Yapmış olduğumuz araştırmada, bin yıl önce Türkistan’da Hoca Ahmed Yesevi’nin söylem ve eylemleri ile bin yıl sonra TİKA’nın misyon ve vizyonu birebir örtüşmektedir.
Ahmed Yesevi’nin torunları yüzyıllardan beri, nerede bir mazlum, yoksul ve yetim varsa az çok demeden yardımına koşmakta, elindekini paylaşmakta, yarasına merhem olmakta, hayır duasını almaktadır.
Türkistan coğrafyasında yaşamış olan, Hoca Ahmed Yesevi, hem Türklüğün hem İslamiyet’in yayılması ile ahlak ve maneviyatın kökleşmesinde önemli katkıları olmuş, ayrıca söylediği hikmet tarzı şiirlerle Türk dili ve edebiyatına önemli hizmetleri geçmiş bir âlim, mutasavvıf ve şairdir. Hakkında dilden dile aktarılan menkıbeler ve kendisine nispet edilen birkaç risale haricinde onun görüşlerini ve duygu dünyasını günümüze aktaran en önemli eserler, şiirlerinin toplandığı “Divan-ı Hikmet” ile talebesi ve müridi Safi Muhammed Danişmend’in kaleme aldığı “Mir’atü’l-Kulub isimli eserlerdir. Hoca Ahmed Yesevi, Orta Asya’nın manevi hayatında derin izler bırakmış önemli bir Türk mütefekkiridir.
Eski kültür ve inanç sistemimize dayalı olarak gelişen Türk edebiyatına, IX. yüzyıl ortalarında girdiğimiz yeni bir din ve medeniyet dünyası bambaşka bir ruh kazandırmış; etkisi altında kaldığımız tasavvuf cereyanı ise Türk tefekkürüne değişik görüşler, geniş bir ufuk getirmiştir. İslami devir Türk edebiyatının ilk büyük eserlerini onuncu yüzyılda vermeye başlamış, ancak İslam dinine has değerler sistemi ile eski değer hükümlerimizi, milli hasletlerimizi yakınlaştırıp kaynaştıran, yeni dinin kurallarıyla Türk toplumunun töre ve ahlakını bağdaştırmaya çalışan ve bu konuda başarıya ulaşan bir büyük insan da yine Hoca Ahmed Yesevi’dir.
Ahmed Yesevi, bugün Kazakistan’ın Çimkent şehri yakınlarında yer alan Sayram kasabasında dünyaya gelmiş, dini tasavvufi eğitimini tamamladıktan sonra yine o bölgedeki Yesi (bugünkü adıyla Türkistan) şehrine yerleşmiş, uzun yıllar halkı maneviyat yolunda irşad ettikten sonra burada vefat etmiş bir mutasavvıftır. Babası İbrahim Şeyh, Sayram ve bölgesinde müridleri olan tanınmış bir sufi idi. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Ahmed Yesevi, bir süre Otrar’daki Arslan Baba isimli şeyhin yanında din ve tasavvuf eğitimi gördü. Onun da vefat etmesi üzerine başka şehirlerde eğitimine devam etti.
Zamanın önemli ilim merkezlerinden Buhara’ya giden Ahmed Yesevi, burada Yusuf Hemedani’ye intisap edip müridi oldu. Bazı kaynaklarda Yesevi’nin Şihabeddin Sühreverdi’ye (ö. 632-1234) veya Ebu’n-Necib Sühreverdi’ye (ö. 563-1168-69) de mürid olup, icazet aldığı söylenir. Akrabaları arasında başka şeyhler de olan ve babasının Yesi’deki halifesi Müsa Hoca ile yakınlığı bulunan Ahmed Yesevi’nin bu akraba çevresinden de önemli derecede tasavvuf eğitimi almış olması muhtemeldir.
Ahmed Yesevi, eğitimini bitirdikten sonra Yesi’de dergâh kurup insanları dini ve ahlaki yönden yetiştiren tasavvufi düşüncelerini Türkçe ve sade şiirler ile anlatmış, hikmet adı verilen bu şiirler zamanla toplanarak Divan-ı Hikmet mecmuaları meydana gelmiştir. Bazı menkıbelerde ağaçtan tahta kaşık yontup satarak geçimini temin ettiği ifade edilmekteyse de, aslında varlıklı bir aileye mensup olduğu anlaşılmaktadır. Hakkında nakledilen menkıbelerden anlaşıldığı kadarıyla Yesevi, dergâhtaki zikir usulü sebebiyle dönemindeki bazı âlimler tarafından eleştirilmiştir. O da bazı şiirlerinde samimiyetten uzak âlimler ile sahte sufileri tenkit etmiştir.
Sohbetlerinde ve şiirlerinde en çok işlediği konular Allah, Peygamber sevgisi, fakir ve fukaraları, yetimleri korumak, dini kurallara riayet, güzel ahlak, zikir, nefis ile mücadele, kendini eleştirmek (melamet) ölümü düşünmek, manevi mertebeler ve bu mertebeleri aşmadan şeyhlik iddiasında bulunmanın kötülüğü gibi mevzulardı. Ayrıca vatan aşkı, yeni yurt ve gurbet gibi konulara da temas ediyordu.
Ahmed Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı sıralarda Türkistan’da İslamlaşmanın yanı sıra yaygın tasavvuf hareketleri de vardı. Bu dönemde Yesevi, Taşkent ve Sirderya ötesindeki bozkırlarda yaşayan Türkler arasında büyük bir etkiye sahip olmuştu. İslam’ın esaslarını, güzel ahlakı, tasavvufun adap ve erkânını basit ve yalın bir dille öğretiyordu. Bunun için, halk edebiyatından alınan anlatım teknikleriyle örülmüş hece vezninde manzumeler söylüyordu. Hikmet adı verilen bu manzumeler, dervişler vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Bu sayede Yesevilik, kısa süre içinde Türkistan Türkleri arasında hızla yayılma imkânı buldu.
Bilgelik, alplık ve akıllık eski Türklerin değer verdiği hasletlerden üçüdür. Ahmed Yesevi, bu üç hasletten bilgeliğe ona İslami bir hüviyet de kazandırarak kendi şahsında birleştirmiştir. O, “Hikmetler” söyleyen bir edip-şair, bir tarikat kurucusu yol eri-mürşididir. Ünlü mutasavvıf Feridüddin-i Attar, ondan “Pir-i Türkistan” olarak bahseder. 12. yüzyılın Türkistan Pir-i asırlar boyu Türk Dünyası’nın benimsediği bir bilge kişi olarak gittikçe genişleyen halkalar halinde önce çevresini, sonra Kuzey Türk âlemini, nihayet Batı Türklerini etkilemiştir. Onun etkisi hikmetleriyle, menkıbeleşen hayatı ve efsaneleşen kişiliğiyle günümüze kadar, özellikle Orta Asya Türklüğü, Kırgız-Kazak Türkleri için bir manevi lider olarak bilinmektedir.
Ahmed Yesevi, alplık ve akıllığı bir ahlakçı olarak geliştirmekle kalmamış, bu iki asli Türk hasletini “gazilik” ve “ahilik” kurumları haline getirmiştir. Onun bir büyük etkisi de bu iki kurum vasıtasıyla Anadolu’nun bir bütün halinde Türkleşip İslamlaşmasında oynadığı büyük roldür. Hatta Malazgirt Savaşı’ndan önce başlayan birçok büyük sofinin, yüzlerce alperen ve Horasan erenlerinin, yüzbinlerce kılıç eri gazinin, bir o kadar sanat eri ahinin, ağa çerilerinin, abdalların ve bacıların, çiftçilerin, sürüleriyle çobanların, şairlerin, bilginlerin Anadolu’ya gelişlerinin arkasında, onları bu yola iten bir elin bulunduğu, bu elinde Ahmed Yesevi olduğu bilinmektedir.
Tarihçiler, özellikle de Prof. Fuat Köprülü “Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar” adlı muhteşem eserinde bu gelişin nasıl ve hangi yollardan olduğunu uzun uzun anlatır. Franz Babinger “Anadolu’da İslamiyet” adlı makalesinde Ahmed Yesevi’nin Anadolu’ya gelen zümrelerle ilişkisinden şöyle bahseder: “Bunlar bir defada memlekete gelmiş değillerdir. Daha Selçuklar zamanında birçok rical-i sofiye, makarr-i evliya olan Buhara’dan gelip Anadolu’ya cemaatle girmişler, orada gerek saray, gerek ahali tarafından bahişle kabul edilmişlerdir. Mavera’ün –Nehr’in çok yüksek tutulan halk velisi Ahmed Yesevi (öl. 1166, Yesi’de) bunların hepsinin üstadı ve perestidesi idi. Bu itibarla bilhassa Horasan bu yabancı misafirlerin menbaı bulunuyordu diyerek Ahmed Yesevi mensuplarının Anadolu’da ve daha sonra Rumeli’de İslamiyet’i yaymak için yaptıkları, kendi adlandırışıyla “müthiş misyonerlik” faaliyetlerinden de bahseder.
Ahmed Yesevi, “Hikmet”lerinde yalnız İman ve İslam’ı, İslam ibadetlerini ve bazı muamelatı öğretmekle kalmamış, çevresindekilerin yüreklerini Allah sevgisiyle bezemiş, İslam büyüklerine, başta Peygamberimiz olmak üzere, duyulması gerekli saygı ve sevgiden söz etmiş, Türk-İslam ahlak unsurlarını birleştirip bütünleştirerek çevresindekileri eğitmiş, hayatın bütün zor şartlarına dayanıp yaşama gücü aşılamıştır. Özellikle de Anadolu’ya gidenlerin bu bilinçle ve bir ideal uğrunda “Kızılelma” için yola çıkışlarını sağlamıştır.
“Vatan-ı Asli” konusu tasavvufta önemli bir bahistir. “Vatan Sevgisi” İslami hükümlerce “İman”dan gelir, bir anlamda imanla eşdeğerde sayılır. Mutasavvıflara göre asıl vatan “Tanrı Katı”’dır. Bu dünyaya geliş bile Cenab-ı Hak’tan ayrılış ve bir gurbete çıkış olarak kabul edilir. Ahmed Yesevi, de hikmetlerinde bu konuya değinir ve kendi yoluna girenlerin mutlaka gurbete çıkmaları gerektiğine çevresindekileri ikna ve teşvik eder.
Bozkır Türk devlet başkanının vazifelerinden sayılan “Cihanı idare etme düşüncesi” Türk devletlerinin “Kızılelması” idi. Orhun Kitabelerinde görülen ve “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” dünyanın töreye göre, Türk hükümdarı tarafından idare edilmesi ülküsü olan, Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi her dönem canlılığını muhafaza ediyordu. Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hâkimi yapmıştır”. Peygamberimizin, “Benim Türk adında bir ordum vardır” dediğini nakleden Kaşgarlıya göre, “Türk” adı Tanrı tarafından verilmiştir. O zamanın umumi efkârında yaygın olduğu anlaşılan bu düşüncenin siyasi, sosyal, toplumsal ve dini sahalarda da yankıları görülmekte idi.
Neler kilse körmek kerek ol Hudadın
Yusufını ayırdılar ol Ken’an’dın
Toggan yirim ol mübarek Türkistan’dın
Bagırımga taşkar urup kildim muna
Yani Tanrı’dan gelen her şeyi görmek gerekir. Ken’an elinden ayrılan Yusuf gibi, ben de doğduğum yer olan o mübarek Türkistan’da bağrıma taşlar vurup geldim işte, demek ister. Bundan sonraki dörtlüklerinde gurbet kime nasip olursa, ham olanları pişirir, halktan kişileri bilgin ve seçkin kılar, yalnız kim gariplikte yüz yıl kalsa yine konuktur. Yani bu dünyaya misafirdir. Ancak insanın yol göstericisini bulup, çıkılacak yolun hangisi olduğunu ve bu yolun sırlarını öğrenmesi gerekmektedir. Kendisi de yol göstericisi Arslan Baba’yı gurbette bulmuş, Hazret-i Muhammed’in gönderdiği hurmayı almış, yol sırlarını da öğrenmiştir. Ayrıca kulun gurbette kaldığı sürece yapacağı görevler, vereceği imtihanlar vardır. İnsanın vücut şehrini, gönül evini her türlü kötü ahlaktan ve kirden temizlemesi, nefsini terbiye etmesi ve en güzel ahlakla ahlaklanması bu görevlerden birkaçıdır. Aynı zamanda Müslümanlara düşen bir fetih görevi, yani yeni yurtları ve bu yurtlardaki insanlara İslam’ı açması, İslam’a kazandırması görevi vardır. Ahmed Yesevi, bu görevi kutsal bir ideal haline getirmiştir. Bu ideal uğrunda gazileri, ahileri, abdalları, dahası bacıları Anadolu’ya gönderirken bu görevleri sıralar, hatta içinden geçecekleri ülkeleri sayar,
Va-diriga netük kılgum gariblıgda
Gariblıgda gurbet içre kaldım muna
Horasan u Şam u Irak niyyet kılıp
Gariblıgın köp kadrini bildim muna
Vah ne yazık, gariplikte ne yapacağım, gurbette garip kaldım işte, Horasan, Şam ve Irak’ı niyet kılıp garipliğinin çok kadrini bildim işte, der. Vakıa şiirinde Anadolu’nun adı geçmez, ne var ki orası varılması gerekli “Kızılelma”dır.
Anadolu’ya geliş büyük bir disiplin içinde ve düzenli olmuştur. Arap tarihçileri “Bu büyük bir sessizlik içinde azimli bir ideale gidişten hayranlıkla söz ederler.
Pek çok tarihçi de Malazgirt öncesine kadar Anadolu’yu bir “Milletler Köprüsü” saymışlar, bu toprakları tarih boyu birçok millet gelip ele geçirmiş, kısa ve uzun bir süre kaldıktan sonra tarihin mezarlığına gömülmüşlerdir. İslamiyet’in yayılmaya başlamasıyla pek çok Gazi ve Mücahid bu toprakları fethetmeyi, dahası bu uğurda şehit olup bu topraklara gömülmeyi dilemişlerdir. “Fütuhü’l – Büldan”da, “Taberi Tarihi”nde, vs. kitaplarında yazıldığı üzere daha İslam’ın ilk yıllarında başlayan bu dilek, asırlar boyu Anadolu’nun, İstanbul’un İslam’la şeref bulması idealine dönüşüp devam etmiştir. Bu ideal uğrunda savaşırken şehit olan ilk İslam Gazilerinden Seyyid Battal’ın Seyyid Gazi’deki külliyesinde Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte gelen Yesevi dervişlerince kurulan dergâh yine asırlar boyu gelen geçene hizmet etmiştir. Bu dergâhın bir benzeri Kayseri’de kurulmuş, yüzyıllarca yolcuları, garipleri barındırmıştır. Nitekim Rumeli’ye ilk çıkan Türk-İslam Mücahitlerinden Sarı Saltuk Gazi’nin bir Yesevi halifesi olduğunu Evliya Çelebi Seyahatnamesinde yazar. Sarı Saltuk’un Babadağı’ndaki, Babaeski’deki zaviyelerine, Bor’daki Saltık dergâhını da ekleyebiliriz.
Kim bilir Niğde yakınlarındaki bu muhteşem dağa, Ulukışla’nın bir köyüne adını veren Hasan Gazi’nin de bir Ahmed Yesevi mensubu veya onun ideali uğruna baş koymuş bir kılıç eri olması muhtemeldir. Niğde yolundaki Emir Gazi’de bir diğer örnektir.
Sonradan zaviye, dergâh, tekke adıyla anılan başlangıçta “Rıbat” denilen bir hayır kurumu da Anadolu’ya gelişler sırasında geliştirilmiştir. Bu Rıbatlar gurbete çıkacakların konaklamaları, geceleri konaklayıp barınmaları, karınlarını doyurmaları, yolculuklarına ve varacakları yere güvenle varmalı, yolculuğun sıhhatli bir şekilde düzenini temin etmek için kurulmuşlardır. On ikinci yüzyılda yalnız Türkistan’da kurulan “Ribat” sayısı 1800’e ulaşmıştır. Bu kuruluşlar gelen gidene, o devirdeki deyişle “ayende ve revende”ye hizmet vazifesini üstlenmişlerdir. Ayrıca gazilerin, seyfi kolu (Kılıç eri), ahilerin yetiştirilmesi için adeta bir okul gibi çalışmışlardır. Bunların içinde en önemlisinin Buhara’daki Nur Ribat’ı olduğu söylenir. Türkistan’daki Ahmed Yesevi Külliyesi de genel yapısı itabariyle bir Ribata benzer. Ribatlar Anadolu’da da kurulmuş, bunların görevini daha sonra “Zaviye”ler üstlenmişlerdir. Gurbette bulunanlar için yeme, barınma ve güvenlik çok önemlidir. Ahmed Yesevi, gurbettekileri için bu kolaylıkların sağlanması için müritlerine talimatlar vermiştir.
O gurbete çıkacaklara, savaşacaklara çok seçkin kimseleri örnek gösterir. Bunlar Mekke’den Medine’ye göç eden Hazreti Muhammed, dört halifesi ve ashabıdır. Onların İslam’ı yayma yolunda yaptıkları gazalardan da söz eder.
Ahmed Yesevi, bir halk adamı, bir gönül eri, inanmış bir mümin, gönlü, gözü ve ufku geniş Türk-İslam sevdalısı bir insandır. Yola çıkardığı erleri oklu, yaylı, belleri kılıçlı, hançerli at üzerinde yeni vatanlarını açmağa, almağa giden cenk erlerinden değildir. Bu yüzden şiirlerinde at yerine “Muhabbet Burakı”’ndan, silah yerine “Aşk Hançeri”nden, “Hu Şemşiri”nden, “Şemşir-i Hak”dan, “Kılıçtan Keskin Kıl Köprü”den bahseder. Onun da bir savaşı vardır. Bu, kendi nefis savaşıdır.
Bu dünyada yürük ata binenler, harp gününde savaş kılanlar, elmas çelik kılıç kuşağı kuşananlar, ecel gelince beyi, hanı koyma imiş diyen Ahmed Yesevi, bir yandan gazileri yüreklendirirken, bir yandan da onlara ölümü hatırlatıp, ölürseniz hiç olmasa Tanrı yolunda ölün demek ister. İslam’ı yaymak için Hak yolunda ölmek Türk-İslam gazilerinin en büyük ideali olmuş, Ahmed Yesevi’de Orta Asya Türklüğünü gerek Kuzey’e, gerekse Batı’ya yapılacak akınlar için teşvik edip yönlendirmiştir.
Gazilik gibi, Anadolu ahiliğinin özünde de Ahmed Yesevi’nin etkisi görülür. Eski Türk akıllığını gurbettekilere, yolculara, gariplere hizmet veren bir sosyal refah müessesesi haline getirmiştir. Hoca Ahmed Yesevi, garipliğin, gurbetteki yolcuların kadrini bilmiş, çevresindekilere de öğretmiştir. Gariplere acımak, onlara yardım etmek, Ahmed Yesevi’ye göre peygamber işidir, yani sünnettir. Garip ve yetimleri görüp gözetmek gerekir. Onların gönlünü almak, karınlarını doyurmak, ihtiyaçlarını gidermek Tanrı yolunda hizmettir. Bunun için de Aşevi, Yesevi tarikatının sevaplı görevleri arasında misafir ağırlamaya, garipleri doyurup barındırmaya yer vermiş, Yeseviliğe şu altı esası koymuştur.
1-Sevinç ve güler yüzle misafir gözetmek
2-Kendi halince misafir kabul etmek
3-Misafir ne kadar fazla kalırsa, ganimet bilmek
4-Misafirliği uzatmak
5-Misafir ne isterse yapıp yerine getirmeğe çalışmak
6-Şeyhe dua etmek
Bu altı esas fütüvvetnamelerde, ahiliğin esasları arasına girmiş, yalnız zaviyelerdeki konukluk süresi üç günle sınırlandırılmıştır. Bu da insanları tembelliğe alıştırmamak içindir.
Ahilerin Müslüman, kâfir herkese açık olan, “Hak Sofrası”, “Gök Sofrası” diye adlandırılan sofralarıyla, Ahmed Yesevi’nin Karacug Dağını kaldırması menkıbesinde geçen sofranın bir münasebeti olsa gerektir. Menkıbeye göre, Ahmet Yesevi’nin babası Şeyh İbrahim’in türbesinden alıp açmağa muvaffak olduğu bir sofra vardır. Karacug Dağının kalkması için duada bulunmak üzere Yese şehrine gelen tasavvuf ehlinden, saray erkân, asker ve Yeselilerden 9000 kişi bu kurulu sofradaki ekmek kırıntılarını yemişler, Hak bereketiyle doymuşlardır.
Tezkiretü’l-evliya’da Attar, Şeyh İbrahim’in ahiliğin başı olduğundan bahseder. Ahmed Yesevi’nin de ahi olması gerektir. Çünkü ağaçtan kaşık, kepçe torbalara oyup bunları ineğinin sırtındaki torbalara doldurup pazara gönderdiği, kaşıkları alıp parasını torbaya koyanların verdikleriyle ailesini ve zaviyesindeki konukları geçindirdiği menkıbeden anlaşılmaktadır. Ahilik emniyet ve doğruluk üzerine kurulmuş bir müessesedir. Bu menkıbede bir toplum için en önemli unsur olan, “güven duygusu”nu aşılaması bakımından üzerinde durulmağa değer.
Yesevi’nin hikmetlerinde dükkândan, pazardan, ticaretten de söz edilir. Yalnız bunlar sevgi üzerine kurulmuş “aşk dükkânı”, “aşk pazarı” ve “aşk ticareti”dir. Hoca Ahmed Yesevi, insanları sevgiden mahrum görmüş, onlara Tanrı aşkını, bu aşkın sanatını ve insanlara sevme ticaretini öğretmek için orada nasıl huzur ve sükûn içinde yaşanacağını, nasıl alış-veriş yapılacağını göstermek üzere dükkânını kurmuş, insanları hak ve hakikat yolundan sapmamak, acizlik göstermemek için nasıl davranmaları gerektiğini de göstermiştir. Bunun için “Taliblerge ışk dükkânın tola kurdum” diyor. Talib, ahilikte bir terim ve ilk aşamadır. Bir diğer mısrasın da “Hak rızası bu turur ışk sudasın kılsangız” yani Hak rızasını kazanmak için sevgi ticaretini yapsanız, birbirinizi sevseniz diyor. Bu sözleri, kendisine Hazreti Muhammed’in gönderdiği hurmayı getiren mürşidi Arslan Baba’dan öğrenmiş, aşk yoluna girenlerin Hak didarını göreceği müjdesini almıştır. Kendinden sonrakilere de bildiklerini öğretip bu müjdeyi iletecek “Hikmetler” söylemiştir.
Ahilikte hizmet esastır. Hoca Ahmed Yesevi’de şiirlerinde hizmet üzerinde durur. Pir eteğini sıkı tutup hizmet kılın, hizmet edenlerden asla yolda kalan, yok der. Mürşidinin de senin elinden tutmasını istersen hizmet kıl, çünkü hizmet edenler mutlaka muratlarına erişirler diye öğütlerini pekiştirir. Ayrıca hizmetin gerçekten yapılmasını, sözde bırakılmamasını tembihler.
Ahilerin sanat ürünlerinin satışa sunulduğu yerler, dükkân, çarşı ve pazarlar Anadolu’da ekonomik gelişme ve istikrarı sağlayan kuruluşlar olmuştur. Hoca Ahmed Yesevi, bunlar yanında “Uluğ Pazar” dediği kazancı tanrı sevgisi olan bir pazardan daha söz eder. Ne var ki orada da, ticaret de, kavga da, hatta dünya da haramdır. Bu aşk pazarıdır:
Allah’tan kullarına bu aşkı, bu âşıklığı vermesini niyaz eder. Bu aşkı kazananlara vaktiyle “gazi” denilmiş, “ahi” denilmiş, “abdal” denilmiştir. Bu üç zümre de Anadolu’nun fethinde hizmet görmüşlerdir. Örneğin, Bursa fethinde önemli hizmetleri geçenlerden Geyikli Baba ile Abdal Murad’ın, İstanbul fethinde şehit düşen Horos Dede’nin Ahmed Yesevi dergâhlarından olduklarını Evliya Çelebi’den öğreniyoruz. Yine Rumeli’deki Yesevi halifelerinden Akyazılı Sultan dergâhında çeşitli kaşıklar yapılıp zaviye ihtiyaçlarının bu kaşıkların satışından kazanılan paralardan karşılandığını Evliya Çelebi anlatır.
“Yol azığınızı düzün, güçlüklere karşı hazırlıklı olun” diyerek Ahmed Yesevi’nin öğütleyip Anadolu yollarına gönderdiği zümreler, gaziler, abdallar, ahiler ve bacılar, bu yurdun fethini Tanrı hizmeti bilmişler, fetihlerini gerçekleştirip ideallerine kavuşmakla kalmamışlar, köyleri şehirlere, şehirleri şehirlere bağlayan yolarda kurdukları zaviyeleriyle gelen gideni ağırlayıp barındırmışlar, yolcuların, gezginlerin, gariplerin güvencesi olmuşlar, hatta ticaret yollarının güvenliğini sağlamışlardır. Daha da ileri gidip bu zaviyeler çevresinde kurulan köy ve mahallelerle o devre hâkim çok ilgi çekici bir iskân metodunu da gerçekleştirmişlerdir. 12. yüzyılda Türkleri “yarı yolda kalmayın” öğüdüyle batı Türk ellerine gönderen Ahmed Yesevi, yüzyılımızdaki Orta Asya Türklüğü için bir manevi sığınak, onlara yaşama gücü veren bir hayat kaynağı olmuştur.
Yesevilik, Ahmed Yesevi’nin ardından müridleri vasıtasıyla onun tasavvuf yolu ve düşünceleri zamanla Orta Asya’nın farklı bölgelerine yayılmıştır. Bu yolun takipçilerinin mensup olduğu tarikata “Yeseviyye” adı verildiği gibi, cehri zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensuplarından çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşayıh-ı Türk de denilmiştir. Ahmed Yesevi’nin en meşhur halifeleri Mansur Ata, Said Ata, Süfu Muhammed Danişmend ve Hâkim Ata’dır. Yesevilik daha ziyade Hâkim Ata ve talebeleri ile devam etmiştir.
Müridlerinden Sufi Muhammed Danişmend’in kaleme aldığı Mir’atü’l-kulüb isimli eserde Ahmed Yesevi’den nakledilen : “Ahir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, şeytan onlardan ders alacak ve onlar Şeytan’ın işini yapacaklar… Ehl-i Sünnet ve cemaati düşman görüp ehl-i bidat ve dalaleti sevecekler” şeklindeki sözleri ile bazı Divan-ı Hikmet nüshalarında yer alan:
Mürşidlikni da’va kılur şartın bilmes
Helal haram, sünnet, bid’at farkın bilmes
Bü-Hanife mezbebinde bergiz yürmes
Diger bid’at mezbeplerdin yürürler-e
Şeklindeki ifadeleri, diğer Orta Asya Türkleri gibi Ahmed Yesevi’nin de Sünni ve Hanefi olduğunu göstermektedir. Yukarıdaki dörtlük günümüzü çok güzel anlatmaktadır. Divan-ı Hikmet’ten alınacak çok ders ve günümüzü anlatan derin manalar mevcuttur.
Rivayete göre Ahmed Yesevi, altmış üç yaşına geldiğinde dergâhında yerin altına küçük bir oda şeklinde çilehane yaptırdı. Ömrünün kalan kısmını çoğunlukla orada ibadet ve tefekkürle geçirdiği, geç dönemlere ait bazı kaynaklarda Ahmed Yesevi’nin Hicri 562 (M. 1166-67) senesinde vefat ettiği belirtilmiş ise de, bazı araştırmacılar bu tarihin biraz daha ileriye alınması gerektiğini düşünmektedirler.
Ahmed Yesevi’nin İbrahim adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayattayken vefat etmiştir. Yesevi’nin nesli Gevher isimli kızı sayesinde devam etmiştir. Türkistan, Maveraünnehir ve Orta Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmed Yesevi’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Semerkantlı Şeyh Zekeriyya, Üsküplü Şair Ata ve Evliya Çelebi bu isimlerden bir kaçıdır.
XIV. yüzyılın sonunda Emir Timur, Türkistan bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevi’nin Kabrini ziyaret edip, kabrin üstüne bir türbe yapılmasını emretmiş, birkaç yıl içinde türbe, cami ve dergâhıyla birlikte bir külliye oluşturmuştur. Bugün bu türbe Orta Asya’nın en önemli ziyaret yerlerinden biridir.
Ahmet Yesevi’nin çilehanesi ile türbesi arasında yüz metre kadar mesafenin olması, onun ilk ve asıl dergâhının çilehane bölgesinde olduğunu akla getirmektedir. Vefatından sonra defnedildiği yere zamanla büyük bir külliye yapılınca kütüphane, aşevi, mescit ve derviş hücrelerinden oluşan yeni ve daha büyük bir dergâh meydana gelmiş olmalıdır.
TİKA ve Gönül Coğrafyamız
“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” sözü, TİKA ile hayata geçmektedir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: “TİKA Çalışanları Bulundukları Ülkelerde Çağdaş Alperenlerdir”. Cumhurbaşkanının bu sözü, hem onur hem de gurur vericidir.
TİKA’nın faaliyete başlamasının çeyrek asırlık geçmişine kuş bakışı:
TİKA’nın kuruluş amacı nedir? Burada 27 Ocak 1992 tarihli Resmi Gazete’nin bir sayfası var: “Bu Kanun Hükmünde Kararnamenin amacı, başta Türk dilinin konuşulduğu Cumhuriyetler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere, gelişme yolundaki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülkelerle ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim alanlarındaki işbirliğini projeler ve programlar aracılığıyla geliştirmek, bu yoldan gelişme yolundaki ülkelere yapılacak yardımlarla ilgili işlemleri yürütmek üzere Dışişleri Bakanlığı’na bağlı, tüzel kişiliği haiz Ekonomik, Kültürel, Eğitim ve Teknik İşbirliği Başkanlığı Kurulmasına, teşkilat ve görevlerine ilişkin esasların düzenlenmesine karar verilmiştir”.
Demek ki, Türk dilinin konuşulduğu cumhuriyetler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere çeşitli ülkelerle işbirliği öngörülmektedir.
Cumhurbaşkanı Merhum Süleyman Demirel: “Daha önce niçin böyle bir teşkilata lüzum görülmemiş de 1992’de görülmüş olduğunu şu ifadelerle açıklamaktadır. Çünkü 1990’da dünya yeni bir değişime şahit olmuş. Bu değişim, kanaatimce asrın en önemli üç hadisesinden biridir. Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliğinin savaşsız, kavgasız dağılışı”. Sovyetler Birliği’nin dağılışı, kuruluşu kadar önemli olduğunu dile getirmiştir.
Soğuk Savaş’ın bitimini takip eden 1992 yılından bu yana, tüm dünya iki kutuplu düzenin aksine hızlı bir dönüşüm sürecinde yer almakta ve bu değişimlere adapte olmaya çalışmaktadır. Küreselleşmenin artarak hız kazandığı, teknolojik dönüşümlerin yaşandığı ve jeopolitiğin giderek tek başına anlamını yitirdiği bir süreci tecrübe etmekteyiz.
Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz bu süreç, iki kutuplu dünya düzeni değil; ikili ve çoklu işbirliği süreçlerinin hâkim olduğu uluslararası yapıyı işaret etmektedir.
24.01.1992 tarihli ve 480 Sayılı KHK ile Dışişleri Bakanlığına bağlı olarak kurulan Ekonomik, Kültürel, Eğitim ve Teknik İşbirliği Başkanlığı (EKETİB), 1999 yılında Cumhurbaşkanlığı tezkeresi ile Başbakanlığa bağlanmıştır.
2. 05. 2001 tarihli ve 4668 sayılı kanun ile başta Türk dilinin konuşulduğu cumhuriyetler ve akraba topluluklar ile Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere kalkınma yolundaki ülkeler ve topluluklarla diğer ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülke ve topluluklara ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim alanlarındaki işbirliğini projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek, yapılacak yardım ve işlemleri yürütmek üzere Türk İşbirliği ve kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) kurulmuştur.
2011 yılına gelindiğinde ülkemizin dinamik dış politika yöntemleri, küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan büyük değişimlerden hareketle, kalkınma işbirliği sürecinin etkinliğinin artırılabilmesi amacı ile Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığının organizasyon yapısı gözden geçirilmiş ve TİKA yeniden yapılandırılmıştır.
24 Ekim 2011 tarih ve 656 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile teşkilat kanunu ve adı güncellenen Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), kavuştuğu daha esnek ve hızlı karar alabilen yapısıyla faaliyetine daha güçlü bir biçimde devam etmektedir.
Türkiye’nin dönüşen kalkınma yardımlarının niteliği ve çeşitliliği önem arz etmekle birlikte TİKA’nın varlığı da bu çerçevede vazgeçilmez olmaktadır. Kuruluş yıllarında Doğu Bloku’nun çözülmesiyle ortaya çıkan Orta Asya’daki Kardeş Türk devletlerinde faaliyet gösteren TİKA, bugün Orta Doğu’da, Balkanlar’da, Afrika’da, Güney Asya’da, Latin Amerika’da gerçekleştirdiği proje ve faaliyetlerle kendi görev tanımını zenginleştirmekte ve ülkemiz tarafından verilen taahhütlerin gerçekleştirilmesi yönünde de çalışmalar yürütmektedir.
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden uluslararası kalkınma yardımı politikalarında yükselen profili ile “Türk Tipi Kalkınma Yardım Modelini” temsil eden TİKA, dinamik yapısıyla değişen koşullara uyum sağlayan, çözüm odaklı projeleri hızla geliştirip uygulayabilen milli bir kuruluştur.
Günümüz Türkiye’si, dünyanın vicdanı olma yolunda gösterdiği başarı ile adından söz ettirmektedir. Bu minvalde ülkemize yönelik türlü beklentilerden biri, belki de en önemlisi; yardım isteyenin yardımına koşmamız, gücü tükenenin yanında olmamız, kalkınma çabası içinde olana destek olmamızdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: “Dünyanın her yerine uzanıp nerede dertli varsa, Türkiye olarak oraya gidip az veya çok yardımda bulunacağız”, Türk milletinin her zaman ve her yerde mazlumun yanında olacağını bir kez daha dile getirmiştir.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy: “Türkiye, başta gönül coğrafyamız diye nitelendirdiğimiz toprakların kardeş bildiğimiz sakinleri olmak üzere yerkürenin her noktasında yardım yapabileceği herkese yardım elini uzatmaktadır”.
TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam: “Gönül coğrafyamıza yönelik yapılan kalkınma yardımları, Balkanlardan Orta Asya’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar geniş bir coğrafyada gönül köprüleri kurmaya devam etmiş, ülkelerle iş birliklerini güçlendirmiş ve özellikle eğitim, sağlık ve suya erişim gibi sosyal altyapıların güçlendirilmesine yönelik büyük projelere imza atmıştır”.
Sorumluluğunun bilincinde olarak Türkiye, günümüzde de adalet, hakkaniyet ve samimiyet ilkelerini merkeze alarak dünyanın en ücra köşesine ulaşmış, kültürel, dini ve etnik farklılık gözetmeksizin mazlumlara, Türk halkının ve devletinin yardım elini az çok demeden uzatmıştır.
TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam: “Bugün yeryüzünde 220 milyona yakın çocuk ve genç temel insan hakkı olan eğitim imkânından faydalanmamakta, 60 milyonun üzerinde insan mülteci olarak yaşamakta ve günde 25 binin üzerinde insan açlığa bağlı nedenlerle ölmektedir. Türkiye bu insani krizlere sessiz kalmayarak dünyanın en büyük 18. ekonomisi olmasına rağmen insani yardımlarda en cömert ülke olurken, birçok gelişmiş zengin ülke dünyanın bu yükünü paylaşmamaktadır”.
Kadim değerlerinden güç ve ilham alan ülkemiz, günümüz dünyasının sorunları karşısında küresel adaleti talep ederek hareket etmektedir. Bu doğrultuda dünyanın dört bir yanında saha da ortaya koyduğu, insanların gerçek ihtiyaçlarına cevap veren projeleri ile uluslararası kamuoyu tarafından da örnek gösterilmektedir.
Tarihin her döneminde yardıma ihtiyacı olanlar için elinden geleni yapmış olan Türk milleti aynı duruş ve özveriyi günümüzde de sergilemektedir.
Sonuç
Hazret-i Türkistan Ahmed Yesevi, bir büyük ahlak, aşk ve irfan adamı, bir Allah dostudur. Türk kültür tarihimizin en önemli şahsiyetlerinden birisidir. O, sadece Yusuf Hemedani ve Arslan Baba’nın gönlünde yaktığı İslam’ın aşk ve irfan kıvılcımını kendinden sonraki taliplere aktarmakla kalmamış, yetiştirdiği aksiyoner alperenleri Asya’nın bir ucundan Avrupa içlerine kadar göndererek insanlara adalet, tevazu, birlik ve dirlik düşüncesini telkin etmiştir.
Yesevi Hazretleri, dönemin din ve kültür dili olan Arapça ve Farsça yerine, ana dili Türkçeyi kullanmış Türkçeyi bir ilim, aşk ve irfan dili haline getirmiştir. Sohbetlerinde ve nutk etmiş olduğu hikmetlerinde ana dili Türkçeyi kullanarak geniş kitleleri etkileyen ilk Türk mutasavvıfı olmuştur. Bugün geniş bir coğrafyada konuşulup yazılan edebi bir Türkçeden söz ediliyorsa bunu sağlayanlardan bir de Ahmed Yesevi’dir.
Nitekim Ahmed Yesevi deyince biz, Hz. Peygamber’in yaşadığı İslam’ı, bu İslam’ı ana diliyle, herkesin anlayabileceği Türkçe ile anlatan ilk Türk mutasavvıfını ve yetiştirdiği aksiyoner alperenlerle İslam’ın tevhid ve adalet nurunu cihana yaymak için çalışan bir grup serdengeçtiyi hatırlamaktayız.
Hazret-i Türkistan, sadece bizim milletimiz için değil vaz ettiği mesajlarıyla da evrensel bir değerdir. Ne ki onun adına izafe edilen “Yesevilik Yolu”, esasen İslam’ın Türkçe yorumundan başka bir şey değildir. Allah, Peygamber ve varlık sevgisini gönlünde toplayan bu abide şahsiyet aşk ve irfanın, samimiyetin, hoşgörünün, insan saygı ve sevginin derinleşme ve genişlemenin bir sembolüdür.
Bizim milli tarihimiz ve milli kültürümüzün kökenlerini keşfetmek ve çağdaş dünyaya kendi değerlerimizin evrenselliğini göstermek adına yapmamız gereken çok şey var.
Ahmed Yesevi, XII. yüzyılda doğan bir yıldız. İslam değerlerini Türk kültürü ile birleştiren ve Anadolu’nun bir Türk yurdu haline gelmesinde manevi rol oynayan bir mutasavvıftır. Bundan sonra da bizi aydınlatmaya devam edecek, farklı millet ve topluluklar arasında köprü olacaktır.
Türkiye’nin kalkınma yardımları TİKA’nın koordinasyonunda gerçekleşmekte olup, hedef ülkelere BİT (Bilgi ve İletişim Teknolojileri ) eğitimleri yoluyla önemli miktarda kalkınma yardımı aktarılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti eski Başbakanlarından, Ahmet Davutoğlu, Başbakan danışmanı iken Makedonya’nın bir Yörük köyüne gider ve karşılaştığı bir teyzeye; “var mı bir isteğiniz”? Diye sorar. Osmanlı mirası nine şu cevabı veriri; “Yok oğlum, sağ olun, köyümüzün suyu yoktu, onu da TİKA diye bir adam geldi yaptı!” Soruya verilen bu cevap ile gönüllerde de TİKA’nın taht kurduğunun bir ifadesidir.
TİKA gönüllerde nasıl taht kurmuştur? TİKA’yı bu kadar ön palana çıkartan, dünyanın efsane kuruluşu haline getiren nedir? Bir kere TİKA; din, dil, ırk, farkı gözetmemektedir. Dünya’nın neresinde “imdat” diye çığlık atan bir millet, topluluk yâda eser var ise onun yardımına hemen koşmaktadır.
Yaşanan ekonomik sıkıntı ve gelir adaletsizlikleri dünya barışını, refahını ve insanlığın ortak geleceğini tehdit etmektedir.
Dünya etnik çatışmaların toplumları şiddete sürüklediği, yokluk nedeniyle en temel sağlık hizmetlerinden ve temiz içme suyuna ulaşamayan yüz milyonlarca insana ev sahipliği yapmaktadır. 7 milyar insanın aynı evi paylaştığı ortamda, ön yargılar, eğitimsizlik, güvenlik sorunları, ayrımcılık, islamofobi ve daha birçok sorun tüm sıcaklığı ile çözüme kavuşturulmayı beklemektedir. İçinde bulunduğumuz bu çağda tüm dünyanın ortak geleceği ancak bu tehditlerin azaltılarak bertaraf edilmesine yönelik çalışmalar neticesinde var olabilecektir.
Yardım yaptığı ülkeye gerçekten yardım yapan, verirken daha fazlasını alan değil, gönülden veren bir duygu ile hareket eden bu yaklaşımımız, şüphesiz ki ülkeler arasındaki kardeşliğe ve dayanışmaya hizmet etmektedir.
Türkler için İslam dini, özünde “Yaratılana” ve “Yaradan”a sevgi barındıran farklılıklara hoş görüyle bakan, evrensel bir barış dinidir. Bugün özellikle İslam’ın bu yüzünün Batı uygarlığına anlatılması ayrı bir önem taşımaktadır.
Ahmed Yesevi’nin hayatı hakkında eski kaynaklardaki bilgiler oldukça sınırlıdır. O, Türk Dünyası’nda gerçek hayatından ziyade menkıbeleri ile tanınmıştır. Bu menkıbelerden bir kısmı onun hayatı ve düşünceleri hakkında fikir verecek nitelikteyken, diğer bazıları halk muhayyilesinin ürünüdür.
Ahmed Yesevi, hakkında uzman olmamamızla birlikte yapmış olduğumuz araştırmalarda Ahmed Yesevi’nin hep tasavvuf yönü dile getirilmiştir, hâlbuki Yesevi, çok yönlü ve ufku geniş olan bir mütefekkirimizdir.
Ahmed Yesevi gibi düşünürlerimizi ve onların Türk-İslam kültüründeki yerini keşfettikçe, Türk-İslam uygarlığının tüm dünyanın insanlık mirasına katkılarını da daha iyi anlatabileceğimize inanıyorum.
Takdir edersiniz ki, böyle büyük bir mütefekkiri ve dünya markası olmuş milli bir kuruluşu, mütevazı bir makalede ele almanın ne kadar güç olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Bizimkisi okyanusta bir damla su ve tarihe bir not düşmektir.
TİKA-Araştırmacı