsil ettiğini iddia ederler. Öyle ki dünyadaki belli başlı medeniyetler arasındaki ilk etkileşim süreci bu istilalar sırasında gerçekleşmiştir.[1] Moğol istilaları sırasında Avrasya’daki toprakların büyük bir kısmı kuşatılmıştır: Moğolistan, Türkistan, Hindistan, Çin, bazı İslam toprakları ve Avrupa. Moğolların yükselmesi 1182 ve 1208 yılları arasında sonu gelmez savaşlar sonrasında Tatarları birleştiren ve 1206 yılında Büyük Han unvanını alan Cengiz zamanında olmuştur.
1227 yılında, döneminin sonlarına doğru Cengiz Han başarılı bir askeri donanımla Küçlüğ Krallığı’na ve Harezmşah’lı Muhammed’e karşı gelmiş ve bu suretle hakimiyet alanını Jungariya, Semireçi ve merkezi Kazakistan’a kadar genişletmiştir.
Cengiz’den sonra gelenler ise Moğolların gücünü daha da arttıracak fetihlerde bulunmuşlar ve Türkistan’ı almışlardır. Çin’i de belirli aşamalar sonrasında topraklarına katmayı başarmışlardır. Çin’i fetih hareketleri, 1234’te kuvvetleriyle Jurchen Chin’i yenen Ögeday zamanında başlamış ve 1268-79 yılları arsında Kubilay’ın çabalarıyla son bulmuştur.
1258 yılında Hülagü zamanında Moğollar, Abbasi halifeliğini yağma etmişlerdir. Bunun ardından 1260 yılında Memlüklülar tarafından Aynı Calut’ta bozguna uğratılmalarına rağmen Pers topraklarında kök salmayı başarmışlardır. Hindistan da defalarca yapılan Moğol saldırılarına maruz kalmıştır.[2] Doğu Avrupa’ya yapılan taarruzlar Oktay önderliğinde 1235-1242 yılları arasında gerçekleştirilmiştir. Ortodoks kilisesinin en önemli merkezlerinden olan Kiev, 1240 yılında istila edilmiştir. Silisyalı Henri ve Teutoniz şövalyeleri 1240 yılının 9 Nisanı’nda Liegnitz’de bozguna uğratılmışlardır.1241 yılında büyük Oktay Han’ın ölümünden sonra Avrupa seferleri duraksamış ve bundan sonra Moğollar yeni topraklar elde etmek yerine, sahip oldukları toprakları korumakla yetinmek durumunda kalmışlardır.
Batılıların zihinlerindeki Moğol kavramının ne anlama geldiği ile ilgili olarak C. W. Connell, 1969 yılında yayınlamış olduğu kitabında, 1240 ve 1340 yılları arasındaki Moğol gerçeğine Batılıların tepkilerinin dört aşamadan oluştuğunu iddia etmiştir. Bunların ilki 1241 ve 1242 yıllarına tekabül etmektedir ki “korku” aşamasıdır. İkincisi, 1241 ve 1264 yılları arasında Batılıların Moğollara karşı oluşturmaya niyetlendikleri “Haçlı Seferi” aşamasıdır. Üçüncüsü, 1248 ve1311 yılları arasındaki Moğollar ile birleşip Müslümanlara karşı oluşturmayı umdukları “birlik” aşamasıdır. Dördüncüsü ise, 1280’lerde başlayıp da ta 1330’lara kadar süren yıllarda “Moğolları Hıristiyanlaştırma umudu” aşamasıdır.[3]
Connel’in bakış açısı Batılıların Moğol istilalarına verdiği cevabı özetlemesi açısından faydalıdır. Ancak yine de Batılıların zihinlerindeki Moğol kavramının Connel’in önerdiği kadar net bir şekilde sınıflandırılıp sınıflandırılamayacağı sorgulanmalıdır.
Moğol istilaları Avrupa’da Orta Asya’ya karşı merak uyanmasında kilit rol oynamıştır. Birçok sayıda papa temsilcisi Moğol saraylarına gönderilmiş; bu ziyaretler Friar Jullian’ın 1234-35 yıllarında Volga’ya ve 1237 yılında da Doğu Rusya’ya seyahatleriyle başlamıştır.[4] 1245 yılında Papa Innocent IV, IV. Büyük Han’a ziyarette bulunması için Pian di Carpine’li John’u, Doğu kiliseleri ile irtibat kurması için ise Longjumeaulu Andrew’i yollamıştır. Yine 1253-1255 yılları arsında resmi olmayan bir görev nedeniyle Rubruklu William, Moğol saraylarına gönderilmiştir.[5] Gönderilen bu delegelerin gözettikleri en önemli konular kiliseyi doğrudan ilgilendiren Hıristiyanlıkla ilgili olduğu gibi, Müslümanlara karşı Moğollardan askeri yardım almak gibi zamanın politik dengeleri ile de yakından alakalı olabiliyordu. Moğolların orduları ve yaşam tarzları ile ilgili edinilen bilgilerin çoğu Moğolları şeytan olarak nitelendirip, onları aşağılayan bir portre çizmesine rağmen doğruydu. Friar Julian tarafından hazırlanmış raporda Moğol askerleri ve onların askeri taktikleri detaylı bir şekilde tanımlanarak, Avrupalılar, olası bir Moğol istilası hususunda uyarılmaktadır.[6] Friar John’un “Moğolların Tarihi” adlı detaylı çalışması Vincent de Beauvais’in “Speculum Historiae” adlı çalışmasında daha da genişletilerek yeniden işlenmiş ve 1253 yılında yayımlanmıştır.[7]
Rubrucklu William’ın hazırladığı rapor ise Orta Asya’nın fiziki coğrafyasının Avrupa’ya tanıtılması alanında 19. yüzyıla kadar geçerliliğini korumuş çok büyük bir katkıdır.[8] Bundan başka William, Moğollar ile ilgili öne sürülen birtakım efsanelerin ne kadar boş olduğunu ispatlayan deliller de ortaya koyarak Moğolların Avrupalılar tarafından daha iyi tanınmasına büyük katkıda bulunmuştur. Ünlü İngiliz felsefecisi Roger Bacon’ın (1220-92) Opus Maius adlı çalışmasında William’dan alıntılar bulunmaktadır. William’ın çalışması İngiliz edebiyatında Orta Asya ile ilgili hazırlanmış en erken tarihli çalışmadır. Hakluyt ve Purchas’tan tam üç yüz yıl sonra yayımlanmıştır. Monte Coruinolu Johng Moğol sarayının dillere destan zenginliğinden bahseder.[9] Papalık tarafından gönderilen elçilerin asıl görevi her ne kadar diplomatik konularla alakalı istihbarat edinmek olsa da, bunlardan bazıları kendi zamanlarındaki bazı seyyahların kitaplarında da rastlanan türde fantastik hikayelere yer vermiştir.
Pian di Carpineli John ve Longjumeaulu Andrew’in kayıtlarında kötü şekilli insanlara ait bilgiler vardır.[10] Friar Odaric’in kayıtlarında ise köpek suratlı insanlara ve altından yapılmış saraylara dair kayıtlar bulunmaktadır.[11]
Papalık elçilerinin sunduğu ve genellikle doğru olan raporlar, Moğolları şeytani varlıklar olarak tanımlanmıştır. Bunların birçoğu bazı kronikçiler tarafından göz ardı edilmiştir.[12] Matthem Paris’in “Chronica Majora” adlı çalışmasında Moğollar birçok ülkede gerçekleştirdikleri içler acısı yıkımlardan dolayı kınanmış ve her biri kovulmuş şeytana, yeryüzünü tamamıyla istila etmiş çekirgelere benzetilmişlerdir.[13]
Connell, bazı kaynaklarda Moğolların, Deccal’ın, Yecüc ve Mecüc’ün ya da İsmaililerin vekilleri olarak nitelendirildiğini ve mitolojideki bu belirsizlik ve karmaşıklıkların onların kabul edilebilirliğini arttırdığını ve neredeyse evrensel bir doğruymuşçasına karşımıza çıkarıldığını iddia etmektedir.[14] Kutsal kitaplarda geçen ‘Tufan’ hikayeleri ile Moğol istilacılarının dehşet veren gaddarlıkları arasında bağlantı kurulacak olunursa Connel’in iddiasının doğru olduğu görülecektir.[15] Yine bununla alakalı olarak Aziz Methodius yazmasında Moğollar Deccal’in gelişinden önce dünyayı kuşatan insanlar olarak tanımlanmışlardır.[16] Diğer kaynakların bazılarında ise İsmaililer ile Moğollar arasında bağlantı kurulmuştur.[17] Böylece Moğollar, kayıtlarda Hıristiyanlık karşıtı düşmanlar olarak temsil edilegelmişlerdir.[18] Yine yaygın bir inanışa göre Moğollar, Tanrı’nın günahkar Hıristiyanları cezalandırmak için kullandığı bir araçtır. İşte bu nedenle de ‘Tanrı’nın çekici’ nitelendirmesi Moğollara uygun görülerek kullanılmıştır.[19]
Moğolların Deccal ile özleştirilmesi ‘Tatar’ ve ‘Tataristanlı’ sıfatlarıyla daha da güçlendirilmiştir. Weberci görüşe göre bu isimler Orta Asya’ya ait birçok fikre dayanak teşkil etmektedir. Daha sonra zikredildiği gibi,Tatarlar 13. yy.’da Cengiz tarafından yenilgiye uğratılmış göçebe bir topluluğun ismidir. Ancak Çin’de, Orta Asya’da ve Avrupa’da ‘Tatar’ kelimesi Moğolların ve Türkçe konuşan bütün insanların tanımlanmasında kullanılmaktadır. ‘Tatar’ kelimesinin bu yanlış kullanımı nedeniyledir ki Tatarlar hiç yaşamamış oldukları topraklarda sanki hep oraya aitlermişçesine ölümsüzleştirilmişlerdir. 13. yy.’da yaşamış bir İranlı tarihçi olan Reşiduddin, ‘Tatar’ isminin nasıl olup da Avrasya’ya bu kadar hızla yayıldığına şaşırması tuhaf değildir.[20] Moğolistan dışında yaşayıp da bölgeyi, özellikle de bölgenin kabile tarihini iyi bilen çok az sayıda insan vardır. Fakat Batı Avrupa’da Moğollara neredeyse başlangıcından beri “Tartares” ya da “Tatarlar” olarak işaret edilmektedir.
“Tartars” ismi Yunanca bir sözcük olan ve “Cehennem” kelimesinin karşılığı olan “Tartarus” kelimesinden gelmektedir.[21] Connell’in açıkladığı kadarıyla, günlük hayatta inanılan mitolojiye göre ‘Tatar’ cehennemden yollanmış bir vekildir, deccale alamettir, bir tür şeytandır, gizemli Doğu’da, Yecüc ve Mecüc’ün topraklarında taşkınlık çıkarmış İsmail’in oğludur. İşte bundan dolayıdır ki Tanrı, işlenmiş olan günahların bir cezası olarak onu Hıristiyanların üzerine musallat etmiştir.[22] Bununla birlikte Tatar ismi alçaklığın bir türevi olan düzenbazlık ve sahtekarlık ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bohemya ve Polonya’nın eyalet papazı olan Gianolu Friar Jordon, Moğolların kazanmış olduğu zaferleri çok cesur oldukları için değil, düzenledikleri hileler dolayısıyla elde ettiklerini iddia etmiştir.[23] Moğolların fiziksel özellikleri ‘sarı yüzlü, yan bakışlı gözlere sahip ve ince sarkık sakallı gibi ürkütücü bir imaj olarak tanımlanmıştır.[24] Moğolların ve genelde tüm Orta Asya insanlarına dair fiziksel görüntü ve karakterleriyle ilgili bu tanımlamalar hiç dinmeden uzun yıllar yankılanagelmiştir. Sonuç olarak ‘Tatar’ ifadesi Moğol seferlerinden türemiş ve 19. yüzyıla kadar Orta Asya’yı ifade etmek için kullanılmıştır. Coğrafi olarak ise ‘Tatar’ kelimesi sınırları pek belli olmamakla birlikte Avrasya’nın büyük bir kısmına tekabül etmektedir.[25] “Çin’in Genel Tarihi” adlı eserinde Jean Baptiste Du Hal de “Büyük Tataristan” kavramını Avrasya’yı ifade etmek için kullanmıştır. 1771 yılının Britanica ansiklopedisinde ise Tataristan için aşağıdaki coğrafi sınırlar çizilmiştir. Büyük Tataristan olarak adlandırılan devasa bölge Asya’nın kuzey kısmını oluşturan, kuzeyde ve batıda Sibirya ile sınırlandırılmış alandır. Moskova’nın ve Sibirya’nın güneyinde yaşayan Tatarlar, Astrahan, Lirkassia ve Dağıstanlıdırlar. Özbek Tatarları ve Moğollar, Hindistan ve İran’ın kuzeyinde ve son olarak da Tibet Tartarları Çin’in kuzeybatısında yaşamaktadırlar.[26]
Coğrafi bir anlama karşılık gelen ‘Tataristan’ kelimesi uzun bir süre yazarlar tarafından Orta Asya’nın romantik yönlerine vurgu yapmak için de kullanılmıştır. Bu sebepledir ki Fleming Zinjiang’a yapmış olduğu seyahati anlattığı kitabına romantik çağrışımlar nedeniyle “Tataristan’da Seyahat” ve “Tataristan’dan Haberler” isimlerini vermiştir.
Moğollar, Avrupa medeniyetinin tarih boyunca karşılaştığı en büyük tehlike olarak algılanmıştır.[27] Gumilev Moğol barbarlığını konu alan hikayelerin en çok Batı Avrupa’da yaygın olduğunu iddia eder ve ekler: Moğolların hareketleriyle ilgili en tarafsız kayıtlar Çinli tarihçiler tarafından tutulmuştur.[28]Ayrıca Gumilev’e göre, Moğollar her ne kadar Müslüman ve Rus tarihçiler tarafında eleştirilseler de, bu eleştiriler hiçbir zaman Batı Avrupa’daki Moğol nefreti derecesine çıkarılmamıştır.[29] Connell ise Matthew Paris’in çalışmasında da olduğu gibi, Moğolları gaddarlıkla suçlayan tarih çalışmalarının politik düşünce kaynaklı ve istilacılara karşı Batı birliği düşüncesiyle geliştirildiğini iddia eder.[30] Gumilev ise daha geniş bir bakış açısı getirerek Avrupalı tarihçilerin Moğolları bu kadar nefretle anmalarının sadece Moğolların Avrupa ordularını yenmeleri dolayısı ile ya da, Haçlı Seferleri’ndeki başarısızlıklar nedeniyle ya da Prester John mitinin sonuçsuz kalmasıyla veya Moğolların şeytani varlıklar olarak adlandırılmaları ile alakalı olmadığını, büyük oranda Batılıların zihnindeki Orta Asya kavramından kaynaklandığını iddia eder.[31]
Marko Polo’nun 1270 ile 1295 yılları arasında yaptığı seyahatlerin kayıtları, Batılıların zihinlerindeki Orta Asya imajını büyük ölçüde etkilemiştir. Marko Polo, papalık tarafından görevlendirilmiş bir elçi değildi, ama seyahatleri sırasında büyük ölçüde öyleymiş gibi davrandı.[32] Bazıları her ne kadar Marko Polo’nun seyahatnamesinde anlattığı her yere gittiği konusunda şüphe duysalar da Marko Polo’nun büyük ölçüde doğru söylediğine, samimi olduğuna inanılır.[33] Marko Polo’nun seyahatnamesinin ne kadar popüler olduğu düşünülecek olursa, seyahatnamesinde Orta Asya ile ilgili olumlu şeyler söylemiş olması tuhaf bir zıtlık gibi görünür. Polo, seyahatnamesinde Bedehşan’ın zenginliğine ve Belh ve Semerkant şehirlerine duyduğu hayranlığı dile getirir.[34]
Buna ek olarak Marko Polo, Cengiz’in fethetmiş olduğu topraklardaki insanlara zulmetmeyen ve iyi idareciliği sayesinde halkının sadakatini kazanmış bir idareci olduğundan söz eder.[35] Ayrıca Kubilay’a ‘dünyanın gelmiş geçmiş en iyi efendisi’ unvanını uygun görür.[36]
Polo Moğol kadınlarının ev hayatına çok düşkün olduklarını ve çocuklarıyla çok ilgilendiklerini vurgular.[37] Marko Polo’nun çalışması Orta Asya’nın coğrafi yapısının anlaşılmasına da ışık tutmuş ve verdiği bilgiler 18. yüzyıla kadar geçerliliğini korumuştur.
Orta Asya’nın coğrafi yapısı ile ilgili bilgilerin eksikliği o bölgenin uzun bir süre bilinmeyen bir diyar olarak kalmasına ve bu da bölge üzerine yazan tarihçilerin büyük bir oranla kendi hayal dünyalarındaki yansımalara dayanarak yazmalarına neden olmuştur. 18. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’da var olan Orta Asya ile ilgili raporlar büyük bir ölçüde papalık elçilerinin ya da Marko Polo’nun hazırladığı raporlardı. 1573’te Anania’nın “L’universale fabrica del Mondo”sunda Tataristanla ilgili bilgiler büyük oranda Ptolemy’nin ve Marko Polo’nun çalışmalarından ve birkaç yıl Rusya’da yaşamış olan Richard Gray’in gözlemlerinden faydalanılarak hazırlanmıştı.[38] Anania’nın Orta Asya’ya dair bilgilerinin çağcılı herhangi bir İtalyandan daha iyi bir durumda olabilmesi doğaldı. Ancak yine de Orta Asya’ya dair bilinenlerin deneysel gerçeklerden uzak olması 15. ve 16.yüzyıllardaki coğrafya bilgilerinin doğası hakkında bize ipucu vermektedir. Derek Gregory’nin iddiasına göre 16. ve 17. yüzyılda “Coğrafya da diğer bütün bilgiler gibi büyük oranda büyü ve mitoloji ile besleniyordu. Kozmoloji ile astroloji iç içe girmişti, deneysel bilim gerçeği insanların algılamasından çok uzaklardaydı.”[39]
Ne zaman ki 18. yüzyılda Cizvit papazları imparator X. Kang himayesinde çalışmalar yaptılar, işte o zaman Orta Asya’nın coğrafi yapısına dair bilgilerde önemli bir gelişme kaydedildi. Bu gelişmeler 18. yüzyılın ortalarında gerçek coğrafya bilgisinin doğuşu olarak kabul edildiler.[40] Fransa Kral’ının coğrafyacı danışmanı misyonerlerin kişisel haritalarından da faydalanarak bir Orta Asya haritası yaptı.[41] Birçok eksikliğine rağmen bu harita Du Hal’in iddia ettiği gibi Tataristan’ın coğrafyasının daha iyi bilinmesinde önemli bir aşama oldu.[42]
Orta Asya ile Etkileşim: Prester John, İttifak Arzusu ve Protestanlık
Moğollar da, Hıristiyan ideallerinin önemli şahsiyetlerinden biriyle bağlantı halindeydiler: Prester John, Asya’da bir yerde bulunduğu sanılan büyük bir Hıristiyan kralı. Prester John’un bulunduğu yerle ilgili birçok söylenti vardır. 1145 yılında Gabala rahibi Papa Eugenius’e Uzak Doğu’da yaşamış olan Presbyter Johannes isimli bir kraldan söz etmiş ve bu, Prester John efsanesinin oluşmasına neden olmuştur.[43] 1165 yılında Prester John’dan geldiği iddia edilen ve içinde John’un üç Hindistan’ın kralı olduğu yazılı olan bir mektup bütün Avrupa’da elden ele dolaşmıştır.[44] 1221 yılında Kral David’le ilgili raporda Prester John’un Kral David’in İranlılara saldırmasına yardım etmek için geleceği iddia edilmişti.[45] Papa elçilerinin bazı raporlarında da Prester John’a dair göndermeler vardır. Pian Di Carpineli John ise Prester John’un büyük Hindistan’ın kralı olduğunu ve birtakım metal hileler ve Yunan ateşini kullanarak Cengiz’i yendiğini iddia etmiştir.[46] Rubrucklu William Prester John’un halkı üzerinde hükümranlık kurmuş ve kısa bir zaman önce ölmüş Nestori papazı olduğunu söyleyerek, Prester John’un gücünün çok abartılmış olduğunu iddia etmektedir.[47]
Moğollar, Prester John ile ilgili efsanelerden haberdardılar ve denilebilir ki olası müşterek bir Haçlı seferi için pazarlık güçlerini arttırabilmek maksadıyla bu tür efsanelerle ilgili spekülasyonları cesaretlendiriyorlardı, destekliyorlardı. Buna bir örnek verilecek olsa 9. Lous’i ziyaret etmiş olan iki Moğol temsilcinin Göyük’ün annesinin Prester John’un kızı olduğunu iddia etmeleri gösterilebilir.
Bir sonraki yüzyılda Friar Odarıc’in Çin’i ve Orta Asya’yı ziyaret ettiği zaman, Prester John efsanesinin yeni varyasyonları türetilmişti. Odaric sonraları Monte Carvinolu John’un Katolikleştirdiği Prens George tarafından yönetilen Çin’in Tendus eyaletinin bir zamanlar Prester John’un krallığının bulunduğu topraklar olduğunu ileri sürer. Odaric de Friar William gibi Prester John efsanesi ile ilgili kuşkularını ‘hakkında söylenilenlerin yüzde biri bile doğru değil’ diyerek yalanlamak ister.[48] Prester John’u Asyalı bir yönetici olarak gören son Batılı seyyah da odur. Prester John’un hayali krallığının nerede olduğu ile ilgili spekülasyonlar daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. 14. yüzyılda krallığın Habeşistan’da olduğuna inanıldı ve Batı kültüründe bu inanç iki yüz yıl kadar daha sürdü.[49] Aslında bütün bunlar gösteriyor ki inanılabilir bir delil bulunmamasına rağmen Prester John efsanesinin bu denli rağbet görmesi Moğollara Hıristiyan bir kral bulma arzusundan başka bir şey değildi.
Moğolları Hıristiyanlığa döndürme umutları da boşa çıkmıştı. (Pian Di Carpina’lı John tarafından takdim edilen ve). Büyük Han Güyük’ü Hıristiyan olmaya sevk eden mektuplara yanıt olarak Güyük, Papanın gücünü kabul etmeyeceğini açıkladı.[50] Nasturi Hıristiyanlığının gücü Rubrucklu Willam’ın ve Johnn Montecorvino’nun bölgeyi Protestanlaştırma çabalarını hüsrana uğrattı. 1294 yılında Çin’e varan Montecorvino’nun iddiasına göre, Montecorvinolu John orada bulunduğu ilk on iki yıl içinde altı bin kişiyi vaftiz etti ve eğer Nesturiler olmasaydı bu sayının otuz bin olması muhakkaktı.[51] Hıristiyan bakış açısından değerlendirildiğinde Orta Asya, İslam, Budizm ve Şamanizm tarafından hakimiyet altına alınmış kutsal bir metruk olmuştu.
Moğolların deccalin habercisi olduğuna dair genel kabul görmüş mitolojiye rağmen bazıları daha faydacı bir görüşü benimseyerek Moğolların müslümanlara karşı müttefik bir güç olabileceğini savundular. Ancak bu yaklaşım pek bir sonuç getirmedi. Çünkü Pian Carpinalı John’un Güyük’e önerdiği, İslam’a karşı Batı’yla birleşme teklifi Güyük tarafından reddedildi.[52] Bununla birlikte 1258 yılında hem Eljigideisin hem de Nasturi Hıristiyanlardan birer temsilci 9. Lois’i ziyaret ederek Güyük’ten Sultan’a ve Halife’ye karşı müttefik olma çağrısı taşıyan bir mektup getirdiler. Bu teklif kabul edilmişti edilmesine, ancak elçiler geri döndüklerinde Göyük ölmüştü. Göyük’ün yerine geçen oğul Kaymış, Batılı misyonerlere ılımlı mesajlar vermiş, standart tutumlarında değişiklik yaparak Batı’dan Moğolları müttefik kabul etmelerini istemiştir. Daha sonraki aşamalarda 1264 ve 1304 yılları arasında Batılı güçler ile İlhanlılar arasında İran’da diplomatik ilişkiler hızlanmış, bir tür Avrupa-Moğol ittifakı gündeme gelmiştir.[53]
1272’de İngiltere Prensi Edward ile İlhanlılar arasında bir ittifak kurulup Memlüklere karşı birleşilmesine rağmen bu tür ittifaklar genelde sonuçsuz kalmışlardır. Kaldı ki Memlüklere karşı kurulan ittifakta çok az sayıda Moğol yer almış ve böylece bu teşebbüs başarısızlığa uğramıştır. Diplomasi açısından bakıldığında, Moğolların elit halka içerisinde müttefik olarak kabul görmesi aslında Moğolların Hıristiyanlığı kabul etmiş olması gibi abartılmış bir iddia ile de alakalıdır. Sonunda da anlaşılmıştır ki Haçlı seferlerinde bir Avrupa-Moğol ittifakı hayalden öte bir şey değildi.[54]
Değişmeyen İmajlar: Orta Asya Bağlamında Süreklilikler ve Değişimler
Moğol istilaları baz alınarak türetilmiş olan Orta Asya imajı, 19. yüzyıla kadar devam etmiştir. Orta Asya özellikle seyahat yazımlarında ve şiirsel anlatımlarda egzotik ve barbar bir bölge olarak tanımlanmaya devam edilmiştir. Bununla birlikte bu imajda önemli birtakım değişmeler de olmuştur.
Rönesans ve Aydınlanma ile gelişen felsefi düşünce akımları ışığında Orta Asya, doğu despotizminin önemli bir temsilcisi olarak görülmüştür. Her ne kadar Moğol istilası Orta Asya’ya dair bilgi edinmeyi teşvik edici bir unsur olarak görülse de, Batı’da Orta Asya’nın gerçek coğrafi bilgilerine ulaşmak, 18. ve 19.yüzyıla kadar pek mümkün olmamıştır. Moğol İmparatorluğu, zirveye ulaştığı ve durakladığı dönemlerde Orta Asya Batı Avrupa için merkezden uzakta bir çevre olmuştur. Haçlı seferlerinin sona ermesinden sonra da Orta Asya, güçleriyle diplomatik ilişkiler geliştirip müttefik olmak için çok neden kalmamıştı. Buna ek olarak Orta Asya, artık Prester John’un olası toprakları olarak da görülmüyordu. Ve artık Moğollarla ilgili istenmeyen imajları ortadan kaldırmak için pek neden kalmamıştı. Çünkü Moğolları Protestan yapma ya da onlarla stratejik ittifaklar kurma gerekliliği ortadan kalkmıştı. Böylece Moğol istilaları ile özdeşleştirilen Orta Asya imajı Avrupa’da uzun yıllar degişmeden devam etti.
Tehlike ve Maceralar Ülkesi: Edebiyat ve Seyahatnamelerde Orta Asya İmajı
Batı edebiyatında Orta Asya’nın klişeleşmiş imajı tehlikeli fakat egzotik ve romantik cazibesi olan bir bölge olarak betimlenmiştir. Sir John Mandeville’nin Seyahatlerinde Orta Asya’dan egzotik bir yer olarak bahsedilmiştir. Sir John Mandeville’nin seyahatleri Orta Çağlardan başlayıp da 19. yüzyılın başlarına kadar büyük oranda rağbet görmüş hayali seyahatler türünün bir örneğidir. Bazı durumlarda hayali gezgincinin itibarı gerçek gezgincilerinkinden daha fazla da olabiliyordu. Bu tür çalışmalar büyük oranda bilinmeyen dünyaları tanımlayıp orayla bir bağlantı kurmak ve orayı varsayımlarla kurulu olan kozmoloji içinde bir yere oturtmak açısından önemli bir görev üstlenmiştir.[55] ‘Sir John Mandavilla’nın Seyahatleri’ büyük oranda popülarite kazanmış ve 1400 yılında belli başlı bütün Avrupa dillerinde ve 1500 yılında Çekçe, Danimarkaca, Almanca ve İrlandaca da okunabilir duruma gelmiştir.[56] Igor De Rachewiltz’e göre 15. yüzyılda okuma yazma bilsin bilmesin bütün herkesin zihnindeki Asya imajı gerçekle hikayelerin bir tür karışımı olan Mandavilla’nın hayali seyahatlerinin anlatımı ile şekilleniyordu.[57] Kitap kendisinden önceki seyahatnameleri ve efsanevi hikayelerin birbirine geçmiş hali idi ve büyük oranda Friar Odanic’in kayıtlarında da yer verilmişti. Mandavilla Büyük Han’ı bir kahraman ve krallığının hayırhah bir yöneticisi olarak betimlemiştir.[58] Yine Mandavilla’ya göre Büyük Han, sarayında emsalsiz ve ihtişamla yöneticilik yapan münevver biriydi.[59] Bundan başka Tatarları yöneticilerine besledikleri sadakat duygularından ve itaatkarlıklarından dolayı da övmüştür.[60] Bu kitabın güvenirliği büyük oranda sorgulanmıştır.
Aslına bakılırsa Doğu’ya ait bütün seyahatnameleri Hakluyvari çalışmalarda derleyen Samuel Purchas, Friar Odec’i Sir John Mandaville’den kaynak göstermeden alıntı yapmakla suçlamıştır.[61] Orta Asya’ya dair benzeri romantik çalışma örneklerinden diğeri de Chaucer’in ‘Düşes’in Kitabı’ ve ‘Çançiçeği Masalları’ isimli çalışmalardır. Düşes’in Kitabı’nda Orta Asya, beklenen aşığa büyük bir meydan okuma olarak ifade edilir.
Eflat’la kimse gitmesin
Prusya’ya ve Tataristan’a
İskenderiye’ye ve Türkiye’ye de
?
?
Ve Carrenavre üzerinden eve dön [62]
Yukarıda işaret edilen alıntı, romantik kahramanların aşıklarına olan sadakatini göstermek için ne zorluklara katlandıklarını anlatmaktadır. Tataristan, bu nevi romantikler için büyük bir meydan okuma anlamına gelmektedir. Baüghson dördüncü ve beşinci dizelerin Gobi çölünden geçerek gitmek ve Gobi çölünün kenarındaki Karanar (ya da Siyah-Göl) üzerinden geri dönmeye karşılık geldiğini öne sürer.[63] Muscatin’e göre ise ‘Düşes’in Kitabı’ isimli çalışma 14. yüzyıl Fransız saray edebiyatı ile Orta Asya’nın özdeşleştirilmesi gibi bütün Avrupa’da yaygın olan hayali varsayımların bir birleşimidir.[64] Prester John gibi bir hikayede Tatarlar ülkesinde olan bir asilden bahsedilir ki Kavalye Hikayesi olarak adlandırılan bu hikaye de diğerleri gibi Doğu mistizmi üzerine örülüdür.[65] Bu hikayeler zihinlerdeki ‘Orta Asya’ algısı üzerinde uzun süreli etkiye sahip olacak niteliktedir. 1803 yılında Charles Lamb, arkadaşı Thomas Manning’in bağımsız Tataristan’a seyahat etmeye niyetlendiğini öğrendiğinde onu pis, anlaşılması mümkün olmayan, at üstündeki Tatar insanların’ ülkesine gitmemesi için uyarmıştır. Lamb, Mannig’i Chaucer’den etkilenerek, yüzük, pirinç, at gibi aptalca hikayelere inanmakla suçlar. Ona göre Tatarlar soğuk ve yavan yaratıklardır.[66]
Elizabet Draması döneminde ise Orta Asya, despotik idareciler tarafından yönetilen, düzenbaz insanların yaşadığı bir ülkedir. 1590’da yayımlanan Christoper Marlowe’nin Tamburlaine adlı kitabında Orta Asya’ya ait basmakalıp tiplemeler çizilmiştir; yazar, Timur’u büyük Tatar, hırsız olarak nitelendirir.[67] “Tatar Hırsızlar” ve “soysuz Tatarlar”a göndermede bulunur.[68] Tamburlaine, yeryüzünün felaketi olarak sembolleştirildiği Timur’un hayatındaki iniş çıkışları konu alan bir tiyatro oyunudur. Timur hastalığına yenik düşüp ölürken ardında zalimliğin hüküm sürdüğü bir ordu bırakarak oğullarına sadece bir yıkım mirası tevdi ediyordu. Lach’ın gözlemlediğine göre Tamburlaine gibi oyunlarda Doğulular ‘savaş canlısı, şehvet düşkünü, kardeş katili” tipler olarak lanse edilmiştir.[69] Daha sonraki dönemlerde bir diğer hayali gezgin de Defoe’nin Robinson Crouse’dur. Burada da Tatarların zaferler kazanan bir topluluk oldukları vurgulanmasına rağmen tabiatlarındaki kötü huylara gönderme yapılmıştır. Defoa da “The Farther Adventures of Robinson Crusoe” adlı 1719 yılında basılan eserinde diğerleri gibi Tatarların Yecüc ve Mecüc ile aynı oldukları iddiasını sürdürmüştür.[70] Bununla birlikte Defoe’nin kahramanı Moğolların savaşkan doğaları ve ahlaki tutumlarını küçümsemiştir. Çin ve Tataristan üzerinden seyahat ederken Robinson Cruose, Çin İmparatorluğu’nun nasıl bu kadar aşağılık insanlar tarafından fethedildiğini merak etmiştir. Öyle ki, ona göre, Moğollar savaş tekniği tanımayan, düzenden anlamayan ve disiplin altına alınamayan insan yığınıdırlar.[71] Cruse, romanda Tatarlarla çarpıştığında onların kolaylıkla savuşturulduğunu söylemiştir.[72] On bin Tatar Cruose’un güçleri tarafından bozguna uğratılmıştır.[73] Söz konusu eser, kendine güveni artan, yükselen İngiltere’nin bir yansıması şeklindedir.[74] Tatarlara karşı kazanılan başarı dünya üzerindeki karanlık bir gücün ortadan kalkmasına işaret ediyor, medeni bir uygarlığın vahşi insanlar üzerindeki zaferini müjdeliyordu. Edebiyatın dram türünde ve hayali seyahatlerdeki Orta Asya imajı oraya gidip de kayıt tutanlarınkinden pek farklı değildi. 1558 yılında Abdullah Han Özbek zamanında Orta Asya’yı ziyaret eden ilk İngiliz, Anthony Jenkinson isimli bir tüccardı ve Buhara’ya gitmişti. Abdullah Han’ı tanıtırken ‘tam bir Tatar olduğunu gösterdi: Benden borç alarak birşeyler almaya gitti’ ibaresini kullanmıştı.[75] Fakat aynı yönetici daha sonradan Jankinson’un çalınan parasını geri ödedi. Ve bu onun için en iyi adalet diyerek suçluyu idam etti.[76] Jankinson bölge ile ilgili hazırladığı raporda Tatarların hırsız ve katilliğe karşı meyilli, fesat insanlar olduğunu yazmıştır.[77]
17. yüzyılın ortalarında Avrupalı gezginlerden Bernier ve Manucci gibileri Orta Asya’nın saf ve beceriksiz insanlar tarafından mesken edildiği iddiasını daha da ileri götürdüler. 1661’de Moğol İmparator’unu ziyaret etmiş Belhli elçilerle karşılaştılar. Bernie onlara ‘Dünyada Özbek Tatarlarından daha pis ve daha sefil, daha dar kafalı başka insanlar yoktur herhalde’ dedi.[78] Amacı bu elçilerden Özbek Hanlığı’yla ilgili bilgiler edinmekti. Ancak gördü ki oraya giden elçilerin bu tür düşünceleri yoktu ve Bernie’nin neden bahsettiğini pek anlamamışlardı. Elçiler Özbek Hanlığı’nın sınırlarından bile haberdar değillerdi ve birkaç yıl önce Çin’in egemenliğinde olan Özbeklere dair hiçbir şey bilmiyorlardı.[79] Manucci de Tatarların ‘kaba tabiata sahip pis insanlar’ olduklarında hemfikirdi.[80] Hem Bernier hem de Banucci onların yeme alışkanlıklarından, çatal ve kaşık kullanmamalarından iğrenmişlerdi.[81] Manucci “Özbek soylularının yemek yerken ellerinin, ağızlarının ve yüzlerinin nasıl yağlandıklarını görmek çok iğrençti” demiştir.[82]
Manucci ve Berger Özbeklerin kişişel huylarına eleştiri getirirken, Moğol ordusunda nasıl istekle bulunmak istediklerini ve Moğolların cesur savaşçılar olduklarını itiraf etmişlerdir. Ayrıca Bernier ‘hiçbir ulus ok ve yayı onlar kadar iyi kullanamaz’ diyerek bu özelliklerine hayranlık duyduğunu gizlememiştir.[83]
Orta Asya’ya dair seyahatnamelerin hepsi evrensel olarak düşünüldüğünde bu kadar da olumsuz değildir. Şüphesiz tartışmaya açıktır ki göçebe Tatarlar genelde medeniyetten uzak olarak tanımlanırken yerleşik hayata uyum sağlamış ‘Tatar’ hanedanlar daha fazla hoşgörülmüştür. Kubilay hem o dönemin seyyahı Marko Polo hem de daha sonraki tarihçilerden Edward Gibon tarafından sarayının medeni ve ihtişamlı olması dolayısıyla övülmüştür.[84] 1860 yılında Çin’i ziyaret etmiş olan John Barrow Qing Hanedanı soylarının Tatarlara dayanması ve Cengiz’in torunu olmaları nedeniyle kendileriyle gurur duyduklarını vurgulamışlardır.[85] Ve devlet yönetimi geleneğinin ne ölçüde Çin geleneklerine uygun olduğu yorumunda bulunmuştur.[86]
Despotluk ve Göçebelik: Felsefi ve Tarihi Açıdan Orta Asya’nın Algılanması
Rönesans ve aydınlanma sırasında Orta Asya, Doğu despotizmi ile özdeşleştirilmiş ve özellikle 19. yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreğinde bu, ateşli bir biçimde savunulmaya devam edilmiştir. Doğu despotizmi kavramı Yunan zamanında türemiş ve Aristo tarafından Asyalı yöneticilerle ve kölecilikle özdeşleştirilmiştir.[87] Rönesans ve aydınlanma felsefecileri Avrupa’da yeni oluşmakta olan cumhuriyetleri ve ilkel demokrasileri başka yerlerdeki zorba rejimlerden ayrıştırmak için bu kavramı kullanmışlardır. Despotizm ise her zaman olumsuz anlamda kullanılmamıştır. Yönetimin en doğal şeklinin monarşi olduğuna inanan Bodin, Tatarları, dünyada gelmiş geçmiş en iyi monarşik topluluk olarak adlandırarak saygısını dile getirmiştir.[88] 1576 yılında yayımladığı “Cumhuriyetin Altı Kitabı” adlı risalesinde takdir ettiği gibi Tatar politik sisteminin mutlak bağımsızlığa iyi bir örnek olduğunu dile getirerek takdir etmiştir.[89] Diğer düşünürler konuya biraz daha eleştirel yaklaşmışlardır. Adam Smith ‘Ulusların Zenginliği’ adlı çalışmasında Tatar hanlarının hepsinin despotik olduğunu öne sürmüştür.[90] Montesqieu’nun ‘Hukukların Ruhu’ adlı çalışması politik düşünce alanındaki belli başlı çalışmalardan biridir ve 1748 yılında yayınlanmıştır. Montesqieu yönetim biçimlerini üç kategoride incelemiştir. Cumhuriyet, erdemli olma üzerine inşa edilmiş demokratik ya da aristokratik bir idaredir. Monarşi, hukuki sınırlamalara tabi bir egemen yönetimidir. Son olarak Despotizm ise, egemenlik hakkı yönetenin kendi keyfinde olan bir yönetim şeklidir.[91] Montesqiu Tatarların hem karakterlerini hem de durumlarını eleştirerek “Asya’nın Doğal Fatihleri kendi kendilerini köleleştirmişlerdir”[92] demiştir. Tatarların Çin despotizmine bağlı olduğunu iddia ederek Çin despotizmini de kısmen eleştirir.[93] Tatarların yaşantısını ‘vahşi’ olarak nitelendirir ve onları medeni dünyayı tahrip etmekle suçlar.[94] Ayrıca onların köle tabiatları ve tahripkar doğaları nedeniyle göçebe hayata ve sert çevreye uyum sağladıklarını ileri sürer.[95]
Despotizm üzerine yapılan tartışmalar daha geniş bir şekilde medeniyetlerin gelişimi ile paralel işlenirken Orta Asya, çoğu zaman Avrupa’nın aksine ilkel bir bölge olarak tanımlanmıştır. Moğolların yıkıcı bir tabiata sahip tembel bir toplum olmaları onların göçebe olmalarıyla özdeşleştirilmiştir. Bu sınıflandırmalar Aydınlanma döneminde şekillenmeye başlayan toplumların gelişme kavramlarıyla ve özellikle ‘Dört Aşama’ teorisi ile doğrudan alakalıdır. Bu teoriye göre ilerlemekte olan toplum gittikçe yükselen dört aşamadan geçerek gelişir. Avcılık, evcilleştirmecilik, tarım ve ticaret. Dördüncü ve en ileri aşamada bulunan Avrupa uygarlıklarının aksine Orta Asya halkları avcılık ve evcilleştirme olan 3. ve 2. aşamadadırlar.[96] Örneğin Rousseau Tatarların ve Amerikalı vahşilerin toprağı işlemeyi bilmeyenlerin yaşayan örnekleri olduğunu söyler.[97] Toprağı işlemeyi bilmeden sanatta ve bilimde ilerlemenin, ticarette bir gelişme göstermenin hiçbir olasılığının olmadığına inanılır.
Edward Gibon’un önemli çalışması “Roma’nın Gerilemesi ve Çöküşü” çalışmasında Orta Asya Tatarları dünya tarihinde tahrip edici bir güç olarak takdim edilmiştir.[98] Gibon, bir yandan Cengiz’in ne kadar zalim olduğundan yakınırken, diğer yandan onun dini hoşgörüsünün derecesini takdir etmiştir.[99] Kubilay’ın dönemi ise “mektuplaşmanın ve ticaretin arttığı, huzur ve adaletin yaygınlaştığı aydın bir dönem olarak takdir edilmiştir”[100] Gibon, Timur’un dinç, sağlıklı, alçak gönüllü, bilime meraklı biri olduğunu ancak insanlık için hayırsever biri olmaktan ziyade bir musibet olduğunu söyler.[101] Tatarların tabiatındaki yağmacılığı göçebe hayat tarzını benimsemiş olmakla ilişiklendirir.[102] Bir Tatar çobanın çadırında rahatsız edici basitliği ile çıplak bir şey Avrupa’nın saf ve arınmış sanat anlayışı ile çehre değiştirdiğini savunuyordu.[103] Bundan başka Gibon, göçebe hayat sürenlerin aylaklığa tarım ve üretim ile uğraşanlardan daha fazla yatkın olduklarını ile sürer.[104] Gibon, göçebe hayatın birçok yönünü eleştirse de Tatarların savaşçı ruhları ve Türkmenlerin cesaretlerine övgüler yağdırmakta ve Tatarları Seytian geleneğinin kahramanları olarak görmektedir.[105]
Türkmenlere yapılan bu övgüler, aslında göçebe hayatın geçmişine, yapısına ve hayat tarzına getirilen eleştirilere rağmen savaşta kabiliyetli olmaya ve dinç bir hayat sürmeye duyulan özlemi dile getirmektedir.
Moğol istilalarının bir sonucu olarak Batı’daki emel ve çekinceler, Orta Asya’ya en uç seviyelerde yansıtılmıştır. Moğollar deccalın temsilcisi olarak algılanmıştır. Moğol istilacılarının zalimce tutumları ve yıkıcı olmaları nedeniyle Avrupa’nın karşılaştığı gelmiş geçmiş en kötü düşman olarak algılanmıştır. Ancak Moğollar zaman zaman İslam’a karşı potansiyel bir müttefik olarak da kabul görmüşlerdir. Karşılıklı güvensizlik ve çatışan öncelikler Moğollarla Avrupalıların ittifak yapmasına engel olmuştur. Ve bu da Gumilev’in idiasına göre Moğollara karşı beslenen nefretin en üst seviyelere tırmanması ile sonuçlanmıştır.
Bundan başka Orta Asya Batılılarca Prester John gibi hayali birtakım mitlerle de özdeşleştirilmiştir. Bitmek bilmeyen Prester John miti aslında Batılıların Orta Asya’nın Hıristiyan bir monarşi ile yönetilmesi husunda duydukları arzunun bir uzantısıdır.
Batılıların zihinlerindeki Orta Asya algısı büyük oranda Moğol istilaları ile şekillenmiş ve 19. yüzyılın başına kadar Batı litaratüründe Moğol istialalarıyla tanınmışlardır. İster gerçek ister hayal ürünü olsun Orta Asya’ya dair yazılanlar oranın tehlikeli ve bir o kadar da romantik olduğu ile ilgilidir.
Chauceri’nin Orta Asya tanımlaması, bölgenin egzotik maceralar diyarı olduğu yönündedir. Bununla birlikte bölge ile ilgili eleştirel tanımlamalar da yapılmıştır. Marco Polo ve Sir John Mandeville’nin Orta Asya ile ilgili kayıtları genelde olumlu olmasına rağmen, bölge dürüst olmayan insanlar tarafından mekan tutulmuş, zalim hükümdarlarca yönetilen bir yer olarak tanımlanır. Marlovie’nin Tamburlaine gibi tiyatro oyunlarında da Orta Asya şiddet yanlısı, despotik idareciler tarafından yönetilen bir yer olarak karakterize edilmektedir. Orta Asya’ya seyahat etmiş olanların tecrübeleri kendilerinden öncekilerin izlenimleri ile uyuşmaktadır. Buhara’yı ziyaret etmiş olan ilk İngiliz yolda soyulmuş ve Abdullah Han’ın kaprislerine muhatap olmuştur. Orta Asya ile ilgili bu tür algılamalar İngiliz dilinde de kendini göstermiş ve bu dilde Tatarlar “sahtekar ve kaba” kelimeleri ile eş anlamlı hale gelmiştir.
Bazı açılardan söylenilebilir ki, Orta Asya’ya dair bu kadar olumsuz düşüncelerin geliştirilmesi, oranın artık hayali Prester John’un ülkesi olmadığı ve Hıristiyanlık için potansiyel başbelası bir yer olduğu anlaşıldıktan sonra daha da artmıştır. Ve görülmüştür ki bu diyar İslam’ın, Budizm’in ve Şamanizm’in etkisi altındadır. Daha önceleri Orta Asya ile özdeşleştirilen Yecüc ve Mecüc inancından sonra bölge İslam’la olan bağlantısından dolayı Doğu despotluğunun önemli bir merkezi olarak görülmüştür. Böylece daha önceki deccal, şeytan tiplemeleri Batılıların zihninde Müslüman yöneticiler ile özdeşleştirilmiştir. Orta Asya’ya daha az eleştirel yaklaşanlar da olmamış değildir, ama bunlar sayıca azdır. Bununla birlikte göçebe yaşamı benimsemiş olan Orta Asya insanları her zaman medeni olmamakla toplumsal gelişmeleri birinci ya da ikinci aşamada kalmış toplumlar olmakla suçlanmışlardır.
Avrupa’da Moğol istilalarının yarattığı Orta Asya imajı her ne kadar birtakım değişiklikler yaşansa da, 18. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Orta Asya daima kaba ve barbar insanların yaşadığı bölge olarak tanımlanmış, drama, tiyatro, roman, seyahatnameler gibi bütün edebi türler de o şekilde olumsuz yankı bulmuştur.
Bu tür bir bakış açısı politik düşünceyi ve tarihsel değerlendirmeleri de etkilemiştir. Bölgenin coğrafyasını tanımada önemli adımlar atılmış olmasına rağmen birçok kısmı hiçbir şekilde bilinmemektedir. Buna ek olarak Orta Asya’nın tarihi literatürüne ve bölgeyi tanıtıcı önemli çalışmalara duyulan ilgi eksikliği bölge hakkında yeterli bilgilerin daha bir müddet edinilemeyeceği anlamına gelmektedir. Moğol istilaları yıllar önce Avrupa’da Orta Asya’ya dair bilgi edinme merakı uyandırmış bir vesiledir. Ve daha sonraları Orta Asya’ya duyulan ilgisizliğin altında yatan gerçek, o an için böyle bir vesilenin var olmamasıdır. Ve böyle bir vesile Rusya’nın Orta Asya’ya yayılması ve “büyük oyun” olarak adlandırılan durum ortaya çıkana kadar, yani 19. yüzyıla kadar da bulunmuş değildi.
Massey Üniversitesi Tarih, Felsefe ve Siyaset Bilimleri Fakültesi / Yeni Zellanda
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 334-344