Osmanlı Devleti’nin gerek siyasi, gerekse sosyo-ekonomik yapısının aydınlatılması, objektif olarak gün ışığına çıkarılması, Türkiye’nin olduğu kadar daha başka birçok devlet için de önemlidir. İşte bu amaçla araştırmacılar Osmanlı’nın gerek siyasi, gerekse sosyo-ekonomik açıdan yapısını anlamak için belirli kesitlerini alıp incelemektedirler. Bu yönde Osmanlı iktisadi yapısı içerisinde, özellikle fiyat politikalarının analizi açısından narh sisteminin araştırılmasında büyük önem vardır.
1. Osmanlı Narh Uygulamasının Temeli Olarak İslâm’da Narh Sistemi
İslâm dininde emeğinin karşılığını alan kişi, tüketim aşamasında da sınırlandırılmıştır. Kur’an’da birçok emirlerle lüks tüketim ve israf kesinlikle yasaklanmıştır.[1] Tüketim konusunda lüks tüketim yerine, insanın asli ihtiyacının karşılanması esas alınmıştır. Bu ihtiyaçların haricinde bütün mallar ve kazançlar 1/40 oranında zekâta tabi tutulmuştur. Zenginin malı içerisinde fakirin hakkı olan zekât, sadece iktisadi hayata değil, sosyal hayata yönelik de düzenlemeler getirmiş, insanlar arasında dayanışmayı arttırmıştır. Bu aşamada İslâm ekonomisi, insanın verici yönünü ön plâna çıkaran, rekabetçi yerine dayanışmacı unsurların var olduğu bir toplumu oluşturur. Üretim konusunda ise İslâm ekonomisi, arz yönlü yani üretime dayalı bir ekonomidir. İnsanların ihtiyaçlarına cevap verecek her alanda üretimin yapılması teşvik edilmiştir.[2] Üretilen malların insanlara ulaşması aşamasında ticarete büyük önem verilmiş, tüccar ve esnafın meşru şekildeki ticareti sürekli desteklenmiştir.
Öncelikle ifade etmeliyiz ki İslâm ekonomik sisteminde serbest piyasa ekonomisi geçerliydi. Bu tür piyasalarda fiyatlar genellikle toplam arz ve talep dengesini yansıtırdı. Bu sebeple servetteki artışın talebi ve orantılı olarak da fiyatları arttırması tabiidir. İslâm’ın ilk döneminde talepteki artış ele geçirilen ülkelerden ithal edilen mallarla karşılanırdı. Fakat nakil araçlarının yavaşlığı nedeniyle arz genellikle talebin altında kalırdı. Artan gelir ve şehirleşme de hayat şartlarını etkilemekteydi.[3]
İslam’da karşılıklı rızaya dayanan alışverişin[4] olduğu piyasa ortamlarında, yani liberal ekonomiye sahip piyasalarda fiyatlara müdahale edilmez. Fiyatların suni olarak artmasına sebep olanlara karşı ise önlemler alınması bizzat Peygamberimiz tarafından buyrulmuştur.[5]
İslâm’ın ilk devirlerinde (7. yüzyıl) Medine Şehri’nin ekonomisi dışa bağımlıydı. Ekonomi tarım ekonomisi olup hurma, sebze ve meyve üretimi yaygındı. Buğday ve diğer önemli gıda maddeleri dışarıdan gelirdi. Müslümanların pazarlarına mal getiren tüccarlar sürekli övülmüş, malları saklayan karaborsacılar ise lânetlenmiştir. İslâm’ın ilerleyen yıllarında, başlangıçtaki sade şehir hayatının yerini, yavaş yavaş gelişmekte olan bir devlet sistemi almaya başlamış ve bununla beraber birtakım problemler ortaya çıkmıştır. Bunlardan nüfusun artması, kıtlık, karaborsa vs. piyasalara müdahaleyi ve dolayısıyla narh[6] hususunu gündeme getirmekte idi.
Narh, sözlüklerde devlet başkanının veya yetki verdiği memurların yahut da halkın işlerini yürütmeyi üzerine alanların pazarlara, esnafa mallarını belli bir fiyata satmalarını emretmesi ve maslahata binâen belirlenen fiyattan aşağı veya yukarı bir fiyata satış yapmayı yasaklaması olarak tanımlanmaktadır.[7]
Fiyat politikaları narh yönünde başlangıçtan beri iki şekilde kendini göstermiştir. Bunlardan bir tanesi; piyasaya müdahale etmeyerek her şeyi tabiiliğine bırakmak isteyen mutlak serbestiyet taraftarları, diğeri ise; her şeye el koyan tanzim eden müdahaleciler. Bu iki grup arasında süregelen anlaşmazlıklar bütün Ortaçağ boyunca, hatta günümüze kadar şehir ekonomilerinde yerlerini almıştır.[8]
Fiyat yükselişlerinin arka planında yatan iki önemli neden vardır. Bunlardan birincisi; servetin belirli kişiler elinde birikmesi ve süs eşyası vb. amaçla tutularak para arzının daraltılmasıdır. İkincisi ise; mal ithalatında gerek pazarlama ağının tekel oluşu ve gerekse satıcının tüketicilerden sadece zengin zümrenin gelirini dikkate alarak toplam arzı daraltmasıdır.[9]
2. Osmanlılar Açısından Narh Sistemi
Osmanlılar halkın refahı için tüketiciyi ve üreticiyi koruyucu tedbirler almışlardır. Bu çerçevede üretimden tüketime kadar her sahayı denetim altında tutmayı prensip edinmişlerdir. İşte, narh bu denetim zincirinin bir sonucudur. Ancak şunu hemen belirtelim ki; Osmanlılar tam bir rekabet ortamının olduğu piyasalara ve bunlar içerisinde özellikle ithal mallara asla müdahale etmemişlerdir.[10] Dolayısıyla müdahale edilen piyasalar rekabetin tam olarak bulunmadığı tekelci piyasalardır. Yapılan müdahalede ise, daha çok tüketicinin menfaati düşünülmektedir. Çünkü; ekonomi içerisindeki birçok piyasa türünde (tarım ürünleri piyasası, sanayi ürünleri piyasası, yerli ürün piyasası, ithal malları piyasası gibi.), rekabetin dozları farklılaşmakta ve eksik rekabetin ortaya çıktığı piyasalarda fiyatlar halkın aleyhine yükselebilmektedir. İşte esas itibariyle bu durum ve ileride değineceğimiz bazı hususlar (kıtlık, ticaret, para vs.), Osmanlılarda narhı gerekli kılmakta idi. O halde detaylarını ilerideki kısımlarda tartışmak üzere, Osmanlıların narhı, rekabetin tam olarak oluşmadığı piyasalarda halkın menfaatleri doğrultusunda denetlemek amacıyla uyguladıklarını düşünebiliriz.
2.1. Osmanlılarda Narh Hakkındaki Görüşler
Osmanlı Devleti’nde narh uygulamalarının başlangıç tarihi olarak ileri sürülen 1453 yılı devletin otoritesini hissettirdiği ve yoğun fetihler sebebiyle piyasaların muhtemelen olumsuz etkilendiği bir döneme rastlaması bakımından ilginçtir.[11] Ancak her halükârda bu tarihten sonra narhın Osmanlı devlet adamları ve maliyecileri tarafından önemli işlerden addedildiğini biliyoruz. Bu sebeple padişahlar bu konu üzerinde önemle durmuş ve bu konuyla ilgili hükümler çıkarmışlardır.[12] Sadrazamlar ise bizzat narh kontrollerine katılarak bu işe verilen önemi vurgulamışlardır.[13] Sadrazam Lütfi Paşa, “Asafnâme”sinde, ve ahval-i narh umûr-ı mühimmedendir” diyerek narhın önemli işlerden olduğunu ve narha uymak gerektiğini ve narh konulmasının fakirin iyiliği için olduğunu dile getirmektedir.[14] Sadrazamlar içerisinde sadece Fazıl Mustafa Paşa, “.ahval-i narh kitapta yoktur. Bey’ u şirâ rızâ-yı tarafeyn ile olmalıdır” diyerek narha karşı çıkmış ve onun zamanında kısa bir süre için narh uygulanmamıştır.[15] Ancak fiyatların yükselmesi üzerine narh uygulamasına geri dönülmüştür.
Buna karşılık ulemanın da narhı caiz gördüğü ve şeyhülislamların bu yönde fetvalar çıkardığı bilinmektedir. Örneğin Osmanlı Devleti’nin meşhur şeyhülislamlarından Ebussuud Efendi, narhı benimsediği gibi narha uymayanların şiddetle cezalandırılıp, uzun süre hapsedileceğini, ancak tövbe edip narha uyduğunda affedileceğini ifade etmiştir.[16] Adli yönetimde önemli görevler üstlenen kadılar ise, özellikle taşrada bizzat bu işe memur tayin edilmiş ve narhın tespiti için oluşturulan komisyona başkanlık yapmışlardır. Osmanlılarda narha çok önem verilmiş, siyaset yazarlarının ve devlet adamlarının görüşlerinde narh kabul bulmuş ve desteklenmiştir. Ancak XVIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIX. yüzyılda, özellikle III. Selim döneminde başlayan liberalleşme hareketleri, narh uygulamasına engel teşkil etmiştir.[17] Liberalleşme yönündeki düşünceler yavaş yavaş fiyatlarda çözülmeye yol açmış ve çözülen fiyatlar tüketiciyi tedirginliğe iterken, narhı uygulayan üretici ve tüccarı zor durumda bırakmıştır. Bu ikilem karşısında 1795’te Zahire Hazinesi uygulanmaya konmuş ve aynı yıl tahıl fiyatı ve satışları serbest bırakılmıştır.[18] Nitekim narh uygulamasını engelleyen bu liberalleşme hareketleri, 1838 yılında yapılan Balta Limanı Anlaşmasıyla daha da ilerlemiştir.[19]
Liberalleşme yönünde Cevdet Paşa’nın düşünceleri de önemlidir. Cevdet Paşa, serbest ticareti savunmuş, mübayaa emirlerinin terk edilmesini ifade etmiştir. Cevdet Paşa’nın bu düşünceleri kendini en fazla fiyat düzenlemeleri alanında göstermiş ve narh uygulamasını zayıflatmıştır. Hala uygulanmaya devam edilen narh ise, Cevdet Paşa’nın “Tezâkir”indeki; “el-mısarru hu-vellahu fehvasınca narh kaldırıldı ise de bunu vaktiyle yapmalı idi” mısralarından anlaşıldığına göre, 1860’ların ertesinde kaldırılmıştır.[20]
2.2. Osmanlılarda Narhı Gerekli Kılan Sebepler
Osmanlı Devleti’nde narh uygulaması, 1453 yılında Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra başlamakta ve 1860’lı yılların sonlarına kadar devam etmektedir. Daha önceleri narh uygulamasının bulunup bulunmadığı veya bu uygulamanın başlamasında hangi hallerin lüzumlu olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak narh, Osmanlı Devleti’nde olağan ve olağanüstü haller olmak üzere genelde iki şekilde uygulama alanı bulmakta idi. Bu uygulama alanı gerek fermanlarla gerekse ihtisap kanunnâmeleriyle[21] hukuki destek alarak güçlenmekteydi.
2.1.1. Olağan Narhlar
Olağan durumlarda narhlar; bahar ayında ilk kuzu kesimi yapılacağı günden (rüz-ı hızır) bir kaç gün önce ete narh konulması, ilk ve sonbaharda süt ve mamullerinin ayarlanması, mevsimlere göre sebze fiyatlarının belirlenmesi[22] ve Şaban ayında fiyatların ayarlanmasıyla[23] uygulama alanı bulmaktaydı.
2.2.2. Olağanüstü Narhlar
Narh uygulamasını gerekli kılan olağanüstü sebepler arasında kıtlık,[24] nüfus artışı, ticari dengelerdeki değişiklikler (özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra piyasaları etkisi altına alan maden hareketleri) ve paranın değer kaybetmesi gibi unsurlar da yer almaktadır.
2.2.2.1. Kıtlık
Kıtlık, olağanüstü narhlar içerisinde tabii bir etkendir. Tesirleri de açlık ve gıdasızlık olmak üzere fizyolojiktir. Fizyolojik etkinin daha arkasında ise iktisadi neticeler bulunmakta ve insanların zaruri gıda maddelerine aşırı taleplerinden dolayı fiyatlar yükselmektedir. Diğer taraftan talep olan mallar alanında üretim genişlemekte, zaruri olmayan malların üretim alanları da daralmaktadır. Kıtlık faktörü, para düzeninin de bozulması ve nihayetinde karaborsacılığın da eklenmesiyle şehir içerisinde buhranların yaşanmasına sebep olmaktadır.[25]
Osmanlı Devleti, kıtlık konusunda bir buhranın yaşanmaması için gerekli bütün tedbirleri almaktadır. Bu yönde; bir kısmını tahıl (hububat) gıdalarının oluşturduğu maddelerin ihracatını yasaklamıştır. İthalatı serbest bırakmış ve tüccarlara kolaylık göstermiştir. Büyük şehirlerde, özelikle nüfusu hızla artan İstanbul’da iaşe sıkıntısı yaşanmaması için özel tedbirler almış[26], gıda maddelerinin özellikle hububatın büyük bir kısmının İstanbul’a kaydırılması yönünde hükümler yayınlamıştır.[27]
Genellikle Orta Afrika kaynaklı olan veba salgınları da Osmanlı Devleti’ni ciddi şekilde etkilemekte ve kıtlığa sebebiyet vermektedir. Özellikle 18. yüzyıldaki veba salgınları kıtlık yönünde büyük tehlikeler yaratmışlardır. Kıtlığa sebep olan bir diğer etken de savaş ve ablukalardır.[28] Savaş yıllarında ticaret kesintiye uğrar, ülkeye mal girişi azalır. Dolayısıyla bir kıtlık yaşanır. Diğer yandan zirai ve ticari alanda çalışan insan gücü savaş alanlarına kaydırılacağından üretimde nisbi bir daralma görülebilir. Yine bunun yanında ordunun ihtiyacı olan maddelere[29] devlet tarafından el konulması, bu maddelerin azalmasına sebep olur. Nitekim ablukalar da; nakliyatın denizden yapıldığı durumlarda bazı malların birden piyasadan çekilmesi, kara yoluyla da maliyetin yükselmesinden dolayı fiyatların artmasına neden olur. Diğer yandan narh tayininde üreticiyi veya nakliyeciyi memnun edecek bir bedelin belirlenmemesi şehirde kıtlığa sebebiyet verebilir. Bunların yanında kuraklık, fazla sert ve yağışlı kışlar da kıtlığa sebebiyet veren etkenlerdendir.[30]
2.2.2.2. Nüfus Artışı
Nüfus artışları, şehir merkezlerinde iktisadi dengeyi bozmakta ve talebin arzı ezici bir çoğunlukta artması neticesinde, fiyatları da yükseltmektedir. Önemli derecede iktisadi dengeyi bozabilecek nüfus artışlarının başlangıcı XVI. yüzyıla isabet eder. F. Braudel “Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” adlı meşhur eserinde XVI. yüzyılın ikinci yarısına doğru, Akdeniz’de nüfusun hızla yükseldiğini ve bunun da fiyatları olumsuz yönde etkilediğini ifade etmektedir.[31] Avrupa tarihçisi H. G. Koenıgsberger de XVII. yüzyılda Avrupa’da nüfusun hızla arttığına işaret etmektedir.[32] Meşhur tarihçimiz Ömer Lütfü Barkan, bu konuyu Osmanlı İmparatorluğu açısından ele almış ve XVI. yüzyılda nüfusun hızla arttığını belirtmiştir.[33] Bu durum değerli maden bolluğu yaşandığı bir dönemde Osmanlı Devleti’nde fiyatların aşırı artmasında rol oynamıştır. Nüfus artışlarında ticari sebeplerin yanında isyanlardan dolayı yapılan göçler de gözardı edilemez.[34] Bu yönde Osmanlı Devleti’nde iç göçler esas itibariyle XVI. yüzyılda başlamış ve XVIII. yüzyılda da devam etmiştir. Bu göçlerin önlenmesi için pek çok ferman yayınlanmıştır.[35] Buna ilişkin, 1737 yılında yayınlanan fermanda, içlerinde Karadeniz kıyılarının da bulunduğu birçok Anadolu kentinden göç yasaklanıyordu.[36] Göç olgusu nüfusla bağlantılı olarak fiyatları etkilediği gibi, aktif ticareti de engellemekteydi.
2.2.2.3. Ticaret
Osmanlılarda yerel ticaret, köyden kente yapılmaktaydı. Köylü ürettiği malları kentteki pazar yerlerinde satmakta ve bu süreç ticareti canlı tutmakta idi.[37] Bu hususta, özellikle büyük şehirlerin iaşesinin sağlanması için devlet tarafından özel tedbirler alınmıştır.[38] Diğer yandan Osmanlılar açısından büyük bir geliri oluşturan dış ticaretin önemi tartışılmazdı. Osmanlı Devleti dış ticarette dengelerin kendi lehine oluşması için bütün gayreti göstermekte, önemli ticaret merkezlerini ele geçirip, bu merkezlerin üstünlüğünü korumaya çalışmakta idi.
İmparatorluğun ilk önemli ticari merkezi olan Bursa’yı daha sonra I. Bayezid tarafından fethedilen (1389-1402) Amasya ve Tokat[39] takip etmiştir. 1516-1517 yıllarında Halep pazarının denetimi Osmanlılara geçince, yukarıdaki ticari merkezlere Halep de eklenmiştir. Böylece Akdeniz ticaretini kontrol eden Osmanlı büyük bir ticari üstünlüğe ulaşmıştır.
Osmanlı’da önemli bir ticari konuma sahip olan ipek Tebriz, Halep ve Trabzon olmak üzere, üç yoldan ülkeye girmekte idi. Anadolu’da, ipek yolu ticaretinin önemli bir noktası olan Tebriz ile İstanbul’u birleştiren başlıca iki ticaret yolu vardı. Birincisi, Kuzeyden Erzurum, Erzincan, Sivas, Tokat, Ankara, Bolu ve Bursa üzerinden işlemektedir. İkincisi ise daha güneyden olup Van, Bitlis, Diyarbakır, Birecik, Halep, Adana, Konya, Akşehir, Kütahya ve Bursa yolunu takip etmektedir. Anadolu’nun birçok şehrini yükselten bu ticaret yolu Ümit Burnu’nun keşfinden sonra yavaş yavaş önemini kaybetmiştir. İran’dan Orta Avrupa pazarlarına kadar uzanan kârlı ve bereketli transit ticareti esas mihverini kaybettikçe daha uzak ve masraflı yollara çevrilmiştir.
İpeğin Osmanlıya girişindeki Trabzon yolu ise, Ermenistan, Azerbaycan ve Hazar boylarından gelen ipeklerin takip ettikleri yoldur. Gence ve Kefe gibi çok uzak memleketlerin ipekleri bu yoldan gelmekte idi. Bu yolu bilhassa Ermeniler kullanmakta idiler.[40] Trabzon ayrıca İran üzerinden gelen ticaret kervanlarının son durağı olmakla beraber, bu ticarette en büyük liman olan Çömlekçi Limanı’nın önemi tartışılmazdı. Ayrıca İstanbul’un iaşesi için ucuz bir yol olan deniz taşımacılığı, bu merkezleri, özellikle Trabzon’u ticari yönden canlı tutmakta ve XVIII. yüzyılın başından itibaren Trabzon gümrük mukataası 800.000 akçe dolayındaki yıllık tutarı hazineye ödemek koşuluyla iltizama verilmekteydi.[41]
Ticaret bahsinde değinmemiz gereken ve fiyatların yükselişinde büyük bir öneme sahip olan, Güney ve Doğu’ya yapılan kıymetli maden ve para akışıdır. Bilindiği gibi İspanya’ya gelen Amerika gümüşleri önce Avrupa’ya oradan da Doğu’ya ulaşmıştır. Batıdaki mal fiyatlarının yüksekliği karşısında, Osmanlı’dan Batı’ya mal akışı olmakta iken, Batı’dan da Osmanlı’ya gelen maden ve paralar gittikçe fiyatların yükselmesine[42] belki de en önemlisi Osmanlı parasının değer kaybetmesine neden olmaktaydı.
2.2.2.4. Para
Devletlerin devamlılığında, fiyatların ayrılmaz bir parçası olan paranın, istikrarının korunmasının çok önemli rolü vardır. Ortaçağ İslâm’ını ayakta tutan, altın (dinar) ve gümüş (dirhem) paralarıyla hiçbir devletin rekabet edememesiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nu tedricen istila eden parasal devrim, onun, Avrupa Konseyine girişinin bir sonucuydu.
XVI. yüzyıldan önce Osmanlı para düzeni Avrupa ve Asya ekonomilerinde olduğu gibi altın, gümüş, bakır ve diğer madenleri içeren sikkelerdi. İmparatorluğun ana para birimi gümüş içerikli akçeydi. Mangır ve pul adı verilen paralar ise günlük alışverişlerde kullanılmaktaydı. Bunların yanında Osmanlı sınırları içerisinde, pek çok Avrupa ülkesinin parası, XIV. asırdan itibaren her dönemde Osmanlı sikkelerinin yanında tedavül etmiştir. Osmanlılar bu durumu gayet normal karşılamakta idiler. Eğer yabancı paraları yasaklasa ya da bazı devletlerin yaptığı gibi sınırlardan girerken kur değerleri üzerinden devlete teslimini talep etse, ekonominin ihtiyacı olan altın ve gümüş piyasadan yer altına inecek ve para darlığı artacaktı.[43]
Madeni sikke tedavülünde ödeme imkanları doğrudan doğruya maden elde etme miktarına bağlıdır. Sikke basılan maddelerin azalıp çoğalması para arzını, fiyatları ve ticaret hacmini etkiler. Bunun yanında ticaret hacminin genişleme ve daralması da piyasadaki madeni paraların artmasına veya azalmasına sebep olabilir. Yine madenlerin tedariki kâğıt paraya oranla çok daha zor olduğundan bu tür ekonomilerde emisyon yoluyla enflasyonu finansman aracı olarak kullanma imkanları çok sınırlıdır.[44]
Yabancı paralar Osmanlı parası darbında hammadde kaynağı teşkil etmiştir.[45] Bu kaynaklar her ne kadar öneminden kaybetmediyse de Gümüşhane, Keban ve Ergani maden ocakları başta olmak üzere Anadolu’nun birçok maden ocağından ve XVI. yüzyıldaki kadar olmamakla birlikte Rumeli maden ocaklarından da yararlanılmıştır.[46] Diğer yandan ihtiyaçların baskısı altında birçok maden ocağı yeniden başlanmıştır.[47]
Osmanlılarda milli usule ait sikkelere akçe, mangır ve altın denirdi. Milli usulde vahidi kıyasi olarak akçe, ufaklık olarak mangır ve büyük para olarak da altın kullanılırdı. Osmanlılar altın paraları, Kanuni’nin ölümüne kadar dış ticarette kullanıyorlardı.[48]
Para ve akçe muhasebe sikkeleri haline gelmişlerdi. Akçenin çeyreği olan mangır tedavüldeki en düşük değerli gerçek paradır. İstanbul’un para dolaşımı, Mısır’a, Ermeni kolonilerinin ticareti canlandırdığı, Basra, Bağdat, Musul, Halep ve Şam üzerinden Hintlere kadar yansımaktadır. Giderek belli bir parasal bozulma aşikârdır. Yabancı paralar Osmanlı paraları karşısında pirim yapmaktadır. Bir Venedik belgesi, daha 1668’de Mısır’a gönderilen İspanyol riyalleri üzerinden %30’a varana kadar kazanç sağlanabileceğini işaret etmekte idi. 1671 tarihli olan bir başkası ise Venedik’ten satın alınıp, İstanbul’a gönderilen sekine ve angariden %12-17.5 kâr edilebileceğini bildirmekte idi. Osmanlı İmparatorluğu böylece, Batı paralarına tuzak kurmaktadır. Bunlar onun para dolaşımı için gereklidir, çünkü Osmanlı Devleti talep edendir.[49]
Daha önce de zikrettiğimiz gibi Osmanlı ana parası olan akçe isminden gümüş para kastedilirdi. İsfehan Selçuklularında da akçe adıyla para kesilmiştir. Osmanlılar evvelki devletlerin ve hatta ilk zamanlarda muâsırlarının kabul ettikleri dirhem ve dinar tabirlerini kullanmayarak ilk defa bastırdıkları gümüş paraya “beyaz sikke” manasında akçe-i Osmani demişlerdir. İlk basılan bir akçe-i Osmani 6 kırat[50] edememiş ve zamanla kıymeti azalmıştır.[51]
XVI. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı parası bir buhran içerisine girmiş bulunuyordu. Bu buhranın da en önemli sebebi Batıdan gelen ve Osmanlı’yı geçerek Güney ve Doğuya giden maden hareketi idi.[52] Diğer yandan kalpazanların piyasaya bol miktarda sahte para sürmeleri,[53] devletin resmi paralarını kenarlarından kırkmak ve yanlarından kazımak suretiyle esas veznini ve değerini düşürüp, bunları Venedik’e götürerek damgasını değiştirdikten sonra tekrar Osmanlı piyasasına sokan “Yâhud ve Nasâra taifesi”nin çalışmaları ile külçe gümüşü toplayıp, İran’a veya başka ülkelere kaçırmak suretiyle kıymetli madenin kıtlaşmasına sebep olan yerli ve yabancı tüccarlar bu buhrana sebep olmakta idiler.[54] Devlet bu yönde çok çeşitli tedbirler almıştır.[55] Ancak XVIII. yüzyılda çok miktarda mevcut olan para cinsi bu tedbirleri zorlaştırmakta idi.[56] Kalp para basanlar ve akçelerin kenarını kesenler (özellikle Yahudi tüccarlar) akçenin içindeki gümüş miktarını durmadan azaltıyor ve bu durum resmi kur ile fiyatı 60 akçe olarak tespit edilmiş olan altınların halk arasında 80 ya da 100 akçeye kadar alınıp verilmesine sebep oluyordu.[57]
Şimdi de akçeyi yakından ilgilendiren sikke tecdidi, sikke tağşişi ve sikke tashihi hakkında kısa malumat verelim.
Sikke Tecdidi: Osmanlı padişahları tahta geçer geçmez ilk iş olarak kendi adına kestirdiği yeni akçeleri tedavüle çıkardığında selefine ait akçelerin tedavülünü yasaklardı. Eski akçe yasağı kararı, tedavüldeki bütün paraların yeniden darphaneden geçmesi, darphanelerin olağanüstü bir çalışma dönemine girmesi demekti. Eski akçeler ya hurda gümüş ya da devletçe tespit edilen bir oranda yeni akçeyle değiştirildi. Bu münasebetle “gümüş arayıcıları” da denilen eski akçe yasakçıları görevlendirilir, bunlar çarşı ve pazarlarda halkın üzerindeki paraları kontrol ederler ve çoğu zaman buldukları eski akçelere devlet adına el koyarlardı. Sikke tecdidi ve eski akçe yasağı, hazineye darp hakkı ve darp ücretinden gelen bir gelir sağlardı. Darphaneler ne kadar fazla gümüş işlerse bu gelir o kadar artardı. Fatih sikke tecdidi ile birlikte akçeyi tağşiş ediyor yani ağırlığını düşürüyordu. Böylece ufak çapta bir devalüasyon kârını da hedef almış oluyordu.
Sikke Tağşişi: Akçenin ayar ve tartısını düşürmek anlamına gelir ve daha ziyade tartı üzerinden yapılırdı. 1550-1650 arasında hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde para birimlerinin içerdiği gümüş miktarında azalmalar, yani bir devalüasyon hareketi gözlenmiştir. Yine bu tarihlerde çok büyük miktarlarda altın ve gümüş Osmanlı İmparatorluğu’na girmiştir. Bu devrede Osmanlı ekonomisi tarihte görülen en büyük “akçe tağşişi” operasyonlarına tanık olmuştur. Örneğin XVI. Asrın ilk yarısında 1491-1566 tarihleri arasında 100 dirhem gümüşten en çok 420 akçe kesilmekte olduğuna göre, bir akçe 0.731 gram gümüş arasında 52, 1517-1549 yıllarında 55 ve 1550-1566 senelerinde 60 tanesiyle bir Osmanlı altını alınabilmekteydi. Buna göre bir gram altının kıymeti 1491’de 10.64 ve 1566’da 11.52 gram gümüş idi. 1566 tarihinde II. Selimin tahta geçmesinden sonra bu oranlar bozuldu ve 100 dirhem gümüşten 420 akçe yerine 450 akçe kestirilmeye başlandığında akçelerin ihtiva ettiği gümüş miktarı da 0.731 gramdan 0.682 grama düşürülmüş oldu. Buna rağmen Osmanlı altınının yine 60 akçeye tekabül etmesi istendi.
Ülkede gümüş ve altın arzının artmasıyla normal olarak devletlerin bu artan bulyon miktarının büyük bir kısmını ellerine geçirecek para birimlerinin içindeki altın ve gümüş oranını artırabilecekleri veya hiç olmazsa sabit tutabilecekleri beklenebilir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda beklenenin tam tersi gerçekleşmiş ve para birimleri hemen her ülkede tağşiş edilmişlerdir.[58]
Örneğin 1584-1586 yılları arasında geliştirilen bir hükümet kararına göre,[59] o zamana kadar 100 dirhem gümüşten 450 adet olarak kestirilmekte olan ve beheri 0.682 gram ağırlığında gümüşü ihtiva eden akçeler yerine, 100 dirhem gümüşten 800 adet kestirilerek ağırlıkları 0.384 gramlık Osmanlı altınlarından bir tanesi kıymet itibariyle bu akçelerden 120’sine karşılık kabul ediliyordu. Bu suretle eskiden toplamı 40.920 gram gümüş ihtiva eden 60 akçe ile alınabilen bir altına yeni kur’da, operasyonda bir gram altının fiyatı 11.52 gram gümüşten 13.10 gram gümüşe çıkarılarak altına pirim tanınmış oluyordu.
Diğer yandan Yavuz Sultan Selim’in saltanatında 3.172 karat (0.651gram) olan akçenin vezni, Kanuni devrinde yine devalüe edilerek 100 dirhem gümüşten 500 adet akçe kestirilerek 31/4 karata inmiş, III. Murad devrinde 1589’da yapılan ilk sikke tashihinde 100 dirhem gümüşten 800 akçe kestirilmek suretiyle iki karattan (0.401 gram) da az bir vezne, 0.384 grama kadar düşürülmüştür.
Akçe darbını düzenleyen fermanlar, bunun saf gümüşten olmasını emreder. Akçenin gümüşünün resmen ayarlanma tarihi 1697’dir. Bu tarihten sonra basılan akçeler %10 oranında bakır ihtiva etmektedir.[60]
Para talebindeki büyük artışın hem devlet masraflarında meydana gelen artış ile hem de enflasyonun başlamasıyla ortaya çıktığını ifade edebiliriz. Böylelikle iki ana etkenin müştereken etkilerini sürdürdükleri ve sonunda ülkeye artan miktarda giren bulyona rağmen devleti tağşiş yapmaya zorladıkları anlaşılmaktadır.[61]
Sikke Tashihi: Görüldüğü üzere Osmanlı temel parası başlangıçta “akçe” adıyla sadece gümüşten kesiliyordu. Yani “monometalizm” benimsenmişti. İlk Osmanlı altın parası olan “sultani altın” 1479’da kesildi. Bu tarihe kadar Osmanlı Devleti’nde yabancı ülke paraları basılıyordu. İkili para sistemine (bimetalizm) geçiş 1479’da oldu. Para basımı için gerekli madenler ya işletilen maden ocaklarından ya da eski kırkık ve mağşuş paraların eritilmesinden sağlanıyordu. Bu gibi hammadde toplanan yerlerde darphaneler kurulmuştu.[62]
XVI. yüzyılın ikinci yarısında görülen uluslararası değerli maden hareketleri Osmanlı piyasasını olumsuz yönde etkiledi. Para sürekli tağşiş edilmeye, akçe içindeki gümüş miktarı sürekli olarak azaltılmaya başlandı. Bu sıralarda merkezi gücü büyüyen ve gelir kaynakları daralan Osmanlı Devleti, maliyenin para talebi artınca sık sık sikke tashihine başvuruldu. “Sikke tashihi” denilen para operasyonu basit anlamda paranın değerli maden muhtevasını düşürmektedir. Bunun için eski paraların toplanıp yeni ayara göre basılması gerekiyordu. Ancak, o zamanın para teknolojisinde bunu başarmak zordu. Parayı hızla toplamak ve hızla para basmak mümkün olmuyordu. Osmanlı maliyecileri bunu hızlandırmak için paraları kesme yoluna gitmişler ve böylece “kırkık akçe” ortaya çıkmıştır.[63]
Dış ticaret, eşya fiyatları, sikkenin gerçek değeri ile ülkede bulunan altın ve gümüş madenlerinin miktarı arasında sıkı bir ilişki vardır. Akçe ayarlamaları sonucu eşya fiyatları arttığı gibi istikrarlı altın paraların rayiçleri de yükselirdi. Bu sebeple önemli para ayarlamaları yapıldığında eşya fiyatları yeniden tespit edilir ve genel narh cetvelleri yayınlanırdı. Nitekim 1584 ayarlamasından sonra Koca Sinan Paşa böyle bir narh listesi çıkarmıştı. 1600’de[64] bu liste üzerinde tadilât yapılmış ve 1641’de ise[65] sikke tashihinde yeni bir narh listesi düzenlenmiştir.
2.3. Narhın Tespiti, Denetimi ve Narh Defterlerinin Düzenlenmesi
Yukarıda ifade ettiğimiz gerek olağan, gerekse olağanüstü durumlar narhı gerekli kılmakta idi. Bu yönde ilk olarak narhın tespiti işi ehemmiyet arz etmektedir. Narh tespiti, yukarıda açıklanan durumlar sonucu (olağan ve olağanüstü) yapılabildiği gibi, esnafın narhı az bularak yaptıkları müracaatları veya kadılık tarafından fiyat ayarlanmasına ihtiyaç duyulması halinde yapılabilirdi. Esnafın müracaatı iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki; kendi içlerinde rekâbeti önlemek amacıyla talep edilen narhtır ki, bu da hammadde alımında azâmi mamul, madde satımında asgariyi gösterirdi. Diğeri ise; hammadde fiyatlarının yükselmesi karşısında kâr oranının düşmesi üzerine gerçekleşirdi.[66] Esnafın, narhın yükseltilmesi için yaptığı müracaatta mesele araştırılır, gerekli görülürse narh yükseltilir, aksi durumda istekler reddedilirdi.[67]
Fiyat tespitleri, kadı’nın başkanlığında toplanan bir komisyon tarafından yapılırdı. Bu komisyona âyan, ulema ve esnaf da katılmakta idi. Buna ilişkin Trabzon narh defterlerinin birinde şöyle bir kayıt bulunmaktadır: “Trabzon Valisi İzzetlu Osman Paşa Hazretlerinin musahhah defterleri üzerine medîne-i Trabzon’un bi’l-cümle ulemâ ve a’yân ma’rifetleri ve ma’rifet-şer’le olan es’âr defteridir.[68] Fiyatların tespitinde üretici, esnaf ve tüketici gözönünde bulundurulur, bu grupların zarara uğramayacakları bir oranda fiyatlar tespit edilirdi. Ancak satıcı her zaman yüksek kâr amacı güdeceğinden, narhlar mümkün mertebe tüketicinin lehine olacak şekilde, düşük fiyatta belirlenirdi. Esnafın narhı artırması yönündeki talebi karşısında fiyatlar belirlenirken, bir üretim süreci oluşturulur; hammadde halindeki malın nihai duruma gelinceye kadar geçirdiği safhalardaki maliyetleri, iş saatleri, ücretleri bizzat müşahede ile tespit edilir, yani belgelerin deyimiyle bir kurul huzurunda “çaşni” tutulur, yeterli kâr bırakması halinde fiyatlar yükseltilmezdi.[69]
Kadı’nın başkanlığındaki komisyon tarafından yapılan narh tespitinde büyük bir itina gösterilirdi. Fiyatı tespit edilen mallar genellikle gıda ve zorunlu ihtiyaçlara cevap veren maddelerdi.[70] Malın maliyeti tam olarak hesaplandıktan sonra %10 oranında esnafa kâr bırakılmakla beraber, iş güçlüğü fazla olan mallarda bu oran %20’ye çıkartılırdı.[71] Kaliteli mal üreten ve satan esnafın, daha yüksek bir fiyat üzerinden satış yapmalarına izin verilirdi.[72] Yine narh tespit edilirken bazı narh defterlerinde getirici ve oturucu (mukîm) için ayrı fiyat belirlenirdi.[73] Diğer yandan değişik narh defterlerinde, tüketici açısından, bazı mallarda[74] tespit edilen fiyatlar sicile geçirilirken, bu fiyatların yanında veya aşağısında “müsamaha veya müsâ’ade”, “ba’dehu” veya bir başka tarih kaydedilerek iki, hatta ikiden fazla fiyat verilmektedir. Bu şekilde yazılan fiyatlar muhtemelen, esnafın talebi üzerine veya fiyatların yükselmesinden dolayı kaydedilirdi. Narh listelerinde kayıtları bulunan “müsamaha veya müsa’ade” terimlerini açıklayan herhangi bir not yoktur. Ancak, bu durumdan, esnafın bu fiyatlar üzerinden de satış yapabilecekleri hükmü çıkarılabilir. Fiyatlar tespit edildikten sonra, esnaf belirlenen rakamların üstünde satış yapmayacaklarına ve satış yaptıkları takdirde cezalarına razı olacaklarına dair taahhütte bulunurdu.
Tespit edilen fiyatlar kadılar tarafından sicillere geçirilmekte idi. Bu fiyatların halka duyurulması ise münâdiler aracılığı ile yapılmaktaydı. Sicillere geçirilen narh defterleri çeşitlilik arz etmekte ve iktisat tarihi açısından zengin bir malzeme oluşturmaktadır. Sicillere kaydedilen fiyatların denetimlerinde pazarların kontrolleri merkezde bizzat sadrazam tarafından “kola çıkmak” suretiyle yapılabildiği gibi[75] sadrazamın olmadığı zaman, bu kontroller kadıların başkanlığında yapılırdı. Taşradaki pazar teftişleri, genelde kadı’nın başkanlığında yapılırdı. Eğer kadı yoksa bu işle muhtesib ilgilenirdi. Her an pazar kontrollerini muhtesib yapardı. Esnafla sürekli iç-içe bulunan yine muhtesibdi.
Bu nedenle piyasayı en iyi bilen kişi o idi. Bu konumundan ötürü de fiyat tespitinde görev alırdı. Muhtesib kontrol işlerini maiyyetinde bulunan kol oğlanları, terazibaşıları ve taşoğlanları ile yürütürdü. Ayrıca muhtesib, ihtisab gelirlerini bir seneliğine iltizam yoluyla toplardı.[76]
Fiyatların tespitinde etkili olan esnaf teşkilâtının üyeleri (şeyh, nâkib, yiğitbaşı ve ehl-i hibre), piyasaların kontrolünde de aktif rol almaktadır. Bu yönde zanaat ve ticareti düzenlemekte ve malın kalite denetimi ile standartizasyonunu sağlamakta idiler.[77]
Pazarlarda kontroller, tespit edilen narh fiyatlarından tartılara, esnafın davranışından gedik sistemine[78] kadar dikkatle yapılmaktaydı. Bu denetimler içerisinde özellikle, verilen narh fiyatının altında veya üstünde bir satış yapılmamasına ve tartılara dikkat edilirdi. Kurallara uymayanlar, anında pazar yerinde cezalandırılırdı.[79] Ancak XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yeniçeri ve esnaf sanatkârlarının sayıları arttığı için ceza görecek olan esnaflar, zabitlere teslim edilip, daha sonra cezalandırılırlardı.[80]
Narh defterlerinin diğer bir takım çeşitli özelliklerini Anadolu’nun iki önemli şehri olan Kastamonu ve Trabzon ağırlıklı olmakla, diğer şehirler üzerinde karşılaştırmalı incelersek şunları görürüz. Trabzon narh defterleri, sicillerin ilk, son ve hatta orta[81] sayfalarında yer almakla birlikte, bir sayfada birkaç narh listesi de bulunabilmektedir.[82] Kastamonu’ya ait narh defterleri ise sicillerin ya başında ya da sonunda yer almakta,[83] bazen bir buçuk sayfayı doldurmaktadır.[84] Bu yönde XVII. yüzyıla ait İstanbul sicillerindeki narh defterleri de genelde son sayfada yer almakta idi.[85] Diğer yandan, Trabzon narh defterlerinde olduğu gibi Kastamonu narh defterlerinde de ilk olarak gıda fiyatları zikredilmekte ve narh listesi içerisinde büyük bir çoğunluğa sahip olmaktadırlar. Bunları çeşitli temizlik, giyim ve ev eşyaları ile demirci ve ayakkabıcı esnafına ait mallar takip etmektedir. Bu konuda İstanbul ve Bolu narh defterleri aynı özellikleri göstermekte ve defterlerin çoğunluğunu gıda fiyatları oluştururken, bunları temizlik ve diğer zaruri ihtiyaçlara ait eşyalar takip etmektedir.[86]
Düzen bakımından Kastamonu narh defterleri Trabzon narh defterlerinden daha düzenlidir. Kastamonu sicillerindeki narh listeleri genellikle “defter-i es’ardır ki fî ”, “İş bu senesinde ehl-i suka verilen narhtır ki zikr olunur” tabirleriyle başlar ve ayrı ayrı esnaf gruplarının[87] zikredildiği tek bir listeden oluşur.[88] XVII. yüzyıla ait Konya ve Malatya defterleri de Kastamonu narh defterleri gibi düzen içerisindedir.[89] Trabzon narh defterlerinde ise, defterin başında belirli bir tarih kaydedilerek altında malların isimlerini ve fiyatlarını içeren uzunca listeler yazılmıştır. Bu uzun listeler çoğu kez “der-beyân-ı es’ârdır ki ber-vech-i âti zikr olunur fî ” şeklindeki bir kayıtla başlar malların isim ve fiyatlarıyla devam eder.
Ayrıca narh defterlerindeki bu uzunca listelerden ayrı olarak da, tek bir maddeyi içeren narhlar da mevcuttur.[90] Diğer taraftan Trabzon narh defterlerinde getirici ve oturucu (mukîm) fiyatları ayrı ayrı belirtilirken,[91] Kastamonu narh defterlerinde getirici fiyatlarına rastlanılmamıştır. İstanbul’a ait 1600 ve 1640 tarihli narh defterlerinde de oturucu ve getirici fiyatları ayrı ayrı kayıtlı idi.[92]
1700-1750 yıllarında gerek Trabzon, gerekse Kastamonu narh defterlerindeki ölçü birimleri de benzerlik göstermektedir. Bu ölçü birimleri; dirhem,[93] kıyye,[94] keyl (kile), batman,[95] yük,[96] yem,[97] çift, geym ve adeddir.[98] Bu ölçü birimlerinden dirhem, kıyye (vakıyye), batman, çift vs. birçok narh defterlerinde zikredilmektedir.[99] 1525 yılı sonundaki İstanbul’a ait narh listesinde ise ölçü birimleri dirhem, vakıyye, kile veya keyl ile sıvı ölçü birimi olarak kullanılan “medre”den oluşmaktadır.[100] Narh defterlerinde zikredilen para birimleri ise; akçe, kuruş[101], para[102], sümün[103], rub’ ve sülüs[104] idi. Ancak bunların içerisinde kuruş, para ve sümün çok az yerde kayıtlı iken akçe[105], meblağ kaydı ile narh listelerinin hepsinde ve hemen hemen bütün mallarda para birimi olarak zikredilmekte idi. Yine bazı narh defterlerinde iki fiyat verilmekte ve fiyatların yanına tüccar esnafına ve esnâf-ı nâsa diye notlar düşülmekte idi. XVII. yüzyıl narh defterlerinde de akçe çoğunlukta kullanılan para birimi olmakla beraber, meblağ olarak kayıtlı idi.[106] Ancak 1525 yılı sonundaki İstanbul’a ait narh defterlerinde akçe, kıymet olarak zikredilir.[107]
Bütün bunların yanında 1700-1750 yıllarına ait Trabzon ve Kastamonu narh defterlerinde öyle maddeler vardı ki, bu maddelerin bazısının miktarı kayıtlı iken fiyatı bulunmamakta, bazısının ise ne miktarı ne de fiyatı bulunmakta idi. Örneğin Trabzon narh defterlerinde bazen bastırma, nebat şekeri, patlıcan, badem gibi maddelerin ne miktarı ne de fiyatları belirtilmeden kaydedilmişlerdir.[108] Kastamonu narh defterlerinde ise bazen fındık, güfter, incir, ceviziçi, soğan, badem, sirke gibi malların miktarları belirtilmiş, fakat fiyatları kaydedilmemiştir.[109]
Narh fiyatlarının sicillere kaydedilmesinden sonra en önemli işlerden biri olan ve narh uygulaması zincirindeki sonuncu halkayı oluşturup daha önce ifade ettiğimiz denetim hususu imparatorluk içerisinde narh uygulaması süresince dikkat arz etmekteydi. Bu nedenle padişahlar zaman zaman tebdil gezerek kanun ve nizamlara uyulup uyulmadığını kontrol ederlerdi. Bu denetimler neticesinde de pazarlarda rahat bir ticaret ortamı sağlanırdı.
3. Sonuç
İslâm, serbest piyasa ve mal arzının sınırlı olduğu ortamlarda özellikle kıtlığı önlemek amacıyla Peygamberimizin hadisi çerçevesinde narh yasaklanmaktaydı. Ancak ilerleyen yıllarda karaborsacılığın artması ve serbest piyasa ortamından uzaklaşılması sonucu narh uygulaması gerekli görülmüştür. Osmanlılarda ise narh uygulaması devlet için çok önemli işlerdendi. Bu nedenle narh uygulaması hemen hemen bütün devlet adamları görüşlerinde kabul bulmuştur. Gerçekten de serbest piyasa ortamının olmadığı, rekabet dozlarının farklılık gösterdiği piyasalarda, serbest piyasa ortamını oluşturmak, üreticiyi ve özellikle tüketiciyi korumak açısından narh uygulaması kaçınılmazdı. Halkın enflasyonist baskılara karşı korunması, yaşam standardının yükseltilmesi, alım gücünün artırılması, üretimin artırılarak ekonomiye canlılık kazandırılması yönünde üreticinin ve tüketicinin korunması, karaborsanın ortadan kaldırılması, ticaret ahlâkına uygun bir şekilde rekabet ortamının hazırlanması gibi durumlar Osmanlılarda narh uygulamasını gerekli kılmakta idi. Olağan ve olağanüstü durumlarda yapılan narh uygulamasıyla devlet piyasayı kontrol etmekte, kendinin üstünde ve halkı sömürücü bir ekonomik gücün oluşmasını engellemekte idi.
Şu ana kadarki bulgulara göre İstanbul’un fethiyle başlayıp, 1860’lı yılların ertesine kadar süren narh uygulaması sırasında ara sıra bazı esnaflar, narhın altında satış yaparak diğer esnafları ve üreticiyi, diğer taraftan narhın üzerinde satış yapmaya kalkışanlar ise, tüketiciyi zor durumda bırakıyorlardı. Ancak narh uygulamasındaki bu tür problemlerde esnaf kadı ve muhtesiblerin başkanlığında, narhın son aşamasını oluşturan “kola çıkmak” göreviyle denetlenmekte ve narh dışı satış yapanlar cezalandırılmakta idiler. Böylece fiyatlardan tartılara ve gedik sistemine kadar uzanan bu denetimlerle, uygun rekabetin olduğu serbest piyasa ortamı sağlanıp, esnaf ve tüketicinin memnun olduğu pazar yerleri oluşturulmakta idi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 861-871