Geleneksel Osmanlı siyasi-idari düzeni, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren kademeli olarak bozulma sürecine girdi. Savaşlarda alınan yenilgiler nedeniyle, bozulma ilk olarak ordunun düzeninde hissedildi. Bu nedenle düzeltme girişimleri ordudan başlatıldı. Fakat çözülme ordu ile sınırlı olmayıp, toplum tüm kurum ve kuruluşlarıyla sarsıldığından, sadece askeri alanda yapılan yeniliklerle çöküş durdurulamadı.
Osmanlı düzeninin bozulma sürecinde Avrupa, tarihinin en köklü dönüşümlerinden birini geçiriyordu. Rönesans ve reform hareketlerinin zihniyette meydana getirdiği değişiklikler, ekonomik ve sosyal etkilerini göstermeye, geleneksel kurum ve anlayışlar yerini modern toplumun temellerini oluşturan kurum ve anlayışlara bırakmaya başlamıştı.
Avrupa’daki gelişmeleri önceleri uzaktan izleyen Osmanlılar, savaş meydanlarında üst üste aldıkları yenilgilerden sonra, istemeyerek de olsa ilgi duydular. İlk olarak III. Selim tarafından askeri alanda başlatılan Batı’ya yöneliş, II. Mahmut zamanında idari ve mali konuları da içine alan daha kapsamlı bir programa bağlandı. Tanzimat hareketiyle birlikte kapılar sonuna kadar Batı etkisine açıldı. Dönemin bürokrat ve aydın kadroları devletin çöküşünün durdurulmasına ve sorunların çözümlenmesine çare olarak Batı kurumlarının alınmasına karar verdiler. Yenilik hareketi, yayınlanan bir fermanla başladı ve bu fermanın uygulamasına yönelik olarak daha sonra yürürlüğe konulan başka fermanlar ve nizamnamelerle sürdürüldü.
Geleneksel kurum ve ilişkilerin yenilenmesi talebi toplumun geniş katmanlarından gelmiyordu. Reformları tasarlayan ve gerçekleşmesini isteyenler, başkentteki merkezi devlet otoritesini denetimine geçirmiş olan bir grup seçkin bürokrat ve aydından ibaretti. 19. yüzyılın başında yönetici seçkinlerin hareketi olarak başlayan modernleşme, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de yine seçkinlerin işi olma niteliğini korudu. Yönetici seçkinler önceleri ferman ve nizamnameleri, daha sonra da anayasaları, toplumu yukarıdan aşağıya doğru zorla değiştirmenin aracı olarak kullandılar. İlk yazılı anayasa 1876’da yürürlüğe konuldu. 1876 Anayasası III. Selim’le başlayan uzun bir arayış döneminin ürünüydü. Anayasalı dönemde çatışan ve iktidar mücadelesi veren siyasi eğilimler, arayış döneminde beslenerek gelişme imkanı buldular.
1. Geleneksel Düzenin Bozulması
Tüm büyük imparatorluklar gibi, Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenleri de yeterince açıklanabilmiş değildir. Gerçi yapılan araştırmalarda önemli bilgiler ortaya çıkarılmıştır. Fakat bu bilgilerle, birbirine bağlı yüzlerce etken yumağından oluşan uzun çöküş sürecini açıklamak mümkün olmamaktadır. Çöküşün, toplumun tüm kurum ve kuruşlarını ayakta tutan inanç, düşünce, bilim, felsefe, askerlik, maliye, hukuk, idare, ekonomi ve siyaset alanlarındaki değişim ve dönüşümlerle ilgisi vardır. Sadece konumuzu ilgilendiren siyasi ve idari çöküş nedenlerinin açıklanması bile, ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar çetin ve kapsamlı bir konudur. Burada ayrıntılı olarak çöküş nedenleri üzerinde durulmayıp, sadece siyasi ve idari yapıda meydana gelen bozulmaya, daha sonraki düzenlemelere konu olmaları bakımından kısaca değinilecektir.
Devletin içinde bulunduğu kötü şartlar ile yüzlerce iç ve dış sorun, toplumsal düzenin bir parçası olan siyasi ve idari düzeni de olumsuz yönde etkiledi. Geleneksel Osmanlı yönetim sisteminde siyasal yetkiler, başında padişahın bulunduğu merkezi otoritenin elinde toplanmıştı. Padişahın şahsına bağlı olarak örgütlenen merkezi iktidar, mevcut tüm sınıflar ve zümreler arasında doğabilecek çatışmaları önleyerek düzenin devamlılığını sağlıyordu.
Fatih’e kadarki dönemde, merkezi iktidarın gücüne ortak olmak isteyen güçler çıktı ve bunun sonucu olarak devlet parçalanma tehlikesiyle karşılaştı. Fatih, iktidara ortak olma ihtimali bulunan beyleri ve tüm aristokratik unsurları devre dışı bırakacak düzenlemeler yaptı. Bundan sonra yönetim görevleri, sarayda eğitilen ve doğrudan padişaha bağlı olan kapıkullarına verildi. Komutanlar, saray memurları, mülki amirler, kapıkulları arasından ve önceden belirlenmiş ilkelere göre tayin edildi.
Devletin en güçlü olduğu ve dünya egemenliğini eline geçirme noktasına ulaştığı Kanuni döneminde, Fatih’in başlattığı klasik Osmanlı yönetim ilkelerinden ödün verilmeye başlandı. Yüksek dereceli memur ve mülki amirlerin tayin ve terfilerinde yerleşik gelenekler ihmal edildi. Kanuni has odabaşını sadrazamlığa, çeşnigirbaşını da beylerbeyliğine getirerek bozulmayı bizzat başlatmış oldu.[1]
Kanuni’nin uygulamaları sonraki dönemlere kötü örnek oldu. Devletin kaderi, tecrübe ve yeteneğine bakılmaksızın, saray entrikalarıyla makamları ele geçiren liyakatsiz insanlara kaldı. Bürokrasideki bozulma yetişme şartları değişen padişahları da içine aldı. Şehzadeler artık sancağa çıkarılmayıp, saraydaki valideler, hanım sultanlar, harem ağaları ve gözdeler elinde, zayıf iradeli ve devleti yönetme tecrübesinden yoksun olarak büyütülüyordu.
Dirayetsiz padişahların şahsına bağlı olarak zayıflayan merkezi idare, taşradaki kontrolünü yitirdi. Padişahın şahsına bağlı olarak askeri esaslara göre örgütlenen taşra yönetimi de merkezin bozulmasıyla çalışamaz hale geldi.
Bozulma döneminde, yönetimdeki doğruluk ve liyakatin yerini entrika ve dalkavukluk aldı. Devlet memurlarının ahlâken yetersizliği, rüşvet ve yolsuzluğu yaygınlaştırdı, devlet gelirlerinin hakkıyla toplanmasını engelledi.[2] Katip Çelebi’nin belirttiğine göre, “devlet makamları, özellikle de vergi toplama işleri yüksek fiyatlarla satılıyordu. Yüksek fiyatlar ödeyerek bu görevleri ele geçirenler, hem ödedikleri paraları çıkarmak, hem de kâr sağlayabilmek için halktan gücünün üstünde vergi istiyorlar, istenen vergileri ödeyemeyen yoksul halka zulüm ve işkence yapıyorlardı. Zaten celâli baskısı altında ezilmiş olan halk, bir de devlet memurlarından zulüm görmeye başlayınca köyleri terk ederek şehirlere göç etmeye başlamıştı.[3] Halkın şehirlere göçmesiyle, tarımda üretim düştüğü için devletin vergi gelirleri azaldı.
Devlet görevlilerinin halka baskı ve zulümleri daha XVI. yüzyılın sonlarında dayanılmaz hale gelmişti. Taşradan gelen şikâyetler üzerine 1591’de bir adalet fermanı yayınlayan Sultan III. Murat, “söz dinlemez ehli örfün devriye bölükleri halinde köylülerin üzerine gitmeleri halinde, halkın kendisini koruyabilmek için karşı koyma hakkının olduğunu” belirtiyordu. Yasa dışı yollara sapan devlet memurlarının halka zulüm yapmalarını yasaklayan bir başka ferman da 1596’da Sultan III. Mehmed tarafından yayınlandı.[4]
Geleneksel siyasi ve idari düzenin bozulmasıyla merkezi iktidarın otoritesi zayıflamış, zayıflayan otoritenin yerini taşrada kanun dışı yollara sapan devlet görevlileri ve onlarla işbirliği yapan ayan, eşkıya ve benzeri güçler doldurulmuştu. Tımar sistemi bozulduğu için sipahi desteği azalmış, savaş giderleri artmış ve mali imkânsızlıklar yüzünden yeterince hazırlanamayan ordu, savaş teknikleri bakımından kendisinden üstün olan Batılı ordulara yenilmeye başlamıştı.
Batı karşısında gerileyen, taşra birimleri üzerindeki denetimini yitiren, tüm kurum ve kuruşlarıyla hızla çöküşe doğru giden devletin, içinde bulunduğu kötü durumdan telaşa düşen yöneticiler çözüm arayışlarını hızlandırdılar. Yeniden eski gücün kazanılması için, yerli kurum ve geleneklerin diriltilmesi yönündeki girişimler, bunları uygulayacak kadroların yetersizliği yüzünden başarılı olamadı. Ayrıca kendisini yenileyecek iç dinamikleri tamamen körelen kurumlar, bozulan yapıyı onarmada yetersiz kalıyordu. Bu durumda, daha kolay ve uygulamaya konulabilecek hazır çözümler öneren Batılılaşma gündeme geldi.
2. Batı’ya İlk Yönelişler
Avrupa’da yeni bir siyasi düzen ve toplum anlayışının kapılarını açan 1789 Fransız İhtilali, Osmanlı Devleti’nde de “yenilikçi padişahlar dönemi”nin başlangıcıdır. 1789’da tahta çıkan III. Selim, 1808’e kadar süren iktidarında, askeri, idari, mâli ve iktisadi alanlarda ilk köklü değişiklikleri başlattı. III. Selim’den önce II. Osman ve III. Ahmet dönemlerinde bazı yeniliklerin yapılması düşünülmüş, fakat asker ve ulema sınıfının tepki göstermesi üzerine başarılı olunamamıştı. III. Selim, önceki teşebbüslerin başarısızlığını, yapılacak işlerle ilgili olarak yeterli inceleme ve araştırmaların yapılmamış olmasına bağlıyordu. Bu nedenle padişah, gerçekleştirmeyi düşündüğü yeniliklerle ilgili olarak bir yandan ülkede inceleme ve araştırmalar yaptırırken, bir yandan da dönemin ünlü bilginlerinden Ebubekir Ratıp Efendi’yi Batı’daki gelişmeleri yerinde görüp incelemesi için Viyana’ya elçi olarak gönderdi. Sekiz ay Viyana’da kalan Ratıp Efendi, Avusturya’nın siyasi ve idari yapısını inceleyerek, bunlarla ilgili görüş ve gözlemlerini padişaha bir rapor halinde sundu.[5]
Padişah doğacak tepkileri önlemek ve toplumun desteğini sağlayabilmek için yapılacak yenilikleri, kendi, kişisel projesi olmaktan çıkarmak ve genel bir talep ve ihtiyacın gereği olarak devlete mal etmek istiyordu. Bu amaçla, ulemadan ve devletin önde gelenlerinden, yapılacak düzenlemelerle ilgili görüş ve düşüncelerini bir raporla bildirmelerini istedi. İkisi Hıristiyan, yirmi iki devlet adamı, reformlarla ilgili görüşlerini birer raporla padişaha bildirdiler.
Raporlardaki görüşler arasında birlik yoktu. Padişah bu konudaki emirnamesinde, “henüz tahta çıktığım için devlet işleri hakkında yeterince bilgi sahibi değilim. Devletin gerçek durumunun ne olduğunu ve bozuklukların düzeltilmesi için nelerin yapılması gerektiğini bana bildirin. Ben doğru söze darılmam. Devlet için hayırlı olan ne ise hakkıyla bilmek istiyorum”[6] diyordu. Buna rağmen her memur raporunda, bürokrasinin genel karakterine uygun olarak, kendi kurumunu güçlendirecek, gelirlerini artıracak, geleneksel imtiyazlarını koruyacak tekliflerde bulundu.
Padişah raporları değerlendirmek üzere hükümetin çeşitli kanatlarından, ordunun üst düzey ve emekli görevlilerinden oluşan bir danışma konseyi kurdu. Meclis-i Meşveret adı verilen bu kurula reformlarla ilgili görülen her alanda araştırma yapma yetkisi tanındı. Tarihin bu kritik döneminde, imparatorluğu canlandıracak genel ve özel reform programlarının uygulanması için, yapılacak araştırmaların sonuçlarından yararlanılması emredildi.[7]
Devlet adamlarının görüşleri arasında birlik olmamakla beraber, raporlarda, yeniliklerin öncelikle askeri alanda yapılmasına ağırlık veriliyordu. Padişah bu tavsiyelere uyarak, askeri alanda yeniliklere başladı. İlk olarak Batılı anlamda düzenli bir ordu kurulmasına karar verdi. Önceleri III. Selim’in uygulamaya koyduğu reform programının tümüne birden “yeni düzen” anlamında “Nizam-ı Cedit” adı verilirken, zamanla bu deyim daha çok yeni kurulan düzenli orduyu ifade etmek için kullanıldı.[8]
Devlet adamları Batılaşmayı, bilerek ve anlayarak tercih etmemişlerdi. Padişahın isteği ve toplumun pratik ihtiyaçlarının karşılanması gibi zorunlu nedenlerle kabul etmişlerdi. Dönemin aydınlar sınıfını oluşturan ulemanın yenileşme gibi bir endişesi olmadığından, felsefe, tarih, edebiyat, bilim ve sanat dallarında yeniliklere öncülük edecek hazırlıklar yapılmamıştı. Böyle olunca, Batı’nın bilim, felsefe ve dünya görüşünden çok, pratik ihtiyaçları karşılayan askeri, idari ve teknik yönlerine ilgi gösterildi.[9]
Yeni oluşumlara katkıda bulunmayan ulema sınıfı, pratik ihtiyaçların karşılanması için alınanlara bile iyi gözle bakmıyordu. Buna rağmen yapılan askeri ve idari reformlarla Batı’ya açılan kapıdan düşünce ve kültür değerleri de girdi. Batı’yla temasa geçen yönetici ve aydın kesimlerin değerleri, zevkleri, estetik anlayışları, dünya görüşleri ve yaşama biçimleri değişiyordu. Bu durum, mevcut statülerini kaybetmekten korkan asker ve ulema sınıfını rahatsız ediyordu. Hele yeniçeriler, ocaklarının itibarını koruyabilmek için düzenli ordunun kurulmasına karşı tepkilerini açıkça gösteriyorlardı.
Ayaklanmak için fırsat kollayan yeniçeri yamakları, 1807 Mayısı’nda Avrupa tarzı elbise giyme emrine karşı direnişe geçtiler. Asilerin lideri Kabakçı Mustafa, başta şeyhülislam ve sadaret kaymakamı olmak üzere yüksek çevrelerin desteğini sağlamayı başardı. At Meydanı’nda karargah kuran âsiler, reform yanlısı devlet adamlarını öldürmeye başladılar. Padişahın “Nizam-ı Cedit”i kaldırdığını belirten bir hatt-ı hümayun yayınlanması bile tahtını korumasını sağlayamadı.[10] Şeyhülislamın “İslam dininin ve Osmanlı Devleti’nin korunması” adına verdiği bir fetvayla III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa çıkarıldı.
Osmanlı Devleti, yüzlerce yıldan beri kendisine Batı dünyası karşısında üstünlük sağlayan toplumsal örgütlenmeye sahipti. Bu tecrübe ve geleneklerin kolayca terkedilmesi ve o güne kadar düşman bilinen Batı’nın siyasi kurum ve teorilerinin kolay kabul görmesi beklenemezdi. Üstelik alınan kurum ve yeniliklere karşı, Batı’da da tereddütlü bir dönem geçiriliyordu.
III. Selim’in tahttan indirildiği 1807 yılında Fransa imparatoru ile Rus çarı ihtilal düşüncelerinin yayılmasına karşı koyabilmek için anlaşmışlardı. Doğduğu topraklarda karşı çıkılan Fransız Devrimi’nin Türkiye’de etkisinin devam etmesini beklemek fazla iyimserlik olurdu. Fakat bazı tereddütlere rağmen, ihtilal öncesinin değerlerine karşı Avrupa’da güven sarsılmıştı. Nitekim ekilen tohumlar yeşererek ihtilal düşüncesini Fransa’da yeniden iktidara getirdi. Türkiye’deki etkileri de bir süre sonra filizlenerek acı ve tatlı meyvelerini vermeye başladı.
3. Sened-i İttifak’tan Beklenen
III. Selim’in yaptıklarının doğruluğuna inanan devlet adamlarından biri olan Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, padişahın şahsına karşı büyük saygı besliyordu. Alemdar, III. Selim’i tekrar tahta çıkararak başlanan yeniliklerin tamamlanmasını sağlamak üzere emrindeki askerlerle İstanbul’a geldi. Fakat, bu durumu haber alan IV. Mustafa’nın tahrikiyle ayaklanan yeniçeriler Selim’i öldürdüler.
Alemdar İstanbul’a geldiğinde III. Selim öldürülmüştü. Bunun üzerine Alemdar, IV. Mustafa’yı tahttan indirerek yerine II. Mahmud’u çıkardı; kendisi de sadrazam oldu. Alemdar Mustafa Paşa, taşradaki muhalif güçleri denetime alarak, merkezi yönetimin ülkede hakimiyeti yeniden ele geçirmesini istiyordu. Merkezin emirlerinin ülkenin her yerinde geçerli kılınmasının İstanbul’daki en büyük engeli ise yeniçerilerdi. Bu nedenle önce yeniçerilik kaldırıldı. Daha sonra da, taşrada güçlenerek merkezin otoritesini tanımaz hale gelen ayanları padişaha bağlama yolları arandı.
Ayan, geleneksel Osmanlı yönetiminde halk tarafından seçilen bir tür taşra yöneticisiydi. Osmanlı şehir ve kasabaları, hükümetin merkezden tayin ettiği vali, sancakbeyi, subaşı ve kadılar ile ayanlar tarafından birlikte yönetilirdi. Memleketin zengin ve nüfuzlu halkı arasından seçilen ayanların görevi, askeri, idari, mali, ve iktisadi kamu hizmetlerinin yürütülmesinde devlet ile halk arasındaki ilişkileri ayarlamaktı. Eyalet ve sancakların yönetilmesine ilişkin olarak, buralardaki görevlilere merkezi idare tarafından yazılan ferman ve talimatların bir nüshası da ayanlara gönderilirdi.[11]
Gerileme döneminde, devletin merkezi otoritesinin zayıflamasına paralel olarak güçlenen ayanlar, halk üzerinde kendi otoritelerini kurmaya başladılar. Öyle ki, merkezden gelen vali ve kadılar görevde kalabilmek için ya ayanların halkı ezmesine göz yumdular ya da ayanlarla beraber olarak halka birlikte zulüm yaptılar. Giderek devletle pazarlık edecek kadar güçlenen ayanlar, merkezi otoriteden bağımsız hareket eden derebeyleri haline geldiler.
18. yüzyılın sonlarına doğru, Anadolu’nun her tarafındaki güçlü aileler arasında ayan olma mücadelesi alıp yürümüştü.[12]
Geleneksel Osmanlı siyasi-idari sisteminde, merkezi otorite ile taşradaki güçler arasındaki ilişkiyi, tek yanlı olarak devlet tayin ediyordu. Merkezi iktidar, güçlü olduğu dönemlerde, taşrada huzursuzluk çıkaranları katı şekilde cezalandırarak hükmünü sürdürdü. Ancak, merkezin zayıflamasına orantılı olarak taşrada güçlenen ayan, mütesellim ve voyvoda gibi yöneticiler, denetimden çıkarak bölgelerinde kendi hükümlerini geçirir hale geldiler. Osmanlı taşrasında, Batı’da olduğu gibi devlet ve halk arasında yer alan mahalli sivil örgütlenmeler yoktu. Taşradaki yöneticiler de merkezdekiler gibi, devletin emrinde çalışan ve onun çıkarlarını kollayan memurlardı.
Devlet zayıflayınca ortaya çıkan güçler merkezin emirlerini hiçe sayarak halk üzerinde baskı uygulamaya, bulundukları bölgede sözlerini geçirebilmek için kendi ordularını kurmaya başladılar. Taşrada dengelerin merkezi idare aleyhine bozulduğu böyle bir dönemde, İstanbul’da kontrolü ele geçiren Alemdar, padişahla görüşerek yeniden devlet otoritesine bağlanmalarını sağlamak için ayanları İstanbul’a davet etti. Ayanlar, bu davete uyarak İstanbul’a gelirken, tedbir olarak ordularını da beraberlerinde getirdiler. İstanbul’a gelince de güvenliklerini düşünerek, şehre girmeyip, İstanbul dışında konakladılar.[13] 29 Eylül 1808’de yazlık Kağıthane Köşkü’nde padişah tarafından kabul edildikten sonra, Alemdar’ın öne sürdüğü reformları görüşmek üzere kendi aralarında toplantılar yaptılar. Bu görüşmelerde hazırlanarak padişah ve ayanlar tarafından imzalanan metne “Sened-i İttifak” adı verilmektedir.
Alemdar’ın ayanları İstanbul’a davet etmekten amacı, padişaha bağlılıklarını ve merkezi yönetimin denetimine girmelerini sağlamaktı. Yapılan görüşmelerde ise bunun tam tersine kararlar alındı. Mevcut statüleriyle yetinmeyen ayanlar, daha fazla bağımsızlık ve güvence istediler. Padişah ise geleneksel otoritesini kısıtlayan Sened-i İttifak’ı istemeyerek imzalamak zorunda kaldı. Türk Anayasa Hukuku literatüründe yerleşmiş kanaat olarak, “padişahın halka karşı keyfi uygulamalarını önleyici bir denetim ve güvence mekanizması kurduğu” söylenen bu belge; aslında “taşrada halkı ezen ayanlara, devlet otoritesi karşısında daha fazla bağımsızlık vererek, bir tür derebeylik düzeninin yasallaşmasına yol açmıştır.”
Sened-i İttifak bir anayasa değildir, fakat padişahla ayanlar arasında imzalanan ve karşılıklı taahhütleri içeren bir anlaşma olması nedeniyle, Türk Anayasacılık tarihinde önemi büyük olan bir siyasi belgedir. Başlangıç kısmında, bozulan düzenin yeniden kurulması ve devlet otoritesinin sağlanması amacıyla ve tarafların ittifakıyla aktedildiği belirtilen senedin, altısı esas, biri ek olmak üzere yedi şartı bulunmaktadır. Bu şartlarda yer alan siyasi ve idari hükümler şöyle özetlenebilir:[14]
- Ayanlar padişahın emirlerine mutlak surette sadakat gösterecek, padişah da onların mallarını ve canlarını güvenceye alacak. Ayanlardan padişaha karşı harekete geçenler olursa, öteki ayanlar padişahın yanında yer alacaklar.
- Ayanlar, devletin asker toplamasına yardımcı olacaklar; bu konuda itiraz edenler olursa, taraflar elbirliği ederek itiraz ve muhalefet edenleri bastıracak. Devletin düşmanlarına karşı ayanlar padişahla birlikte mücadele verecekler.
- Devlet hazinesi için eyaletlerden toplanacak vergilerin tahsil edilmesine ve güvenlik içinde merkeze ulaştırılmasına ayanlar yardımcı olacaklar.
- Devletin egemenlik yetkisi padişahın şahsında temsil edilecek, padişahın mutlak vekili olan sadrazamın emirlerine de padişahın emirleri gibi uyulacak. Sadrazam, kanunların ve verilen sözlerin dışına çıkarsa, ayanların buna karşı direnme hakkı olacak.
- Ayanların mevcut hakları ölümlerinden sonra hanedanlarına geçerek aynen korunacak. Ayanlar kendi bölgelerinin dışında güç kullanamayacak, halka zulüm yapamayacak, kanunların uygulanmasına muhalefet edemeyecekler.
- İstanbul’daki ocaklardan ya da başka bir güç tarafından padişaha karşı gelenler, fitne ve fesat çıkaranlar olursa, ayanlar İstanbul’a gelerek bunun bastırılmasına yardımcı olacaklar.
- Ülkede düzenin sağlanması ve zulmün önlenmesi için, devlet görevlileriyle ayanın birlikte aldıkları kararlar uygulanacak. Vatandaş her türlü zulüm ve kötü muameleye karşı korunacak.
Klasik dönem Osmanlı yönetim anlayışına aykırı olan bu hükümlerden dolayı Sened-i İttifak’ı, İngilizlerin Magna Carta’sı gibi “hükümdar ile ayan arasında yazılan bir anayasa belgesi, Türkiye’de hukukun üstünlüğüne ve demokratik yönetime atılan ilk adım sayanlar vardır. Oysa Sened-i İttifak, şekil bakımından bir anayasa belgesi olmadığı gibi, öz bakımından da Magna Carta’ya benzemez. Senet, her şeyden önce İngiltere’de olduğu gibi, taşradaki güçlerin isteği ve merkezi iktidarı zorlamaları ile değil, merkezi iktidarın isteği ve taşradaki güçleri zorlamasıyla hazırlanmıştır.
İkincisi İngiltere’de Magna Carta, taşradaki asillerin haklarını güvenceye alan bir belgedir; sonraki dönemlerde krallara karşı verilen her mücadelede öne sürülmüştür. Sened-i İttifak ise, Alemdar Mustafa Paşa’nın saf dışı edilmesinden sonra unutulmuş ve bir daha uygulanmasını isteyen olmamıştır.
Bülent Tanör’ün belirttiği gibi “Türk hukuk sistemi, Sened-i İttfak’a gereğinden fazla bir önem vermiştir.”[15] Kanımızca anayasa niteliği olmayan ve hiç uygulanma şansı bulmayan belge, klasik Osmanlı devlet anlayışında köklü değişiklikler öngörmektedir. Ancak gerek hükümleri, gerekse hiç uygulamamış olması akımından Türkiye’nin demokratikleşme tarihinde ilk adım sayılması çok abartılı bir değerlendirmedir.
Sened-i İttifak’ı hazırlayanlar, Osmanlı Devleti’nde merkezi siyasi gücü şahsında toplayan padişahın mutlak otoritesinin sınırlanmasını istediler. Padişahın yetkilerinin sınırlanmasını isteyenler, bunu tamamen kendi kişisel çıkarları için gerekli görmekteydi. Ayanlar, İngiltere’de ve öteki Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, kendi içinde hiyerarşisi ve gelenekleri olan bir asiller sınıfı değildi. Bunlar devletin otoritesinin zayıflamasından istifade ederek, taşradaki halk üzerinde kendi kişisel otoritelerini kurmuş olan derebeyleriydi. Sened-i İttifak’la, ayanların o güne kadar zor kullanarak elde ettikleri hukuk dışı otorite meşruiyet kazanıyor; üstelik bu otoritenin çocuklarına geçmesine ve böylece hanedanlarını kurmalarına izin veriliyordu.
Osmanlı’da ayanların, hanedanlarını kurarak merkezden bağımsızlaştığı yıllarda, Avrupa’da çoktan tarihe karışan feodal otoritelerin yerine güçlü merkezi iktidarlar etrafında toplanan milli devletler kurulmaktaydı. Böylece devlet, tam Batı’ya yöneldiği bir dönemde, Batı’dakinin aksine, otoritesine her yerde boyun eğdiren merkezi gücünü kaybederek, derebeylerinin egemen olduğu feodal bir düzene doğru kaydı.[16] Ancak ayanların, merkez karşısında, müşterek çıkarlarını korumaya yönelik organik bağları olmadığından, “hiçbir zaman Batı’da olduğu gibi asiller sınıfı meydana getiremediler. Kendi aralarında örgütlenerek halk ile merkezi iktidar arasında ikincil bir otorite oluşturamadılar”[17]
4. Merkezi İktidarın Güçlenmesi
Sened-i İttifak’ta yer alan şartların uygulanmaması halinde, tarafları buna zorlayacak bir hukuk prensibi yoktu. Her yeni gelen sadrazam senedi mühürleyip imzalayacak, padişah da uygulamayı denetleyecekti. Oysa II. Mahmud, uygulamayı denetlemek bir yana, senedin varlığından bile rahatsız oluyordu. Padişah kendisi bir ayan olan ve öteki ayanları İstanbul’a davet ederek senedin hazırlanmasını sağlayan Alemdar Mustafa Paşa’dan hoşlanmıyordu. Öte yandan, ulema sınıfı itibarlarının sarsıldığı, yeniçeriler “Sekban-ı Cedid” ordusu kurulduğu ve yeni usullerle talim yapmaya zorlandığı için Alemdar’a kinleniyordu. Yeniçeriler 1808’de Ramazan’ının son gününe rastlayan 14 Kasım günü, Sekban-ı Cedid askerlerinin oruçlarını zamanından önce bozduklarını bahane ederek ayaklandılar ve Alemdar’ı öldürmek için Babı Ali’yi bastılar. Bu sırada mahzende bulunan barut fıçılarının patlaması sonunda, Alemdar ve muhafızları binayı saran yeniçerilerle birlikte öldüler.[18]
Alemdar’ın ölümünden sonra, yeniçeriler, padişahı da öldürmek için saraya yürüdüler. Fakat III. Selim’in başına gelenlerden tecrübeli olan padişah, yeni muhafızlarla sarayı güvenceye aldığı gibi, kendi yerine getirilme ihtimali bulunan devrik padişah IV. Mustafa’yı da öldürttü. Yeniliklere karşı olanlar, tahta geçirecekleri baş-ka birini bulsalar, ellerine geçen ilk fırsatta II. Mahmud’u öldürmekten çekinmeyeceklerdi. Fakat tahta geçirecekleri uygun bir aday bulamadıkları için bu niyetlerini gerçekleştiremediler.
Esasen II. Mahmud, tahta çıktığı günden beri, Alemdar ve yeniçeriler hayatta olduğu sürece, yeniliklerini dilediği gibi yürütemiyeceğini biliyordu. Bu nedenle yeniçerilerin Alemdar’ı yok etmelerine seyirci kalan padişah, 1826’da uygun bir fırsat yakalayınca yeniçerileri de ortadan kaldırdı. Bu tarihe kadar devletin merkezi politik gücü, bürokrat sınıflar arasındaki dengelere dayanıyordu. Şeyhülislam ulema sınıfının, yeniçeri ve diğer askeri ocakların ağaları da kendi birimlerinin başını çekiyordu. Padişah, dengeleri ustaca kollayarak atamalarda fraksiyonlar arasında uyum sağlıyor, muhaliflerini kendisine karşı ittifak etmelerini imkân verecek kadar uzun süreli görevde tutmuyordu. Padişah önemli mevkilere yavaş yavaş kendi adamlarını getirerek, merkezi gücü elinde toplamaya çalışıyordu.
II. Mahmud, yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra, Anadolu ve Rumeli’de veraseten gelen veya halk desteğinde varlığını sürdüren mahalli iktidarları ve ayanları etkisiz hale getirmeye çalıştı; ülkenin siyasal bütünlüğünü korumak için, her fırsatta ayanlar üzerine yürüdü. Resmi görevli bir ayan ölünce yerine oğullarından veya yakınlarından biri tayin edilmedi. Ölen ayanların çevresindeki etkili ilişkiler, hükümlerini geçiremiyecekleri uzak bölgelerde görevlendirilerek birlikte hareket etmeleri önlendi. Bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da uzak yerlere sürüldü. Buna rağmen merkezin gücünün her yerde tam egemen kılınması mümkün olmadı. Merkezin taşradaki denetimini sağlayan tımar sistemi bozulduğundan, devlet denetimi tam olarak sağlayamıyor ve yok edilen ayanların yeri derhal yenileriyle dolduruluyordu.
Batı’yı örnek alınarak gerçekleştirilen reformların sürekli hale getirilebilmesi için merkezi yönetim örgütünün de yeniden düzenlenmesi gerekiyordu.[19] İlk olarak ordu, ulema ve diğer bürokrat sınıfının maaşlarına zam yapılarak statüleri yükseltildi. Harbiye nezareti kuruldu ve ordunun sivil bürokrasiden bağımsız olarak burada örgütlenmesi sağlandı. Kendi konağında hizmet yürüten Şeyhülislam için yeni bir büro açılarak ulemanın faaliyetlerinin kontrol edilmesi sağlandı. Okullar Maarif Nezareti’ne, mahkemeler Adliye Nezareti’ne, vakıflar da Evkaf Nezareti’ne bağlanarak devletin denetimine alındı. Bu düzenlemenin amacı ordu ile ulema sınıfının eskiden olduğu gibi padişaha karşı birleşmelerini engellemekti.
II. Mahmud döneminde yapılan bu düzenlemelerle, askeri, dini ve ilmi grupların devlet merkezindeki siyasi gücü zayıfladı. Buna karşılık yeni kurulan büroların ve bürolarda görev alan memurların rolü arttı. Merkezin artan yetkileri, güçlenen bu memurlar sınıfı tarafından kullanılıyordu. Ancak memurların egemenliği beklendiği kadar olumlu sonuçlar vermedi. Osmanlı’da zenginliğin kaynağı ve servet edinmenin yolu devlet memuriyetiydi. Fakat Batılılaşmadan önce, çok mal mülk edinerek gücünü artıran memurların malı uygun bir sebep gösterilerek müsadere edilirdi. Reform döneminde müsadere kaldırıldığı için, memurların malına artık eskiden olduğu gibi el konulamıyordu. Bu nedenle, görevlerini istismar ederek zenginleşen memurlardan lüks yalı ve konaklarında, halktan farklı bir hayat yaşayan yeni bir yönetici sınıf oluştu.
II. Mahmud, iktidarının özellikle 1826’da yeniçerilerin kaldırılmasından 1839’da ölümüne kadarki döneminde, Büyük Petro’nun Rusya’da gerçekleştirdiklerinden daha kapsamlı bir reform programını yürürlüğe koydu. Bernard Levis’e göre, “padişah Petro’nun yaptıklarından haberdardır. Ama onun örnek aldığı Petro değildi: hayran olduğu ve eserini tamamlamaya karar verdiği Selefi Selim ile, nefret ettiği ve bu yüzden verdiği her örneğin faha iyisini yapmaya azmettiği rakibi Mısır Paşasını örnek alıyordu.”[20] Petro gibi II. Mahmud da otoriter mizaçlıydı. Fakat onun işi Petro’dan daha zordu. Çünkü reformlarını yaparken Petro’ya çok sayıda Batı Avrupalı uzman yardım etti. II. Mahmud ise merkezdeki ve taşradaki muhaliflerini ezdikten sonra bile kendisine yardım edecek uzmanlara sahip olamadı. Herşeyden önce kendisi, yaptıkları hakkında yeterli bilgi sahibi değildi. Avrupa kökenli herşeyi, “kâfire karşı nefretinin ifadesi” olarak reddeden bir toplumda, yabancı uzman bulundurmanın sakıncaları sayılamayacak kadar çoktu. Batı dillerini bilen yok denecek kadar az olduğundan, örnek alınan uygulamalar hakkında doğrudan bilgi edinme yolları da tıkalıydı.
II. Mahmud döneminde, devletin içinde bulunduğu krizden çıkabilmesi için Avrupa’nın örnek alınması daha yaygın bir kanaat haline geldi. Ancak Sultan, Avrupa’nın izlenmesinde, özden çok biçime önem veriyor, siyasi ve idari kurumlara Avrupa kurumlarının görüntüsünü vererek Batılı gözlemciler üzerinde olumlu izlenimler bırakmayı umuyordu. Daha sonraki dönemlerde de başvurulan bu yöntem umulan etkiyi göstermedi. Avrupalı gözlemciler, sadece dış görünüşü değişen, fakat gerçekleri eskisi gibi duran yeniliklere küçümser gözle baktılar. Lewis’in belirttiği gibi “sadrazam ve çalışma arkadaşlarına Redingot giydirmek ve nazır adını vermek, yeni bürolar ve masalar sağlamak, onları bir gecede modern bir devlet haline getirmedi. Çünkü sadece dış görünüşü değişen fakat özde eski pozisyonunu koruyan bu kurumlar, yerleşmiş hak ve imtiyazların yüzyıllardan gelen prestijini taşıyordu. Bu prestijin kaynağı ise padişaha bağlılıktı. Dış görünüşleri değişmekle kendi başlarına irade kullanan bir güce dönüşemeyip eskiden olduğu gibi yine padişahın iktidarının sağlamlaştırılmasını kollamaya devam ettiler.”[21]
II. Mahmud’un reformlarından sonra ortaya çıkan rejimde işler, eskisi kadar bile iyi gitmedi. Eskiden hiç olmazsa insanların ahlâken sürdürmeye gayret ettikleri bir geleneksel yükümlülükler ve sosyal bağlılık düzeni vardı. Batı’dan alınan kanunlarla kurulan yeni düzen ise, halk için bir anlam taşımıyordu. Belki bu yeni düzenin, onu yürüten memurlar için bir anlamı vardı. Ama memurlar da Batı tarzı yaşantılarının artan maliyetini karşılamak için yolsuzluk yapıyorlar ve bu nedenle ahlâk bozuluyordu. Reformları bizzat yüklenmiş olan uygulayıcıların ahlâk yapısı, işlerin olumlu sonuçlar vermesine engeldi. Yönetenlerle halk arasında öteden beri varolan uçurum, bu ahlâki zaaf yüzünden daha da açıldı. Üstelik halk kendisinden farklı giyinen, beslenen, düşünen ve yaşayan bu yeni yönetici sınıfa karşı eskilerine olduğu kadar bile sempati göstermiyordu.
Toplumların, kendilerinden üstün gördükleri kültürlerin, daha pratik ve kullanışlı olan giyinme, barınma, beslenme gibi alışkanlıklarını yeni biçimler vererek benimsedikleri görülmüştür. Ancak bu benimsetme, devlet otoritesi kullanılarak zorla veya yasa gücüyle yapıldığı zaman tepkiyle karşılanmıştır. II. Mahmut aynı zamanda, halkın giyimini düzenleyen, memurlar ve askerler için fes giyilmesini zorunlu tutan bir nizamname yayınladı. Askerlere ve devlet erkânına, nizamnamede öngörülen biçimde Avrupa tipi üniformalar giydirilmesi halkın tepkisine yol açtı.[22]
Sanayi öncesi toplumlarda insanların giysileri, özellikle de başlıkları mensubu bulundukları toplumsal grubun dinini, sosyal statüsünü gösteren önemli simgelerden biriydi.
İslamiyet belli ölçülerde uyulması dışında özel bir giyinme biçimi getirmemiş, giyinme toplulukların kendi örf ve geleneklerine bırakılmıştı. Ancak yüzyıllarca uygulanan bu örf ve geleneklerin doğal sonucu olarak Müslümanların kendilerine özgü giyim-kuşamları oluştu. Bu konuda Müslüman olmayanlara tam olarak benzemek hoş karşılanmadı. Geleneksel Osmanlı toplumunda esnaf, yeniçeri, ilmiye, kalemiye gibi statülerden her birinin kendine özgü kıyafet ve başlıkları vardı. Böyle bir alışkanlıktan gelen Müslümanların, can düşmanları gözüyle baktıkları Hıristiyanların giysilerine sıcak bakmaları beklenemezdi. Özellikle şapka sembol kabul edildiği için daha fazla tepki gördü. Türkiye’de yenileşme ya da modernleşmenin temelleri, bu yolu açan III. Selim ve II. Mahmud tarafından şekilcilik ve dış görünüme önem veren bir anlayış üzerine kuruldu. Bu anlayış Cumhuriyet döneminde daha da ileri götürülerek sürdürüldü.
5. Tanzimat ve Batı Etkisinin Artması
Osmanlı toplumunda III. Selim’in başlattığı yeniliklerin II. Mahmud tarafından daha katı ve kararlı şekilde yürütülmesiyle, ülkenin kapıları Batı’ya açılmış oldu. Devletin öncelikle askeri, idari ve mali alanlarda yaptığı değişikliklerle, merkezi idarenin güçlenmesi ve otoritesinin ülkenin her yerinde hakim kılınması isteniyordu. Ancak açılan kapıdan sadece askeri, idari ve mali alandaki kurum ve fikirler gelmiyordu. Avrupa’da köklü bir değişimin ateşini körükleyen Fransız İhtilali’nin devrimci fikirlerine de ilgi fazlaydı. Bu fikirlerin yurda girişini sağlayan başlıca faaliyetler, yeni kurulan askeri okullardaki Fransız öğretmenlerin çalışmaları ile Fransız hükümetinin İstanbul’daki propaganda girişimleriydi. Ayrıca Batı ülkelerine gönderilen öğrenciler, diplomatik görevliler, Batı dillerini bilen ve bu dillerde yazılanları okuyan genç bürokrat ve aydınların faaliyetleri de Batılı fikirlerin tanınmasını sağlıyordu.[23]
Askeri okullarda ve Tıbbiye’de ders veren Fransız öğretmenler, derslerinde sadece askerlik ve tıpla ilgili bilgileri öğretmekle kalmıyorlar, Fransız İhtilali’ni ve dayandığı fikirleri de anlatıyorlardı. Ayrıca Fransız hükümeti, devrim fikirlerinin yayılmasına özen gösteriyor ve bunu kolaylaştırmak için İstanbul’daki vatandaşlarını Türklerle daha sıkı ilişkiler kurmaya teşvik ediyordu. Fransızların bu girişimleri sonucunda, zengin ve mevki sahibi insanlar arasında, ihtilal düşüncelerinin konuşulup tartışıldığı geniş bir sosyal çevre oluştu.
İhtilal fikirlerinin önemli taşıyıcılarından birisi de öğrenim için Batı’ya gönderilen öğrencilerdi. Bu öğrenciler Batı’da gördükleri sosyal düzen ve maddi gelişmişlik karşısında heyecanlanıyor, Türkiye’de de böyle bir düzen kurulmasını sağlamak için, sadece ders kitaplarından yazılanlarla yetinmeyip, dönemin etkili siyasi görüşleriyle ilgileniyorlardı.
III. Selim döneminden itibaren Batı başkentlerinde açılan düzenli temsilciliklerde görevlendirilen genç memurlar, Avrupa’daki gelişmeleri ve bu gelişmeleri sağlayan fikirleri yerinde tanıma imkânı buldular. 1821’de Bab-ı Ali’de kurulan tercüme odasında Batı dillerini öğrenen genç kuşaklar, Avrupa’da çıkan yayınları izleyebiliyorlardı. Tercüme Odası’nda yetişen ve Batı’yı daha yakından tanıma imkânı bulan gençler, devletin yeni bürokrat sınıfını oluşturdular. Tanzimat döneminin ünlü sadrazamları Ali, Fuat ve Reşit Paşalar da içinde olmak üzere pek çok yenilikçi aydın ve bürokrat ilk eğitimlerini Tercüme Odası’nda gördüler.[24]
Fransız İhtilali’nin devrimci ve milliyetçi fikirleri, etkisini ilk olarak Balkanlar’daki gayrimüslim halk arasında gösterdi. Osmanlı ülkesindeki ticaretini gayrimüslimler aracılığıyla yürüten Batı ülkeleri, yerli Hıristiyan tüccarları destekliyor, bunlar da halkı devlete karşı kışkırtıyorlardı. Kışkırtılan halka karşı uygulanan güvenlik önlemlerine, hem Batılılar hem de Rusya, Hıristiyanların hamiliğini öne sürerek müdahale ediyordu. Bu müdahaleler nedeniyle, Batılı fikirler imparatorluğun diğer bölgelerinden önce, Balkanlar’daki Hıristiyan teb’a üzerinde etkisini gösterdi.
Abdülmecid’in Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa, Batı uygarlığına hayran bir devlet adamıydı. Elçilik yaptığı Paris ve Londra’da bu ülkelerin yönetim sistemlerini inceleyip yakından tanıma imkânı bulmuştu. Mustafa Reşit Paşa, devlet yönetiminin her din ve mezhepten teb’anın hak ve hürriyetlerini güvenceye alacak ve kanun hakimiyetinin tesis edecek şekilde yeniden düzenlenmesini istiyordu. Bu düzenlemeleri öngören bir ferman yayınlanması halinde, Batılı ülkelerin Hıristiyan teb’anın haklarını bahane ederek, Osmanlı’nın içişlerine karışmayacağına, düzenin yeniden sağlanacağına ve böylece çöküşün durdurulacağına inanıyordu.
Reşit Paşa, fikirlerini Sultan Abdülmecid’e açarak, fermanı yayınlamaya razı etti.[25] Hazırlanan ferman, 3 Kasım 1839 günü Gülhane Parkı’nda, padişah, yabancı devlet sefirleri ve halkın huzurunda Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu. Gülhane Hattı Hümayunu adı verilen bu fermanla, Osmanlı Devleti’nde, İslam hukuku ve geleneksel kurumların kademeli olarak yerini Batı hukuku ve kurumlarına bıraktığı hızlı bir değişim süreci başladı.
Tanzimat Fermanı’nın giriş bölümünde, yayınlanış sebebi padişahın ağzından özetle şöyle açıklanmaktadır: “Devletin ilk dönemlerinde şeriat hükümlerine tam manasıyla riayet edildiği için devletin gücü ve teb’anın refahı yükseldi. Son yüzelli yıldan beri şeriat hakimiyeti kalmadığından, devletin gücü zayıfladı ve teb’asının refah seviyesi düştü. Bu gidişin durdurulabilmesi için devletin iyi idare edilmesi, vatandaşın can güvenliğinin sağlaması, halkın malının, ırz ve namusunun korunması, vergin ve askerlik konularında yeni kanunların çıkarılması zorunludur. Müslim ve gayrimüslim tüm teb’aya eşit şekilde uygulanacak bu kanunlarla devletin gücü ve halkın refahı yeniden yükselecektir. Osmanlı ülkesinin coğrafi durumu, toprağın bereketliliği, halkın yeteneği ve zekası göz önünde tutulursa, gerekli çarelere başvurulduğu takdirde; Allah’ın yardımıyla beş-on sene içerisinde istenilen sonuçlara ulaşılacağından kimsenin şüphesi olmasın.”[26]
Padişah fermanda devletin tüm eyaletlerinde iyi bir idarenin kurulması için mal, can ve namus emniyeti, vergi adaleti, askerlik hizmeti ve süresini yeni esaslara bağlayan kanunların hazırlanması konusuna titizlikle riayet edeceğine yemin ediyordu.[27] Esas nüshası padişah tarafından imzalanarak Hırka-i Saadet Dairesi’ne konulan Gülhane Hattı Hümayunu’nda kabul edilen siyasi ve idari prensipler şöyle özetlenebilir:
- Hangi din ve millete mensup olursa olsun bütün teb’anın, can, ırz ve namusu güvenlikte olacak.
- Herkesin mülkiyet hakkı olacak. Yasa dışı yollardan kimsenin malına el konulamayacak.
- Vergiler için âdil oranlar tayin edilecek, vergi yükünün dağılımında vatandaşlar arasında eşitlik sağlanacak.
- Askerlik hizmetleri belli bir süreye bağlanacak, beldelerden nüfusları ile orantılı miktarda asker alınacak.
- Suç ve cezalarda şahsilik kabul edilecek. Yargılama açık yapılacak, suçluların malları müsadere edilerek varisleri mirastan mahrum bırakılmayacak.
- Tüm devlet memurlarına maaş bağlanacak. Rüşvet kesinlikle yasaklanacak ve bu yasağa uymayanlar şiddetle cezalandırılacak.
Tanzimat Fermanı’nın amacı, çeşitli iç ve dış olayların etkisiyle işlemez hale gelen idareyi yenileştirerek, devlet otoritesini hakim kılmak, vatandaşa hak ve hürriyetler veren daha adaletli bir yönetim sistemi kurmaktır. Padişahın tek yanlı iradesini yansıtan bu, fermanla, devlet kendisini işler düzene girene kadar belli ölçülerde sınırlamaktadır.
Tanzimat Fermanı’nda sağlanan hakları, insanlar uğrunda mücadele vererek almadılar; padişah tarafından kendilerine “ihsanı şahane” olarak verildi. O günün şartlarında halktan, fermanda sözü edilen hakların talebi doğrultusunda bir hareketin gelmesi esasen mümkün değildir. Çünkü Batı’yı görmüş sınırlı bir grup bürokrat aydının dışında, vatandaşın uğrunda mücadele verilmeye değer hak ve hürriyetlerin varlığından bile haberi yoktu. Kitleler kendilerine geleneksel olarak eskiden beri sağlanan hak ve hürriyetlerden memnun olarak hayatını sürdürüyordu.
Gülhane Hattı Hümayunu da Sened-i İttifak gibi, teb’anın bir kısım hak ve özgürlüklerini güvenceye almıştır. Ancak bu iki ferman arasında, yürürlüğe konulma biçimleri ve düzenledikleri haklar bakımından üç önemli fark bulunmaktadır.
- Mahmud, Sened-i İttifak’ı taşrada güçlenen ayanların zorlaması üzerine istemeyerek ve bir beklentisi olmadan imzaladığı halde, Sultan Abdülmecid Tanzimat Fermanı’nı merkezdeki kendi memurlarının teklifi üzerine, isteyerek ve büyük ümitler bağlayarak imzaladı.
- Sened-i İttifak’la merkezi otoriteye karşı taşrada güçlenen ayanların bölgelerindeki hakimiyetleri onaylanırken, Tanzimat Fermanı ile başkentte padişahın emrinde çalışan bürokratların yetkileri arttırılarak, merkezi iktidarın otoritesi genişletildi.
- Sened-i İttifak’la ayan denilen belli bir seçkinler grubunun haklarının güvenceye alınması amaçlanırken, Tanzimat Fermanı’yla bir ayırım gözetilmeksizin tüm teb’anın hak ve hürriyetlerinin güvenceye alınması amaçlandı.
Tanzimat Fermanı, devletin esas yapısını, temel siyasi ve idari organlarını ve bu organlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir anayasa değildi. Buna rağmen fermanda yer alan teb’anın hayatını, canını, malını, inancını güvenceye alan; yargılamadan ceza verilemeyeceğini, suçluların malına el konulamayacağını ve kanun hakimiyetini öngören hükümler, çağdaş anlamda birer anayasa hükmü niteliğindedir.
Tanzimat’tan önceki yenilik girişimleri, doğrudan padişahlardan geldiği halde, Tanzimat reformlarını tamamen Batı etkisinde yetişen bürokrat-aydınlar sınıfı yönlendirdi. Yenileşme döneminde yetişen bürokratların köşe başlarını tutmasıyla, bağlı bulundukları güç merkezlerinin etkisi elle tutulur şekilde görülmeye başladı. O dönemde devleti zorda bırakan Mısır sorununun çözümüne Batı’dan destek aranmasını fırsat bilen İngilizler, Reşit Paşa aracılığı ile reformları yönlendiriyordu. İngilizler, 1938’de imzalanan ticaret antlaşmasının sağladığı ekonomik imkânları daha iyi kullanabilmek için, özellikle korumacılığın kaldırılmasını tavsiye ediyorlardı.
Dönemin İngiltere Büyükelçisi Lord Strantford Canning, Reşit Paşa ile ilişkiler konusunda şunları yazmaktadır. “Nazırlar arasında politika ve ruhça en iyi anlaştığımız devlet adamı, Reşit Paşa idi. Sultan yakınlığımızı kıskanıyor olmalıydı. Yahut fitnecinin biri sultanın zihnini bulandırmış olacak, ‘Reşit Paşa ile pek sevişiyorsunuz’ dedi bana bir gün. ‘Öyle efendim’ dedim, ‘sevişiriz kendisiyle, Majestelerinin en sadık, en elinden iş gelir hizmetkârlarından biri olduğu için tabii…’ Reşit Paşa daha sonra sultanın elçisi olarak Londra’ya geldi, orada tanışıklığımızı ilerlettik. Türkiye’deki devrim hareketleri konusunda bana açıldığını iyi hatırlıyorum. Yeniçeri ocağının yıkılmasıyla açılan yeni politika vadisinde faal bir rol oynama kararında olduğu belliydi. Bana işin neresinden başlanılması gerektiğini sormuştu. Ben de ‘ta baştan’ diye cevap verdim. ‘Nasıl baştan?’ diye sorusunu tekrarladı: ‘Tabii can ve mal emniyetinden’ dedim. ‘Şeref ve haysiyetin de emniyet altına alınması gerekmez mi?’ diye sordu. ‘Şüphesiz’ dedim. Yalnız haysiyetten, şereften ne anladığını kavrayamamıştım. Gelgelelim, açıkta bir devlet adamı, Türkiye’de ayağını denk almayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla birlikte görülmesi şüpheye yol açacağından başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüşmelerin sonucu olarak kabinede değişiklikler yapıldı. Reşit Paşa’nın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Devrim meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.”[28]
6. Değerler Çatışması ve Çelişkiler
Gerek padişah ve gerekse öteki devlet adamlarının büyük umutlarla yürürlüğe koyduğu 1839 Fermanı’nın uygulanmasından beklenen yarar sağlanamadı. Yapılan yeniliklerden, fermanın en fazla gözettiği gayrimüslimler bile fazla memnun olmadılar. Batılıların, devletin iç işlerine müdahalesi azalacağına daha da arttı. Gülhane Hattı Hümayunu, yapılacak yeni reformları konusunda Batılılara verilen bir tür güvence niteliğindeydi. Sondan bir önceki maddede, “fermanın bütün elçiliklere bildirileceği” belirtilerek, uygulama konusunda denetim yetkilerinin olduğu mesajı verilmişti. Bu durum, devleti gönüllü olarak Avrupalıların vesayetine soktu ve elçilikler yeni reformları yönlendirme konusunda nüfuz yarışına girdiler.
Ahmet Cevdet Paşa’nın belirttiğine göre, “İngiliz elçisi Caninng öteden beri devletin iç işlerine müdahale ediyordu. Bunu kabullenmeyen Fransızlar daha hızlı bir yarışa girdiler. Reşit Paşa İngiliz eğitimi aldığı için İngiltere politikasına eğilimliydi. Ali ve Fuat Paşalar ise Fransız politikasına bağlandılar.”[29] Bab’ı Ali üzerinde değişik dönemlerde bu devletlerden biri diğerinden daha etkili oluyor ve elçilerin belirttiği politikaların dışına çıkanlar görevi bırakmak zorunda kalıyorlardı. Padişah, dış etkilere göre ya İngiltere’ye ya da Fransa’ya yakın olan birini sadrazamlığa getiriyor, reformları tamamen elçiler yönlendiriyordu. Elçilerin gönlünü almak için gerekirse sadrazam değiştiriliyordu. Buna rağmen, Avrupalılar memnun edilemiyor, reformların yapılmasına karşılık olarak beklenen dış destek sağlanamıyordu.
Tanzimat reformlarından umduğunu elde edemeyen ince ruhlu padişah Abdülmecid, 1845’de yayınlandığı bir fermanla istenilen hedeflerin gerçekleştirilmesi için bazı yeni talimatlar verdi. Buna rağmen Batılı devletler, fermanlarla verilen hakları yetersiz, sözleri ise tutulmamış sayarak 1856 Paris Konferansı öncesinde, Osmanlı Devleti’ni Batılı devletler ailesine kabul etmediler. Rusya’nın müdahalesine karşı Osmanlı’nın yanında yer almalarının bedeli olarak, yine çoğu Hıristiyan teb’a ile ilgili olan bir takım isteklerde bulundular. Artık tamamen Avrupalıların emir ve talimatlarına göre yönetilen Osmanlı Devleti bu istekleri derhal kabul etti. O kadar ki, 1856’da yayımlanan fermanın esasları, Ali Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri tarafından müştereken kararlaştırıldı.[30]
1856’da yayımlanan Islahat Fermanı’yla yabancılara taşınmaz malları kullanma hakkı tanındı. Kalkınmada Avrupa sermayesinden yararlanılmasına karar verildi. Müslüman olmayanların can, mal ve namus dokunulmazlıkları ile dini ayrıcalıkları bir kez daha pekiştirildi. Kiliselerin topladığı vergilerin kaldırılması, azınlıkların kendi okul ve ibadethanelerini açarak bir tür özerklik kazanmaları sağlandı. Hıristiyanların, kamu hizmetlerine, askeri okullar da dahil tüm eğitim kurumlarına alınmalarına izin verildi.
Gerek 1839, gerekse 1856 Fermanlarıyla sağlanan hakların ağırlık noktasını, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında eşitliğin sağlanmasına yönelik hükümler oluşturuyordu. Bu hakların verilmesinde yukarıda sözü edilen dış baskılar önemli olmakla beraber yöneticilerin kendileri de devletin geleceği için eşitliğin sağlanması gerektiğine inanıyorlardı. Tanzimatçılar Batılı devletlerin baskısından yakınıyor ve kendi iradeleriyle hareket etmelerinin daha inandırıcı olacağını savunuyorlardı. Bu durumu Fuat Paşa, yabancı elçilere yaptığı bir toplantıda, “bize suflörlük ediniz, fakat sahneyi ve rollerin ifasını bize bırakınız”[31] diyerek açıkça ifade etmiştir.
Tanzimat yöneticilerinin kendileri de reformlar konusunda istekliydi. Yoksa sadece dış müdahalelerle bu kadar geniş boyutlu düzenlemeler yapılamazdı. Üstelik yapılan düzenlemeler, dış müdahaleyi azaltmadığı için aynı yolda ısrar etmenin yararı yoktu. Diğer yandan, Osmanlı devlet adamları istemeseler Batılı ülkelerin azınlıklar için bu kadar hak talep etmeye yüzleri tutmazdı. Çünkü eşitlik talebinde bulunanların ülkelerindeki azınlıkların bile bu kadar geniş hak ve hürriyetleri yoktu. Rusya’da yaşayan Yahudilerin ve Katoliklerin bu tür haklarından söz bile edilemezdi. Meternich Avusturyası, Osmanlı’dakine benzer eşit hakları kendi ülkesi için tehlikeli buluyordu. Fransızları ise, Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıklardan sadece Katoliklerin hakları ilgilendiriyordu. Belki İngilizlerin bu konuda daha samimi ve ısrarlı oldukları söylenebilirdi. Fakat onların da sömürgelerindeki yerli halkların kendi milletleriyle eşit olduğunu kabul etmeleri söz konusu değildi.
Batılı ülkelerin talepleri topluca değerlendirildiğinde, Tanzimat reformlarının özünü, Müslüman olmayan halka verilen hak ve hürriyetlerin oluşturduğu açıkça görülmektedir. Bu açık talebin arka planında ise, Avrupalı devletlerin Osmanlı ülkesindeki hakimiyet alanlarını genişletme arzuları yatmaktadır.
Önemli bir sorun da, gayrimüslim halkın, sağlanan hak ve hürriyetlerden fazla memnun olmamasıdır. Çünkü Hıristiyan teb’a, siyasi haklar dışında zaten Müslümanlarla eşit şartlarda yaşamaktadır. Askere alınmadıkları için imparatorluğun geniş ticaret imkânlarından yararlanarak zenginleşen gayrimüslimler esasen durumlarından çok memnundur. Batılıların sürekli istismarına ve Tanzimat yöneticilerinin her fırsatta göze girmek için Müslüman olanlarla olmayanlar arasında eşitlik sağlanmasını öne sürmelerine rağmen, Hıristiyanlar kendileri için yapılanlara sevinmemişler, özellikle askerlik yapmak istememişlerdir.
Tanzimat döneminin yeni iktidar eliti, eskiden olduğu gibi ordudan ve ulema sınıfından değil, Tercüme Odası’ndan ve elçilik katipliğinden geliyordu. Daha sonra açılan Galatasaray Sultanisi’nde de, zorunlu olarak Türkçe öğretileceklerin dışındaki tüm dersler Fransızca okutuluyordu. Bu okulları bitirenler, Batı kültürüne vâkıf oldukları için üst düzey memuriyetlere atanıyorlardı. Yabancı kültürüyle yetişen bu yönetici elitler, zaten çok uzağında bulundukları halktan iyice koptular. Tanzimat döneminde en önemli çatışma, halkın değerleri ve yaşama biçimiyle, yöneticilerin değerleri ve yaşama biçimi arasında ortaya çıktı.
Batı’dan alınan kurum ve değerler, toplumun yerleşik değer ve inançlarıyla çelişiyordu. Bazı okur-yazarlar ve devlet adamları dışında, halk Tanzimat yeniliklerine kuşkuyla bakıyordu.[32] Bu kuşku sonraki dönemlerde; devlet ile milletin dayandığı temel değerlerin çatışmasına dönüşerek kökleşti. Halktan kopan bürokratlar, alınan kararları hayata yeterince geçiremediler. Bab-ı Ali’den vilayetlere, halka işkence ve zorbalık yapılmasını yasaklayan fermanlar gönderildiği halde, sadece şekil değişti, fakat özde yıllardan beri halka karşı kökleşen olumsuz tutumlar sürdürüldü. İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi, “geçiş döneminin bu garabeti; Türkiye bürokrasisinin yenilikçi ve hukuk üstünlüğüne yatkın zihniyetle uygulamadaki despot davranışından çelişik bir tutumdur ve halen devam etmektedir.[33]
Diğer önemli çelişki de, bir yandan Batı’dan alınan yasalarla laik bir düzene doğru gidilirken, öte yandan en üstün dini makam olan Şeyhülislamlığın bakanlık statüsüne yükseltilerek merkezi idare içindeki yerinin güçlendirilmesidir. II. Mahmud 1826’da yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra, ulema sınıfını denetim altında tutabilmek için, ilmiyenin başı olan Şeyhülislamı Vekiller Heyeti’ne aldı. Tanzimat döneminde bakanlar kurulu üyesi olan Şeyhülislam, devlet organları arasında daha yüksek bir konum kazandı. Ancak ülkedeki en üstün dini-ilmi otorite tam olarak devletin denetimi altına girdiği için bağımsızlığını ve etkileme gücünü kaybetti.
Tanzimat döneminde, bir yandan Batılı kurumlar ve hukuklar alınırken, bir yandan da geleneksel kurumlar varlığını sürdürdü. Geleneksel kurumlar gözden düştüğü için ihmal edilirken, yeni alınan kurumlar da gereği gibi çalıştırılamadı. Hukuk ve yönetim alanında sistemli bir yenileşme sağlanamayıp, eski ile yeni kurumların çatıştığı bir ikililik ve tezat ortamı doğdu. Düşünce, dil ve sanatta Batı örnek alındı; fakat bu alanda Batılı düşünür ve sanatçıların taklidinden öteye gidilemedi, orijinalliği olan güçlü eserler ortaya konulamadı.
Bilal Eryılmaz’ın ifadesiyle belirtecek olursak, “Gülhane Hattı ile başlayan değişme sürecinde, karşılaşılan Batılı kurum ve sistemlerle, geleneksel Osmanlı kurum ve değerleri zaman zaman uzlaşırken çoğu kez birbirine karşı direnip çatıştılar. Tanzimat’ın bu ikili yönü günümüzdeki siyasi kültürün oluşumunu ve Cumhuriyet’in temellerini oluşturan düşünce ve kurumları büyük ölçüde etkiledi. Günümüz siyasi kültürünün homojen olmayışının temelinde Tanzimat’ın etkileri yatmaktadır.”[34]
Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 716- 726