Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU
Türklerin İslâmiyete girişi ve bunun sonrasında ilmî ve edebî faaliyetlerde yer alışılan hususunda zaman itibariyle farklı görüşler ileri sürülmüştür. Konunun tarihî yönünü, bu alandaki bilim adamları tartışmış ve özellikle V. V. Barthold, Zeki Velidî Togan, Osman Turan, Hakkı Dursun Yıldız gibi bilim adamları konuyu ilmî tetkiklerle vuzuha kavuşturmuşlardır. Değerli bilim adamı Aydın Sayılı yıllar önce söz konusu olumsuz yaklaşıma dikkat çekmiştir. Richard N. Frye ile daha önce kaleme aldıkları yazıyı Türkiye’de tekrar neşrederken tanıtım cümlelerinde Horasan ve Mâverâünnehir’deki Türkler ve Müslüman oluşlarıyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Biz Türkler, bu mıntıkaların Selçuklulardan önce Türkleşmiş olduğunu umumiyetle kabul ederiz. Halbuki garp bilginleri, hususile on dokuzuncu asrın sonundan beri, bu mıntıkayı tamamen İranlılara ve İranlılarla akraba kavimlere malediyorlar. Garp bilginlerinin aşağı yukarı yarım asırdan beri bu husustaki fikirlerini değiştirmiş olmalarının birçok sebepleri vardır”.[1]
A. Sayılı ve Batılı meslektaşı genelde Batılı tarihçilerin “bu bölgelerin Selçuklularla Türkleşmeye başladığı” görüşünü, birlikte eleştiriye tabi tutmakta ve yazılarının ana fikrini şu şekilde belirtmektedirler: “Türklerin, Selçuklulardan ve İslâmiyetten evvel, Horasan dağları, Seyhun ve Hindistan arasındaki bölge halkının mühim bir kısmını teşkil ettikleri tezi bu yazının asıl konusunu teşkil etmektedir”.[2] Bu makalenin Amerika’daki yayımı 1943, Ankara’daki yayımı ise 1946’dır.
Türklerin İslâmiyetten sonra edebî faaliyetler içerisindeki yerini belirlemede, tarihî gelişmeler ve yerleşim bölgeleriyle ilgili bilgilerin yardımına ihtiyaç bulunmaktadır. Biraz önce belirtilen tartışma bu nedenle önemlidir. Selçuklular dönemine sarkıtılan tarihî süreç, aynı şekilde Türklerin edebî alandaki faaliyetlerini daha sonraya bırakmayı gerektirmektedir. Bu varsayımdan hareket eden Batılı şarkiyatçılar ve bazı bilim adamları klâsik Türk şiirini ve şiir geleneğini âdeta XIII., XIV. asra ve Anadolu coğrafyasına bağlamaktadırlar.
Klâsik Türk şiirinin arkasındaki geleneğin ve edebî zevkin izleri, araştırmacıları Horasan ve Mâverâünnehir (Batı Türkistan) şehirlerinde yazılmış İslâmiyet sonrasına ait ilk Farsça ve Türkçe şiirlere ulaştırmalıdır. Anadolu’da gelişen şiirin, anılan bu bölgelerde elbette daha önce ürün veren şiirle münasebetleri üzerinde bilim adamları çok fikir yürütmüş ve neredeyse genel kabul gören yargılar oluşturmuşlardır. XIX. asrın sonlarında başlayan bu değerlendirmelerde varılan sonuca açık ve hiç bir tereddüt barındırmayan iki örnek vermek, konunun çehresini belirginleştirecektir. İlk örnek E.J.W. Gibb’e (ö. 1901), ikincisi Süleyman Nazif’e (ö. 1927) aittir:
“Osmanlılar kendilerine bir edebiyat yaratmağa karar vermeden çok evvel, İranlıların dehası, Arap istilası ile uğradığı husufdan kurtulmuş ve İranlıların şiir tarzı tamamen tekemmül etmiş ve sağlam bir şekilde teessüs etmiş bulunuyordu. İran şiirinin birinci devrini teşkil eden daha sağlam, daha erkek bir ruhun yaratmış olduğu o büyük millî destânî safha gelmiş geçmişti ve şiir bir buçuk asır müddetçe, dünyaya taaluk eden her şeyden bililtizam yüz çevirmiş ve ecdattan tevarüs ettikleri ruhun Allaha karşı iştiyak ve aşkını terennüm eden sûfîlerin eline geçmiş bulunuyordu. Ve bu zamanda İranlIların sırrî felsefe sistemi, tıpkı şiir sistemleri gibi, bütün teferruatı ile işlenmiş ve tesis edilmişti. Türkler bu şiir ve sırrî felsefe sistemini böylece, tamamen tekâmül etmiş bir halde buldular ve bunları oldukları gibi aldılar.”[3]
“İster beni fükdân-ı ilim; ister noksân-ı his ile itham etsinler, iddia ve ısrar ederim ki, Türklerin edebiyatı ve hatta tarihi Osmanlılarla başlar.” [4]
Daha önce işaret edilen tarihî süreçle ilgili iddiaların etkin olduğu dönemde kaleme alınan bu ifadelerde şu kesin kabuller görülmektedir:
- İranlıların Farsça şiir tarzı, tamamen İranlılara özeldir.
- Osmanlılar, genel anlamda Türkler, İranlılardan çok sonra kendilerine özel bir edebiyat oluşturmuşlardır.
- İran şiirinin birinci devrini, millî destânî safha teşkil etmektedir.
- Türkler, İran şiir ve sırrî felsefe sistemini oldukları gibi aldılar.
- Türklerin edebiyatı, Osmanlı ile başlar.
Bu yazıdaki bilgiler ve örnekler, bu hususların edebiyat tarihi ve geleneği alanında yeniden tartışmaya açılmasını; mümkün olursa aydınlatılmasını sağlamak için bir araya getirilmiştir. Bu amacı gerçekleştirmek için önce İslâmiyet sonrasında gelişen Farsça şiirde, yukarıdaki tespitlerin aksine, Türklerin İran sahası olarak gösterilen coğrafyadaki varlığı ve ilk dönemlerden itibaren bu edebî faaliyetlerdeki yerleri üzerinde durulacaktır. Son olarak yakın yıllarda İran’da yayınlanan bazı eserlerde görülen ve Türklerin ilk Farsça şiirlerdeki varlığını olumsuz düşüncelerle de olsa ortaya koyan ve eleştiren yeni bir bakış tarzına değinilecektir.
İslâmiyet sonrasında büyük değişiklikler geçirerek yeni bir hüviyete bürünen Farsça’nın ilk şiir örnekleri, IX. asrın ikinci yarısına aittir. IX. ve X. asırdan günümüze çok az sayıda beyit ulaşmıştır. Bir tespite göre, daha sonraki dönemlerde yazıldığı iddia edilen beyitler de dahil olmak üzere, IX. asra ait 58 ve akabinde Rudekî’den (ö. 941) biraz sonraki yıllara ait 2.000 beyit elde bulunmaktadır.[5] Çeşitli kaynaklarda dağınık olarak bulunan ilk dönemlere ait örnekler, G. Lazard tarafından bir araya toplanıp Fransızca tercümeleriyle yayınlanmıştır.[6] Hicrî 370 yılı sıralarına kadar yazılmış şiirleri içeren bu araştırmada birçok beyit için, bu döneme ve anılan şahıslara aidiyeti hususunda tereddüt uyarıları konmuştur. Buna rağmen bütün beyitlerin sayısı, 1535 olup 22 şaire aittir. Anılan çalışmanın dışında bırakılan Rûdekî (ö. 329/941)[7] ve Kisâî’nin (ö. 394/1004’den biraz sonra)[8] adına kayıtlı beyitler ile Gazneli sarayı şairlerinden Ferruhî (ö. 429/1038)[9], Unsurî (ö. 431/1039-1040)[10] ve Minûçihrî’nin (ö. 432/1040-1041)[11] şiirlerini kapsayan kitap ve divanlar, bu değerlendirme için gözden geçirilmiştir.
Son dört şair, İran edebiyatının büyük kaside şairlerindendir ve divanları, en erken döneme ait olan ve bütün olarak elimize ulaşabilen ilk divanlardır. Bu döneme ait Firdevsî’nin Şehnâme’si ve bunun içerisinde yer alan Dakîkî’nin beyitleri, bu yazıda dikkate alınmamıştır. Bu iki şairin mesnevileri, Farsça’da millî destânî İran şiirinin hemen yalnız kalan örnekleridir.
Ayrıca burada Selçuklu sarayında bulunmuş iki şairden de örnekler aktarılacaktır. Bu şairlerden birincisi, Sultan Melikşah (slt. 1072-1092) tarafından “Emîru’ş-şu’arâ” tayin edilen ve Melikşah’ın lakabı olan Mu’izzuddîn ve’d-dünyâ’dan kaynaklanan “Mu’izzî” mahlasını kullanan şairdir. Mu’izzî (ö. 518-521/1124-1127 yıllarında) babası Burhânî’nin Sultan Alparslan’ın şairi olması sebebiyle Selçuklu sarayı çevresinde yetişmiş, elli yılı aşkın bir zaman diliminde bir arada bulunduğu Melikşâh ve Sencer (slt. 1117-1157) başta olmak üzere devrinin önde gelen devlet adamları için şiirler yazmıştır. İkinci şair ise, İran edebiyatında kaside tarzının en büyük üstadı sayılan Evhadüddîn-i Enverî’dir (ö. 563?/1168?). Sultan Sencer’in şairleri arasına katılmış ve uzun yıllar Sultan ve çevresindeki devlet adamları hakkında kasideler söylemiştir. Elimizde hacimli divanları bulunan Mu’izzî ve Enverî, Farsça ve Türkçe kaside yazmış olan şairlerce en çok örnek alınan şairlerdir.
Yukarıda zikredilen eserlerde yer alan konumuzla ilgili beyitler ve bilgiler “Türk Boyları, Bölge ve Şehir Adları”, “Türklerin Güzellikleri”, “Şehnâme’nin Tenkit Edilmesi”, “İran Destan Kahramanlarının Küçümsenmesi ve Türklerin Övülmesi” ve “Türklerin ve Türk Sultanlarının Dinî İnanç ve Tercihleri” başlıkları altında değerlendirilecektir.
1. Türk Boyları, Bölge ve Şehir Adları
İlk Farsça şiirlerde Türk boyları ve özellikle Türk bölgesi olarak anılan yer adları çok yoğun bir şekilde yer almaktadır. Bunların hepsini sıralamak mümkün değildir.
Bu nedenle bu başlık altında, Türklerin ikamet yerleri olarak bilinen Horasan ve Mâverâünnehir gibi İslâm coğrafyasının merkezine yakın yerleşim yerlerine pek işaret edilmeyecek, doğrudan Türklerin coğrafyasını tartışmasız temsil eden yerlerle ilgili örnekler verilecektir.
Rûdekî’den (ö. 329/941) bir müddet önce yaşamış ilk şairlerden Ferâlâvî şöyle demektedir:[12]
- Bulut, ok atan öfkeli Türk gibi; sanki şimşek onun oku, gökkuşağı ise yayı.
Rûdekî, bir beytinde Sâmânî (204-395/819-1005) ordusunu överek tanıtırken şöyle demektedir:[13]
- Ön safta ayakta binlerce Türk. Her biri iki haftalık ay gibi.
İlk şairlerden Ebu’l-Abbâs-i Rebencenî Orta-Asya’daki Fergana bölgesi veya şehri ile ilgili hislerini bir beytinde şöyle dile getirmektedir:[14]
- Ben bir kuru bitki idim, Fergana’ya gittim. Yaş mersin ağacı oldum, boyca da karaağaç gibi.
Yine ilk dönem şiirlerinde Türk, bölge adı olarak[15] ve ayrıca insan güzelliği açısından[16] anılmakta, çeşitli vesilelerle Karluk (Halluh), Talas (Taraz), Türkmen (Türkeman) yer veya soy adları kullanılmaktadır.[17]
Gazneliler döneminde X. asrın sonlarında ve XI. asrın başlarında yaşamış olan üç şairin; Unsurî, Ferruhî ve Minûçihrî’nin şiirleri şaşılacak derecede Türk dünyasıyla ilgilidir. Turan, Türkistan ve yine yer adı olarak Türk’ü defalarca anmaktadırlar.[18] Kaşgar, Karluk (Halluh), Özgend, Balasagun, İlek, Taraz (Talas), Huten gibi Türkistan’daki şehirler ve bölgeler de onların şiirlerinde esin kaynağıdır.[19] Bunlardan sadece birkaç örnek şu şekildedir:
- Türkistan’da renklenmemiş bir yer yoktur. Hindistan’da kalıntısı olmamış bir bölge yoktur.[20]
- Ey Türk! Türkistan’da senin gibi bir güzel varsa, Türkistan’da her gün bayram ve bahardır.[21]
- Ey! Orduna, İsfahan; sancağına Rey, mekandır. Ey! Bağlılarının İran’dan Turan’a kadar çadırı/evi vardır.[22]
Genel olarak Türk adının yanı sıra Karluk (Halluh), Oğuz, Hazar, Çigil, Yağma, Kırgız (Hirhîz), Türkmen boy adları kullanılmış[23] ve bazen yerlere nispetle Çin Türkleri; Çigil ve Kandahar Türkleri şeklinde isimlendirmelere de gidilmiştir.[24] Selçuklular dönemi şairleri olan Mu’izzî ve Enverî’nin divanlarında da aynı şekildeki kullanımlar yaygındır.[25] Aşağıdaki diğer başlıklar altında aktarılacak beyitlerde Türk boyları, bölge ve şehir adlarıyla da ilgili olan birçok örnek yer alacaktır.
2. Türklerin Güzellikleri
Anılan ilk dönem şairleri, şiirlerinin ilk beyitlerinde veya son dua beyitlerinde Türk güzellerinin beğenilen ve yüceltilen güzelliklerine yer vermişler, bu güzellikleri anlatmayı amaç edinmişlerdir.[26] Güzellik unsurları, hemen daima Türk güzellerin üzerinde görülmüştür. Bir iki örneğe yer verelim:
- Ey Türk! Yakup tekrar dünyada dirilse Yusuf Peygamberden seni ayıramaz.[27]
- Ey Türk! Yağma ve Karluk baş fitnecisisin. Hem misk saçlı selvi, hem gülyanaklı aysın.[28]
- Cadılıkta Babilli ihtiyarların öğretmeni, güzellikte Karluk Türklerinin öncüsüsün.[29]
- Ey Türk sana olacak kötü gözden korkarım, daima Yâ Rabbi onu koru diye söylüyorum.[30]
Benzeri şekilde hitaplar ve tavsifler yüzleri bulacak kadar şiirlerde yer almaktadır.[31] Bu eserlerde başka ırktan güzellere hemen hiç işarette bulunulmaması dikkat çekicidir.
Selçuklu dönemi şairi Mu’izzî, Melikşâh için yazdığı bir kasidede genel olarak Türkler hakkında ilgi çekici değerlendirmeler yapmaktadır. Güzellik Türklere aittir derken; kahramanlıkları, devlet yönetimleri ve dinî inançları, bu özellikleriyle buluşturularak genel bir çerçeve ortaya koymaktadır.
- Benim için doğrulandı ki cihanın Yaratıcısı, Türkistanı güzellik ve olgunluk içerisinde yarattı.
- Bütün güzellikler Türklerden haber veriyor. Bütün olgunluklar Türklerden örnek veriyor
- Türklerin başlarındaki kalpak ve ellerindeki kılıç, Koç burcundaki güneş ve yengeç burcundaki Müşteri (Jüpiter) gibidir.
- Her zaman yiğit savaşçıyı hünerde zayıf görürler. Büyük orduyu zafer yolunda kolayca mağlup ederler.
- Ocak ve Temmuz bu savaşçılara tesir etmez, Turan ordusu sanki meleklerdir….
- Sevgide ve hizmette Türklere gönül vermek gerekir, çünkü Yaratıcı, cihan mülkünü Türklere vermiştir.
- Evet İslâm’ın bakası, Türklerin devletiyledir, Türklerin devletinin bakası Sultanın devletiyledir.[32]
Şair Mu’izzî, bu beyitlerinde görüldüğü gibi, ideal güzelliği Türk güzelleri üzerinde teşbih ve istiarelerle dile getirmiştir.[33] Enverî, şiirlerinde güzeller için daha çok genel adlandırmalara yer vermiş olsa da, bazen yine Türk, Halluh, Yağma ve benzeri özel isimler kullanmıştır.[34]
3. İran Destan Kahramanlarının Küçümsenmesi ve Türklerin Övülmesi
Türk asıllı nüfusun, gerek Samânîler (204-395/819-1005) döneminde özellikle orduda; idarede ve gerekse Gazneliler (352-582/963-1186) zamanında her kesimde etkin olduğu yıllarda Mâverâünnehir ve Horasan bölgelerinde gelişen Yeni Farsçaya ait kasidelerin çoğunluğu, Türk asıllı; büyük ihtimalle Karluk boyundan olan Gazneli Mahmud (slt. 388-421/998-1030), oğulları Mesut (slt. 421-432/1030-1040) ve Muhammed (slt. 421/1030; 432/1040-1041) başta olmak üzere Gazneli devlet adamları için yazılmıştır. Onlarla bazen barışık bazen savaş halinde bulunan Kadir Han, Toğan Han, Hata Han, Ali Tegin, Arslan Tegin gibi Ceyhun nehrinin sınır teşkil ettiği Türkistan’daki Türk hanlar ve emirler de anılır.[35] Muhalif diğer Türk topluluklar için kimi zaman övücü ifadelere yer verilmesi de dikkat çekicidir.
- Şüphesiz Çin ve Maçîn’den Ceyhun’un kenarına kadar, Türk, ve Taciklerden, Türkmen, Oğuz ve Hazarlardan, Hepsi Anter gibi savaşcı İlek (İlig) ve Toğan gibi on, on iki emir geldi.
- Bedenleri harple yoğrulmuş, tabiatları hamle yapmaya uygun hale gelmiş ve gözleri uykusuzluğa alışmış.[36]
- Sultan Mahmud’u överken ona bağlılığını bildiren diğer Türk sultanı Kadir Han için Ferruhî şöyle demektedir.[37]
- Dünya durdukça mevki, makam, değer ve kıymette Türkistan ülkesi Kadir Han gibi han görmemiştir.
- Çin ve Maçin’den Rum ve Rus’a kadar; Saklab’a kadar hepsi Han’ın vilayetidir ve Han’ın itaati altındadır.
Anılan isimler, Ceyhun nehrinin doğu tarafında Türkistan’da hüküm süren Karahanlıların (382¬607/992-1211) ilk hanlarıdır. Bu dönemlerde İran tarafında Gaznelilerin hakimiyet kurmuş olması nedeniyle İran ve Turan, Türk asıllı sultanların idaresine girmiştir. Bu nedenle İran’ın yani Acem’in Hakimi olarak Gazneli sultanlar, daima Şâh-ı Acem, Şâh-ı Îrân, Husrev-i Îrân, Melik-i Îrân gibi unvanlarla anılmıştır.[38]
Şair, Sultan Mesud’un gücünü anlatırken bu bölgelere işaret etmektedir:[39]
- Turan’ı şu oğluna, İran’ı bu oğluna; doğuyu şu kabileye, batıyı bu sülaleye verirsin.
Şairler, Sultan Mahmud başta olmak üzere devlet adamlarını övmek için yazdıkları bazı kasidelere “Ey Türk!” seslenişiyle başlamışlardır.[40]
Şairlerin, Sultan Mahmud’u, varislerini ve onların devlet adamlarını överken kullandıkları hitaplar, tavsifler ve ifadeler, tamamen Türklerle, onların kahramanlıklarıyla, dinî heyecanla, Halifeye saygı ve Sünnîliği gözetmekle doludur. Yeni Fars edebiyatının gelenek oluşturmasının ilk safhalarındaki şiirler, sanıldığının aksine bu Müslüman Türk sultanların ve de çoğunluk halkın düşünce ve kültür dünyasıyla ilgilidir. Bazı örneklerle konuyu aydınlatalım. Aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere Yeni Fars Edebiyatı’nın eldeki ilk divanlarında İran tarihine ve mitolojisine ait kahramanlara Türk sultanlar ve devlet adamları karşısında değer verilmemektedir. Sultan Mahmud’a hitaben Ferruhî şöyle demektedir:
- Rüstem’in, hünerleriyle ün kazandığı zamanda savaş oyundu ve dünya adamları da basit düşünceliydi.
- Senin savaştığın şu zamanda Zal oğlu Rüstem dirilse, senin Türklerinin okunu öper.[41]
- (O) İran ülkesinin en büyük sultanı (dır). İran onunla gençleşti.
- Ne dersin, İskender böyle yer edindi mi? Ne dersin, Enûşîrvân böylesine sahip miydi?.[42]
- Bir gün nerede Mahmud’un adalet ve insafı anılsa, o gün Enûşîrvân unutulanlardan olur.[43]
- Sultan Mahmud’un ordusunda Kisrâ ve Keykubâd gibi yüzlerce şah ve hüsrev vardır.[44]
- En düşük seviyedeki hâcibin (muhafızın), Cem ve Kisrâ gibi; en küçük hizmetkarın Gîv ve Bîjen gibi.[45]
Unsurî’nin yine Sultan Mahmud için söylediklerinden iki örnek:
- Hâtem’i ve Rüstem’i anmam. Zira en küçük parmağı Hâtem’den ve Rüstem’den daha iyidir.[46]
- Sultanın bir seferde beş fethi vardır. Erdeşîr ve Enûşîrvân bundan birini yapmamıştır.[47]
Sultan Mes’ûd için benzer şekilde karşılaştırmalar yapılmaktadır:
- Kendisine Keykubâd, Keyhusrev, ve Enûşîrvân gibi binlerce bende layık olan Sultan, Dünya mülkünün bir yarısını babasından miras aldı, diğerini kılıç, ok, gürz ve yayla elde etti.[48]
- Buzurgmihr’den büyük üç yüz vezir; İsfendiyâr’dan büyük üç yüz komutan edinirsin.[49]
- Rüstem’in kemendi ancak onun üzengisi; aynı şekilde Ferîdûn’un gürzü de ancak onun demir çivisi ve mızrağıdır.[50]
Sultan Muhammed için de sadece bir örnek:
Senin kapında Keykubâd’dan ve Minûçihr’den daha iyi yüz melik ve yüz vezir vardır.[51] Sultan Sencer’in veziri Ebû Nasr Ahmed için yazdığı kasideden:
- Senin Türklerinin oku için kartal tüyü kullanıldı. Bu şeref nedeniyle kartal dünyada bütün kuşların şâhı oldu.[52]
Sultan Sencer methiyesinden:
- Senin Türklerinden her bir takım, dağlar seli gibidir. Yiğitlerinden her bölük buhar dalgası gibidir.[53]
Kasidelerde övülen kişilerin soyca taşıdıkları üstünlüklere işaret eden beyitler, dikkat çekecek özelliktedir.
Mu’izzî’nin, Melikşah veya Sencer hakkında yazdığı kasideden bir beyit şu şekildedir:
O, şeref ve asalette Efrâsiyâb suretli ve Alp Arslan cevherli olan Şâh’tır.[54] Sultan Sencer için:
- Adnan cevherinin övüncü Muhammet olduğu gibi, Selçuk için hünerde soyun övüncü sensin.[55]
Alp Arslan’ın oğlu ve Melikşâh”ın kardeşi Melik Arslan Argu hakkında:
- Selçukluların soyu ve cevherinden ortaya çıkmıştır. Dünya onun simasını beklemiştir.[56]
- Senin soyundan daha asil kimsenin soyu yoktur. Kimsenin senin nesebinden daha yüce nesebi yoktur.[57]
Sultan Sencer’in veziri Yabgu Bey Muhammed-i Kâşğarî için:
- Ortaya çıkışı Turandadır, bulunduğu yer İran’da. Ebediyete kadar İran ve Turan’ın onunla övüncü vardır….
- Haşmetinin azametinden Rum’da Kayser korkar. Yüzünün hayali Türk’te (Türkistan’da) Hakanı mutlu kılar.[58]
Mu’izzî’nin divanında bulunduğu derece de olmasa da Enverî divanında da aynı özellikte bazı beyitler yer almaktadır. Bu beyitlerden bazı örnekler;
Sultan Sencer hakkında:
- Ey senin kılıcından dolayı Türk ülkesi ve Arap milleti övünçtedir.[59]
Vezir Nâsiruddîn Tâhir için:
- Savaş meydanında Türklerin kılıcı, senin için gökyüzünü pastan/karanlıktan emin kılar.[60]
Sultan Sencer’in, amcasının kızı olan, eşi Terken/Türkan Hatun hakkında:
- Efrâsiyâb soyu (cevher) senin makamından dolayı Âdem’e takdim etmek için şeref ve makam ulaştırdı.[61]
Sultan Sencer’in oğulluğu Rükneddin Kılıç Tamğac Han’a hitaben:
- Adil Hüsrev, muazzam Hakan, Atadan padişahtır, yetmiş atadan cihandar…
- Adaletiyle Turan baştan başa âbad olduğuna göre, İran’ın tamamen viran olmasını nasıl uygun bulur.[62]
Mu’izzî’nin, Melikşâh için kaleme aldığı bir medhiyeden:
- İsfendiyar ve Rüstem’den ne zamana dek söz edilecek? Rüstem’den ve İsfendiyâr’dan söz etmenin zamanı değildir.
- İyice bakılsa dünya şahının ordusunda o iki kişiden üstün kişiler, yüz binden az değildir.[63]
- Ona hünerde Cem ve Kâvûs gibi demem. Ordusunda Cem ve Kâvûs gibi bin kişi vardır.[64]
- “Nûşirevân ve İskender’den niçin söz edeyim, Sultanın Nûşîrevân ve İskender gibi köleleri var.[65]
- Cem gibi yüz bin kölesi bulunan Sultana yüz binlerce Cem töreni kutlu ve mübarek olsun.[66]
Enverî de, Nizâmülmülk’ün oğullarından biri için şöyle demektedir:
- Ey cömertlikte örnek olan, ey makamda destan olan! Divan gününde senin adaletinin yanında Nûşîrevân’ın adı anılamaz, İskender zikredilemez.[67]
4. Şehnâme’nin Tenkit Edilmesi
Eski İran şahlarıyla ilgili tarihî ve efsanevî olayları anlatan eserlere “şah kitabı” anlamında “şehnâme” denilmekteydi. Daha sonra Firdevsî’nin Şehnâmesi’nden dolayı kullanımı özelleşen bu terkip, genel anlamda da kullanılmaktadır. Türk sultan ve devlet adamlarının övülmesinin gerekliliğine inanan dönemin şairleri, şahlara ait haberleri ve bilgileri değersiz görmektedirler. İran edebiyatının ilk büyük kaside şairlerindeki bu anlatım tarzını anlamlı bir şekilde yansıtan Ferruhî’nin şu beyitleri, burada ele alınan kültürel bakış açısından önemli olmalıdır:
- Senin adın bütün şahların adını sildi, süpürdü. Şâhnâme’nin bundan sonra hiç değeri yoktur.[68]
- Dünyada hiç böyle bir şah var mıydı?, dedi. Bana sorma Şehnâme’ye bak dedim.
- Şehnâme baştan başa yalandır, dedi. Sen doğru olanı al, yalan olanı yok et, dedim.[69]
Selçuklu saray şairi Mu’izzî de Ferruhî gibi Firdevsî’yi yalanlamakta ve Selçuklu sultanlarının büyüklüğünü, başarılarını anlatmaktadır. Sultan Melikşah için yazdığı bir kasidede şöyle demektedir:
- Senin fetihlerinin tarihi doğru ve hakikattir, Şehnâme’nin efsanesi ise muhal ve uydurmadır.[70]
Şu beyitlerde de Firdevsî’nin Şehnâme’de anlattıklarını yalan ve uydurma olarak nitelemektedir:
- Ben Firdevsî’ye hayret ediyorum; bu kadar yalanı nereden uydurdu ve bu efsaneyi niçin boş yere söyledi.
- Kıyamette Rüstem ona diyecektir: “Ben senin hasmınım, niçin benimle ilgili baştan başa kasıtlı yalan söyledin.”
- O Rüstem’le ilgili çokça yalan söylediyse de, bizim ünlü Padişahla ilgili söylediklerimiz doğrudur.[71]
- Ne zamana kadar Şehnâme’den yalan sözler söyleyecekler, Ne zamana kadar falanın filanın hünerlerini okuyacaklar.
- Sultan Melikşah’ın özellikleri açıktır, diğeri ise rivayet. Rivayetlerden neyin açık olduğunu anlayamazlar.[72]
Mu’izzî, başka kasidelerinde de Sultan Sencer’i överken eski dönemleri hikaye eden Şehnâmelerin destan/masal, Sencer’e ait olan bilgi ve haberlerin ise bizzat görülen gerçekler olduğunu dile getirmektedir:
- Senin Şahnâmenin vasıfları, eskiye ait Şahname’nin haberlerinden çoktur.
- İnsanların iki kulağında habere ne gerek var, zira sen insanların iki gözünde görünmektesin.[73]
- Onun (Sencer’in) Şahnamesi dünyada yayılınca, batıdan doğuya her yeri destanı tuttu.
- Hayır, hayır! O bütün hünerleri kendisi elde etti. Eski usulü takip etmeye ihtiyacı olmadı.[74]
5. Türklerin ve Türk Sultanlarının Dinî İnanç ve Tercihleri
Türklerin İslâmiyete bağlılığı ve mezhep olarak genelde Sünnî-Hanefî oluşları, şairlerin övgü ifadeleri içerisinde yoğun bir şekilde söz konusu edilmektedir. Aksi yöndeki tercihler, bu asırlardaki şiirlerde oldukça az görülmektedir.
Sultan Mahmud’un ve oğullarının İslâm’ın yayılması ve Sünnîlik anlayışı içerisinde yaşamak için gösterdikleri ve tarihen de sabit olan dinî gayretlerine işaret eden beyitlerden yalnız iki örnek verelim:
- Din ordusu, Allah’ın ordusudur. Resul Muhammed’den sonra onun ordusuna sen komutansın.
- Senin düşmanın Allah’ın ve dinin düşmanıdır. Allah’ın ordusunu düşmanının üzerine gönder.
- Allah’ın birliğine inanana, senin düşmanınla gücü ve kuvvetiyle savaşması farzdır.[75]
- Ey Acem şahı Mahmud’un muhalifi! Küfre düşmekten kork, Ona muhalif olmayı Allah’a muhalif olmak bil.[76]
Sultan Mahmud’un şiirlere yansıyan Hacc’a gitme arzusu;[77] Bağdat’a yönelmemesinin Müminlerin emiri Halife’nin makamının gözetilmesi olarak kaydedilmesi;[78] Karmatîler ve Haricîlere karşı yaptığı mücadelelerin de anlatılması;[79] devlet adamlarının Sünnilîği ve sünnîleri gözetmesi,[80] bu dönemlerdeki dinî ve kültürel yapının Acem kültürüyle ne kadar farklılık taşıdığının görülmesi bakımından önemlidir. Şunu da belirtelim ki, yapılan araştırmalara göre XI. ve XII. asırlarda Mâverâünnehir’de, Batı Türkistan’da Karahanlılar devrindeki İslam hukukçularının %99’u Hanefî fıkıh mektebini benimsemişlerdir.[81]
Bunlara ilave olarak İslâmiyet sonrasında, bin yılı civarında Türk toplulukların Anadolu için taşıdıkları ideallere işaret eden ifadelere, bu dönem şiirlerinde tesadüf edilmektedir. Şair Ferruhî, Sultan Mahmud’un kardeşi Ebû Yakûb Yûsuf’u överken şöyle demektedir:
- Ali Hayber’in kapısını kopardığı için Allah’ın aslanı oldu; illiyyîne, yücelere ulaştı.
- Kostantin’in kapısı Hayber’in kapısından daha büyüktür, şehrin kadısı bugün buna şahitlik ediyor.
- Efendime, Dünya Şahı Mahmûd emrederse, Kostantinin kapısını, ona elinde getirir.[82]
Aynı şairin Sultan Mahmud için yazdığı bir kasidedeki Rûm yani Anadolu ile ilgili sözleri:
- Rum şehirleri küfürden temizlenir mi? dedi. Kuyumcu potasındaki kararmış gümüş gibi (temizlenir), diye cevap verdim.[83]
- Rum ve Kostantinîye adlarıyla Anadolu ve İstanbul bu yöndeki arzularla birlikte başka şiirlerde de yer almıştır.[84]
Selçuklu dönemi şairlerinin şiirlerinde dinî hissiyatın taşınması ve adaletin gerçekleştirilmesi arzusu çok yaygın olarak işlenmiştir. Bunlar arasından seçilen bazı örnekleri gözden geçirelim.
Sultan Melikşah için yazdığı bir kasidede Mu’izzî, bunu vurgulamaktadır:
- O, dini ve inancından dolayı Peygamberin ruhunun hoşnut olduğu bir şahtır.[85]
Mu’izzî, Sultan Sencer’in annesini överken şöyle demektedir:
- Bugün Horasan ve Irak’ta zühdde ona benzer kim vardır?[86]
- Üstün talihli Hüsrev, Allah sever Hakim, hakan cevherli Şâh ve Selçuk soylu Sultan.[87]
Sultan Sencer için:
- Senin mızrağın ve senin Türklerinin hançeriyle Kayravan müşriksiz ve Rum Hıristiyansızdır.[88]
- Onun dindarlığıyla Peygamberin canı/ruhu açmıştır/açılmıştır. Âdem ve Havva onun oğul oluşuyla övünçlüdür…
- Ey Şâh! Ey Melik! Bütün ufuklara sen sahipsin. Dinin gözü senin fetih ve zaferinle gören oldu.[89]
- Senin mızrağından Hindistan putkedesinde korku vardır. Senin Türklerinden Çin puthânesinde korku vardır.
- Dindar, cömert, cihangîr ve yiğitlik İşte budur son sultanın alameti.[90]
- Yücelikte Ayyûk yıldızı gibi, adalette Ömer Faruk gibisin ve Selçuklu cevherinden en temiz cevhersin.[91]
- Şiîler senin gücünü görünce sana Ali derler. Sünnîler adaletini görünce sana Ömer derler.[92]
Gazneli Sultan Behrâmşâh hakkında:
- Onun âdeti atasının atası Mahmûd’un âdeti gibidir; putperestleri öldürmek ve puthaneleri harap etmek.[93]
Melik Arslan Argu hakkında:
- Sünnî onu Ömer gibi bilir ve Şiî Ali gibi. Çünkü hem Ali’nin ilmine ve hem Ömer’in adaletine sahiptir.[94]
Enverî de birçok şiirinde dinî hissiyat ve arzulara yer vermiştir. Bunlardan birinde Melikşâh hakkında şöyle demektedir:
- Sen Acem meliklerinin hamisi, senin hamin Allah. Sen hak sahibinin yardımcısı, senin yardımcın Allah.[95]
Sultan Sencer zamanında Nâib-i vezir olan Ziyâeddîn Mevdûd’u överken:
- Senin adalet elin, zamanın bidatçısı üzerinde, Mahmud’un Sümenat üzerindeki elidir.[96]
Enverî’nin, “Tuğrul Tegin” redifli 26 ve 15 beyitli dikkat çekici iki kaside yazdığı[97] Emîru’l-umerâ Tuğrul Tegin hakkındaki beyitlerinden birisi:
- Suflî alemin nizamı için her saat, ona ulvî alemden haberci, elçi olsun.[98]
Mu’izzî ve Enverî, 100 yıla yakın bir süre Selçuklu sarayında birbirinin ardı sıra yer edinen en öndeki iki şairdir. Onların divanlarındaki şiirlerin, özellikle yaşadıkları yıllarda başta Selçuklu sultanları olmak üzere herkes tarafından okunduğu ve beğenildiği şüphesizdir. Kasidelerin çoğunluğunda, adalet üzerine ifadeler mevcuttur. Bir yönde dünya düzeni diğer yanda dinî himaye etme ve bidattan koruma, devlet adamlarının temel özelliği olarak anılmaktadır. Ülke ve devlet düzenine vurgu dikkat çekmektedir. Örnek olarak Enverî, şiirinde birçok defa bu amaçla “nizâm-ı âlem” ve “nizâm-ı cihân” nitelemesine dikkat çekecek şekilde yer vermektedir.[99] Ayrıca bu şiirlerden, aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere, Selçukluların öz kimlikleri ile ilgili duyarlılık taşıdıkları anlaşılmaktadır.
Yukarıda ilk Farsça şiirlerden verilen örneklerde açıkça görülen Türk kültür ve edebiyatına ait bakış ve düşüncelerin, IX. ve X. asırlar ile XI. asrın ilk yarısından günümüze intikal eden Yeni Farsça’nın oluşum dönemlerine ait eserlerde ağırlıkla yer almış olması, gerek Farsça eserlerin özellikleri ve gerekse Türkçe ve bazen de Farsça şiir yazmış olan Selçuklu ve Osmanlı dönemi şairlerinin şiir dünyaları hakkında bizlere önemli bilgiler sunmaktadır. Ayrıca unutulmaması gereken önemli bir husus da anılan asırlarda Farsça şiir söylemiş şairlerin birçoğunun Türk asıllı olmalarıdır. Her ne kadar aktarılan beyitler, bilgi ve kültür açısından mevcut olan durumu her açıdan ikna edici olarak açıklasa da, şairlerin soy itibariyle özellikleri üzerinde durmak tamamlayıcı bilgiler sağlayacaktır. Ancak bu ayrı bir araştırma konusudur.
Bütün bu örneklerden sonra yazının başlangıcında işaret edilen görüşlerin eleştirisi ve reddi kanaatimizce gerekli olmaktadır. İlave olarak “Farslaşmış şairler”, “İran’ın edebî sistemini en küçük teferruatına kadar aynı surette benimsemişlerdir” ve “İranlılar gibi düşünmeğe ve İranlıların gözü ile görmeğe kendilerini icbar etmişlerdir” gibi tespitlerin[100] anlamsızlığını ve belki de art niyet taşıdığını söylemek kaçınılmaz olmaktadır.
Son yıllarda bazı İranlı araştırmacılar, Gazneli ve Selçuklu dönemleri şairlerini İran millî tarihine sahip çıkmadıkları için tenkit etmekte ve bu davranışları nedeniyle onları millî ve dinî açıdan sorgulamaktadırlar. Meselâ bu dönemlerdeki önemli şairlerin hayal dünyalarını eserinde konu edinen M. R. Şefî‘î-i Kedkenî, birçok şair için bu görüntüyü olumsuz bir özellik olarak tespit etmekte ve Gazneli ve Selçuklu döneminin genel özellikleri arasında aynı hususu dile getirmektedir. Ona göre bu durum dalkavukluğun yaygınlaşması ve millî ruhun yok olmasıyla gerçekleşmiştir.[101] Konuya daha ağır ve reddedici bir üslûpla yaklaşan eserler, yine son dönemlere aittir.[102] Anadolu’da Türkçe veya Farsça yazılmış kasidelere örnek teşkil eden Farsça manzumelerin sahipleri, yukarıda beyitlerinden örnekler sunduğumuz Unsurî, Ferruhî, Minûçihrî, Mu’izzî ve Enverî’dir ve günümüzde bu tenkitlere en çok maruz kalanlar da bu şairlerdir. Övdükleri Sultan Mahmud ve Sultan Sencer gibi Türk devlet adamları bu çalışmalarda tenkitlerin diğer bir hedefidir.
Sonuç olarak tarihî ve edebî kaynakların yeterince incelenmediği veya önemli kısmının henüz açığa çıkmadığı yıllarda muhtemelen yanlı bir şekilde oluşturulan fikirler, bugün artık edebî değerlendirmelerde de geçerli olmamalıdır. Burada sunulan örnekler ve bilgiler, Türklerin İslâm dairesine girişiyle alakalı tarihî iddialara karşı birer delil olarak da görülmelidir. Varılan bu noktada yazının başlangıcında maddeler haline getirilen iddialara cevap vermek uygun olacaktır:
- Farsça şiir tarzı tamamen İranlılara özel değildir. İslâmiyet sonrasında gelişen “Yeni Farsça” ile yazılan Farsça şiir bir yandan Arapça şiirin birikimlerini örnek alırken; diğer taraftan Türklerin etkin olduğu bölgelerde, onların duygu ve düşüncelerini de yukarıda görüldüğü gibi, barındırarak gelişmiştir.
- Osmanlıların, İranlılardan çok sonra kendilerine özel bir edebiyat oluşturduğunu dile getirmek, anlamsızdır. Çünkü XIV. asrın başında iktidarını oluşturan bir devleti ve halkını, dört beş asır önceki edebî faaliyetlerin sahipleriyle karşılaştırmak oldukça ilginçtir. Anadolu’nun doğusu olarak görülen ve Horasan bölgesine de yansıtılan İran ve İranlılar isimlendirmesi, gerçekte, özellikle XII. asır öncesinde, Türklerin yaşadığı bölgelerin önemli bölümünü ve Türkleri de kapsamaktadır.
- “İran şiirinin birinci devrini, millî destânî safha teşkil etmektedir” şeklindeki tespit, yukarıdaki örneklerin ışığı altında şu içerikle kabul edilmelidir. İran millî destan kahramanları bu devirde sadece Firdevsî’nin ve birkaç şairin dilinde övülürken; şairlerin çoğunluğu İran millî destan kahramanlarını, Türk devlet adamları karşısında değersiz göstermiş ve Türkleri övmüşlerdir. Bu devrin Farsça şiirindeki millîlik Türkler için daha çok geçerlidir.
- “Türkler İran şiir ve sırrî felsefe sistemini oldukları gibi aldılar” tespiti, az önce değinildiği üzere İran isimlendirmesi ve Farsça şiirin muhtevası doğru görülebildiği takdirde anlam kazanabilir ve bu durumda da bu tespit, önceki asırlardaki birikimlerin, yeni bölgelerde ve dillerde edebî geleneğin yeni ifade imkanı bulduğu mefhumunu taşıyacaktır.
- Türklerin İslâmiyetten hemen sonra kendi dillerinin yanı sıra, bilindiğine göre daha etkin bir şekilde, Farsça ve Arapça eserlerde yazdığı ve yukarıda görüldüğü gibi kimliklerini özellikle Farsça şiirlerde sergiledikleri açıktır. Bu nedenlerle Türk edebiyatını, Anadolu’daki yerleşimden önce yaşanan bölgelere ve edebî geleneğe bağlamak zorunludur.
Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU
Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 903-913