İnsanlık tarihinin çok büyük bir bölümü, Asya merkezli tarihtir.
İnsan şehirle medenidir. Medeniyet dediğimiz şey insanın şehirle anlam bütünlüğüdür. İnsanın zaman ve mekân içindeki yolculuğunun kültür, sanat ve medeniyet duraklarıdır şehirler. İnsan ve toplum içinde yaşadığı şehri eserleri, duygu ve düşünceleri ile yansıtırken, şehir de kendini kuran insan ve toplumu yansıtır. Dolayısıyla şehir ve insan birbirinde mekân, birbirinde zaman ve birbirinde fikirdir.
Udo B. Barkmann, 13. yüzyılda kısa bir süre için Büyük Moğol İmparatorluğu’nun başkenti olan ve Moğol bozkırlarının orta yerinde, bozkır halklarının ortasında, rengârenk bir mozaiğinin kozmopolit buluşma noktası olan Karakurum’u, “unutulmuş imparatorluk başkenti”[1] olarak nitelendirir.
Bir zamanlar Karakurum’dan yönetilen dünyanın, artık unuttuğu bir kenttir burası. Oysa Moğollar için Karakurum, Moğol tarihinin ve ulusal kimliğin merkezi, Moğol ulus devletinin doğum yeri, Moğolluğun tanımlandığı yerdir ve bugün de öyle görülür. Moğol tarihinde başka hiçbir yer, dünya egemenliklerinin doruğundan Çin’deki Yuan Hanedanı’yla birlikte çöküşlerine değin, Moğolların değişimlerle dolu kaderini Karakurum kadar iyi yansıtmaz.
Karakurum, geleneksel olarak Cengiz Han’la ilişkilendirilir ve Cengiz Han’ın kenti, konaklama yeri, dinlenme mekânı olarak anılır. Cengiz Han, uzun ve kanlı kabile savaşlarından sonra 1206’da “Moğol ulusu” olarak biraraya getirdiği Moğolistan göçebelerine, kabilelerin geleneksel alanlarının uzağında yeni bir merkez sunarak Karakurum’u kazandırmıştır. Ancak seçilen bu yer sadece Moğolistan kabilelerinin değil, bir dünya imparatorluğunun da merkezi olacaktır.
Karakurum, kentinin konumunun coğrafi açıdan önemi ve bununla bağlantılı olarak batıdaki Orhun ırmağıyla doğudaki “Eski Orhun” arasında yer almasının sağladığı stratejik konumun elverişliliği, vadideki sulak alanın yaklaşık 900 yıl önce karaağaç ve sazlıklarla kaplı olması ve bunun geçilmesi mümkün olmayan bataklıklar gibi geçişe kolaylıkla izin vermeyen bir engel oluşturması nedeniyle daha da artmış olmalı. Bu mekânın doğal konumunun, buranın bir yerleşim için seçilmesinde etkili olduğu kuşku götürmez. Dolayısıyla Cengiz Han’ın daha 13. yüzyılın başında, ileride Büyük Moğol İmparatorluğu’nun başkenti olacağı öngörüsüyle karargâhını buraya kurmuş olması hiç de şaşırtıcı değildir[2].
Bu anlamda Karkurum gerek coğrafi anlamda bulunduğu yer itibari ile ve gerekse tarihi ve kültürel şartların kendine biçtiği misyon çerçevesinde bir zaman tarihin, düşüncenin, kültürün, sanatın odağı olmuş bir şehirdir. Tarih boyunca içinde bulunduğu bölgenin pazarı ve ticaret merkezi olmuş, bunun getirdiği katkıların sonucunda da kendi döneminde şehir olma hüviyetini kazanmıştır.
Karakurum bölgesine vardığınızda, bulunduğunuz yerden başlayarak herhangi bir yöne doğru yürüdüğünüz zaman tarihi süreç içerisinde Karakurum’u belirlemiş Moğol medeniyetin izlerine rahatlıkla rastlayabilirsiniz. Zaten şehri şehir yapan tarihten gelen bu kültür, sanat, zaman ve mekân tasavvurudur. Eğer tarih zamanın içinde mekân taşıyamamışsa bir şehrin olması imkânsızdır. Tarihi geçmiş, geçmişi tarih yapabilmek insanların da şehirlerin de en büyük problemidir.
Türkler ve Moğollar iki akraba millettir. Geniş Avrasya coğrafyası bu iki halkın birlikte yaşamasına tanıklık etmiştir. Bu iki halk derin bir tarihi, ortak bir kültürü ve kadim bir medeniyeti paylaşır. Bugün, Türkiye ve Moğolistan Büyük Cengiz İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu örneklerinde görüldüğü gibi çok etnili, çok kültürlü ve çok dinli devletlerin mirasçısıdır. Türk ve Moğol dilleri aynı kökü taşırlar. Türkçe ve Moğolca Ural Altay dil ailesinin Altay grubuna aittir.
Moğollar bozkırın mirasını devraldılar. Hunların, Göktürklerin ve Uygurların kurduğu göçebe imparatorlukların mirasçısıydılar. Cengiz Han, imparatorluğun merkezi olarak Hunların, Göktürklerin ve Uygurların Ötüken’ini seçmesi bir tesadüf olmasa gerek, Moğollar 13. yüzyılda bozkır kavimlerinin birliğini sağladılar.
Yüzyıllar önce Asya’da göçebe devletlerin hüküm sürdüğü yıllarda, Türk ve Moğol halkları yan yana yaşamış, kimi zamanda tek bayrak altında devletleri için omuz omuza bir mücadele vermişlerdir.
Dünyada Eski Moğol Tarihi çalışmaları batılılar tarafından başlatılmıştır. Bu çalışmalar maalesef Moğollara karşı ön yargılarla doludur. Batılılar çeşitli ideolojik, siyasi ve psikolojik sebeplerle Moğolların medeniyetsiz ve barbar bir millet olarak gösterme gayretinde olmuşlardır. Bilhassa “şehir” ile “Moğol’u” bir araya getirmemeye gayret etmişler ve Moğol’u bozkırdaki çadırına (ger’e) hapsetmişlerdir. Bu tahayyüle göre “barbar” Moğollar, göçebe olan Moğolların şehirleri olamazdı.
Yukarıdaki aynı düşünceler batılılar tarafından biz Türkler içinde söylenmiştir. Tarih ve arkeoloji ilmi çok terakki etmiştir ve bazı faraziyeler bugün kabul edilmemektedir. Bugün birçok ön yargılar yeni keşfedilen bulgular sayesinde çürütülse de, batılıların bilinçaltında olan bu duygu ve düşünceler azalmış olsa da günümüzde varlığını sürdürmektedir.
Karakurum şehri, Hangai Sıradağlarının ormanla kaplı güney yamaçları ve Karakurum iklim özellikleri; su kaynakları, uluslararası yollar, savunma ve güvenlik açılarından Moğolistan coğrafyasının en avantajlı bölgeleridir. Bölgenin bu özelliklerinin farkında olan Türkler ve Moğollar tarih boyunca bu coğrafyayı kağanlık merkezi olarak kullanmışlardır.
Türkler Dönemi’nde özellikle Soğdlar, Moğollar Dönemi’nde ise daha ziyade Farslar ve Araplar İpek Yolu aracılığıyla bölgeye gelmişler ve Karakurum’da ticarete uzun süre hâkim olmuşlardır.
Çin’deki Moğol Hanedanlığı ile Karakurum’daki yönetim arasındaki rekabet nedeniyle şehir cazibesini yitirinceye kadar şehrin en önemli sakinlerinden olan Müslümanlar, Karakurum’a iki cami inşa etmişler; inanç sistemlerini, kültürlerini ve alfabelerini de bölgeye taşımışlardır[3].
Türk Kağanlıkları Zamanında Karakurum Bölgesi:
Moğolistan coğrafyası iklim özellikleri, su kaynakları, uluslararası yollar, savunma ve güvenlik açılarından değerlendirildiğinde yaşanılabilecek en uygun bölgelerin Hangai Sıradağlarının ormanla kaplı güney yamaçları ve Karakurum Bölgesi olduğu dikkat çeker.
Orhun Yazıtlarının da içinde bulunduğu “Ötüken Bölgesi” veya “Orhun Bölgesi”, coğrafi ve stratejik konumu sebebiyle tarihin her döneminde Türk Kağanlıklarının ve İmparatorluklarının merkezi olmuş ve bu bölge kutsal sayılmıştır. Köl Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarının bulunduğu bölgenin 20 km güneybatısında Uygur Kağanlığı’nın başşehri (olarak bilinen) Karabalgasun; 40 km güneyinde Cengiz Han’ın başşehri Karakurum ve Erdenezuu Manstırı; 20 km kuzeyinde Ogi Gölü; Ögi Gölü’nün de 6 km batısında Uygur kale şehirlerinden Çilen Balgas; 1,5 Km batısında Orhun Irmağı’nın Hangai Dağları’nın eteklerinden gelen küçük bir kolu; 1,5 km kuzeydoğusunda ise Höşöö Tsaidam Gölü yer alır.
Bilge Kağan, halkına ve kendinden sonraki kuşaklara mesaj verirken Ötüken’in eşsiz güzelliklere sahip olduğunu, Türkler için hayati önem taşıdığını, asker sevk ettiği (elde ettiği) topraklar içinde bu kadar güzel bir yerin bulunmadığını, Türklerin burayı terk ettikleri takdirde yok olup gideceklerini, burada kalıp ticaretle uğraştıklarında ise, sonsuza kadar mutlu ve huzurlu biçimde yaşamlarını sürdüreceklerini kesin bir dille ifade eder[4].
Bilge Kağan’ın yukarıdaki sözleriyle Türk milletine “Ötüken’de oturmayı” ve “kervanlar sevk etmeyi-ticaretle uğraşmayı” öğütlemesi aynı zamanda yerleşik hayatın ve bölgenin İpek Yolu üzerindeki ticari merkezlerden biri olduğunun da önemli göstergelerindendir.
Bilge Kağan’ın Türk milletine “Ötüken’de oturma”yı ve “kervanlar sevk etme”yi tavsiye etmesi hiç de tesadüfi değildir. Çünkü o, kendisinden önceki Türk kağanlarının tecrübelerini çok iyi bilmektedir. Önce Hunlar’ın sonra da Göktürklerin, Çin’den vergi olarak alınan ipeği ve kendilerinin ürettikleri demir ve demir ürünlerini Bizans’a satabilmek-ulaştırabilmek için verdikleri mücadelelerden, yaptıkları savaşlardan haberdardır. Nitekim o döneme ait Çin, Bizans, Fars ve Arap kaynaklarında da Türkler’in (özellikle İstemi Yabgu zamanında (552-576)) İpek Yolu’nun kontrolünü ele geçirmek için yaptıkları anlaşmalara ve verdikleri mücadelelere ait son derece kıymetli bilgiler mevcuttur. Ötüken Bölgesi özellikle de kağanlık merkezinin bulunduğu Ordu Balık (Karabalgasun-Harbalgas) şehri, Türkler’in güçlü oldukları dönemlerde Çin’den, Soğdiyana’dan, İran’dan, Bizans’tan sık sık elçilerin ve kervanların gidip geldiği İpek Yolu’nun en işlek merkezlerinden biri haline gelir. Çin ile Bizans arasında adeta köprü vazifesi görür.
Ötüken’in coğrafi ve stratejik konumunun bilincinde olan Bilge Kağan da, kardeşi Köl Tigin adına bu coğrafyada anıt mezar kompleksi inşa ettirir ve yazıtı da buraya diktirir:
On ok oglınga tatınga tegi bunı körü biling bengü taş tokıtdım… ser … taka erig yerte irser anca erig yerte bengü taş tokıttım bitirdimanı körüp anca biling: On-Ok oğullarına ve yabancılarına kadar (herkes) şunu iyice görün bilin: Ebedi taş hakkettiydim. (Burası)…(bir) mevki olduğundan, ayrıca kolay erişilir (bir) yer olduğundan, böyle kolay erişilir (bir) yerde ebedi taş hakettirdim, yazdırttım. Onu görüp öylece bilin (ve öğrenin) KT G 12-13
Bilge Kağan, yakındakilerin (Türklerin) ve uzaktakilerin (yabancıların) hepsinin görebileceği bir yere yazıtı diktirdiğini kaydetmektedir. Bu ifadeleri, Köl Tigin Yazıtı’nın batı yüzünde Tang İmparatoru Xuan-zong’a (712-756) ait Çince metnin 23-25 satırlarındaki cümleler de desteklemektedir.
…Bu sebeptendir ki, gelecek hadsiz hesapsız nesillerin dimağlarında onların müşterek başarılarının şaşaası her gün yeniden canlansın diye uzakta ve yakında bulunan herkesin bunu öğrenebilmesi için bilhassa muhteşem yazıt diktik.
Bilge Kağan’ın ve Xuan-Zong’un mesajlarında işaret ettikleri, uzaktaki ve yakındaki herkesin rahat ulaşabildiği yer, hiç kuşkusuz Göktürkler’in kağanlık merkezinin de içinde bulunduğu Ötüken’dir. Dönemin en eski, en güvenli ve en işlek yollarından biri buradan geçmektedir. Yüzyıllar boyu Uzak Doğu ile Batı arasında köprü görevi gören ve bir yandan Doğu Türkistan’a… bir yandan Çin’e, bir yandan Soğdiyana’ya, bir yandan da Batı Türkistan’a… kadar uzanan bu yolun ana kolları, birçok noktada İpek Yolu’yla kesişmektedir.
Gerek Göktükler gerekse Uygurlar yerleşik, Türk olmayan uzmanları kendi içlerine alarak ticaret, diplomasi ve kültürel konularda çalıştırmışlardır. Uygurların kültürel gelişmelerinde Soğdlar önemli bir paya sahiptir.
Hangai Sıradağlarının güney yamaçları özellikle de kağanlık merkezinin bulunduğu Ordu Balık (Karabalgasun-Harbalgas) şehri, Türklerin güçlü oldukları dönemlerde Çin’den, Sogdiyana’dan, İran’dan, Bizans’tan sık sık elçilerin ve kervanların gidip geldiği, gelen malların depolandığı ve ihtiyaca göre bölgelere dağıtıldığı İpek Yolu’nun en işlek merkezlerinden biri haline gelir. Ötüken bölgesi’ne yakınlığı, Kuzey İpek Yolu üzerinde yer alması… gibi özellikleri dikkate alındığında Karabalgasun’un Göktürkler zamanında da başkent olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır[5].
Moğollar Zamanında Karakurum Bölgesi:
Karakurum, Moğol tarihinin ve ulusal kimliğinin merkezi, Moğol ulus devletinin doğum yeri ve Moğol kimliğinin tanımlandığı yerdir. Cengiz Kağan, uzun süren kabile savaşlarından sonra bir araya getirdiği Moğol boyları için Moğolistan’ın adeta kalbi niteliğindeki Karakurum’u ileri de kuracağı imparatorluğun başkenti olarak belirlediğinde önemli sonuçlara yol açacak bir kararı da vermiş olur. Stratejik konumu dolayısıyla Türk kağanlıkları tarafından merkez olarak seçilen Karakurum, Cengiz Kağan tarafından da hem dinlenme yeri olarak kullanılır hem de Moğol kültürünün merkezi haline getirilir.
Cengiz Kağan’dan sonra yerine geçen üçüncü oğlu Ögedey, İmparatorluğun Doğu ve Batı ülkeleri gibi bir başkente sahip olmasını ister ve o da babası gibi başkent olarak 1235 yılında Karakurum’u seçer. “Kara taş, kara taş yığını” anlamlarına gelen ve Türkçe olan “Karakurum” kavram işareti aynı zamanda Moğolistan’ın güneybatısında bulunan bir dağın da adıdır. Hangai Sıradağlarının eteğinde, deniz seviyesinden 1500 m yükseklikte, Erdenezuu Manastırı’nın kuzeyinde 1,5 km uzunluğunda bir alana yayılan Karakurum, Türk Kağanlıklarının başkenti Karabalgasun’un da yaklaşık 20 km güney doğusunda yer almaktadır. Dört kapılı kerpiçten yapılı bir surla çevrili olan ve kuzeyden güneye, doğudan batıya giden yollar üzerinde konaklama bölgelerine ayrılan kale şehrin saray bölgesi 240×250 m ölçülerindedir. Cengiz Kağan Dönemi’nde keçe yurtların yer aldığı bu alana Ögedey zamanında Karakurum şehri inşa edilmiştir.
Alaaddin Ata Melik Cüveyni, Tarih-i Cihan Güşa adlı eserinde konuyla ilgili şu bilgileri aktarır:
Ögedey daha önce kendisine ayrılmış olan yere oğlu Güyük’ü naklederek saltanat tahtını Orhun Nehri ve Karakurum Dağlarının yanına kurdu. O zaman orada ne bir şehir vardı ne de bir köy. Fakat Ordu Balıg şehrinin işaretini veren bir duvar kalıntısı vardı… Yeni kurulan şehir için Hıtay’dan ve İslami şehirlerden her meslekten kişiler ve sanatkârlar getirdiler. Ziraata da başlandı. Diğer yerlerden değerli mallar ve hoşa giden nesneler getirdiler. Kısa süre içinde orası büyük bir şehre dönüştü. Kağan için büyük bir bahçe yaptılar. Bu bahçeye dört kapı koydular. Birisi kağanın diğer evlatlarının ve akrabalarının; üçüncüsü hanımlarının, dördüncüsü de halkın girip çıkmasına ayrılmıştı. Bahçenin ortasına Hıtay sanatkârları tarafından bir kasır yapıldı. Sarayın yakın çevresine kardeşlere, oğullara ve koruyuculara mahsus evler yaptılar. Onları resim ve nakışla süslediler… Baharın güzelliği sona erip yeşillikler sararmaya yüz tutuğu zaman Kağan, Müslüman mühendislerin Hıtayların üslubuyla inşa ettikleri Karşi Suri adı verilen bir sarayın bulunduğu yazlığa giderdi[6].
Tarihçiler Karakurum’u sarayları, yönetim binaları, ticari temsilcilikleri, elçilikleri, Pazar yerleri, çarşıları ve atölyeleriyle kozmopolit bir yer olarak tanımlarlar.
Müslüman ve Çin mahallelerinde sulama kanallarının olması, muhafız odalarının sıcak havayla ısıtılması tarım kültürünü ve ulaşılan hayat standardını göstermesi bakımından önemlidir. Kazılarda ortaya çıkarılan dökümhaneler, seramik fırınları, saban demirleri, dört tekerlekli yük arabaları, dökme kazanlar, farklı dönemlere ve devletlere ait sikkeler hem bölgedeki ekonomik faaliyetlerle ilgili bilgiler aktarmakta hem de bölgenin İpek Yolu üzerindeki ticari merkezlerden biri olduğunu göstermektedir.
İpek Yolu:
Dünya tarihini derinden etkileyen ve günümüzde yeniden canlandırmaya çalışılan İpek Yolu’nun tarihi, M.Ö.3000-2000 yıllarına, bronz çağına kadar uzanmaktadır. Bu dönemlerden başlayarak 15. yüzyıla kadar Avrupa’yla Asya’yı birleştirerek insanlığın gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır.
Aslında “İpek Yolu” adı 19. yüzyılın son çeyreğinden sonra kullanılmaya başlanmıştır. Bu güzergâhta yüzyıllarca sadece ipek ve baharat değil, ticarete konu olan her türlü mal ve çeşitli tarım ürünleri taşınmıştır. Fakat ipek her devirde maddi değeri yüksek önemli bir mal olduğundan daima ön planda yer almıştır. Onun yanında batıdan doğuya nar, kavun, karpuz, cam ürünleriyle her türlü baharat ve benzeri mallar taşınırken, doğudan batıya kâğıdın gelmeye başlaması dünya tarihinin dönüm noktalarından biri olmuştur. Bunlar bir yana, ipek ve ondan imal edilen mallar her zaman çok para etmiş, büyük itibar görmüştür.
İpek Yolu, Avrasya’da sadece ekonomiyi olumlu şekilde etkilemekle kalmadı; toplumların sosyal, siyasi ve kültürel hayatlarında da derin izler bıraktı. Bu yönüyle İpek Yolu dünyaya kültür ve medeniyet alanlarında büyük katkılar sağlamıştır.
Moğol İmparatorluğu’nun kuruluşu, Avrasya’da bir barış ve huzur ortamının yeniden tesis edilmesi anlamında önemli bir gelişmedir. Nitekim Cengiz Han daha saltanatının ilk yıllarından itibaren ticaretin önemini kavramış ve ticari faaliyetlerin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapmıştır. Bu doğrultuda Cengiz Han, Çin ile Orta Asya arasında ticaretin geliştirilmesi amacıyla söz konusu iki bölge arasında büyük ticaret kervanları kurarak ticari malların sevkiyatını gerçekleştirmiştir.
Kentleşme:
Kentler ticaretin en aktif olarak yapıldığı yerlerdir. Bu sebeple de Moğol Hanları, bir taraftan imparatorluk sınırları içerisinde selefleri olan devletler tarafından oluşturulmuş olan şehircilik mirasına kısmen de olsa sahip çıkarken, bir taraftan da konargöçerlik geleneklerinin aksine şehirleşmeye büyük önem vererek, kent kültürünün Deşt-i Kıpçak genelinde yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamışlardır. Örneğin Altın Orda topraklarında yaklaşık 150 kadar şehir bulunmakta idi[7].
Moğol İmparatorluğu döneminde İpek Yolu tabiri caizse son altın çağını yaşamış, 15. yüzyıldan itibaren de özellikle deniz yolunun Avrupalılarca tercih edilmeye başlaması ve değişen güzergâhlar dolayısıyla önemini kaybetmeye başlamıştır.
Karakurum Şehrinin Önemini Yitirmesi:
Ögedey’in halefi Mönh Kağan iktidara gelir. O da kentin inşasına devam eder ve Budizm’e yakın ilginin bir göstergesi olarak 1256 yılında beş katlı dev bir anıt diktirir. Ancak bu anıt da günümüze ulaşmamıştır. Mönh Kağan, 1259 yılında Çin’e yaptığı bir sefer sırasında ölür ve kısa bir süre sonra 1260 yılının Mayıs ayında Kubilay tahtı ele geçirir. Kubilay, başkenti önce kendi yönetim merkezinin bulunduğu Şangdu’ya, 1267 yılında da Pekin’e taşır.
Kubilay’ın, başkenti Hanbalık’a taşımasıyla Karakurum’un tarihteki çöküşü da başlamış olur[8]. Kubilay, Karakurum’da temsilci olan en küçük kardeşi ve rakibi Arık Böke’yle 1260-1264 yılları arasında verdiği taht mücadelesi sırasında bölgeye ambargo uygular. Özellikle tarım ürünlerinde İpek Yolu’na ve Çin’e bağımlı olan Karakurum’da ciddi bir kıtlığın başlamasına neden olan bu ambargo, şehrin geçmişteki cazibesini kaybetmesine neden olur[9].
Karakurum şehrinin çöküşündeki / yok oluşundaki en önemli faktörlerden bir de kuzeydeki Moğolların şehre karşı tutumudur. Zira Karakurum Kale Şehri’ne 6 km mesafeye 1585-1586 yıllarında Karakurum’daki yapıların malzemeleriyle Kuzey Halha’nın (Halhların) ilk Kağanı Abaday Han tarafından Erdenezuu Manastırı inşa ettirilir[10]. Ve bu süreçte hem Karakurum şehrindeki binalar hem de şehirdeki pek çok tarihi eser yok olur.
Ögedey’in Çinli danışmanlarından Yelu Çuçay’ın “At sırtında bir imparatorluk fethedebilirsin ama at sırtında bir imparatorluk yönetemezsin”. Sözüne uygun bir şekilde Moğollar, 1235’te Karakurum kentinin kurulmasıyla atlı göçebeliğe özgü istikrarsız ve karizmatik egemenlikten bürokratik olarak örgütlenmiş, istikrarlı bir imparatorluk ve devlet oluşumuna doğru bir adım atmışlar ancak bu adımın arkasını getirememişlerdir (Hüttel, 2006).
Karakurum’da zanaat ve ticaretin sona ermesiyle cazibesini yitirmiş olup, eski cazibesine dönmesi için yapılan birkaç teşebbüsten de sonuç alınamamıştır. İpek Yolu’nun, işlevini yitirmesinden sonra şehir kendi kaderine terk edilmiştir. Yakın dönemde, Moğol yetkililerin Başkenti tekrar Karakurum’a nakletmeleri düşünülmüş olup, fakat ekonomik olarak mümkün görülmemiştir.
Moğolistan’a İlk Yolculuğum:
Yurt dışına ilk görev yerim Moğolistan olduğunu söylediklerinde çok heyecanlanmıştım. Çünkü orası “Atayurt” idi. Türk milletinin kurduğu ilk şehir olan, “Ordubalık” (Karabalgasun), Nihal Atsız’ın romanlarında yaşattığı Ötüken (Runik alfabesiyle yazılmış) ilk Türk yazılı belgeleri olan “Orhun Anıtları” oradaydı. Çok heyecanlıydım, sanki kendimi uzun müddettir uğramadığım köyüme gider gibi hissediyordum. Karakurum’u, Bilge Kağan, Kül Tigin, Bilge Tonyukuk, Orhun Nehri, Karabalgasun’u, gördüğümde gözyaşlarıma hâkim olamadım.
Her Türk için kutsal olan bu toprakları görmek, atalarıma hizmet etmek, bu hizmetleri gelecek nesillere aktarmak bana hem gurur verdi hem de sorumluluk ve bu sorumluluğu son nefesime kadar taşıyacağıma inanıyorum.
Daha sonra birçok kez gittiğim bu ülkede üç yıl süren görevim nedeniyle bulundum. Bilge Kağan, Bilge Tonyukuk, asfalt yollarının yapımında, Türk eserleriyle ilgili müzenin genişletilmesinde ve yüzlerce projede görev alarak hizmet etme şansına sahip oldum.
Bu çalışmalar ve hizmetler hayatım boyunca unutamayacağım her Türk’e de nasip olmayan bu güzellikler için Allah’a şükrediyorum. Beni bu hizmetlere layık gören devletime ve milletime sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Eski Türk Coğrafyası, Sibirya’dan Çin’e, Doğu Türkistan’a; oradan Orta Asya’ya ve Batı Türkistan’a kadar uzanır. Urallardan Altaylara kadar olan bölgeyi ihata eder. Önce Hunlar, daha sonra Göktürkler ve Uygurlar çok önemli imparatorluklar ve devletler kararak Türk kültür ve medeniyetini yaşatmışlardır.
Yakın akrabamız olan Moğollar, tarihte birlikte yaşamışlardır birlikte devlet kurmuşlardır. Türk-Moğol İmparatorluğu’ndaki devlet yapısını Uygur Türkleri inşa etmiştir. Cengiz (Çinggis) Han’ın ordusu da daha çok Türk askerlerinden meydana gelmiştir. Cengiz Han’dan sonra oğullarının kurduğu Altın Orda (Altınordu), Çağatay ve İlhanlı devletleri, zaman içinde İslamiyet’i kabul ederek tamamen Türkleşmişlerdir. Büyük İmparatorluktan sonra, bugün Moğolistan nüfusunun sadece 3.3 milyon olarak kalmasının sırrını burada aramak lazımdır. Kubilay zamanında Çin’deki Yuan Hanedanı devrinde bir kısmı Çinlileşen Moğolların büyük bölümü de, Timurlu dönemine kadar Türkleşmişlerdir. Bu vakıa, özellikle Kırgız Türkleri incelenince anlaşılmaktadır.
Moğollar törelerine, atalarına ve çocuklarına çok önem verirler. Moğolistan’da Ergenekon ve Bozkurt kültü, bütün canlılığıyla yaşatılıyor. Temmuzun ikinci haftasında yapılan Naadam Şenliği (bayramı) Türkler gibi Moğolların da Ata sporları olan, güreş, okçuluk ve binicilikte (at yarışları), yarışmaları (şenlikleri) her yıl tekrarlanmakta ve gelecek nesillere bu kültürleri aktarılmaktadır. Ben bu şenlikleri seyrederken kendimi VII. VIII. yüzyılı anlatan rahmetli Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” adlı eserlerinde anlatılan atmosferde his ettim. Bu romanları gençliğimde en az 10’ar defa okumuştum. Kürşad ve İşbara Alp’in yarışmalarını görür gibi oldum. Ve Urungu kucağında Ay Hanım’la ölümüne doğru atını sürerken
Atsız’ın mısraları dilimden döküldü:
“Ayın bahtı karanlık Urungu’nun karadır”.
TİKA-Araştırmacı