Türk dünyasında çok eski zamanlardan beri madenciliğin oldukça ileri düzeyde ve yaygın bir şekilde var olduğunu biliyoruz. Çünkü bilinen tarihi devirlerden beri Türklüğün yapmış olduğu fetihlerde rol oynayan iki sanattan biri at yetiştiriciliği iken, diğeri de madencilik olmuştur.[1] Madencilik alanında Türklerin Orta Asya yaylalarında saf olarak altın ve bakır madenlerine rast geldikleri ve bunları ateşte eriterek istedikleri şekilleri vermiş oldukları bilinmektedir. Hatta Türkler, ilk etapta bakırdan imal etmiş oldukları silahların yeteri kadar sağlam olmadığını görünce bu madeni kalay ile karıştırarak daha sert ve kuvvetli bir madeni elde etme yoluna gitmişlerdir. Nitekim Altay dağlarının pek çok yerinde bulunan maden ocakları ve izabe fırınları, Türklerin madenleri topraktan çıkarmayı ve çıkardıkları ürünü izabe ederek işlenecek hale getirmeyi ve onlardan da her türlü madeni eşyayı yapmayı bildiklerini göstermektedir.[2] Aynı şekilde, kurganlarda bulunan madeni eşyalar da bize, madenciliğin, Türklerin arasında ne kadar ileri düzeyde icra edilen ünlü bir sanat olduğunu göstermektedir. Bunu bize, kurganlarda bulunmuş olan ve Leningrad Ernotaj müzesinde muhafaza edilmekte olan çekiç tutmuş bir maden işçisini temsil eden küçük bir bakır heykelcik ile bol miktardaki küçük çekiçler daha iyi anlatır diye düşünüyoruz. Yine, Türk ülkelerinde eski dönemlerde işletilip de bırakılmış bol miktarda maden ocağı kalıntısı da, Türklerin madenleri sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil, diğer milletlere de satmak için ürettiklerini göstermektedir.[3]
I. Orta Asya Türklüğünde Madencilik
A. Türkler ve Demir Madeni
Bütün bunlardan dolayı olmalıdır ki, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş olan bozkırlı Türkler, yaşadıkları her dönemde çağdaşlarına göre daimi olarak yüksek bir harp sanayiine sahip olmuşlardır. Bu üstünlükte rol oynayan en büyük etken de, onların, madencilik alanında aşağı yukarı her kültürde görülen bakır bronz ve altın işlemeciliği dönemlerini yaşadıktan sonra, bu alanda son safha olarak kabul edilen demircilik aşamasını da diğer toplumlardan daha erken bir dönemde yaşamış olmaları ve bu alanda da oldukça mahir olmaları idi.[4] Çünkü artık günümüzde, bu sanatın, yani demirciliğin ilk ortaya çıktığı coğrafyanın Altaylar olduğu[5] ve dolayısıyla Türkler tarafından tesis edildiği ve buradan da bütün dünyaya yayılmış olduğu bilinmektedir.[6] Nitekim tarihte Altay dağlarının kuzey kısımlarında yaşayan Türk boyları, demircilikle şöhret bulmuşlardı. Bunun bir göstergesi olarak da; XVII. yüzyılda Rus esaretine geçen bu bölgede yer alan dağlara Rusların Demirciler Aladağı demeleri ile, yine burada kurmuş oldukları şehre de Demircikent adını vermelerini zikredebiliriz. Yine aynı şekilde, son yıllarda bu bölgede yapılmış olan kazılarda bulunan Türk mezarlarındaki kazanlar ile demir silahları da bu cümleden olarak zikredebiliriz. Öte yandan, Altay, Ural ve Sayan dağlarında eski Türkler tarafından işletilmiş olan maden ocaklarında bulunan çok miktardaki demir aletleri ve silahları da Türklüğün madencilik ve özellikle demircilikle olan bağlantısını ortaya koymak için örnek gösterebiliriz.[7] Tarih ve coğrafyaya ait eski Türk, Çin ve Arap kaynaklarının hepsinde Türklerin atalarının demirci olduğundan bahsedilmesini de az önce belirttiğimiz delillere ekleyebiliriz ki, zaten, yukarıda anlatılanların tabiî bir sonucu olarak demircilik, Türklüğün tarih boyunca özellikle uğraştığı bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.[8] Bunda da herhalde, bu madenin Türkler tarafından mukaddes sayılmasının[9] ve dolayısıyla demirciliğin de Türkler için kutsal bir iş ve meşgale olmasının[10] etkili olmuş olabileceğini düşünüyoruz. Bunun bir göstergesi olarak, bazı Türk topluluklarında herhangi bir konuda ant içilecek olduğunda, demire olan saygıyı ifade etme anlamında kılıç üzerine yemin edilmesini[11] örnek olarak gösterebiliriz. Nitekim, Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve başka Türk boylarının halkı ant içtiklerinde veya bir konuda sözleştiklerinde demiri ululamak için kılıcı çıkararak önlerine koyarlar “sözünde durmazsan kılıç kanına bulansın öcünü alsın” anlamında bir söz söylerlerdi.[12] Aynı şekilde, Türk folklorunda da demircinin önemli bir yer tutmasını bu cümleden olarak belirtebiliriz. Çünkü, bugün bile hala Kazak, Kıpçak ve daha başka Türk topluluklarında loğusa kadınlar, albastıdan, bir çekiç ve demir parçası ile “demirci geldi, demirci geldi” diye bağırmak suretiyle korunmaktadırlar.[13] Yine Orta Asya’daki Şaman törenlerinde de “demir ve demircinin ayrı bir yeri”nin[14] olduğu bilinen bir gerçektir.
Türklük alemi içinde kutsallığına bu şekilde işaret ettiğimiz demir ve bununla uğraşan demirci ile onun icra ettiği sanatın önemini belirtmek için onların, yani demir ve demircinin destanlara bile girmiş olduğunu belirtmemiz herhalde yeterlidir diye düşünüyoruz. Nitekim Ergenekon Destanında, dağlar arasında çoğalarak sıkışıp kalan toplulukların, buradan çıkabilmek için tek yol olarak görülen bir geçitte yer alan demir madenini eriterek dışarı çıktıkları bilinmektedir.[15]
Ergenekon’da yüz yıllardır kapalı kalan Türklerin, aydın dünyaya çıkmak için yol ararken bir demircinin ” ben bir yer gördüm, orada demir madeni var.. eğer onu eritirsek yol buluruz” demesi üzerine söz konusu demirden dağın eritilerek yol açılması suretiyle dışarıya çıkmasından ibaret olan bu olayın geçtiği gün, Türkler tarafından bayram sayılmıştır. Türk dünyasında kurtuluş günü olarak da kabul edilen bu günün anısına o günden beri her yıl bir demir parçasının ateşte kızdırılması ve kıpkırmızı olan bu demirin önce hanlar, sonra beyler tarafından dövülmesi adet olmuştur. Böylelikle, ilkbahar bayramlarında Türk hakanları tarafından örs üzerinde demirin dövülmesi ile aynı zamanda Türklüğün millî sanatı olan demircilik tebcil edilir hale gelmiştir ki, bu tören az önce de değinildiği üzere eski Türkler tarafından dinî ve millî bir bayram sayılmıştır.[16]
Biz, Manas destanında da demir ve demirciye ait konuların işlenmiş olduğunu biliyoruz. Bu konuda da, Manas’ın sefere çıkmazdan önce her defasında demircisine giderek kılıçlarını ona biletmesi ve silahlarını tamir ettirmesi[17] ile, demircinin Manas’a kılıcı ve zırhı nasıl yaptığını, bunları yaparken neler çektiğini[18] vb. konuları örnek gösterebiliriz. Burada özet olarak vermeye çalıştığımız destanî rivayetlerde yer alan madencilik ve demircilikle ilgili motifler, bize, bu alanda çok eski devirlerden beri Türklerin arasında yer alan tarihî gerçekleri anlatmaktadır.
Madenciliğin ve demirciliğin Orta Asya Türklüğü açısından sahip olduğu önem ve bu önemle paralel olarak bu alanda ortaya konan eserlere ait bugün elimizde çeşitli kanıtlar mevcuttur. Mesela İslam öncesi ve daha sonraki dönemlerde de Türklüğün, günlük hayatında önemli bir yere sahip olan atların koşumlarının yapımında ve yine günlük hayatında önemli bir yere sahip olan silahların demir madeninden imali konusunda oldukça usta olduğu bir gerçektir.[19] Nitekim, başlıca meslekleri madencilik ve demircilik olan bozkır Türklüğü, bu madenden mükemmel kılıç, kalkan, temren, kargı ve mızrak imal etmekteydi. Bu kılıçların hayvan figürlü kabzaları, altın levhalar ile kaplanır ve değerli taşlar ile süslenirdi. Aynı şekilde kayış uçları, kemer tokaları, ok kutuları, zırhlar, tolgalar ve kav mahfazaları da çoğunlukla altın ve gümüş kaplamalar ile kaplanırdı.[20] Bütün bunlardan dolayıdır ki, demircilik, bozkır Türklüğünün, yerleşik hayat yaşayan toplumlar üzerinde kolayca hakimiyet kurmasında etkili bir unsur olmuştur.[21]
Diğer yandan, Orta Asya Türklüğü, madenciği ve dolayısıyla demirciliği sadece askerî gerekçelerle sevmiyor veya icra etmiyordu. Bunun yanında, Orta Asya’da madencilik, Türkler tarafından sivil gerekçelerle de icra edilen ve bu alanda da ürünler verilen bir meslekti. Nitekim, sivil hayatla ilgili olarak Türklerin madeni tabakalar, maşrapalar, kazanlar, ibrikler, kovalar ve heykeller de yapmış olduğu bilinmektedir.[22] Bütün bunlar da bize, madenciliğin Türklük alemi içersinde ne derecede gelişmiş olduğunu bir kez daha göstermektedir.
B. Göktürkler ve Madencilik
Göktürkler zamanında bu mesleğin Türkün günlük hayatının içine girmiş olduğunu biliyoruz. Bununla ilgili olarak, ilk önce Göktürk Devleti’ni kurmuş olan Bumin ve İstemi Kağanların kabilelerinin sanatlarının demircilik olduğunu[23] belirtebiliriz. Hatta, Bumin Kağan’ın, birgün, başlangıçta federatif bir yapıyla bağlı olduğu Juan-juan’ların reisinin kızını isteme cesaretini gösterdiğinde, Juan-juan reisinin ona, “sen benim demir işlerimde çalışan bir kölemsin nasıl bana söz söylemeye cesaret edersin” diye vermiş olduğu cevabı[24] da bu cümleden olarak belirtebiliriz ki, burada Bumin Kağan’ın demircilik sanatı ile ilgisi açıkça görülebilmektedir. Öte yandan, Göktürklerin, Kırgız ülkelerinin güney batı bölümünde yaşayan boylarının, yörede yer alan ve aynı zamanda, Orta Asya’nın en iyi çelik cevherlerinin çıkartıldığı ocaklardan elde ettikleri ürünü işleyerek, silah imal edip bunları dış ülkelere satmalarını da, onların madencilikle ne kadar ilgili olduklarını göstermek anlamında zikredebiliriz. Bunun tabiî bir sonucu olarak da, Göktürkler, kendi dönemlerinde Orta Asya’nın silah endüstrisini ellerinde tutmakta idiler.[25] Bu hususta ayrıca, Göktürkler’e ait kurttan türeyiş efsanesinde de, onların Altay dağlarının güney eteklerinde demir işleri ile uğraştıklarına dair bilgiler bulunduğunu belirtebiliriz.[26] Bütün bunlardan sonra, 568 yılında Göktürk ülkesine yola çıkarılan bir Bizans elçilik heyetinin bu anlamda yaptığı gözlemleri de aktarmadan geçemeyeceğiz. Buna göre, Soğdların ülkesine varan ve burada bir mola veren elçilik heyetinin yanına hemen Göktürkler gelmiş ve ülkelerinde bol miktarda bulunduğunu Çin kaynaklarının da doğruladığı ve yine çok eskilerden beri kendilerinin uğraştıkları bir iş olan demir madenciliğine ait ürünlerden bazılarını kendilerine satmaya kalkışmışlardır.[27]
Ama, hemen belirtelim ki, Göktürkler, madenciliğin sadece demir ve çelik işçiliği boyutuyla değil, diğer alanları ile de ilgilenmekteydiler. Yukarıda bahsi geçen Bizans elçilik heyetinin Göktürk ülkesinde yapmış olduğu gözlemler, bu açıdan da işimize yaramaktadır. Çünkü, Zemarkhos başkanlığındaki elçilik heyeti, Göktürk kağanının çadırına alındığında, gördüğü madeni eşyalar veya madeni süslemeler karşısında takdirlerini gizleyememiştir. Onları takdir duygusuna yönelten unsurlar ise; kağanın oturduğu som altından yapılmış bir kerevet, çadırın ortasında yer alan altın güğümler, ibrikler ve yan yana duran kaplar ile altın kaplı ağaç direkler, yine altın işlemeli yastıklar, çadırın avlusunda yer alan gümüşten yapılmış sahanlar, tepsiler ve heykelcikler ile bunlara benzer diğer eşyalardı.[28] Göktürklerin madencilikle ilgili uğraşlarının sadece demircilikle sınırlı olmadığının bir başka göstergesi daha vardır ki, bu da, çok yakın bir zamanda Orta Asya’da yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik eserlerdir. Söz konusu kazılar, az önce de belirtildiği gibi yakın bir zamanda 2001 yılı içersinde Moğolistan’da yapılmış ve bu kazı çalışmaları esnasında Göktürk hükümdarı Bilge Kağan’a ait olan ve gümüş bir sandık içersinde muhafaza edilen 2800 adet altın ve gümüş süs eşyası bulunmuştur. İçersinde Bilge Kağan’ın Anka Kuşu motifleri ile süslü taç alınlığının da yer aldığı ve bugün değer biçilemeyen bu hazine, dünya mirası listesine alınmıştır. Söz konusu hazinede, belirtilenlerin dışında değişik birçok eşya da bulunmuş ve bunların da değerli süslemelerle bezenmiş olduğu görülmüştür.[29] Bu da bize İslam öncesi dönemde maden işlemeciliğinin, Türklerin arasında Göktürkler örneğinde özellikle sanat boyutunda ne kadar ileri boyutlara ulaştığını göstermektedir.
C. Uygurlar ve Madencilik
Bu arada, Türk dünyasında madencilik alanında bir başka topluluğun daha söz sahibi olduğunu biliyoruz. Bu topluluk da, madencilik ile sadece üretim boyutu ile değil, ürettiğini dış ülkelere satma ve bu işin ticaretini de yapma boyutu ile uğraşmış olduğunu bildiğimiz Uygur Türkleridir. Nitekim onlar zamanında Moğollar, çelik işlemesini bilmedikleri için demir silahlarını ve kılıçlarını Uygur Türklerinden karşılamakta idiler.[30] Çünkü, Uygur Türkleri, genel olarak madencilik alanında, ama, özellikle demir çelik alanında oldukça ileri düzeyde idiler ve “..en iyi demir ve çelik işçi..”si durumundaydılar. Zira, o dönemde Orta Asya’nın en iyi çelik cevherleri Kırgız Türklerinin yaşadıkları bölgelerden çıkartılmakta idi. Böyle olunca da, onlar, Çin’in batısında yer alan demir madenleri ile birlikte buralardan çıkarttıkları demir ocaklarını işletmekte idiler.[31]
Uygur Türkleri de, madencilikte sadece demircilik boyutunda söz sahibi değillerdi. Onlar daha başka madenlerle de gerek üretim ve gerekse ticaret boyutunda olmak üzere ilgilenmişlerdir. Mesela onların zamanında altın, gümüş ve bakır eşya işçiliğinin de gelişmiş olduğunu biliyoruz.[32]
Bundan başka yine onların, Orta Asya’daki nişadır yataklarını işlettikleri ve bu madenin ticaretini de ellerinde tuttukları bilinmektedir. Çünkü Uygurlar, Çinlilerin Uygur tuzu diye bildikleri nişadır madeni yatakları açısından, Asya kıtasının en önemli yataklarına sahiptiler. Diğer yandan, Uygur Türklerinin boraks madeni açısından da oldukça zengin yataklara sahip oldukları ve özellikle Doğu Türkistan’da Hotan şehri yakınlarında bol miktarda bulunan bu madeni işleme alanında da ileri düzeyde olduklarını biliyoruz. Çinlilerin “yeşil tuz” diye bildikleri bakır oksiti de Uygurlar, Doğu Türkistan’daki Kuça ile Karaşar şehirlerinde ürettikleri gibi, maden kömürünü de yakmasını bilmekteydiler.[33]
Bütün bunlardan sonra, Türklük aleminin madeni eşyaların üretimi ve bu eşyaların sanatkarane bir şekilde işlenmesi konusunda da, yani madeni sanatlar hususunda da oldukça usta olduklarını belirtmeliyiz.[34] Burada belirttiğimiz hususa da delil olmak üzere Türk kültüründe yer alan şu sözü hatırlamakta fayda vardır diye düşünüyoruz: “Ağacı uzun kes demiri kısa kes”. Burada anlatılmak istenen demir işçiliğidir. Çünkü herhangi bir maksatla kesilen bir ağacın kısa kesilmesi durumunda onun uzatılması ihtimali yoktur, ona ancak istenilirse ek yapılabilir. Fakat kısa kesilmiş bir demir parçası, icabında ısıtılıp dövülmek suretiyle istenildiği kadar uzatılabilir.[35]
Bu sözün altında yatan gerçekler de, bize, az önce yukarıda değinilen demir çelik işçiliği konusunda Türklerin ne kadar usta olduklarını bir defa daha göstermektedir ki, İslam öncesi dönemde Türklerin çeliğe su verme konusunda da gayet mahir oldukları bilinen bir başka husustur.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız Türk dünyasındaki madencilik faaliyetlerinin tarihsel kökeninin ise, milattan önceki dönemlere dayandığını biliyoruz. Bu konuda bir araştırmacı tarafından M. Ö. 7000’lere tarih verilmekte ve bununla ilgili olarak da, Altay dağlarında o dönemlerden kalma pek çok maden ocağı ile izabe fırınları delil olarak gösterilmektedir.[36]
D. İslamî Dönemde Orta Asya Türklerinde Madencilik
Biz, yukarıda da anlatılmaya çalışıldığı kadarıyla, Türklük alemi içersinde oldukça eski bir geçmişe sahip olan madencilik faaliyetlerinin, Orta Asya’da İslam ile tanışıldıktan sonra da aynı canlılıkla devam ettirilmiş olduğunu biliyoruz. Nitekim, Büyük Selçuklular zamanında Fergana’da yürütülen maden işletmeciliği ile özellikle yine bu şehirde var olan silah sanayii, çok meşhurdu. Aynı şekilde, Semerkant’ta icra edilmekte olan gümüş işçiliğini de bu cümleden olarak zikredebiliriz. Çünkü, belirtilen dönemde Türkistan’da Ilak, Şalcı, Semerkant ve Fergana’da altın, gümüş, demir, bakır, civa, neft, cam imalinde kullanılan nişadır ve firuze taşları ile, yakacak maddesi olarak maden kömürü çıkarılmakta idi. Hatta burada zikredilen madenlerden bazıları ihracat yapılabilecek düzeyde üretilmekte idi.[37] Dolayısıyla, söz konusu madenler, az önce belirtilen maden sanayiinin temel taşlarını oluşturuyordu ki, mesela Alp Arslan zamanında silah imali, Türk toplumunun hayatında oldukça önemli bir yer tutmakta idi. Yine onun zamanında da demirci (temurçi), daha öncekilerde olduğu gibi, Türk toplumunda madeni sanatlarla uğraşanların başında geliyordu ve kılıç başta olmak üzere bıçak ve buna benzer şeyler imal ediyordu.[38]
II. Anadolu Türklüğü ve Madencilik
A. Türklerin Anadolu’daki İlk Madencilik Faaliyetleri
Malum olduğu üzere Türkler, sistemli olarak Anadolu’ya Büyük Selçuklular zamanında girmeye başlamışlar ve zamanla adım adım ilerleyen fetih hareketleri ile söz konusu coğrafyayı kendilerine yurt edinmişlerdir. Buna paralel olarak da ele geçirdikleri yerlerde madencilik faaliyetlerine devam etmişlerdir. Ancak ne yazık ki, Türklüğün Anadolu’ya adım attığı ilk dönemlerde yürüttüğü madencilik faaliyetlerine dair yeterli ve derli toplu bilgilere sahip değiliz. Hatta bu alanda var olan bilgilerin de dağınık olduğunu ve bu bilgilerin edinilebileceği yerli kaynaklardan yoksun durumda olduğumuzu da bu arada belirtelim. Bize bu konuda bilgi veren kaynakların başında pek tabiidir ki, dönemin İslam coğrafyacılarının kaleme almış oldukları eserler gelmektedir. Ama bunlardan bile tam olarak ayrıntılı bilgi edinmemiz mümkün olamamaktadır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, X. yüzyıl İslam coğrafyacılarının vermiş oldukları bu bilgilere göre, Türklüğün Anadolu’ya ilk adım atmış olduğu yerlerde üretmiş olduğu veya işlettiği madenler hakkında şunları söylememiz mümkün olabilmektedir:[39] Söz konusu coğrafyacılardan burada bahsedeceğimiz ilk kişi İbn-i Havkal’dır. O, 968-969 yıllarında Güney Doğu Anadolu topraklarına yapmış olduğu bir gezi esnasında Mardin dağında oldukça iyi vasıflı cam cevheri yatakları gördüğünü ve bu cevherin Bizans ile Irak ve diğer komşu ülkelere ihraç edildiğinden bahsetmektedir. Aynı şekilde 982 yılında kaleme alınan Hududü’l- Alem’de yer alan bilgilerden de Cezire bölgesinde cam bardak yapımında kullanılan iyi nitelikli bir taşın varlığı anlaşılmaktadır.[40]
Az önce ismini zikrettiğimiz İbn-i Havkal’ın vermiş olduğu bilgilere bakılırsa, aynı dönemde Van Gölü’nün çevresinde fırıncıların kullandığı boraks madeninin üretimi yapılmakta idi ki, bu maden de Irak bölgesine ihraç edilmekte idi. Gölün güney taraflarında da aynı şekilde dış ülkelere ihraç edilen ve arsenik ile kükürt karışımından ibaret bir maden olan zırnık[41] ocakları yer almaktaydı. Adı geçen coğrafyacı, gölün içersinde değişik yerlerde görülen taşlaşmış bir madenden de, altın ve gümüşün lehimlenmesinde kullanılan ve yine dış ülkelere ihraç edilmekte olan boya boraksı ile güherçilenin elde edildiğinden bahsetmektedir.[42]
Orta Asya’da veya Türkistan’da çok ileri düzeyde olmak üzere Türkler tarafından yürütülen madencilik faaliyetlerinin, Türklüğün Anadolu’ya gelişinden sonra bu coğrafyada da devam ettirilmiş olduğu bilinmektedir ki zaten, Türklerin bu coğrafyaya gelmesinden önce bu topraklarda Milattan önce üçüncü binlere kadar uzanan bakır, gümüş, altın, demir ve kurşun üretimine dayalı madencilik faaliyetleri vardı.[43] Dolayısıyla Anadolu Türklüğünün, madencilik konusunda Orta Asya’ya dayanan bilgi birikimi ve tecrübesini, bu coğrafyada karşılaştığı birikim ile mezc ederek daha ileri düzeylere çıkartmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, Artukluların ele geçirmiş oldukları Ergani yöresinde kendilerinden önce var olan madencilik faaliyetlerini daha işlek bir vaziyette devam ettirmiş olmalarını örnek gösterebiliriz ki, onlar, adı geçen maden ocağında üretimi arttırıcı bir dizi tedbirler almış oldukları gibi, burada yeni maden ocaklarını da faaliyete geçirmişlerdir. Nitekim onlar, bu yörede 1122 senesinde Zülkarneyn kalesi yakınlarında yeni bir maden ocağı daha bularak işletmeye başlamışlardır. Hatta 1147 tarihinde Hüsameddin Timurtaş, Ergani’ye giderek bakır üretimini incelemiş, buradan satın aldığı bakırdan ilk Artuklu sikkelerini bastırmıştır. Söz konusu sikkeler, günümüze kadar ulaşmıştır. Öte yandan, 1155 ve 1163 tarihlerinde Artukluların gümüş sikkeler bastırdıkları da bilinmektedir ki, bu sikkeler başta Diyarbakır, Mardin ve Hısn Keyfa olmak üzere bazı şehirlerde yer alan Artuklu darphanelerinde basılmıştır.[44] Bu bilgiler de bize madencilik etkinliklerinin Artuklular zamanında ne kadar ileri olduğunu göstermektedir.
Biz Artuklular örneğinde olduğu gibi, Anadolu Türklüğünün, kendinden önce bir bölgede madencilik alanında karşılaştığı tarihsel birikimden istifade etme ve bu faaliyetleri daha da ileri düzeylere çıkartma durumunu Osmanlı dönemi madenciliğinde de açıkça görmekteyiz.
B. Anadolu Selçukluları Zamanında Madencilik
Anadolu Selçukluları zamanında da Türkiye’de madenciliğin hem üretim ve hem de işlemecilik düzeyinde olmak üzere oldukça ileri seviyede icra edildiğini bilmekteyiz. Öyle ki, bir araştırmada Anadolu Selçuklularındaki madencilik faaliyetlerinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunun belirtilmesi için, bu devletin gücünün bu alandaki faaliyetlere paralellik arz ettiğine değinilmektedir.[45] Bu kısa girişten sonra Selçuklular zamanında Anadolu’da üretimi yapılan madenleri ve bunların elde edildiği maden ocaklarını şu şekilde sıralamamız mümkündür:
- Şap Madeni
Şap, bilindiği üzere dokumacılık endüstrisinde boya hammaddesi olarak kullanılan bir madendir. Biz, bu madenin Selçuklular zamanında Anadolu’da bol miktarda üretilmiş olduğunu ve üretim yapılan ocaklar arasında Kütahya ve Şarkî Karahisar’ın önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Ancak, Anadolu Türklüğünün dokuma endüstrisinde şapın kullanılmasına gerek bırakmayan kök boyaları kullanmasından dolayı, elde edilen ürünün büyük bir bölümü Avrupa ülkelerine ihraç edilmekte idi.[46] Nitekim o dönemde Avrupa pazarlarında çok aranan iyi kalitedeki Şebinkarahisar şapının ihraç kapısı Trabzon, Afyon-Kütahya bölgesinden elde edilen şapın da ihraç kapısı Efes ve Milet limanlarıydı.[47]
Söz konusu limanlardan ihraç edilen şapa Avrupa ülkelerinin rağbet etmesinin başlıca sebebi ise, o dönemlerde Avrupa’da dokumacılık endüstrisinin yeni yeni gelişmekte olmasıdır.[48] Avrupa’da yeni gelişmekte olan bu endüstri kolu, şapa ihtiyaç duymaktadır ve bu ihtiyaç dışarıdan karşılanma durumundadır. Gerçi o dönemde bu madde, sadece Anadolu’da değil, Mısır’da da üretilmektedir. Fakat Anadolu şapları Mısır şapına göre daha kalitelidir.[49] Bu yüzden, XIII. yüzyılın sonlarından XV. yüzyılın ortalarına kadar yaklaşık iki asır boyunca Avrupa ülkelerinin kullanmış olduğu şap, Anadolu’dan karşılanmıştır.[50] Hatta öyle ki, XIII. yüzyılın ortalarında Selçuklu sultanından şap madenlerini işletme imtiyazını alan biri Venedikli, diğeri de Cenevizli iki İtalyan tüccarın Konya’da bulundukları bilinmektedir.[51] Nitekim, XIII. yüzyılda Fransa Kralı adına Moğolistan’a elçi olarak giden bir zatın geri dönüşünde bu konu ile ilgili olarak kaleme aldığı gözlemleri de bu durumu doğrulamaktadır. Moğolistan’daki vazifesini ifa ettikten sonra 1253 yılında Konya’ya uğrayan rahip W. Rubruck, Selçuklu sultanının, ülkesinde şap işletme imtiyazını Cenevizli Nicolo di S. Siro ile Venedikli Bonofacio de Molinis isimli iki İtalyan tüccara vermiş olduğunu anlatır. Yine adı geçen kişi, Selçuklu ülkesinde bu kişilerden başkasına şap satılmadığını, bu yüzden de onların ellerindeki şapı fahiş fiyatlarla piyasaya sürdüklerini gözlemlerine dayanarak anlatmaktadır.[52] Hatta öyle ki, söz konusu madenin dış ülkelere ihraç yetkisi de adı geçen İtalyan tüccarlara aitti.[53]
Bu arada, Selçuklular zamanında ülke dışına özellikle İtalyan tüccarlar tarafından çıkartılan, yani onlar tarafından ihraç edilen madenin sadece şap olduğunu düşünmenin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Çünkü az sonra da belirtileceği üzere Selçuklu Türkiyesinin dış satım ürünleri arasında şapın yanında kayatuzu, bakır ve gümüş de yer almaktaydı.[54]
- Bakır Madeni
Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’yu gezmiş olan seyyahların vermiş olduğu bilgilere dayanarak Türkiye’de bakır madeninin de üretilmiş olduğunu biliyoruz. Mesela bunlardan birisi olan Fransız rahip Simon de Saint Quentin Türkiye’de bakır üretildiğini eserinde belirtmektedir. Fakat o her nedense üretim yapılan ocakların yerlerine eserinde yer vermemiştir. Ancak, bu eksikliği biz başka seyyahların vermiş oldukları bilgilerden giderebilmekteyiz ki, o dönemde Anadolu’da bakır madeni üretilen belli başlı üç tane ocak vardı. Bunlardan birincisi, Ergani yöresinde Zülkarneyn kalesi yakınlarında bulunan ve daha önce Artuklular tarafından 1122 tarihinde keşfedildiğine değindiğimiz maden ocağıdır. Bundan başka, yine bu dönemde Anadolu’da Erzincan ve Kastamonu’da da bakır üretildiğine dair kaynaklarda bilgiler yer almaktadır ki, bu arada Kastamonu’daki bakır madenine daha o dönemde “bakır küresi” denildiğini belirtelim. Erzincan’da bulunan bakır madeni ürününden de adı geçen şehirde bakır eşya üretimi meşhurdu ve özellikle bu madenden imal edilen lambalar, her yere ihraç edilmekteydi.[55] Bundan başka, adı geçen ocaklarda üretilen bakırın da biz, ticarete konu olduğunu ve dış ülkelere ihraç edildiğini biliyoruz.[56]
- Demir Madeni
Bu dönemde Anadolu’nun nerelerinde üretildiğine dair elimizde ayrıntılı bilgimiz olmamakla birlikte, İbn-i Batuta ve yukarıda adı geçen Fransız seyyahın verdiği bilgiler ışığında[57] Selçuklu Türkiyesinde demir madenin üretilmiş olduğunu[58] ve üretim yapılan başlıca ocakların da Ulukışla ve Sivas yakınlarında bulunduğunu biliyoruz.[59] Fakat bir araştırmada o dönemde, Anadolu’da bunlardan başka küçük çaplı da olsa çok miktarda demir madeni ocaklarının bulunabileceği iddia edilmektedir. Ancak ne ilginçtir ki, bunların nerelerde bulunduğuna dair aynı eserde bilgi bulunmamaktadır.[60]
- Gümüş Madeni
Bu maden, Selçuklular zamanında özellikle para basımında kullanılmasından[61] dolayı oldukça önemli bir madendi. Yukarıda adı geçen Fransız seyyahın Anadolu’da birçok yerde gümüş madeni çıkartıldığına değindiğini[62] ve bunların sayısının dört olduğunu biliyoruz.[63] Bu ocaklardan birisi Ulukışla civarında bulunuyordu. Bundan başka o zamanlar Bayburt’a bağlı olan ve şimdiki adı ile Gümüşhane olarak bilinen yerde de bir maden ocağı bulunmakta idi. Üçüncü maden ocağı ise, Amasya Gümüşhacıköy’de bulunuyordu ki, buradaki maden ocağı hakkında da İbn-i Batuta’nın bilgiler vermiş olduğunu biliyoruz. Onun verdiği bilgilere göre Amasya’da Gümüş Şehri’nde bulunan maden ocağına Irak ve Suriyeli tüccarlar gelip gitmekte idi. Selçuklular zamanında Anadolu’da gümüş üretilen dördüncü maden ocağını da, Arap seyyahlardan El-Ömerî’nin vermiş olduğu bilgilerden tespit ediyoruz ki, bu ocak da, Kütahya’ya bağlı Gümüş Şar’da (Gümüş Şehir) bulunmakta idi.
Adı geçen maden ocağında üstün vasıflı gümüş elde ediliyordu. Bütün bunlardan başka kaynaklarda Selçuklular zamanında Kayseri Sarız yöresinde de bir gümüş madeninin bulunduğuna dair bilgiler yer almaktadır.[64] Ancak Anadolu’da bu kadar maden ocağında üretim yapılmasına rağmen Selçuklular zamanında bu madenin dışarıya ihraç edildiğine dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanılmamaktadır.[65] Bu da bize, yerli üretimin ihtiyacı karşılamadığını düşündürmektedir ki, şap madeninin aksine gümüş, Selçukluların ithal malları listesinde yer almamaktadır.[66] Böyle olunca da, Selçuklular zamanında yerli üretimin ülkenin ihtiyacını karşılayacak düzeyde olmadığını söyleyebiliriz.
- Çinko
Bütün bunlardan başka Selçuklular zamanında Anadolu’da çinko madeninin de üretilmiş olduğunu biliyoruz.[67] Ancak şimdilik bu madeninin üretim yerinin neresi olduğuna dair elimizde bilgi bulunmamaktadır.
- Tuz
Selçuklular zamanında Anadolu’da yeri tam olarak belli olmamakla birlikte tuz üretimi yapılan sekiz tane tuzlanın (kayatuzu ocağı) varlığını da biz yine değişik kaynaklarda yer alan bilgilerden öğreniyoruz.[68]
- Boraks
X. yüzyıl İslam coğrafyacılarının vermiş oldukları bilgilere bakılırsa Anadolu’da o dönemde Van Gölü civarında Irak ve diğer ülkelere ihraç edilebilecek düzeyde boraks madeni çıkarılmakta idi ki, bu madeni özellikle ekmek üreten fırıncılar kullanmakta idi. XIII. yüzyılda Selçuklu idaresine geçen bu bölgedeki boraks madeni üretimi, eskiden olduğu gibi aynı canlılıkta devam ettirilmiştir. Nitekim bu yüzden adı geçen madenin bolca çıkartıldığı Ahlat bölgesi, çok mamur hale gelmiştir. Bunda da Ahlat bölgesinde bu madenden elde edilen gelirin neredeyse Mısır’ın gelirine eşit olacak derecede fazla olması etkili idi.[69]
8. Zırnık
Bu maden de yine o dönemde madencilik faaliyetleri açısından oldukça hareketli olan Van Gölü civarından çıkartılmakta idi.[70]
Bütün bunlardan sonra, yukarıda verilen bilgiler doğrultusunda “o dönemde Anadolu’da Türkler tarafından altın madeni üretilmedi mi” şeklinde bir sorunun zihinlerde oluşabileceğini düşünüyoruz. Ancak ne yazık ki, şimdiye kadar yapılan araştırmalarda bizi bu konuda tatmin edici bir bilgiye ulaşamadık. Fakat Selçuklu Türkiyesinde altın işi ile uğraşan kuyumcuların bir esnaf loncasının olduğunu biliyoruz[71] ki, bu da bize Türklerin Anadolu’da da altın madeni ile uğraştığını gösterir diye düşünüyoruz.
Bir de burada, Selçuklular zamanındaki bu madencilik faaliyetlerinin yürütülmesinde, daha sonra Osmanlılarda da olduğu gibi yerli Rumların tecrübelerinden istifade edilmiş olduğunu belirtmemizde fayda vardır diye düşünüyoruz. Çünkü, Selçuklular zamanında Anadolu’daki madenî sanatlar, özellikle Rum ahali arasında rağbet görmüştür.[72] Bu ise bize, Türklüğün, gittiği yerlerdeki ekonomik faaliyetlere sekte vurmadığını, aksine yukarıda da değindiğimiz üzere, karşılaştığı birikimden istifade ederek bu faaliyetleri geliştirdiğini bir daha göstermektedir.
Bunlardan başka, yukarıda belirtmiş olduğumuz maden üretim faaliyetlerinin yanında Orta Asya’da olduğu gibi Selçuklular zamanında da Anadolu’da silah sanayisinin gelişmiş olduğunu belirtmeden geçemeyeceğiz. Mesela Germiyan’da yapılan süslü harp silahlarını ve Aydınoğullarının imal etmiş oldukları tüfekleri bu cümleden olmak üzere belirtebiliriz.[73]
C. Beylikler Döneminde Anadolu’da Madencilik
Biz, Selçuklular zamanında Anadolu’da madencilik alanında var olan bu canlılığın, beylikler döneminde de devam ettirilmiş olduğunu düşünüyoruz. Çünkü söz konusu dönemde de Anadolu’da, Kütahya, Ulukışla, Gümüşköyü, Amasya Gümüşhacıköy, Gümüşhane, Ulukışla (Lulova) ve Gümüşköyü’ndeki maden ocaklarının işletilmiş olduğunu biliyoruz.[74] Aynı şekilde daha önce Selçuklular zamanında gördüğümüz şap ticareti bu dönemde de devam ettirilmiştir.[75]
Sonuç
Bu küçük çaplı araştırma bize göstermiştir ki, madencilik, Türklük aleminin en belirgin özelliklerinden biridir. Türklük, yaradılıştan kendisini vazifeli gördüğü cihan hakimiyeti düşüncesini gerçekleştirmeye çalışırken bu özelliğinden yararlandığı gibi, bu faaliyetlerinden ekonomik anlamda kazanç da elde etmiştir. Böyle olunca da, Türklüğün Orta Asya’da göçebe mi yoksa yerleşik hayat mı yaşadığı sorularına da bir ölçüde cevap vermiş olduğumuzu düşünüyoruz. Çünkü dünya görüşü ve hayat tarzı tamamen göçebeliğe dayanan bir toplumun, yerleşik hayatın önemli bir unsuru olan madenciliği, yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı şekilde bütün dallarında ileri düzeyde ifa etmesi mümkün olamazdı.
Tabiî, bütün bunlar yapılırken de hangi coğrafyada olursa olsun, ele geçirilen ülkelerdeki maden ocaklarının üretim faaliyetleri kesinlikle sekteye uğratılmamış, aksine tarihten gelen birikimlerin de etkisi ile bu maden ocakları Türkler tarafından işletmeye devam edilmiş ve daha bol miktarda ürünün elde edilebilmesi için gerekli tedbirler alınmıştır. Bundan dolayı da sadece Orta Asya’da değil gidilen bütün coğrafyalarda bu faaliyetlere devam edilmiştir.
Süleyman Demirel Üniversitesi Burdur Eğitim Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 407-414