Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman SİLER
I. Giriş
Üçüncü Selim’in ve özellikle II. Mahmud’un karşılaştığı çeşitli iç ve dış olaylar ve baskılar, yenilik hareketlerinin başarısını ve Osmanlı Devleti’nin güçlenmesini engellemişti. Yeniçeri Ocağı’nın yerine yeni ve modern bir ordu kurmak isterken II. Mahmut, 1827’de Navarin baskını ile donanmayı kaybetmişti. Bütün bu engellere ve zorluklara rağmen, başta askerî reformlar olmak üzere, idarî, sosyal ve ekonomik alanlarda birçok yenilik yapmaya çalışan inkılâpçı padişah, M. Ali Paşa isyanının ikinci safhasında, yine çok kritik bir duruma düşmüştü. Sonuç olarak Osmanlı Devleti’ni ticari, sınai, malî, iktisadî, hatta siyasî yönlerden büyük sıkıntılara sokan 1838 Osmanlı İngiliz Balta Limanı Ticaret Muâhedesi imzalanmıştı. Osmanlı yönetimi bu anlaşmaya imza koymakla, Mısır sorunu karşısında İngiltere’nin siyasî desteğini sağlamayı umuyordu.
Öte yandan XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da ortaya çıkan Sanayi İnkılâbı ile, özellikle İngiltere’de fabrikasyon üretimi hızlı bir şekilde artmaya başlamıştı. Fransa Büyük İnkılâbı’nın sonucu olarak ortaya çıkan büyük Avrupa savaşları sırasında İngiliz malları tüketim alanları buluyordu. 1815’ten sonra savaşlar sona erdiği için, İngiltere ekonomisi belirgin bir krize yuvarlanmaya başladı. Avrupa devletleri korumacılık tedbirleri almış olduğundan, İngiltere yeni pazarlar bulmak zorunda kaldı. Aradığı açık pazarı da Osmanlı topraklarında bulabilirdi. Ancak Osmanlılarda o sıralarda “yed-i vâhid” (tekel) usûlü uygulanmakta olduğu için, serbest ticaret mümkün olmuyordu. İngiltere bu tekel sistemini kaldırma hususunda Osmanlı yöneticilerini ikna etmenin fırsatını kolluyordu. İşte Osmanlı-Mısır Savaşı İngiltere’ye bu fırsatı vermiş, 1838’deki anlaşma böylece imzalanabilmişti.[1]
İngiltere ile 1838 ticaret anlaşmasını imzalamış olan Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin devamını İngiltere ile kurulan bu “dostluğa” dayıyordu. İngiliz yanlısı olan Reşit Paşa’nın, “Palmerston ile İngiltere’nin Bâb-ı Âli büyükelçisi ünlü Stratford de Redcliffe’le yakın ilişkileri vardı”. Fakat kendi yetiştirmeleri olan Âli ve Fuat Paşa’lar ise Fransa’ya yakınlık duyuyorlardı.[2]
II. Mahmud’un ve Tanzimatçıların reformları, Osmanlı ülkesinde okumuş, idealist ve “tutkulu” yeni bir elit tabaka ortaya çıkarmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun geçirdiği çok yönlü değişim, bu tabakada yeni arzular uyandırmış, fırsatlar doğurmuştu. Bu aydınlar, Avrupa eserlerinin çevirisi ve taklidi sonucunda, kafalarını yeni fikir ve inançlara açmış bulunuyorlardı. Bunların çoğu “dar ve tanınmış aileler grubundan geliyorlardı”. Yeni reform dönemi devletin kanunlarıyla değil, “edebî manifestolarla başladı. Genç Türkiye’ nin ilk liderleri politikacılar değil, ozanlar ve yazarlar oldu”.[3]
Bu yazar ve şairlerin en ünlüsü Namık Kemal’di. Tanzimatçı paşaların, yukarıda bahsedildiği gibi İngiliz ve Fransız yanlısı olmaları ve yenileşme hareketlerinde çoğunlukla başarısız kalmaları, 1840’ta doğan ve bir Tanzimat Devri çocuğu olan Namık Kemal ve benzerlerini harekete geçirmişti. Tanzimat idaresine bir tepki olarak 1865’te kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti ise, çeşitli konular yanında iktisadî problemlerle de ilgilenmekteydi. İktisadî kalkınmayı sosyal değişmenin bir parçası olarak gören bu cemiyet dış ticarette müdahaleciliği esas kabul ediyor; devletin “sonu gelmeyen istikrazlarla” hiçbir zaman kalkındırılamayacağını belirtiyordu. Çözümü de yerli bankalar kurularak, yerli sanayiin sağlam temellere oturtulmasında ve yerli bir tüccar zümresinin oluşturulmasında görüyordu.[4] Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin önemli bir üyesi olan Namık Kemal’in de, güçlü kalemi ile çok yönlü bir mücadeleye girişmesi ve edebî, siyasî konular yanında, ekonomik sorunlarla da yakından ilgilenmesi tabiî karşılanmalıdır. Zaten 1867-1870 yılları arasında, Londra, Paris ve Viyana gibi önemli Avrupa başkentlerinde sürgün olarak yaşamış olan Namık Kemal’in, bu sıralarda uğraştığı alanlar içerisinde ekonomi de yer alıyordu.
Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Tanzimat’a kadar iktisadî ve dünyevî olmayan Osmanlı dünya görüşünün, bu dönemden itibaren yerini iktisadî ve dünyevî bir dünya anlayışına bırakmaya başladığını vurguladığı bir çalışmasında, Osmanlı ülkesinin şirkete, sermayeye, bankaya, buharlı makineye olan ihtiyacından bahseden Namık Kemal’i de, “Tanzimat çağının muahhar bir iktisatçısı” saymaktadır.[5]
Namık Kemal Tasvir-i Efkâr’dan başlayarak, Hürriyet, Hadika ve özellikle İbret adlı gazetelerde iktisadî meselelere dair epeyce makale yazmıştır. Bu yazılarda genellikle Osmanlı tarımının, ticaret ve sanayiinin durumu, vergilerin ağırlığı ve bu hususlardaki çözüm yolları, devletin bütçesi ile ilgili problemler, yabancılara verilen ticarî vb. imtiyazların zararları, iç ve dış borçlar, dış borçlar yüzünden malî bağımsızlığın tehlikeye düşmesi vb. gibi konular ele alınmaktadır.[6]
II. Namık Kemal’in Üzerinde Durduğu Başlıca İktisadî Konular
A. Namık Kemal ve İktisadî Liberalizm
1940’lı yılların başlarında, Namık Kemal’in iktisadî bakımdan “liberalist” olup olmadığı hakkında, bilim ve fikir adamları arasında bir anlaşmazlığın bulunduğu anlaşılmaktadır. Hilmi Ziya Ülken’e göre,[7] Namık Kemal iktisatta liberalist idi. Çünkü “Tanzimat’ta Namık Kemal ‘serbest ticaret’ diye bağırıyordu”. Mehmet Kaplan ise kısa bir yazısında[8] Namık Kemal’in bazı makalelerine dayanarak,
H. Z.Ülken’in yorumunun yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Kaplan, Ülken’in adı geçen yazısını ele alarak, serbest ticarete ve iktisatta liberalizmi uygulamak isteyen Tanzimat hükümetlerinin ekonomi politikasına karşı çıkan; yabancı sermayenin sadece kendi çıkarlarını gözetmesinden, sanayi ve ticaretin yabancıların elinde bulunmasından şikâyetçi olan Namık Kemal’in, liberalizme değil, tam tersine bir çeşit devlet himayeciliğine taraftar olduğunu anlatmaktadır.
Namık Kemal’i XIX. yüzyıl liberalizminin Osmanlılardaki temsilcisi gibi gösteren B. Boran ise, bunun siyasî fikir ve kişi hakları açısından düşünülmesi gerektiğini iddia etmektedir. İktisadî açıdan bakıldığında ise Namık Kemal’in, XIX. yüzyıl liberalizminin, devletin ekonomi ve kültür alanlarındaki faaliyetlerini kişi hürriyetine saldırı şeklinde yorumlayan anlayışına şiddetle karşı çıktığını, hatta eğitim ve öğretim işinin devlete ait olduğunu savunarak, gelecekteki devletçiliğin öncüsü sayılabileceğini öne sürmektedir.[9]
Namık Kemal’in aşağıdaki cümleleri,[10] kendisinin iktisadî liberalizmi savunup savunmadığı hakkında, insanı gerçekten tereddüde düşürüyor:
“Fenn-i servet müelliflerinin kâffesi ‘bırak geçsin, bırak yapsın’ meselini ki, mânây-ı lâzımisi ticaret ve san’atın hürriyet-i mutlakası demektir, şiar ittihaz eylediler. Vakıa her ne işte olursa olsun menfaat hürriyettedir. Çünkü muktezay-ı tabiat hürriyettir. Lâkin bazı arızalarla bu hürriyet-i ticaret Osmanlılar için ‘ayn-ı mazarrat oldu.
“Te’siri bizde zıddına düştü devâların”
Aslında Namık Kemal bu sözleriyle önemli bir sosyal gerçeğe işaret etmiş oluyor: Bir toplum için geçerli ve yararlı olan bir kural, başka bir toplum için çok zararlı olabilir. Namık Kemal’i ille de bir “sistem”e oturtmaya çalışmaktansa, konuya bir de bu açıdan bakılması önerilebilir.
Bir makalesinde[11] “Biz ise her ne arzumuz var ise husûlünü ibtida hükümetten ve olmaz ise Cenab-ı Hak’dan bekliyoruz. Hiç şüphe edilmemek iktiza eder ki, bir hükûmet halkın ne pederidir, ne hocasıdır, ne vâsisidir, ne lâlâsıdır…” diyen Namık Kemal, ekonomik gelişme için zengin olmayı bekleyip de ondan sonra şirketler, fabrikalar ve mektepler yapmayı düşünmenin yanlış olduğunu; önce eğitimle işe başlanırsa, şirketin de fabrikanın da bankanın da kurulabileceğini anlatıyor.
Eğitimin, ekonomik gelişmenin temeli olduğunu vurgulayan Namık Kemal, zengin devlet adamlarının okullar yaparak halka örnek olmalarını tavsiye etmektedir. Böylece bu güzel özendirme ile eğitim işlerinde halk da devlete yardımcı olacaktır.[12]
Namık Kemal’e göre, eğitim ve öğretim harcamalarında kısıntı ve cimrilik yapılamaz. Eğitim sayesinde bilim ve kültür ilerledikçe, dünyanın zenginlikleri de elde edilir. Eğitimdeki gerilikleri yüzünden ellerindeki altın stoklarını eriten İspanyollar’la, demir ve kömürden başka bir şeyleri olmadığı halde, eğitimdeki ilerlemeleri ile dünyanın servetlerini ele geçiren İngilizler’in mukayesesi, bu görüşün doğruluğunu ispatlar. Önce ekonomi, sonra eğitim derseniz, yanılırsınız; çünkü ancak eğitilmiş insanlar zenginliği üretebilir.[13]
Çok çeşitli alanlarda fikir yürütmesi dolayısıyla, sistemli ve derinlemesine görüşler ortaya koyamadığı anlaşılan Namık Kemal, her gerçeği ayrı bir açıdan ele almıştır. Bu durumundan dolayı, bazı görüşleri birbirine aykırı gibi görünmektedir. Bu yüzden O’nun bir yanına bakarak, her yanını ona göre değerlendirmek, insanı yanılgılara düşürebilir.[14] İşte Namık Kemal’in iktisadî görüşleri hakkındaki farklı yorumların sebebi de budur.
B. Osmanlı-Avrupa Ekonomik Mukayesesi ve Bütçe Problemi
Namık Kemal, iktisadî konulardaki yazılarının birçoğunda, teorik fikirlerden çok, içinde yaşadığı şartlar gereği, Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadî durumu ve durumun Avrupa’nın ulaştığı ileri seviye ile karşılaştırılması üzerinde durur. Konu ile ilgili bir makalesinde[15] Osmanlılar’ın XVII. yüzyıla kadar sanat, ticaret ve ekonomik güç yönlerinden Avrupa’dan çok ileri olduğunu, Avrupa’nın her bakımdan bize muhtaç bulunduğunu; ancak daha sonraları durumun tersine döndüğünü, Avrupalıların ticaret ve sanayide de Osmanlıları yenmeye başladıklarını, onlar ilerlerken bizim “kımıldanmak istedikçe fersah fersah geri” atıldığımızı yazar.
Başka bir makalesinde[16] Osmanlı Devleti’nin iktisadî geriliğinden dert yanan Namık Kemal bazı sorular sorar:
“Bir fabrikamız yok. Mülkümüzde san’at ne ile ileri gider?
“Bir şirket te’sisine muvaffak olamadık. Ticaret böyle mi terakki bulur? Bir Müslüman bankası var mı? Beynimizde [aramızda] servet nasıl vücuda gelir? İyice bilmeliyiz ki, biz hâlâ ecdadımız olan abalı kebeli Türklerin mevki gibi, ahlâk gibi elimize geçen mirasları sayesinde yaşıyoruz. Osmanlı şanı, terakki fikri bunu mu iktiza eder? ”
“Terakki” başlıklı makalesinde[17] de ileri Avrupa’nın sembolü olarak seçtiği Londra’yı sosyal hayat, kültürel, bilimsel ve teknik gelişme, ticaret, sanayi ve ekonomi açılarından mübalağalı bir biçimde över. Ancak sonunda ilginç bir tespitte bulunur: Ekonomik, teknolojik ilerlemenin doruğuna tırmanan Batı, “adalet” ve “ahlâk” açılarından oldukça geri durumdadır. Bu ise, akıllı insanları, Batı’yı büyük bir “fetret” döneminin beklediği endişesine düşürmektedir!
Osmanlı Devleti’nin ilerlemesini sağlayacak tedbirlerin en önemlisinin maliye teşkilâtı ile ilgili olduğunu belirten Namık Kemal, maliyede görülen kötülüklerin şu üç sebepten kaynaklandığını öne sürer: 1) Tanzimat hükümetlerinin, gelirlerin giderlere yetmediğini görür görmez, iç ve dış borçlara yönelmeleri, 2) İktisadî gerçeklere göre, bütçe hazırlanırken, önce giderlerin ortaya konup, bunlara yetecek gelirleri bulmak gerekirken, Tanzimat yöneticilerinin bunun tersini yapagelmeleri, 3) Halka yük olan ağır vergilerin hafifletilmesi, halkı daha fazla çalışmaya, üretmeye ve gelirleri arttırmaya yönelttiği halde, bizde vergilerin ağırlığı ve dahilî gümrüklerin kaldırılmaması.[18]
Osmanlı Devleti’nin de Avrupa devletleri gibi, ekonomik gelişmeyi sağlayacak düzenli bütçeler yapmasını isteyen Namık Kemal, diğer bir makalesinde,[19] önce bütçenin faydalarını anlatır. Ona göre bütçenin millete hizmeti, devletin ihtiyaçlarını kamuoyunun kontrolü altına vererek, halkın boş yere para vermesini ve halktan alınan paraların israfını önlemesidir.
Namık Kemal’e göre, çeşitli hileli para oyunları ile Galata sarraflarına, mültezimlere binlerce kese para kaptıran devlet, Galata bankerlerinden aldığı istikrazlara da bin bir çeşit hile ve kötülüklerin karışmasına engel olamıyordu. İşin en kötü yanı ise, yapılan israfların, “ecnebi” ticaretinin menfaatlerine yaraması ve her sene yabancı tüccarlara milyonlarca liralık tazminat verilmesi idi. İktisatçıların, her şeyden önce “adalet ve tasarruf” tavsiyesinde bulunduklarını; en çok da paranın verimli yatırımlara harcanması gereğine ve herkesin bizzat çalışarak üretim yapmasına önem verdiklerini hatırlatan Namık Kemal, şu hükme varıyor: Her milletin sahip olduğu büyük yetenekleri ortaya çıkarmanın yolu, “masrafta iktisat” ve davranışlarda sadeliktir.[20]
C. Ekonomik Gelişmenin Temeli Çalışma
Namık Kemal’e göre, ekonomik gelişmenin temeli olan çalışma, servet sayesinde meydana gelmez. Halbuki serveti sağlayan şey, çalışmadır.[21]
“Sa’y” adlı makalesinde[22] çalışıp kazanmanın önemini hem ahlâkî hem de iktisadî açılardan ele alan Namık Kemal, İslâm’daki “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak, yarın ölecekmiş gibi de ölüme hazırlanmak” prensibinin büyük ve hikmetli olduğunu belirterek, bunun gerçek mutluluğa ulaşmanın esası olduğunu savunur. O’na göre, dünyada görülen her üretim ve mal, çalışma ile meydana gelir. Yaratılmışların en seçkini olan insanın hayat ve rahatı çalışıp kazanmaya bağlı olduğu için, Allah kazananları sever. Kur’an’da Allah “İnsan için çalıştığından başka bir şey yoktur” buyuruyor. “Gökten maide inmek bir mucize idi, geçti” diyen Namık Kemal’in, her biri adetâ bir vecize olan aşağıdaki cümleleri de aynı makalede yer almaktadır: “İnsan kendi sa’yiyle yaşamalıdır ki, zamanının kıymetini bilsin, hayatının lezzetini duysun”; “Bir dakikada yüz bin altın kazanılabilir, lâkin yüz milyon altın insana bir dakikayı kazandıramaz”; “Eğer istersen ki bir günün bir gününden a’lâ olsun; bugünün mahsûlünden yarına bir sermaye nakletmeye çalış!”; “Müstakbeldeki hali emniyet altına almak, iki kazanıp bir yemekle olur”; “Bugün yarı aç durmak, yarın nâmerde muhtaç olmaktan hayırlıdır”.
Namık Kemal’e göre yalnız erkekler değil, kadınlar da çalışmalıdır. “Terbiye-i Nisvan” başlıklı makalesinde[23] şu görüşlere yer verir:
Osmanlılarda şehirli kadınlar, XIX. yüzyılın başlarından beri çalışma ve iş hayatından bütünüyle çekilerek, sadece bir çalgı, süs eşyası ve zevk aleti gibi görülmeye başlamıştır. Böylece nüfusun en aşağı yarısını oluşturan kadınların, erkeklerin kazançlarıyla yaşamaya alışmaları, sosyal yardımlaşma ilkesine de darbe vurmaktadır. Bu durumda toplum hayatının bir çeşit felce uğradığı söylenebilir. Ayrıca kadınlarımızın, adetâ bir mirasyedi gibi velilerinin mallarından bedava yararlanmaları, evin idaresi ile kendilerini yükümlü görmeme sorumsuzlukları, bu yetmezmiş gibi süslenmeleri, lüks ve israf içinde yaşamaları yüzünden, artık kimse geçimini sağlayamayacak bir duruma düşmüştür. Böylece hem ailelerin tasarruf alışkanlıkları hem de millî servet büyük darbeler yemiş, sonuçta kişiden devlete herkes “istikraz” ile yaşamaya mecbur olmuştur.Bütün işlerin çözüm kaynağı bilim ve eğitimdir. Kadınlarımız, evin idaresi ile ilgili bilgiler dışında, çalışıp kazanç sağlamalarına yarayacak kadar, bazı sanatları da öğrenmelidirler.
D. Devlet Gelirlerini Arttırmanın Yolları ve Vergiler
Ekonomik ve sosyal gelişmenin sağlanması için devletin halktan vergi almak zorunda olduğuna inanan Namık Kemal, bu konuyu “Tekâlif” başlıklı uzun bir makalesinde[24] ele almıştır. O’na göre, iktisat bilimi ortaya koymuştur ki, devlet gelirleri şu beş kaynaktan ortaya çıkar: Vergiler, resmî işlemlerden alınan harçlar, devlet arazisinin, madenlerin ve ormanların işletilmesiyle elde edilen gelirler, her çeşit iç ve dış istikrazlar ve ganimetler. Osmanlı devleti için ganimetler artık söz konusu değildir. İstikraz, gerçek bir gelir kaynağı değil, ancak kesin zaruret durumlarında başvurulabilecek bir çeşit fedakârlıktır. Harçların ve diğer devlet gelirlerinin ise kayda değer bir önemi yoktur. O halde her devletin en önemli gelir kaynağı vergilerdir.
Namık Kemal adı geçen makalede kaynak göstermeksizin, iktisat biliminin vergilerin konulmasında ve toplanmasında ortaya koyduğu on ilkeden söz eder. Bunlardan bazıları şöyledir:
- Vergiler, sadece kesin zaruretler çerçevesinde alınmalıdır. Devletin zorunlu görevlerinin nelerden ibaret olduğu hakkında farklı görüşler vardır. Bazı yazarlar devletin görevlerini adaletin sağlanması, güvenliğin ve millî bağımsızlığın korunması, yasama, yürütme ve yargı hizmetleriyle sınırlı görürler. Birtakım yazarlar da bu görevlere eğitim, sosyal yardım, sanayileşme vb. gibi hizmetleri de eklerler. Gerçekte ise, kişiler ve özel şirketlerce yapılabilecek hizmetlerin devletten beklenmemesi gerekir.
- Vergiler, mümkün olduğu kadar mutedil olmalıdır. Ağır vergiler yüzünden, dünyada birçok inkılâplar meydana gelmiştir.
- Vergilerin meşru sayılabilmesinin esası, herkesin hiç olmazsa verdiği vergi oranında devlet hizmetlerinden yararlanmasıdır.
- Az masrafla büyük vergi geliri elde edebilmek için, vergi çeşitleri sayısı azaltılmalıdır.
- Vergilerin toplanması, halka en az yük olacak, hazineye en az masrafa mal olacak, alınan paralar vergi memurlarının elinde en az süre kalacak ve vergiyi saklama, kaçırma gibi kötü hareketlere en az meydan verecek biçimde düzenlenmelidir.
Yukarıda sözü edilen vergi oranlarının mutedil ve hafif olmasının, devlet gelirlerini ne şekilde arttırabileceğini, Namık Kemal yine uzun bir makalesinde[25] açıklamıştır.
Namık Kemal’e göre, vergi oranının indirilmesine en fazla elverişli olan alan, iç gümrüklerdi. “San’at ve Ticaretimiz” başlıklı makalesinde[26] “dahilî gümrükler”in, Osmanlı ticaret ve sanayiini yok oluşa sürüklemekte, yabancılara tanınan “dahilî ticaret ruhsatı”ndan daha zararlı olduğunu öne sürer. Üretilmesinden, dokunup giyecek halinde tüketiciye ulaşmasına kadar, çeşitli iç gümrük vergilerine uğrayan “ipek” örneğini ele alır. Türk ipeklilerinin bu sebeple çok pahalıya mal olduğunu, ucuz Avrupa mallarıyla rekabet edilmesinin böylece hayal olduğunu belirtir. Öte yandan yabancıların, kopardıkları imtiyazlarla, Osmanlı Devleti’nin menfaatlerini darbeleme imkânı elde ettiklerini vurgular. Deniz yoluyla taşınan eşyadan sık sık iç gümrük alınmasının saçmalığına değinerek, bu iç gümrüklerin toptan kaldırılmasının ticaret ve sanayii diriltebileceğini öne sürer. Nitekim Namık Kemal’in bu isabetli teklifi, zamanın hükümetince benimsenerek, ülke içinde malların serbestçe tedavülünü önleyen dahilî gümrükler, 1873 yılına kadar bütünüyle ortadan kaldırılmıştır.[27]
Namık Kemal, devlet gelirlerini arttırmanın çarelerinden biri olarak, ağır bir vergi olan ve Osmanlı ülkesinde büyük miktarda hayvan kaybına ve hatta tuz kaçırma uğruna birçok katil olaylarına sebep olan “tuz inhisarı”nın ortadan kaldırılmasını salık vermektedir. Aynı amaca yönelik başka bir çözüm olarak da, dünyaca ünlü olup, daha çok yabancı ülkelerde tüketilen Türk tütününün, Osmanlı hazinesi için gerçek bir servet kaynağı haline getirilmesini, buna engel olan tütün tekelinin de ilga edilmesini gösterir.[28]
Namık Kemal’e göre, tütün tekeli sonucunda, tütünü eken, toplayan, ayıran, kurutan, kıyan ve desteleyenler karınlarını doyuramazken, İstanbul’un Hristaki ve Zarifi Efendileri, tütün sayesinde hiç yorulmadan milyonlar kazanmaktaydılar. Yüz binler çalışıyor, yine aç kalıyorlar; onların ölesiye çabalarının ürünü olan gelirler de birkaç kişinin eline geçiyor; dünyada Roçilt’ler, Hirş’ler hep böylece türüyorlardı.[29]
İstanbul’dan vergi ve asker alınmamasına önem verdiği anlaşılan Namık Kemal’e göre, İstanbul dışındaki her bölgede, çok büyük sıkıntılar ve çilelerle, yılda birkaç kile buğday elde edebilen rençberler, birkaç ad altında alınan vergilerle yıldırıldığı halde, İstanbul’da rahat köşesine kurulup, günde binlerce altın devreden bankerlerden hiç vergi alınmaması hak ve adalete sığamazdı. İstanbul’daki iş sahaları yabancıların ve Rum, Yahudi, Ermeni azınlıkların tekelinde bulunuyordu.[30] Üstelik İstanbul, “bir kuyu dolabı gibi” eyaletlerden parayı çekiyor ve Avrupa’ya akıtıyordu.[31]
İstanbul şehrinin yol ve ulaşım sorununun da hazineye yük edilmemesi gerektiğini belirten Namık Kemal, imtiyazlı Tramvay Şirketi’nin, yüzlerce insanı sorumsuzca ezmeye, öldürmeye devam edeceğine, yalnız kârını düşüneceğine; şehrin yollarını genişletmesi ve kaldırımlarını yapması gerektiğini anlatır. İstanbul’da altınlar içinde yüzen birkaç bankerin keyfi kaçmasın diye, öküzle çifte koşulacak kadar zor şartlar altında yaşayan Anadolu halkından, İstanbul masrafları için de para alınmasını şiddetle eleştirir.[32]
Namık Kemal’e göre, Tanzimat’a gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin nerdeyse “izmihlâl” tehlikesi ile karşılaşmasının ve iktisadî açıdan ise yiyecek ekmeğe bile muhtaç duruma düşmesinin en önemli sebebi, üretimin azalmasıdır.[33]
Osmanlı Devleti’nin 1872 yılına ait yaklaşık üç buçuk milyon keselik masrafının, bir buçuk milyon kesesinin dış borç karşılıklarına ayrılmış olduğuna dikkati çeken Namık Kemal, tek çözüm yolunu, devlet gelirlerinin ve üretimin arttırılmasında görüyordu.[34] Burada bir hususa değinelim: Daha sonraları Ziya Gökalp da, “iktisadın yalnız tasarruftan ibâret olmadığını”, “servet artışının ancak bol üretim sâyesinde mümkün olabileceğini” savunmuştur.[35] Namık Kemal’in bu ve benzeri bazı iktisadî meselelerde Ziya Gökalp’i etkilemiş olduğu düşünülebilir.
E. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraatin Durumu
XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Namık Kemal’e göre halk artık vergilerini bile veremeyecek bir duruma düşmüştü. Askerlik hizmeti yalnız altı-yedi eyaletin Müslüman halkına hasredildiği, iç isyanlar ve savaşlar da eksik olmadığı için, köylerde tarımla uğraşacak pek az genç insan kalmış bulunuyordu.[36]
Namık Kemal, Osmanlı ticaretinin “ecnebiler elinde”, sanayiinin “hiç hükmünde” olması dolayısıyla tarıma önem verilmesini istiyordu. “Ziraatımız” adlı makalesinde[37] Osmanlı tarımının geri kalmasının sebeplerini ve geliştirilmesinin çarelerini anlatıyordu. O’na göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1870’li yıllarda çiftçiler “selemci”[38] adı verilen faizci ve murabahacıların elinde inim inim inletilmekteydi. Çiftçi-selemci ilişkileri yüksek faiz sistemine göre işlemekteydi. Bu durumu düzeltmek için M.Reşit Paşa’nın bulduğu “Menâfi-i Umûmiye Sandıkları” da selem ve murabahayı ortadan kaldıramamıştı. Pamuk üreten köylülerin durumu gösteriyordu ki, çiftçiyi bu duruma düşüren, hükûmetlerin yanlış icraatları idi. Buna karşı Namık Kemal, en önemli tedbir olarak, halkın ağır vergi yükü altından kurtarılmasını gösteriyordu.
Burada, Namık Kemal’in çelişkiye düştüğü bir-iki noktaya bakılması yararlı olur: Aslında Namık Kemal istikrazlara iyi gözle bakmaz. Fakat, tarımın ıslahı için, dış borçlara da başvurulabileceğini öne sürer. İkinci bir çelişkisi de şudur: 1869’daki bir makalesinde[39], âşar vergisinin halka birçok zararları yanında, devletin de zararına, birçok milyon sahibi sarraf ve bankerin türemesine sebep olduğunu yazıyor. Oysa 1872 tarihli başka bir makalesinde[40] ise, âşarın lağvedilmesinin çok yanlış olduğunu, bu verginin eskiden beri “görenek” olması ve “aynen” alınması gibi sebeplerle toplanmasının kolay olduğunu, sadece ıslaha muhtaç bir vergi olduğunu belirtiyor. M. Nuri Paşa’ya göre,[41] âşar vergisi Tanzimat’ın ilk bir-iki yılında “emanet suretiyle” idare ettirilmiş; ancak memurların suiistimalleri yüzünden devlet birçok zararlara uğramış, bu sebeple iltizam usûlünde bazı ıslah çalışmaları ile birlikte, âşar toplama işi yine mültezimlere verilmeye başlamıştır.
Namık Kemal’e göre ziraatın ıslahı için, çiftçilerimize çok zararları dokunan “selem ve murabaha belâsı” derhal ortadan kaldırılmalı, tarım alanında uzmanlar yetiştirilmeli, bunun için de yeteri kadar “mektep” açılmasına önem verilmeliydi.[42]
F. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sanayi ve Ticaretin Durumu
Namık Kemal, ticareti, servet kaynaklarının en bereketlisi olarak görür. %99’u yabancıların elinde bulunan İstanbul ticaretinin, şehrin büyüklüğüne göre pek az olduğunu, ülke gelirinin en büyük parçasının, Osmanlı hazinesi ile devamlı ilişki içerisinde olan Galata sarraf ve bankerlerine ait olduğunu; taşralarda ise yolların da yokluğundan dolayı ticaretin çok kötü bir duruma düştüğünü belirtir. Buna karşılık bütün güzel sahillerimizin, birkaç yüz yabancı tüccarın yararlandıkları birer define durumuna girdiğini hatırlatır.[43]
Bu görüşler karamsar ve mübalağalı sayılmaz. Bu konuda Namık Kemal’in hükümlerini destekleyen yerli ve yabancı birçok bilimsel araştırmalar bulunmaktadır. Meselâ Ömer Celâl Sarc’a göre[44], Avrupa sanayi kapitalizminin ülkemizde doğurduğu buhran, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sanayiinin yıkılışını tamamlamıştır.
Bir zamanlar her ihtiyacımızı karşılayan sanayi tezgâhlarımızın, Avrupalılarla yapılan ticaret anlaşmaları ile mahvolduğunu belirten Namık Kemal’e göre, tezgâhlarımızın kapanması ve sanatkârlarımızın perişan olması üzerine, rekabet edilmesi imkânsız Avrupa malları ülkemize yığılmıştır. Yerli malının itibarı kalmamıştır. Bunun sorumlusu Tanzimat hükûmetleridir.[45]
Namık Kemal, Osmanlı sanayi ve ticaretinin gerçek bir ıslahı için şunları önerir:
- En önemli tedbir, hazinedeki suiistimallerin ve ekonomiye vurduğu darbelerin önlenmesidir.
- Halkın ülke zenginliklerinden tam olarak faydalandırılması gereklidir. Bunun için de yolların yapılması, sanayiin kurulması, eğitim yoluyla sanatkârların yetiştirilmesi gerekir. Ayrıca “teşvik lâzım”, memurların azaltılması lâzım. Ticaretin iyi bir duruma getirilmesi de yine eğitime bağlıdır.[46] Hiç olmazsa Galatasaray Lisesi’ne benzer bir Ticaret Mektebi ile birkaç Sanat Mektebi kurulmalı; büyük devlet adamları, halkı teşvik için kendi çocuklarını buralara göndermeli; böylece bu okullar her yerde çoğaltılmalıdır.[47]
İktisadî prensiplere uygun olarak vergi miktarları indirilirse, mal ve eşya satışları artacak, böylece vergi gelirleri de çoğalacak ve ülkenin serveti büyüyecektir. Bununla ilgili olarak, dahilî gümrüklerin sanayi ve ticarete verdiği zarar kabul edilmelidir.[48]
Sanayi ve ticaretin gelişmesine yardımcı olacak bir-iki banka kurulmalı; ancak bunlar Galata’da yerleşmiş olup, devlet hazinesi ile muamelelerden ve tahvil alışverişinden başka bir şey düşünmeyen şirketler gibi olmamalıdır.[49]
Sanayi ve ticaretin gelişmesinde yolların, özellikle demiryollarının önemi ortadadır. Ancak Rumeli Demiryolu’nun Edirne’den sonra Dedeağaç’a değil, Gelibolu’ya bağlanması gerekir.[50]
G. Osmanlı-Avrupa Ticaret Muâhedeleri ve Sonuçları
Namık Kemal’e göre, Osmanlı Devleti’nin ticaret alanında İran’dan, Yunanistan’ dan bile geri kalmasının asıl sebebi, başta İngilizler olmak üzere, Avrupalılarla yapılan ticaret muâhedeleridir. Bir ülkede imtiyazlı bir zümre bulundukça, imtiyazı olmayanlar onunla rekabet edemez. Ticaret muâhedeleri sayesinde, iç ticarete bile ruhsat alan Avrupalılar, büyük sermaye ve bilgi sahibi olmanın yanında, bir de elçiliklerinin himayesi altına saklanarak, yerli ticareti baltalamış, ticaretimize tamamen hakim olmuşlardır. Bunun üzerine esnaflık yok olmuş, dükkânlar tezgâhlar kapanmış, sahipleri de geçimlerini sağlamak için devlet kapısına girmeye başlamışlardır. Ağır vergiler de binince, insanımız geceleri aç yatacak bir duruma düşmüştür.[51] M. Reşit Paşa’nın Osmanlı ülkesinde Avrupalılara iç ticaret ruhsatını vermesi (1838), “yerli elinde olan ticaret ve sanatı hemen bütün bütün harab eyledi.” Sonunda esnafımız, tüccarımız “uşaklığa, kolculuğa dökülmekten başka geçinmeğe bir çare bulmaktan âciz kaldılar.” Dünya devletleri ile ilişkisini kesen bir devlet elbette ilerleyemez. Ancak önemli olan nokta, ticaret anlaşmalarının, Osmanlı yerli sanayiini, Avrupa sanayii ile rekabetten yoksun bırakması ve çökertmesidir.[52]
Namık Kemal’in bu yorumu mübalağalı mıdır acaba? Buna bir bakalım: A. Cevdet Paşa’ya göre,[53] 1838 Ticaret Muâhedesi’nin “yed-i vâhid”i ortadan kaldırması yüzünden, Osmanlı hazinesi yıllık yetmiş bin küsur keselik gelirden yoksun kaldığı gibi, Mısır askerinin 28 aylık maaşları verilememişti. Konu ile ilgili çalışmasında 1838 Balta Limanı Ticaret Muâhedesi ile İngilizlere tanınan hak ve imtiyazları 11 madde halinde özetleyen Yusuf Kemal Tengirşenk, bu anlaşmanın, malî, sinaî ve ticarî açılardan Osmanlı Devleti’ni harap ettiği sonucuna varmıştır.[54] Konunun uzmanı olan Kütükoğlu’ya göre,[55] 1838 Ticaret Muâhedesi, Osmanlı sanayii ve ticaretini çökerten yegâne faktör olmasa da, önemli bir yardımcı faktördür. Tanzimat Dönemi’ndeki ticaret muâhedeleri, gümrük gelirlerinde büyük kayıplara sebep olmuş, Kırım Savaşı’nın masrafları da binince, devlet iç borçlardan sonra dış borçlara da baş vurmuştur. Aynı tarihçimize göre,[56] muâhedenin “en can alıcı maddesi” olan 2. madde ile, Osmanlı Devleti artık bazı maddeler üzerine inhisar koyamayacak; hatta zaman zaman devlet kontrolünde olması gereken konularda bile, “inhisarların kaldırılmış olduğu iddiasıyla” içişlerine karışılması durumu ile karşılaşacaktır.
Shaw’a göre ise,[57] Tanzimat Devri’nde başta İngiltere olmak üzere, Avrupalı devletlerle yapılan ticaret anlaşmaları, yüzlerce yabancı tüccarın Osmanlı ülkesine gelip yerleşmesine; sonuçta onlara göre “deneysiz ve sermayesiz” olan Osmanlı tüccarlarının piyasadan atılmasına sebep olmuştur.
H. “Kaime”nin Çıkarılması ve Sonuçları
Tanzimat’ın ilânından itibaren, devlet gelirlerinde artış görülmüşse de, giderler de o ölçüde kabarma göstermişti. Ayrıca metot değişikliğinden dolayı vergi gelirleri de gecikmeye başladığından, hazinede darlık ve sıkıntı ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine “kâime-i nakdiye” adı verilen kâğıt para çıkarılmaya başlamıştı.[58]
1840 tarihli bu icraat, Osmanlı tarihinde ilk defa görülüyordu. İlk çıkarılan kaimeler dört bin keselik ve %8 faizli olup, ayrıca “muaccelelü” adı verilen 32 bin keselik kaimeler de çıkarılmıştı. Faizli kaimeler, halkı bu kâğıt paraya alıştırmak içindi. Kaimelerin ömrü 23 yıl sürmüş ve Rumî Temmuz- Ağustos 1278’de ortadan kaldırılması halk arasında sevinçle karşılanmıştı.[59]
Kaime probleminden, iktisadî hayattaki “mektûmât” (hırsızlıklar) vesilesiyle söz eden Namık Kemal,[60] kaimenin çıkarılmasından bir süre sonra ortadan kaldırılması sonucu ortaya çıkan hırsızlığın bir milyon keseye ulaştığını, oysa çıkarılan bütün kaime miktarının iki buçuk milyon keseden az olduğunu belirtir ve şu soruyu sorar: Diğer hırsızlıklar bir yana, sadece “hazinenin kâime gibi ihtiyac-ı zarurî görerek ve her türlü mahzurunu göze alarak ihtiyar ettiği bir muamelesinde yarı yarıya denilebilecek derecelerde hırsızlık vukû’ bulursa, devlet harab olmaz da ne olur? ”
İ. Dış Borçlar ve Devletin Bağımsızlığı
Osmanlı Devleti yabancı krediden yararlanma imkânını, ilk defa Kırım savaşı dolayısıyla bulmuş, ancak bu imkân istismar edilmiştir. Savaşlar, isyan masrafları, devamlı bütçe açıkları vb. harcamalar, hep bu görünüşte kolay ve külfetsiz yabancı istikrazlarla karşılanmıştır. İlerisi düşünülmeden hep “bugünü kurtarma” duygusuna saplanılmıştır. Yarım asır geçmeden borçlar çığ gibi büyümüş; sonuçta devletin başına kapitülasyonlardan daha ağır ve siyasî bağımsızlığı tehdit eden bir dert haline gelmiştir.[61]
Namık Kemal’in dış borçlanma ve sonuçları hakkındaki görüşleri özetle şöyledir: İktisatçılara ve akıl sahiplerine itibar edilirse, istikraz gerçek bir gelir kaynağı değil, ancak vatanı mutlak ve büyük bir tehlikeden kurtarma zarureti doğduğu an ve başka bir çözüm de bulunamadığında baş vurulabilecek bir “fedakârlık”tır. Tarım, sanayi, ticaret gibi çalışma yoluyla gelir sağlamak varken, devletin araya girerek, çalışanlardan aldığı paraları, birtakım tembel sermayedarlara vermesinden büyük kötülük olamaz. Bu, “mirasyedi yetiştirme”nin çok kötü bir şeklidir. Tanzimatçıların kolaylıkla dış borç bulabilmelerinin asıl sebebi, devletin malî itibarı değil, devlete, vatana zararlı çok ağır şartların kabulüdür.
Faiz ödeme amacıyla borç alma mecburiyetine düşürülen Osmanlı hazinesi, “sarrafların fâiz merkebi”ne dönmüştür. “Fâhiş fâizlerle” borçlanan Tanzimatçılar, sonunda devleti iflasa sürüklemişler; böylece yabancı müdahalesi kaçınılmaz duruma gelmiştir. Yani, millet hâkimiyetine bedel, Avrupa’nın vesayeti altına girme zilletinin kabul edilmesi tehlikesi bile söz konusudur.
Namık Kemal’in, aşırı gibi görünen bu yorumlarının sorgulanmasında yarar vardır. Abdurrahman Şeref Efendi[62] de, 1856’dan sonra devletin “mirasyedi gibi harcamalara ve savurganlıklara” koyulduğunu, borçlar çoğaldıkça faizlerinin de kabardığını, faizlerin ödenmesi için hazinenin yeniden borçlandığını ve “ağır şartlarla” borçlanmanın devleti iflasa götürdüğünü yazmaktadır.
Yabancıların Osmanlı ekonomisindeki önemi arttıkça, Osmanlı Devleti çıkmaza saplanmıştır. Bütün borçlanma sürecinde devlet, önemli ölçüde aldatılmıştır. Düyûn-ı Umûmiye’nin kuruluşuna kadarki borçlanmalarda, devletin eline, borçlandığının ancak yarısı geçerken, sonraki dönemde durum pek değişmemiş; iflasın ilânı sayılan Muharrem Kararnâmesi ve Düyûn-ı Umûmiye ile birlikte, Osmanlı Devleti, gelirlerini “adeta devlet içinde devlet olan bu yönetim ile paylaşmak zorunda kalmış”tır.[63]
Aslında “emperyalist devletlerin çıkarlarını temsil etmiş” olan ve Osmanlı Devleti’ nin sömürülmesinde “Avrupa sermayesinin önemli bir aracı kurumu niteliğine bürünen” Düyûn-ı Umûmiye, elindeki iktisadî güç sayesinde Osmanlı Devleti’nin siyasî işlerine de karışarak bağımsız siyasî gelişmeyi önlemiştir.[64]
III. Sonuç
Birçok alanda olduğu gibi, iktisadî alanda da özel çabaları ile kendisini iyi yetiştirdiği anlaşılan Namık Kemal, bazılarının öne sürdüğü gibi, iktisadî liberalizmin temsilcisi değildir. Kesin bir şekilde “iktisadî devletçilik” ilkesine bağlı olduğu da söylenemez. O, bir Tanzimat Devri insanı olarak, “Osmanlılık” fikri çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin iktisadî menfaatlerini savunmaya çalışmıştır. Pek seyrek de olsa “Türk” kavramından da söz eden Namık Kemal, devletin “aslî unsuru” olan Anadolu Türk halkının, özellikle Tanzimat Devri’nden itibaren, çok geri ve acıklı iktisadî şartlar içerisine düşürülmesine seyirci kalmamıştır. Tanzimatçıları özellikle bu açıdan eleştirmiştir.
Namık Kemal iktisadî konulardaki görüşlerini, çok dinamik, verimli ve heyecanlı geçen gazetecilik hayatında, 1865-1873 yılları arasında ortaya koymuştur. Özellikle İbret ve Hürriyet gazetelerinde yayınlanan bu alandaki makalelerinde, Osmanlı Devleti’nin ziraî, ticarî, sınaî ve malî durumunu, vergileri, iktisadî gelişmenin sağlanması için alınması gereken tedbirleri, Tanzimat hükûmetlerinin iktisadî ve malî alandaki hatalı icraatlarını anlatmaya çalışmıştır. Gazetecilik hayatındaki çok büyük engellere rağmen, fikirlerini samimiyetle açıklamaya devam etmiştir.
Osmanlı ticaret ve sanayiinin gelişmesini sakatlayan 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Muâhedesi vb. anlaşmaların büyük zararlarına dikkat çeken Namık Kemal, özellikle 1854’te başlayan dış borçlanmaya önem vermiştir. Yabancılara ağır şartlarla borçlanmayı iktisadî gelişmenin düşmanı sayan Namık Kemal’in, “iktisadî bağımlılık, siyasî bağımlılığa sürükler” görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır. O’nun dış borçlanma problemi hakkındaki fikirlerini şöyle netleştirmek mümkündür: [65]
“1. Dış borçlanma prensip olarak mümkündür. Ancak bu konuda devletin malî ve ekonomik bağımsızlığının zarar görmemesi esastır.
“2. Bu esasa dikkat edilmez ve gelişigüzel bir şekilde, millet menfaatleri göz önüne alınmadan dış borçlanmaya gidilirse, çok geçmeden siyasî bağımsızlık da tehlikeye girer.
“3. Devlet yönetiminde lüks, israf, yolsuzluk vb. gibi olumsuzluklar önlenirse, yabancı ülkelerden fazla borç para almaya gerek kalmaz. Asıl olan, ülke kaynaklarını en verimli bir şekilde değerlendirmek ve çok çalışarak bol üretim sağlamaktır.”
Küreselleşme gerçeğini de göz ardı etmeden, millî menfaatlerini her zamandan fazla koruyup gözetmek zorunda olan bugünün Türkiye’si, 2001 yılındaki büyük ekonomik krize nasıl, niçin girdiğini ve nasıl kurtulabileceğini çok iyi analiz edip, buna göre tedbirlerini alırken, Namık Kemal’in iktisadî görüşlerinden de oldukça yararlı sonuçlar çıkarabilir.
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman SİLER
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 656-664