Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Ortaçağ Anadolu Kentleri

0 19.525

Yrd. Doç. Dr. Osman ERAVŞAR

Orta Çağ Batı’da olduğu gibi Anadolu’da da bir geçiş ve değişim dönemidir. Bu çağın getirdiği birtakım sosyal ve ekonomik yenilikler kentlere de yansımıştır. Ancak bu yenilikler istikrarlı değişimi her zaman sağlamamış, her dönemde farklı gelişmeler olmuştur.

Orta Çağ’da Anadolu’da Bizans, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı gibi çok değişik uygarlıklar birbirini takip etmiştir. Anadolu’da geçmişi Neolitik Dönem’e kadar giden bir kentleşme kültürü vardır. Dünyanın en eski kentleri Anadolu toprakları üzerinde kurulmuştur. Anadolu da, tarihin en eski dönemlerinden başlayarak Orta Çağ’a kadar çeşitli gelişmeler ve değişiklikler gösteren kentleşme, bu dönemden itibaren yeni bir kıvılcımla yeni bir boyut kazanmıştır. Orta Çağ’da, geçmiş kültürü Helenistik ve Roma Dönemi’ne kadar Bizans Dönemi kenti ile geçmişi Orta Asya Türk kültürüne kadar giden Selçuklu kentlerinin bir sentezinin oluştuğunu görüyoruz. Türklerin Anadolu’ya gelmeleri ile birlikte, karşılarında mevcut bir kent kültürünü buldular. Bu kentlerin geçmişlerinden gelen birikim, Türklerin orta aryadan getirdikleri yeni unsurlarla karışmıştır.

Bizans Kentleri

Bizans Dönemi Anadolu kentleri üzerine ayrıntılı bir çalışma yapılmamıştır. Bugüne kadar yapılan çalışmalar gerek bölge, gerekse zaman sınırlaması getirmesi nedeniyle bütünü değerlendirmeden uzaktır.[1] Ayrıca yapılan bu çalışmalara rağmen arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan Bizans Dönemi’ne ait kentler, ya yok farz edilerek tahrip edilmiş ya da konusunun uzmanlarınca yeterince araştırılmamıştır. Bu gibi sebeplerden dolayı, Orta Çağ Anadolusu’nda Bizans Dönemi kentleri hakkında fazla bilgi sahibi olunamamaktadır.

Bizans İmparatorluğu’nun Türklerden önce Anadolu şehirleri üzerinde tam bir hakimiyetinin olduğunu söylemek zordur. Bizans’ın özellikle X. yüzyıldan itibaren kendi iç çekişmeleri sonucunda, şehirlerin idarecileri tarafından bağımsız bir biçimde yönetildiğini görüyoruz.

Orta Çağ Bizans kentlerinin ekonomik bakımdan zayıfladığı, kentlerin para sıkıntısı çektiği, hatta ekonominin temel unsuru olan paranın azlığı sebebiyle, alış ve satışların trampayla yapıldığı tarihçiler tarafından belirtilmektedir.[2] Şehirlerdeki ekonomik zayıflık bölgelere göre değişmekle birlikte, Piskoposluk merkezleri daha canlı bir ekonomik yapıya sahip olmuştur. Şehirlerin zayıflamasının temel nedenleri arasında şehirlerarası ticaretin azalması, ticaretin İtalyan şehirlerine ait kolonilerin kontrolünde olması ve Doğu’da başlayan Arapların fetih hareketi sonucunda şehirler istikrarlarını kaybetmiştir. Hatta bazı şehirler Türk fethi başlamadan önce terk edilmişlerdir. Bu şehirlere atanan piskoposlar, görev yerlerine gitmemiş, başkent İstanbul’da hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bizans Dönemi’nde İstanbul dışındaki kentlerin sosyal ve dini içerikli yapılar bakımından pek gelişmedikleri, kentlerde sosyal hayatı destekleyen yapıların az olması şehirlerin tanımına da farklılıklar getirmiştir. Bu dönemde sadece başkent Konstantinopolis, “Polis” yani şehir olarak adlandırılmaktadır.

Şehirlerin bu kadar küçülmesinde nüfusun dolaylı da olsa etkisi vardır. Bizans Dönemi şehirlerinin nüfusları hakkında kesin tespitler olmamasına karşılık, genellikle kentlerin nüfusu 100.000 ve yukarısı olarak gösterilmektedir.[3] Fakat şehirlerin içinde bulundukları olumsuz ortam içerisinde, bu sayıda bir nüfusa sahip olamayacakları söylenebilir. Ayrıca XIII. yüzyıldaki refah ortamında dahi şehirlerin çoğu nüfus bakımından bu sayıya ulaşamamıştır.

Genellikle başkent İstanbul nüfus bakımından yoğunluk göstermekle birlikte, diğer şehirlerde ters orantılı olarak nüfus artışı olmadığı kentlerin gelişim çizgilerinden de anlaşılmaktadır. Bu da taşra şehirlerinden başkente doğru göçün olduğu anlamına gelmektedir.

Bizans Dönemi’nde şehirler arasındaki ulaşımı sağlayan yollar bakımsız ve güvensizdi.[4] Hatta, başkent İstanbul ve çevresinde de ulaşımı sağlayan düzenli bir kara yolu yoktu. Deniz kıyısında bulunan şehirler arasındaki ulaşım deniz yoluyla sağlanıyordu. Ancak denizlerde gerçek hakimiyet İtalyan cumhuriyetlerinden Cenova ve Pizzalıların elindeydi. Haçlı seferleri sırasında, orduyu Anadolu’ya taşıyan İtalyanlar bu sayede Anadolu kıyılarında birçok alana yerleşmiştir. Bunun sonucunda, Latinler Bizans üzerinde hakimiyetlerini genişletmişlerdir.[5] İtalyanlar yerleştikleri yeni yerlerde koloniler kurmuşlar ve kısa zamanda kentlerin gerçek hakimi durumuna gelmişlerdir. Böylece Bizans İmparatorluğu İtalyan ticaret kolonilerinin denetimleri altına girmiştir.[6] Ticari bakımdan şehirlerin İtalyanlarca sömürülmesi fiziki yapılarını da etkilemiş, özellikle X. yüzyıldan itibaren şehirler kendilerine has fiziki yapı özelliklerini kaybetmiştir. Bu yüzyıldan itibaren İtalyan ticaret kolonileri şehir dokuları içerisinde yer almaya başlamıştır. Özellikle kıyı bölgelerinde koloniler kentlerin merkezinde kurulmuştur. İtalyanlar kendilerine tanınan gümrük vergisi muaflığı ile şehirlerde hakimiyetlerini pekiştirmişlerdir. İtalyanların şehirdeki hakimiyetleri Bizans İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar devam etmiştir.

Bizans şehrinin fiziki yapısını şekillendiren en önemli unsur kilise olmuştur. Kendisinden önceki Helenistik ve Roma Dönemi kentlerinden farklı olarak, kentlerin geometriksel düzeni kaybolmuştur. Kenti oluşturan öğelerin düzeni kiliseyle bağlantılı olarak ayarlanmıştır. Ancak Anadolu’daki hemen bütün Bizans şehirlerinde anıtsal nitelikli bir kilisenin varlığından söz etmek yanlış olur. Bazı şehirlerde kilise şehrin en önemli unsurudur. Kayseri’nin Türkler tarafından alınışı vesilesiyle “Büyük Basil Kilisesi’nden” şehrin başlıca tapınağı olarak bahsedilmektedir.[7] Bizans Dönemi’nde bazı şehirlerde azınlıkların kendi kiliseleri olduğu bilinmektedir.[8] Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden sonra, bu kiliseler varlıklarını devam ettirmişlerdir. Gayrimüslim halk da bu kiliseler etrafında ikâmet etmiş ve kendi mahallelerini oluşturmuşlardır. Şehirlerde kiliseler kadar dikkat çeken bir diğer yapı türü de, manastırlardır. Manastırlar, bazen şehirlerde kurulurken, bazen de şehir dışında kırsal alanda kurulup gelişiyordu. Manastır ve kiliseler şehirlerde geniş arazilere sahipti.[9] Bu durum, kiliselerin ekonomik yapılarının güçlenmelerini sağlamış ve din adamlarının sayılarının artmasında teşvik edici olmuştur. VIII. yüzyılda Bizans’ta ortaya çıkan ikon kavgaları sonucunda, manastırların sayıları daha da artmıştır. Yine bu devirde ıssız bölgelere yerleşilip, manastır yaşantısının devam ettirilmesi amacıyla Kapadokya bölgesindeki kaya kiliseleri ve yer altı şehirleri kurulmuştur.[10] Yer altı şehirlerinden bazılarına Kayseri çevresinde de rastlanılmaktadır. Talas, Gesi ve Ağırnas yer altı şehirleri bu dönemden kalmadır. Merkezinde manastır bulunan şehirlerde dikkati çeken en belirgin özellik, kilisenin şehrin merkezinde ya da ulaşımı en kolay olan bölgede olmasıdır. Bizans Dönemi manastırlarının, Anadolu’da şehirlerin gelişimine çok fazla etkilerinin bulunmadığını belirtmek mümkündür. Çünkü manastırların daha çok kırsal kesime yönelmesi, bu alanda bulunan hayatı ve küçük yerleşmeleri teşvik etmiştir. Ayrıca manastırların belirli bir dönemde kendi içlerinde kapalı bir hayat sürdürmeleri nedeniyle şehirlerin fiziki ve sosyal yapılarına fazlaca bir katkısı olmamıştır.

Bizans şehirlerinin planlı bir strüktüre sahip olmadıkları açıktır. Bizans öncesinde Anadolu şehirleri düzgün planlı, hatta planlama ilkeleri de olan şehirlerdi. Bizans hakimiyeti ile birlikte şehirlerdeki planlı gelişim de ortadan kalkmış, hatta geçmişin planlı şehirleri de gittikçe plan düzenlemelerini kaybetmiştir. Başkent İstanbul’da dahi plansızlığın hakim oluşu, idarecileri harekete geçirip bir yapı nizamnamesinin düzenlenmesini sağlamıştır.[11] Ancak bu nizamnameye rağmen düzenli bir gelişim şeması uygulanmamıştır. Helenistik ve Roma şehirlerinin önemli bir unsuru olan tiyatro, Bizans Dönemi’nde özelliklerini kaybetmesi sonucunda giderek ortadan kalkmıştır. Bu devrin tiyatrolarında oyunların kalitesiz olması, şehir dokularından tiyatroların çıkmasına neden olmuştur.[12] Tiyatroya karşılık şehirlerde bazı stadionların varlıklarını koruduğu ve bunların sonraları hipodroma dönüştükleri bilinmektedir. İstanbul Sultan Ahmet At Meydanı, öncesi hipodrom olan bir alandı. Yine Kayseri’de Erciyes dağı eteklerinde bulunan bir hipodromun, tarihi Bizans Dönemi’ne kadar gider.[13]

Bizans şehirlerinde açık pazar olan agoralar, Roma ve Helenistik Dönem’in karakterini kısa bir süre devam ettirmiştir. Bu alanlar pazar yeri şeklinde görülmekle birlikte, adliye ve belediye binaları ile çevrilerek, siyasi ve sosyal içerikli toplantıların düzenlendiği yer haline getirilmiştir.[14] Ancak agoraların zamanla ticari fonksiyonları daha ağır basmıştır. Anadolu’nun fethi sırasında, şehirlerde agora ve forumlar bulunmuyordu. Hatta XIII. yüzyılda İstanbul’da da artık ticaretin agoralarda yapılmadığı, mekan değiştirerek, hanlara kaydığını görüyoruz.[15]

Bizans şehirlerinde dikkati çeken bir diğer nokta da, topografik yerleşimin niteliğidir. Özellikle de iç kesimlerdeki şehirler, akropollere doğru çekilmişler ve etrafları kuvvetli sur duvarları ile çevrilmiştir.[16] Ancak Bizans öncesinde şehirler akropollerin dışında tepelerin eteklerine doğru bir yerleşime sahiptir. Bizans Dönemi’nde ise bu gelişim tersine yönelerek, şehirler bir anlamda surların çevrelediği kendi kabukları içine çekilmiştir.[17] Özellikle İran ve Arap akınları sırasında şehirlerin sur duvarları sağlamlaştırılmış ve yerleşim tamamen sur duvarlarının içine girmiştir. VII. yüzyıldan itibaren İstanbul’un surlarının da kuvvetli bir biçimde tahkim edilmesi, Arapların şehri almalarını önlemiştir. Surların içinde bazen dış surlara bitişik olarak bir iç kale de inşa edilmiştir. Bazı şehirlerde ise savunmanın kolay olduğu tepelerde, küçük kastronlar inşa edilmiş, zamanla buralar şehir halini almıştır.[18] Bizans Dönemi’nde Kayseri’nin Erciyes dağı eteklerinde geliştiği ve tepeleri çevreleyen geniş bir sur içine alındığı bilinmektedir.[19]

Bizans kenti için genel bir tipoloji değerlendirmesi Tanyeli tarafından yapılmıştır.[20] Genel değerlendirme açısından bazı şehirler, bu değerlendirme içerisine girerse de, bazı şehirlerin belirtilen iki modele de uymadıkları görülecektir.

Tanyeli, Bizans kentini iki modele oturtur. İlk modeli “Çok parçalı kent modeli” olarak tanımlar.[21] Bu tip kentler antik bir yerleşme alanının üzerinde konumlanan, küçük ve birbirinden kopuk yerleşme nüvelerinden oluşmaktadır. Bu yerleşme nüvelerinin küçük mezarlıkları, kilisesi ve küçük imalathaneleri vardır. Bu küçük yerleşmelerde ticaret alanı bulunmuyordu. Asıl kent antik kentin üzerinde gelişerek, akropole doğru çekiliyordu. Asıl kentin etrafı yüksek ve kuvvetli duvarların çevrelediği surla tahkim edilmiştir. Surların içinde tarımsal faaliyetlere hemen hiç yer verilmemiştir.

Antik kentte mezarlıklar surların dışında yer almasına karşılık, çok parçalı Bizans şehrinde mezarlıklar hem sur içinde hem de sur dışında yer alabiliyordu.

Yine bu tip kentlerde, büyük boyutlu kamu yapıları inşa edilmemiş, Helenistik ve Roma Dönemi’nden kalan kentsel donatı öğeleri kullanılmıştır. Bu tip kent modelleri içerisinde Sardis, Priene, Pergamon, Ephesos ve Konstantinopolis gösterilmektedir.

İkinci model kentler ise “Kale Kent Modeli” olarak tanımlanmıştır.[22] Bu tip kentlerde, yerleşme alanının büyük bir bölümü surların içinde kalmaktadır. Surlar Antik Dönem’den kalabileceği gibi Bizans Dönemi’nde de inşa edilmiş olabilir. Çok parçalı kentten farklı olarak surun çevrelediği alan küçük olup, daima bir iç kaleye sahiptir. Ayrıca ticaret alanı daha düzenli bir biçimde olup, bazen sur içinde bazen de sur kapılarına yakın olarak inşa edilmiştir. Bizans şehirlerinin önemli bir unsuru olan panayır yeri, dinlenme ve toplanma yerleri surların dışındadır. Şehirler geliştikçe surların dışına doğru taşmalar da olmuş, zamanla kentler çok parçalı görünüm almıştır. Ayrıca çok parçalı kent modelindeki gibi tarım alanları surların dışındadır. Iconium (Konya), Caesareia (Kayseri), Attaleia (Antalya), bu kent modeli içerisine girer.

Bu iki kent modelinin dışında yine hiçbir fiziki özelliği olmayan yerleşmeler de vardır. Bunlar daha çok küçük köy türündedir. Şehir halini alamamış, kırsal yerleşme niteliğindedir. Kayseri yakınlarındaki Şar Komana, Erciyes dağının güney eteklerindeki küçük yerleşmeler de bu niteliktedir.

Anadolu Selçuklu Kentleri

Anadolu 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra hızlı bir Türkleşme-İslamlaşma süreci içerisine girmiştir. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bu yeni coğrafyada kendilerinden önceki uygarlıklar tarafından kurulmuş pek çok kentle karşılaştılar. Bizans Dönemi’ne ait bu kentlerin pek çoğu bu dönemde ya terk edilmiş ya da önemsiz birer kale görünümü almıştır. Fetih yıllarında Bizans İmparatoru Mihael Anadolu’da bulunan Hıristiyanlara acıyarak onları Türklerden kurtarmak gayesi ile Pont’ta (Kayseri, Sivas, Amasya) kalan halkını arabalara bindirerek Balkanlar’a nakletti.[23] Böylece Anadolu’nun iç kesimlerinde çok küçük bir azınlık kalmıştır. Bu olay fetihten altı yıl kadar sonra İznik’e kadar olan bütün şehirlerin, Türklerin hakimiyetine girmesini hızlandırmıştır.

Anadolu kentinin Türkleşmesini araştırmacılar üç aşama ya da yöne bağlamaktadırlar.[24] Bunlar, eski kentlerin gelişerek yeni kent fizyonomilerinin doğuşu; yeni kentlerin kurulması; göçebelerin kentli oluşudur.

Köklü bir kentleşme tarihine sahip olan Anadolu kentleri, Türk fethi ile birlikte temel strüktürlerini esaslı bir biçimde değiştirmemişlerdir.

Türkler Orta Asya’dan beri sahip oldukları geleneksel şehir kültürlerini, İran’da olduğu gibi Anadolu’daki yerli geleneklerle bir arada uygulamıştır.

Yeni fethedilmiş bir kente sultan tarafından hemen bir emir ya da vali atanıyordu. Sonrasında ise şehrin idari ve sosyal işlerini yürütecek bir kadı, katip, müezzin ve imam görevlendirilerek, fethedilen kente sultan adına bir minber yaptırılarak gönderiliyordu.[25] Fethin tamamlanmasından sonra başka bölgelerden getirilen halk, özellikle dervişler şehre yerleştiriliyordu. Gayrimüslim halk ise cizye vergisi ödeyerek, şehirde kalma hakkına sahip oluyordu.[26] Yeni gelen Türk boyları bazen nüfus olarak, yerli halkın yanında azınlıkta kalıyor olmasına karşın, zaman geçtikçe bu oran tersine dönmüştür. Türkler fethedilen şehre hemen bir namazgah yapıyor ya da eski kiliseleri camiye çevirerek bir süre kullanıyorlardı. Sonraları ise abidevi ölçülerde cami ve diğer sosyal-idari içerikli yapılar inşa edilmeye başlanmıştır.

XII. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun tamamen fethedilmesine karşılık şehirlerdeki ilk abidevi yapılar XIII. yüzyıldan itibaren inşa edilmeye başlanmıştır. Bunun nedeni ise fethin hemen sonrasında başlayan Haçlı seferleridir. Bu seferler şehirlerin gelişimini yaklaşık bir yüzyıl kadar etkilemiştir.

Fetihle birlikte Türkler, Eski Bizans kentlerinin yakınlarına yerleşerek, burada bulunan halkla sıkı bir ekonomik ve sosyal ilişki içerisine girmişlerdir. Bizans’ın özellikle uç bölgelerindeki kentlerin yakınına kurulan yeni Türk kentleri zamanla gelişerek eski yerleşmesinin önemini kaybetmesine sebep olmuştur. Bu dönemde antik Laodicea kenti yakınında adını ondan alan Lâdik (Denizli) kentini kurmuşlar ve zamanla eski şehir terk edilerek, yeni Lâdik kenti önem kazanmıştır.[27] Bununla birlikte birçok eski yerleşmede Türkler Hıristiyan halkla birlikte yaşamış, hatta eski kentlerin bir çoğunun ismi aynen muhafaza edilmiştir.[28]

Kentlerin kuruluş ve gelişmesinde, halkın sosyal ve dini inançlarının temsilcisi olan tarikatların rolü büyüktür. Bilindiği üzere Türklerin İslamiyet’i din olarak kabulüyle birlikte, kitlelerin hızlı bir şekilde bu yeni dine girmelerini tarikatlar sağlamıştır. İşte yeni fethedilen topraklarda da tarikatların oluşturduğu, zaviye ve tekke yapıları çevresinde kenetlenen halk birçok köyün ve mahallelerin çekirdeğini oluşturmuştur.[29] Şehirlerde ise zaviye adları ile anılan mahallelerin bulunması, bir şehrin zaviyesi etrafında toplanan aynı dünya görüşünü paylaşan halkın varlığı ile doğrudan ilgiliydi. Yine Osmanlılar döneminde de bu gelenek devam etmiş her yeni mahallede bir zaviye kurularak, gelişim bu zaviyenin etrafında olmuş ve mahallelerde isimlerini bu zaviyelerden almıştır. Kayseri’de Emir Sultan mahallesinin çekirdeğini burada bulunan aynı adı taşıyan zaviye oluşturuyordu. Zaviyelerin yanı sıra, şehirlerin Türkleşme sürecinde Ahilerin önemli bir rolü olmuştur. Özellikle Ahi zaviyeleri yerleşme sürecini göçebeliğe karşı koruyan öğeler olmuştur.[30] Zaviyelerin diğer önemli bir görevi de ıssız yerlerde özellikle uç bölgelerinde, askerlerin ve yeni bölgelere göçenlere öncülük görevinde bulunmasıdır. Bu özellikleri ile ilk önceleri ribat görevini üstlenmiş ve aynı zamanda kuruldukları bölgelerden gelip geçenlerin yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını karşılamışlardır.

Bizans İmparatorluğu sınırlarına yakın olan bazı bölgeler Uç bölgesi veya Uç Vilayeti olarak tarihi kaynaklarda tanımlanmıştır.[31] Uç bölgelerindeki şehir kentsel unsurlar bakımından diğer şehirlerden biraz daha geri kalmıştır. Hatta bu bölgelere olan ticaret yolları sayıca daha az ve önemsizdir. Uç kentleri arasında, yol ağı bulunmamasına karşılık, bu kentlerden iç bölgelere ulaşan ayrı ayrı kervan yolları da vardır.[32] Uç kentlerinin ticari bakımdan zayıf oluşları, vergi gelirlerine de yansımıştır. Bu kentlerin vergileri diğer Anadolu kentlerinin vergilerine oranla oldukça düşüktür.[33] Uç bölgelerinde daha çok göçebe Türkmen toplulukları yaşamıştır.[34] Uç bölgelerinin hızlı değişen sınır şartlarını, bunun nedenlerinden birisi olarak saymak mümkündür. Anadolu Türk kentinin fiziki yapısını bir takım unsurlar oluşturuyordu.

Savunma Tesisleri

Savunma tesisleri, kentlerin en belirgin ve olmazsa olmazını oluşturan unsurların başında gelir. Savunma tesisleri, değişik türdeki tesislerin bir arada kullanılması ile oluşturulmuştur. Bu unsurların en başında ise iç kale, ahmedek, mahpeshane, surlar ve burçlar geliyordu. Anadolu’da kalesi bulunan hemen her kentte bir iç kale ve ahmedek de yer almaktaydı. Şehirlerin etrafı Bizans Dönemi’nde tamamen surlarla çevrili değildi. Bizans Dönemi’nde özellikle küçük kentlerde sadece savunmayı sağlayan küçük bir kale bulunurken, Türklerin fethi ve Haçlı seferlerinin hemen sonrasında, yerleşmelerin etrafı surlarla çevrilmeye başlandı.[35] Özellikle I. Alaeddin Keykubad Devri’nde İç Anadolu’daki Konya, Kayseri ve Sivas’ın sağlam bir savunma sistemine sahipti. Konya ve Sivas’ın dış kale surları I. Alaeddin Keykubad tarafından inşa ettirilmiş, Kayseri’nin ise I. İzzeddin Keykavus tarafından başlanan sur inşası tamamlanmıştır.[36] Surların yapımına verilen önemin nedenleri arasında, doğuda beliren Moğol tehlikesi ön plana çıkmaktadır.

Selçuklular, yerleştikleri yeni kentlerde, Bizans Dönemi’nden kalan bazı kalelerle karşılaştılar. Özellikle bu kaleler daha çok iç kale niteliğinde olmasına karşılık, Batı Anadolu’da ve Akdeniz kıyılarında şehri tamamını kuşatıyordu.

Bizans surlarının bir kısmı Selçuklular tarafından kullanılmış, özellikle şehirlerdeki iç kalelerin strüktürüne temelde hiç dokunulmamıştır. İç kaleler yapılan yeni onarımlarla genişletilmiş, ya da iç kalenin strüktürü güçlendirilmiştir.

Selçuklu Dönemi surlarının belirli bir plan formu ve inşa tarzı yoktur. Öyle ki surların çevrelediği alan da şehir büyüklüklerine bağlı olmaksızın farklı boyutlardadır. I. Alaeddin Keykubad, Sivas ve Konya surlarını yaptırırken şehrin tamamını içine alacak şekilde planlamıştır. Ancak Kayseri, Tokat, Ankara gibi bazı şehirlerde ise sur duvarları, şehrin etrafını tamamen kuşatmamakta, hatta bazı önemli yapılarda sur dışında bırakılmıştır. Selçuklu Dönemi’nde ana yerleşmenin etrafında bazı küçük kale yerleşmeleri ya da karakol kaleleri bulunuyordu. Konya yakınlarında Gevele Kalesi yer alırken, Kayseri civarında Ahmed Hisarı ve Saykalen Hisarları yer alıyordu. Bu kalelerin bazılarının geçmişi, Hitit Dönemi’ne kadar gider. Bu kaleler daha sonraları Roma ve Bizans Dönemi’nde de kullanılmıştır.

Şehirlerin fiziki yapıları içinde, kalelerin bir parçası olan ahmedekler de yer almaktadır. Kesin biçimde tanımlaması ve etimolojik yapısı belirli olmasa da, bazı araştırmacılar ahmedeği iç kale ile aynı form içinde değerlendirmişlerdir. Hatta Bizans akropollerinin isim değiştirerek Ahmedek şekline dönüştüğünü belirtmiştir.[37]

Ahmedeklerin şehir içindeki konumları belirli kurallara bağlı olmasa da Anadolu Türk şehrinde Ahmedekler genellikle dış surların bir parçası gibi, içeriden surlara bitişik olarak yapılmıştır. Ahmedekler, tamamen askeri işlevler taşırlar. Ordunun şehirdeki kışlası görevini üstlenmiştir. Bu sebeple Ahmedek, şehrin savunmasını üstlenen garnizon görevini yaptığı ve bazı durumlarda zindan olarak da kullanıldığını belirtmek mümkündür. Konya Ahmedeği, dış surların bir parçası olarak şehrin güney batısında yer alır.[38] Sivas ve Alaiye’de (Alanya) de Ahmedek dış surların bitişiğinde iç kaleden ayrı bir bölüm gibi yapılmıştır. Kayseri’de ise ileride anlatılacağı üzere iç kalenin Ahmedek olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Ahmedek, şehirde Sivas kapısının hemen yanında yer alan burç yakınındaydı. Nitekim Moğollar şehri kuşattıklarında, bu kapı yanındaki burcu, mancınıkla hedef almışlardır.[39] Ahmedeklerin kesin yapılış tarihleri belli olmasa da, surların inşasından hareketle hepsinin Selçuklu Dönemi’ne tarihlendiğini belirtmek mümkündür.

Şehrin fiziki yapısını savunma bakımından şekillendiren bir diğer unsur da, iç kaledir. Hemen bütün şehirlerde bir iç kalenin olduğunu belirtmemiz mümkündür. İç kaleler Türk şehirlerindeki konumları bakımından iki tiptedir. Birincisi, dış kale, surlarının bir bölümüne bitişik olarak yapılmıştır.

Bu tipte yapılan iç kaleler; Kayseri, Alaiye, Tokat, Amasya, İzmit ve Ankara’da görülmektedir. İkinci grup, iç kaleler ise daha çok topografik yapıyla yakından ilgili olup, şehrin ortasındaki yüksek tepe üzerinde dış kale surlardan bağımsız olarak yükselir. Sivas ve Konya iç kaleleri tamamen böyledir. İç kalenin en önemli işlevi devlet görevlilerini ikameti ve idari işlerin sağlanmasıdır. Ayrıca Sivas ve Konya iç kalelerinde olduğu gibi sultanın sarayına yer teşkil etmektedir. Ancak sultan sarayı Kayseri’de olduğu gibi bazen iç kalede yer almayabiliyordu. İç kalelerin diğer önemli bir görevi de depo vazifesi görmeleriydi. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre XVII. yüzyılda Kayseri iç kalesi önemli miktarda hububat ve cephaneyle doluydu.[40] İç kaleler, Ahmedeklerden farklı olarak daha büyük ölçülerdedir. Yine bilinen bütün örneklerde Ahmedekler surlara bitişikken, iç kale dış surlardan bağımsız olarak yerleşebilmektedir. İç kalede genellikle küçük bir cami ya da mescit bulunur. Ancak Konya’da Cuma Camii niteliğindeki bir yapının bulunması, iç kalenin yüklendiği görev ile ters düşmektedir. Genellikle iç kalelerin bir ya da iki giriş kapısı bulunmaktadır. Kapılar, kuşatma duvarları, çift kapı sistemi ve hendeklerle sağlamlaştırılmıştır. İç kalelerin dışarı ile bağlantısını sağlayan gizli geçitleri ve dehlizleri de vardır.

Şehir dokularında dış surların bir unsuru olarak kale kapıları önemli bir yere sahiptir. Kapılar, çevre illerden şehre ulaşan yolları, kale ile bağlayarak, şehir içerisinde dolaşan ana arterlerin oluşmasını sağlamaktadır. Genellikle sur kapıları önünde toplanan yollar iç kesimlerde daralmaktadır. Kapılar şehre giriş ve çıkışları kontrol altında tutarken, özellikle XIII ve XIV. yüzyıllardan itibaren alınan bazı şehir vergilerinin de toplanmasını sağlıyordu. Bu amaçla kale kapıları üzerine vergi kitabeleri yerleştirilmiştir.[41]

Şehirlere giriş ve çıkışlarda tüccarlardan, ürettiği malını şehre satmaya getiren köylülerden vergi alındığı bu kitabelerden anlaşılmaktadır. Sur kapıları isimlerini, genellikle açıldıkları yönde bulunan şehirlerden veya kapı civarındaki önemli yapı topluluğu, pazar yeri gibi fiziki unsurlardan almaktaydı. (Kayseri Kapısı, Malatya Kapısı, Sivas Kapısı, Aksaray Kapısı, At Pazarı Kapısı, Boyacılar Kapısı).

Mahalle

Anadolu Selçuklu şehirleri için mahallenin mekan içindeki tarihsel gelişiminin belirlenmesi, yeterli bilgi kaynaklarının olmaması nedeniyle oldukça zordur. Selçuklu şehirlerinde mahallelerin bulunduğunu, dönemin vakıf kayıtları bize bildirirse de, mahallelerin niteliği, sınırları, hane sayıları ve kent içerisindeki konumu gibi bilgileri bize vermezler. Anadolu şehirlerinin XVI. yüzyıldan itibaren düzenli tahrirlerinin tutulmaya başlanmasıyla birlikte, bu tarihten sonraki mahalleler hakkında daha sağlıklı bilgiler edinilmiştir.

Selçuklu Dönemi kaynaklarının yetersizliği sebebiyle, Selçuklu kentinin mahalle yapıları hakkındaki bilgiler; daha çok XVI. yüzyıldaki tahrirlerden yola çıkılarak yapılmıştır.

Türk İslam şehirlerinin fiziki ve içtimai unsuru olan mahalleler, genellikle bir mescit, cami veya tekke-zaviye etrafında gelişiyordu.[42] Bu tanımlamaya göre mahalle, mescit/cami veya tekke/zaviye etrafında kuruluyor, bu yapıların çevresinde yer alan evlerden meydana geliyordu. Cami-mescit inşa ettiren ya da tekke/zaviyenin kurucu şeyhinin ismi mahalleye veriliyordu. Genellikle Osmanlı döneminde mahallelerin kuruluşunda bu sistemin izlendiği, Selçuklu Dönemi’nde ise elimizde kesin bilgiler olmasa da bazı önemli cami/mescit ve tekke/zaviye adlarının bulundukları mahallelere isim olarak verildiğini görüyoruz.[43]

Selçuklu ve Beylikler Dönemi Anadolu mahalleleri hakkında, çoğunlukla vakfiyeler de bilgi bulunmamaktadır. Ancak vakıf kayıtlarındaki bu bilgilerde sadece mahallelerin adları belirtilmiştir. Selçuklu Dönemi’nde mahalle adları belirli bir gruplama içinde olduğu görülmektedir. Buna göre mahallelerin bir şahıs adı taşıdığını, bu şahsın ise önemli bir kişiliğe sahip olduğunu görüyoruz.

Selçuklu Dönemi kentlerinde mahalleler, kentin fiziksel yapısını oluşturan ana birimlerden birisi olmuştur. Kentin fiziksel olarak tanımlanabilecek birimi olmasından başka,[44] şehrin sosyal ve kültürel yapısının bir parçasını da oluşturur. Şehrin fiziki bir elemanı olan mahallenin kesin çizgilerle sınırlarının ayrılmadığı, buna karşılık idari yönden belirli bir düzenin içerisinde yer aldığı biliniyor. Selçuklular Dönemi’nde mahallede oturanların yönetimle olan ilişkilerini “İğdiş” adı verilen kişiler düzenliyordu.[45] Osmanlı döneminde ise İğdişlerin yerini başlangıçta mahalle kethüdaları, sonrasında ise cami imamları almıştır. Osmanlı döneminde mahallenin idari sorumluluğunu da taşıyan imamların Selçuklu Dönemi’nde böyle bir görevlerinin olmadığını mevcut bilgilere dayanarak söyleyebiliriz.

Selçuklu Dönemi kentlerinde mahallelerin kesin hatlarla sınırlandırılmadığı, Arap ve İran kentlerinde olduğu gibi mahallelerin bir duvarla bölünmediği bilinmektedir.[46] Buna karşılık mahalleyi fiziksel olarak kent bütünü içerisinde tanımlamak mümkündür. Çünkü mahallenin çekirdeğini oluşturan, cami/mescit ya da tekke/zaviye mahalleleri fiziki bakımdan birbirlerinden ayırmaktadır. Yanyana iki mahalleyi fiziksel olarak birbirinden ayırarak, tanımını yapmak için kullanılan tek kıstas ise yol ağıdır.[47] Mahallelerin oluşumunda, çekirdeği oluşturan mescit/cami ya da tekke/zaviye unsuruna yönelen evlerin çevresindeki izler, yol ağını oluşturuyordu (Çizim-1). Yol ağları ise yöneldikleri mekanın çekirdek olması sebebiyle, mahallenin fiziki örgüsünü meydana getirmiştir. Yani Selçuklu şehrinde mahallenin dıştan fiziki bir sınırı olmasa da, mahalle sınırları içinde mahalle dokusunu yönlendiren cami/mescit ya da tekke/zaviyeye, mahallenin fiziki biçimlenişini sağlıyordu.

Selçuklu kentinde, azınlıkların ayrı birer mahalleleri olmakla birlikte, kesin bir zorlama ve sınırlamanın olmadığını Türk mahalleleri içinde bulunan yabancılara ait mülklerden anlıyoruz.[48]

Beylikler Dönemi’nde de mahallenin fiziki yapısında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Osmanlı döneminde ise mahallenin idari yapısı değişmiştir. Bununla birlikte mahalle bütün dönemlerde ortak dayanışma ve yardımlaşmanın sergilendiği ve kentlerin oluşumunu birinci derecede etkileyen önemli bir unsur olarak Türk şehirlerine damgasını vurmuştur. Mahallelerin bir araya gelerek fiziki örgüyü sağlamaları, kentsel dokuları oluşturmuştur.

Meydan

Anadolu Türk İslam şehirlerinin değişmez unsurlarından birisi de meydanlardır. Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden önce de kentlerde meydanlık olarak kullanılan mekanlar bulunuyordu. Grek ve Roma kentlerinde meydan daha çok açık alanlar olarak algılanmaktaydı. Türk İslam şehirlerinde meydanlar kentin fiziki yapısı içinde mahallelerden sonra gelmekteydi. Genellikle işlevleri belirli bir yapı veya yön oluşturan yolların odaklaşmalarını ve bu sayede kent içerisinde geniş halk kitlelerinin belirli bir akış içinde toplanmalarını sağlıyordu. Bu yönüyle meydanlar, Türk kentinde belirli yapıları içine alıyordu.

Türklerin Kayseri’yi fethinden öncede kentte meydanlık olarak kullanılan alanlar bulunuyordu. Bizans kentlerinde kilise meydanı veya şehir meclisinin önünde geniş alanlar bu amaçla kullanılıyordu.[49] Selçuklu meydanından farklı olarak, bu tür meydanlarda daha çok idari amaçlı toplantılar yapılıyordu. Bir yerleşmenin şehir sayılabilmesi için diğer unsurlarla birlikte meydanların da oluşması gerekiyordu. Düz, açık ve geniş yer, alan anlamına gelen “Meydan” Anadolu Türk şehirlerinin oluşumunda ikinci önemli unsuru oluşturmuştur.

Orta Çağ batı kentlerinde meydanlar genellikle dinlenme yerleri, pazarlarının kurulması, toplantı ve kutlamaların yapılması gibi sokaklarla aynı gereksinimleri karşılayan mekanlardır.[50] Orta Çağ Avrupası’ndaki meydanlar, ya kilise meydanında ya da şehir meclisinin önündeki geniş alana benzeyen kamuya ait bir toplanma yeri idi.[51] Ancak Orta Çağ’da İslam kentleri için, aynı amaca yönelik olarak toplanma yeri görevini içeren meydanlar bulunmuyordu.

Bu durum Hıristiyan Avrupa kültür çevrelerinde algılanan meydanla, İslam Kültür çevreleri için belirlenen meydanın, farklı işlev ve amaçlar taşıdıklarını ortaya koyar. Nitekim, bu yaklaşım kentin fiziksel oluşum süreci içerisinde de değişik zamanlarda, hep canlı tutulmuştur.

Batılı anlamda meydan, en az üç tarafı yapılarla çevrilerek kesin bir biçimde sınırlandırılmış alan olarak yapılan tanımlamaya göre, Orta Çağ Türk kentinde meydanın varlığından bahsetmek epey zorlaşır.[52] Türk İslam Kültürü esasına dayanarak meydan, “kentsel işlevlerle, sosyal içerikli olayların görülebilmesi için kentte yaşayan her kesimin faydalandığı açık alanlardır” şeklinde bir tanımla yapmanın daha doğru olacağı bir gerçektir. Bu tanımlama çevresinde Anadolu Türk kenti ve İslâm kenti için, sosyal yönü ağır basan meydanın varlığından söz etmek mümkündür. Öyle ki, bu durumda meydanları kendi içinde üç ayrı grup halinde değerlendirebiliriz:

Birincisi, kentsel işlevlerinin sonucu olarak, Batılı anlam taşıyan bu gruptaki meydanlar, karşılıklı sokakların kesişmesi ile oluşan, bugünkü anlamıyla kavşak olarak tanımlanacak alanlardır.[53] Bu tür meydanlar daha çok dağıtım arteri görevini üstlenerek ulaşıma dayalı bir konuma sahiptir. Orta Çağ Anadolu kentlerinde bu tür meydanların sayısı fazla değildir.

İkinci meydanlar ise, merkezinde sosyal içerikli bir yapıyı barındıran ve dolayısıyla buna doğru yönelen sokaklarla, merkezi bir toplanma oluşturan meydanlardı. Anadolu Türk şehirlerinde bu tür meydanlarla oldukça fazla karşılaşılmaktadır. Mahallelerin oluşumunda gelişme-yönlendirmeye paralel olarak sokak izleri de bu şekilde beliriyordu. Bu meydanlarda, geniş halk kitleleri bir arada bulunuyor, köy-şehir ticaret ilişkisi sonucunda da ticaret (pazar) bu alanların çevresine yerleşiyordu. Kuban, “anıtsal caminin çevresinde Avrupa kentlerinde rastladığımız kent meydanlarının gelişmediğini, çünkü her yapının formel bir kent tasarımı ile ilişkisi olmadan, işlevsel bir amaç için kurulduğunu ve kentlerde planlanmış bir meydanın olmadığını” belirtir.[54] Anadolu Türk şehrinde formel bir planlamadan söz etmek doğru değildir. Ancak formel olmayan, yılların birikimiyle oluşan ve belirli kurallara sahip, planlama ilkelerinin olduğunu gerek anıtsal yapılara, gerekse kent dokularına bakarak söyleyebiliriz. Türk yerleşmelerinin olduğu ilk bölgelerde şehirler gelişirken hep anıtsal ölçekli yapılar, gelişimin belirleyici unsuru olarak öncülük etmiştir. İşte şehrin dokusu, yolları, yapıların biçim ve konumu hep bu unsur dikkate alınarak oluşturulmuştur. Nitekim, meydanlardaki bu ilişki zamanla ortaya çıkmıştır. Kayseri’de Hunat Camii (Külliye), Lala Camii ve Külük Camii, Konya Sahip Ata Külliyeleri çevreleri itibariyle bir meydan oluşturmuşlar, sokakların yönelmesi de buna göre sağlanmıştır.

Üçüncü meydanlar ise, ilk ikisinden tamamen farklıydı. Bu meydanlar genellikle geniş alanları  oluşturuyordu. Öyle ki, sur içinde böyle geniş alanların olması düşünülemeyeceğinden, bu meydanlar genellikle sur dışlarında ve özellikle de kale kapıları yakınlarında yer alıyordu. Bu meydanları ne yollar ne de sosyal içerikli yapılar oluşturuyordu. Bu tür meydanların oluşumunda en etkili unsur, geniş ve uygun açıklıklı topografyadır. Meydanlarda büyük kitlelerin değişik amaçlar için toplandıklarını da tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Konya’daki meydanda devlet misafirlerine karşılama ve uğurlama törenlerinin yapıldığı bilinmektedir.[55] Herkesin görmesi gereken infazlar da bu meydanlarda yapılırdı.[56] Bu tür meydanlarda, hükümdar ordusuyla eğlenir ve değişik şenliklerde burada yapılırdı.

İşte bu üç ayrı meydanı Kayseri şehri içinde görmemiz mümkündür. Ancak Orta Çağ kaynaklarında isimleri geçen meydanlar fazla yoktur. Orta Çağ Selçuklu kaynaklarında, Kayseri’de iki meydanın ismine rastlanılmaktadır. Bunlar Meşhed meydanı (sahrası) ve At meydanıdır.[57]

I. Alâeddin Keykubad’ın Kayseri’de ölmeden önce düzenlediği bayram şenliği böyle bir meydanda yapılmıştı.[58] Meydanın diğer önemli bir işlevi de devlet ricalinin karşılama törenlerini burada yapmasıdır. Baybars, Kayseri’ye geldiğinde, ordusu Meşhed Sahrası’nda karşılanmış, Keykubadiye Ovası’nda (sahrasında) ordusuyla konaklamıştır.[59]

Saray (Dar’ül-İmara-Devlethane)

Selçuklu Dönemi Anadolu Türk şehirlerinin bazılarında sarayın bulunduğu bilinmektedir. Sultanlar tarafından kullanılan ya da meliklerin idare ettiği, başlıca her büyük kente bir saray vardır. Konya, Kayseri, Sivas, Tokat, Erzincan ve Malatya’da sultanların kullandığı saraylar şehir merkezlerinde yer alırken, Konya, Kayseri ve Tokat gibi şehirlerde yerleşmelerin biraz uzağında kalan saraylar da vardır. Bu durumda Selçuklu sultanlarının iki tür saray yapısı inşa ettirdiğini görüyoruz. Birinci grup saray yapıları şehir merkezlerinde bazen surların içinde, bazen de iç kalede yer alıyordu. Tarihi kaynaklarda devlethane olarak adlandırılan bu tür saraylara Konya, Kayseri, Erzincan gibi şehirlerde rastlıyoruz.[60] Bu tür sarayların bu anlamda hükümet işlerinin yapıldığı, devlet binaları olduğunu söylemek mümkündür. İkinci tür saray yapıları ise kentlerin dışında ancak şehre oldukça yakın işlek bir güzergahta yer alan sadece saray kompleksinden oluşan yapılardır. Bu saraylarda, sarayın etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş ve genellikle su kaynağı ya da bir göl kıyısına inşa edilmiştir. Anadolu’da bu türde inşa edilmiş iki saray vardır. Bunlar Kayseri Keykubadiye ve Beyşehir Kubadabad Saraylarıdır. Bununla birlikte Tokat yakınlarında Simre’de de böyle bir sarayın bulunduğu bilinmektedir.[61]

Sarayların şehir merkezlerinde Ulu Cami ile birlikte yapılmalarını Abbasiler Dönemi’nde de görüyoruz. Bağdat’ta halifenin sarayı şehir merkezinde, camiye bitişik iç kalede yer alıyordu. Benzeri bir şekilde Samarra’da da saray iç kaledeydi. Bizans İmparatorluğu zamanında da saraylar, kentlerin merkezlerinde yer alıyordu. Orta Asya’da ise hükümdarın ikamet ettiği iç içe surlu iki bölümden oluşan şehirlere “Ordu-balık” adı veriliyordu.[62] Bu durumda hükümdarın uzun süre ikamet ettiği her şehir o dönem için devletin başkenti konumundaydı.

Anadolu’nun fethinden sonra Bizanslılara ait mevcut saray binaları, Türkler tarafından genelde harap olması ve Türk Saray kültürüne uygun olmaması nedeniyle kullanılmamıştır.[63] Bu yapıların yerine sultanlar kendi saraylarını inşa etmişlerdir. İlk yapılan saraylar ya surların içinde ya da iç kalede Sultan (Ulu) Camii ile birlikte yer alıyordu. Ancak sonraları, devletin güçlenmesi ve fetih hareketinin tamamlanmasıyla birlikte sultanların şehirlerin yakınlarında, saraylar inşa ettiklerini görüyoruz (Keykubadiye-Kubadabad). İlk yapılan sarayların, güvenliğin ön planda tutulması nedeniyle surların içerisinde kaldığı görülmektedir. Bu arada, Abbasiler Dönemi’nde de görülen, saray-cami ilişkisinin Anadolu kentinde de kurulduğu dikkati çekmektedir. Konya Sarayı’nın hemen bitişiğinde Alaeddin Camii yer alırken, Kayseri’de Devlethane’nin hemen yakınında Sultan (Ulu) Camii yer alıyordu. Kayseri’deki sarayın Ulu Cami ile birlikte, Danişmentliler tarafından yaptırıldığı belirtilmektedir.[64] Selçuklu Dönemi’nde sarayın en önemli görevi riyaset yani iktidar ve idare makamı olmasıdır. Bu bakımdan sultanlar hep şehir merkezlerindeki saraylarda ya da bir diğer deyişle devlethanelerde tahta çıkarılmışlardır.[65] Hatta Karamanoğulları Dönemi’nin Cimri olayında daha savunmasız olan Kubadabad yerine, Konya Sarayı tercih edilerek sultanlık burada ilan edilmiştir.[66] Sultan I. Alaeddin Keykubad yine Konya’ya gelince, devlethanedeki tahta oturmuştur. Baybars’ın ordusuyla birlikte Kayseri’ye geldiğinde, Keykubadiye Sarayı yanındaki çadırlarda kalmış, ancak ertesi gün şehirdeki Devlethane’de Selçuklu tahtına oturmuştur.[67] Bütün bunların sonucunda Dar’ül Mülk olarak aynı unvanı taşıyan Konya ve Kayseri’de birer saltanat tahtının bulunduğu ve sultanların ülkeyi buralardan yönettiklerini söyleyebiliriz. Bu tür şehirlerde sultanın ordusu toplanıyordu. Bu yönüyle bu kentler ordugah niteliği de taşıyordu. Ordunun da bulunması, geleneksel anlamda, Orta Asya ile bağlarının bir sonucudur. Anadolu Selçuklularına ait şehir sarayları ve devlethanelerin hiçbirisi sağlam olarak günümüze gelmemesine karşılık, yerleri bilinmektedir. Selçuklu kentinde, sarayların etrafında geniş açıklıklar bulunuyordu. Ordu buralarda toplanıyor, çevgan gibi oyunlar buralarda oynanıyordu. Yine çeşitli eğlenceler ve ziyaretler ile karşılama törenleri bu alanlarda yapılıyordu. Bu durumda saray- meydan ilişkisi ön plana çıkmaktaydı. Konya Sarayı’nın önünde böyle geniş bir mekan bulunurken, Kayseri’de bu tür bir alan surların dışında yer alıyordu.

Kentlerin yakınlarında bulunan saraylar ise daha çok sayfiye niteliğinde olmasına karşılık bazı devlet tören merasimleri ve eğlenceler bu saraylarda yapılıyordu. Bu sarayların etrafı yüksek duvarlarla çevrilmişti. Saray ve müştemilatı oldukça geniş alanları kapsamaktaydı. Bunun sebebi ise devlethanelerin kuruldukları şehirlerde mülkiyet hakları ve arazinin kentsel mekana dağılımında kısıtlayıcı unsurlarının olmasından kaynaklanmaktadır. Sayfiyelik alanlarda bulunan saraylar ise daha serbest bir biçimde inşa edilebilmiştir. Bu saraylarda saltanat ailesi ve devletin ileri gelenlerinden başka hiçbir kişi bulunmuyordu. Ancak çevrelerinde idareci ve beylerin köşk ve evleri yer alabiliyordu.

Selçuklu Dönemi kentlerinde mekansal yapının yönetim unsurunu belirleyen sarayın, şehrin plan düzenlemesini etkilediği şüphesizdir. Bu etki sonucunda saray, bazen Orta Asya geleneklerine, bazen de yerli geleneklerin sentezi sonucunda kendine has bir planlamayla kent içerisindeki yerini almıştır.

Ulaşım

Anadolu Türk şehri üzerine yapılan çalışmalarda şehirlerin geometri dışı bir yol ağına sahip olduklarının dikkati çekilmiştir.[68] Aslında geometri dışı yol dokusu, Selçuklu öncesine dayanmaktaydı. Helenistik ve Roma Dönemi’nin düzgün yol dokuları, Bizans Dönemi’nde bozulmuş, yolların ve sokağa açılan evlerin düzensiz planları makro ölçekte kentin fiziksel yapısını da etkilemiştir. Türk fethi ile birlikte şehirlerdeki bu düzensiz yol ağlarında herhangi bir değişiklik yapılmamış, önceki dönemin kent strüktürü aynen devam etmiştir. Yollar sadece kale kapıları önünde geniş arterler oluştururken, şehrin iç bölgelerine doğru gittikçe daralmaktadır.[69] Şehir içi yolların oluşumunu belirleyen yasal bir düzenlemenin, Anadolu Selçuklu şehrinde bulunmadığı kesindir. Bu durumda yol ağının oluşumunu başka unsurlar belirlemektedir. Şehirde dokuyu oluşturan unsurların başında evler gelmektedir. Her ev inşa edildiği parsele, topografı, estetik, manzara veya görünüm açısı ve komşu haklarını dikkate alarak kuruluyordu.[70] Sonrasında inşa edilen her ev, bu düzenleme esasıyla yönlendiğinden sadece, insan ve hayvan ulaşımını dikkate alan dar sokakların oluşumu sağlanmıştır. Bu unsurlar neticesinde, evlere ulaşan ve bağlantısı ev ile sonuçlanan çıkmaz sokakların ortaya çıkışı kaçınılmaz olmuştur.

Şehirlere ulaşan yolların şehir içerisinde dağılımı önemli sosyal, idari ve iktisadi yapılara göre ayarlanıyordu. Örneğin şehir kapılarından iç kesimlere yöneldikçe, yollar daralmakla birlikte, ana arter özelliğini kısmen de olsa koruyarak, Cuma Camii, pazar ya da çarşılara doğru yönlenme yapmaktadır. Ayrıca surların dışında bulunan yerleşmelerde, bu tür yol ağları yerleşme için önemli olan cami, pazar, çarşı, zaviye gibi yapılara göre yönlenmektedir. Bazen surların hemen önünde yer alan büyük yapılar şehir içi yolun yönlendirici unsuru oluyordu (Konya Sahip Ata Külliyesi, Kayseri Hunat Hatun Külliyelerinde olduğu gibi).

Şehir dokuları içerisinde çıkmaz sokaklar ayrı bir yere sahiptir. Çıkmaz sokağı diğer sokaktan ayıran en belirgin yönü, genel kullanıma açık olmaması oluşturur. Bu ise çıkmaz sokağın bulunduğu çevredeki, aile hayatı ile yakından ilgilidir.

Evlerin yerleştirilmesinde gözlemlenen kişisel menfaat kaygısı, çıkmaz sokağı doğuran nedenlerden birisidir.[71] Yapı adalarının artan nüfustan dolayı düzensiz bölünmesi, kentsel dokunun oluşumundaki mülkiyet ilişkisi çıkmaz sokağın oluşumunu hızlandırmıştır.[72] Özellikle kent strüktürü eski olan şehirlerde (Konya, Kayseri, Sivas) çıkmaz sokağın fazlaca yoğun olduğu dikkati çeker. Gayr-i müslim mahallelerinin de düzensiz ve dar çıkmaz sokaklara sahip olması, aynı kent kültürünün ortak kullanımının bir sonucudur.

Cami-Mescit

Cami, Selçuklu Dönemi Anadolu kentinde fiziki yapıyı belirleyen, önemli yönlendirici etkendir. Kentlerin kuruluş ve gelişimleri, mahallelerin oluşumları, hep cami/mescit ilişkisi sonucunda olmuştur.[73] Fetih yıllarının sonunda Anadolu’nun belli başlı büyük şehirlerinde birer büyük cami inşa edilmiştir. Selçuklu Sultanı Melikşah, fetih sonunda Anadolu’daki camilere konulmak üzere her şehre bir minber göndermiştir. Melikşah’ın bu hareketi aslında, şehirlerin Türk iskânına açıldığının bir göstergesidir. Anadolu’da ilk inşa edilen camiler surların içerisinde, hatta Konya Alaeddin Camii’nde olduğu gibi iç kalede yapılmıştır. İlk camiler eski geleneklerin devamı olarak sarayla bir arada inşa edilmiştir. Böylelikle kenti idari ve dini açıdan etkileyen iki unsurun birlikteliği fiziki yapının yönlenmesini sağlamıştır.

Anadolu’da ilk inşa edilen camilerin bir kısmı, eski kilise veya yapı kalıntıları üzerine kurulmuş, bazı camiler ise kentsel yönlenme noktalarının merkezini teşkil etmiştir. Daha sonraları inşa edilen cami ve mescitlerin genellikle yeni alanlarda kuruldukları bilinmektedir. Tarihi kaynaklarda şehirlerde ilk inşa edilen bu camilerin, Ulu Cami olarak adlandırıldığına ilişkin herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.[74] Kayseri Ulu Camii’nin XIII. yüzyılda Sultan Camii olarak adlandırıldığı bilinmektedir.[75] Yine Konya ve Sivas’ta camilerin Ulu Cami olarak ayrımının yapılmadığı görülmektedir. Şehirlerdeki camilerin hiçbirisi diğerinden nitelik ya da nicelik bakımından üstün bir özelliğe sahip değildir. Bu durum Kuban’ın da belirttiği gibi Türk kentinde katedral benzeri bir cami-mescit ayrımının olmadığının açık göstergesidir.[76] Selçuklu kentinde sultanın gittiği ve diğer camilerden farklılık gösteren sultan camileri bulunmaktadır. Aslında XV. yüzyıldan sonra şehirlerdeki Sultan Camileri, Ulu Camii olarak anılmaya başlanılmıştır.

Selçuklu kentlerinde planlanmış veya kronolojik zaman bütünlüğü gösteren külliyeler yoktur. Ancak bazı yapıların konumlarının ve zamanla etrafında gelişen diğer yapılardan hareketle külliye oluşturdukları görülmektedir. Hunat Hatun Külliyesi’nde olduğu gibi külliyeyi oluşturan her yapı kendi düzeni içerisinde farklı zamanlarda, ancak aynı plan bütünlüğünde inşa edilmiştir. Külliyelerin etrafında yön itibariyle küçük meydan oluşturduğu söylenebilir.

Selçuklu kentinde cami, imar veya iskanı arzu edilen kentin ya da mahallenin çekirdeğini oluşturmuştur.[77] Caminin etrafında diğer işlevleri üstlenen yapılarda bazen yerleşebiliyordu.[78] Mahallelerin oluşumunda camiler yönlendirmeyi sağlayan unsur olarak Osmanlı döneminde de karşımıza çıkmaktadır.

Kent Modelleri

Anadolu Türk kentinin XII ve XIII. yüzyıllarda nasıl bir modele sahip olduğunu, ancak bugünkü durumlarına bakarak söylemek mümkündür. Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden önce Orta Asya’da kentler kurdukları bir gerçektir. Elde bulunan az sayıdaki bilgiye karşılık kentlerin, belirli bir düzen içinde kuruldukları bilinmektedir. Ordu-balık veya ordu-kent adı verilen bu şehirler, iç içe geçmiş surlu bölümlerden oluşuyordu. En iç surlarda hükümdarın sarayı veya ordu başının evi bulunurken maiyet, askerler ve halk dış surlarla çevrili kısımda yaşıyordu.

Anadolu’nun 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türkler tarafından fethi ile birlikte hızlı bir Türkleşme süreci içerisine girdiği muhakkaktır. Türkler geldikleri bu yeni coğrafyada kendilerinden önce kurulmuş pek çok kentle karşılaştılar. Bunun yanı sıra bazı bölgelerde de ilk defa yeni yerleşmeler kurdular. Bizans kentlerinin birçoğu bu dönemde ya terk edilmiş ya da önemsiz birer kale görünümünü almıştır. Köklü bir kentleşme tarihine sahip bulunan Anadolu’nun şehirleri Türklerin fethi ile birlikte temel strüktürlerini esaslı bir biçimde değiştirmemişlerdir. Türkler Orta Asya’dan beri sahip oldukları geleneksel şehir kültürlerini, İran’da olduğu gibi Anadolu’daki yerli geleneklerle bir arada uygulamıştır. Diğer taraftan eski kentlerin dışında Anadolu’da ilk defa bazı kentler de yine fetihle birlikte kurulmuştur. Anadolu Türk kentinin fiziksel yapısına göre modelini ilk defa M. H. Yinanç belirlemiştir.[79] Yinanç bu çalışmasında, kent modelini ayrıntılı olarak ortaya koymamıştır. Ancak Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleriyle kentlerde oluşan değişimi üç gruba ayırmakla yetinmiştir. Buna göre,

“1. Türklerin eski kente yerleşerek büyük değişimlere yol açmadıkları yerleşmeler

2. Tahrip olan kentlerin yakınına ya da üzerine yeniden yapılan yerleşmeler (Ankara, Konya, Kayseri, Sivas)

3. Türklerce kurulan kentler” şeklinde gruplar. Anadolu Selçuklu kentinin fiziki yapısına dayanarak, kent modellemesini ise U. Tanyeli yapmıştır.[80] Tanyeli, Anadolu’yu ülke ölçeğinde Uç bölgesi ve gerisinde kalan kentleri de şehri sınırlayıcı ve biçimlendirici unsur olan surlarına göre iki gruba ayırarak, Açık ve Kapalı kent modeli şeklinde morfolojik bir sınıflamaya tâbi tutmuştur.[81] Aslında şehri çeviren surların büyüklüğü ve küçüklüğü, bu kent modellerinin oluşmasına etki ediyordu. Eğer ki surların dışına taşan yerleşmeler olursa, kent model değiştirerek diğer kent modeli içinde yer alıyordu.

Anadolu Selçuklu kentlerinin morfolojik olarak bir tiplemesini yapmak hem kentlerin topografyaları hem de tarihsel gelişimleri dikkate alındığında mümkün görülmemektedir. Bunun yerine kentleri, kuruluş ve gelişim şemalarını dikkate alarak bir değerlendirmeye gitmek daha doğru olacaktır. Orta Çağ Anadolu kentleri, geçmişten gelen birikimlerini yeni gelişen kent dokusu içine katarak devam ettirmişlerdir. Bu kentler gelişirken aslında adı konulmamış bir planlama ilkesine sahiptir. Spontane bir planlamanın olduğunu belirtmek mümkündür. Bu planlama da kurallar kendiliğinde gelişmekte ve yüzyıllar boyunca devam etmektedir. Kendiliğinden gelişen bu planlamanın ilkelerini sosyal ve kültürel değerler belirlemektedir. Spontane kent planlamacılığında en belirgin kural, mülkiyet hakkına saygının gösterilmesidir.

Yrd. Doç. Dr. Osman ERAVŞAR

Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 333-343


Dipnotlar :
[1] C. Foss, Byzantine Cities of Western Asia Minor, Harward, 1972, (Basılmamış Doktora tezi); G. Ostrogorsky, “Byzantine Cities in Early Middle Ages”, Dumbarton Oaks Papers, XIII, 1959, s. 47-66. ; D. Zakythinos, (Ed. E. Kirsten), “Die Byzantinische Stadt”, Diskussionbeitraege zum XI. Internationalen Byzantinistenkongress, München, 1958, München, 1961, s. 82-83. ; S. Vryonis, a.g.e., 1-69; Turan, Selçuklular Zamanında Sivas…, s. 118.
[2] Bkz. önceki dipnot.
[3] S. Vryonis, a.g.e., s. 6-20.
[4] Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde…, s. 490.
[5] E. H. Mc Neal, R. L. Wolff, “The Fouth Crusade”, A History of the Crusades, C. 2, London, 1962, s. 161.
[6] Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde., s. 486-487; Aktüre, Anadolu Kentinde Türkleşme., s. 21; W. Heyd, Yakındoğu Ticaret Tarihi, (çev. E. Z. Karal), Ankara 1975, s. 169.
[7] A. A. Vasilev, Bizans İmparatorluk Tarihi (çev. A. M. Mansel), Ankara, 1943, s. 450.
[8] Urfalı Mateos, a.g.e., s. 131.
[9] Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde., s. 492.
[10] N. Başgelen, Bir Masal Ülkesi Kapadokya, İstanbul, 1991, s. 15.
[11] Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde., s. 493. ; N. Elisseeff, a.g.m., s. 129.
[12] Prokopius, Gizli Tarih, (çev. O. Duru), İstanbul, s. 105, 106, 108.
[13] Hild, Das Byzantinische StraBensystem., s. 80-81.
[14] N. Elisseef, a.g.m., s. 135. ; Prokopius, a.g.e., s. 203, 211-213.
[15] E. Kirmani menkıbelerinin birisinde bu konuda bir hikaye vardır. Bkz. E. Kirmani, Menakıb- ı Evhadüddin-i Kirmani, (çev. M. Bayram), Konya, 1995.
[16] Cezar, Anadolu Öncesi Türklerde., s. 484. ; Aktüre, Anadolu Kentinde Türkleşme., s. 21.
[17] S. Eyice, Bizans Sanatı Ders Notları, İstanbul, (Tarihsiz), s. 159, 160, 164-165. ; Turan, Selçuklular Zamanında Sivas., s. 118.
[18] Eski bir Roma şehri olan Prymnessus’un yakınında bir tepe üzerine, Bizans Dönemi’nde Akroinon (Afyonkarahisar) adı verilen bir kale kurulmuştur.
[19] Prokopios, Buildings., V. kitap. S. 4-10.
[20] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 21-32.
[21] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde…, s. 23.
[22] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 26-32.
[23] S. Vryonis, a.g.e., s. 104-109.
[24] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 169-178; Tanyeli sadece üçüncü unsura dikkat çeker, Tanyeli, Anadolu’da Bizans ve Osmanlı., s. 414.
[25] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, s. 119.
[26] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s, 173.
[27] Cahen, Osmanlılardan Önce., s. 191.
[28] Cahen, Osmanlılardan Önce., s. 191; V. Akyüz, “Selçuklularda Şehir ve Yerel Yönetim Hizmetleri (1040-1318)”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler, C. 1, İstanbul, 1996, s. 229; Aktüre, Anadolu Kentinde Türkleşme., s. 20.
[29] Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolanizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler. I. İstila Devirlerinin Kolonizatör. Türk Dervişleri ve Zaviyeler”; VD., S. II, 1942, s. 255-353.
[30] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., 176; Aktüre, Anadolu Kentinde Türkleşme. s. 25. M. Aykaç, “Ahilik ve Yerel Yönetimler” İslam Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler, C. 1 İstanbul, 1996. S. 254-257.
[31] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, s. 97-100-101.
[32] Erdmann, Das Anatolische Karavansarai.I, (Anadolu Selçuklu Kervansarayları Haritası).
[33] Turan, Selçuklular Zamanında Sivas., s. 126.
[34] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 38; Tanyeli, Anadolu’da Bizans Osmanlı., s. 414.
[35] H. Hellenkemper, Burgen Der Kreuzritterzeit in der Grafschaft Edessa und im Königreich Kleinarmenien, Bonn, 1976, s. 279-290.
[36] Turan, Selçuklular Zamanında Sivas., s 125 (Selçuklular ve İslamiyet) Bibi, El-Evamirü’l- Alaiyye.I, s. 271-274.
[37] B. Özgüven, Ahmedek, (Basılmamış Araştırma); Yusuf Küçükdağ, “Konya Kalesi’nin Ahmedek Bölümüne Dair” I. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildirileri 11-13 Ekim 2000, Konya, 2001, s. 83-85.
[38] A. Alkan, Konya Tarihi Kentin Planlama Sorunları, Konya 1994, s. 90.
[39] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.II, s. 73; A. Grigor, a.g.e., s. 17-20.
[40] Evliya Çelebi, Seyahatname, (Üçdal Neşriyat), C. III-IV, İstanbul. 1965, s. 833.
[41] Baykara, Türkiye Selçuklularında Bazı., s. 690, 693.
[42] O. Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul, 1936, s. 113, 116; Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 186, 193; Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda İmaret Siteleri Kuruluş ve İşleyiş Tarzına Ait Araştırmalar”, İktisat Fakültesi Mecmuası, S. XXIII, 1963, s. 239; M. Çadırcı, “Anadolu Kentlerinde Mahalle”, Tarihten Günümüze Anadolu Konut ve Yerleşme, İstanbul, 1996, s. 257.
[43] Tanyeli, Selçuklu Dönemi kentleri için cami/mescit adlarının mahallelere isim olarak verilmediğini, bunun yerine daha çok şahıs adlarının mahallelere isim olarak verildiğini, (Münşi Necmeddin, Celal Hüsrev gibi) her mahalleye bir mescit kuralının ise bu dönemde geçerli olmadığını çünkü mahallelerde birden fazla mescidin bulunabileceğini belirtir. Bkz. Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 159. Tanyeli’nin bu yaklaşımı kısmen doğru olsa da, kaynaklardaki yetersiz bilgiler ve bilinen mahalle isimlerinden hareketle böyle bir yargıya varılması subjektiftir.
[44] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 186.
[45] M. Çadırcı, a.g.m., s. 257.
[46] Baykara, Selçuklu şehirlerinde bulunan gayri müslim mahallelerinin duvarlarla Müslüman mahallelerinden ayrıldığını belirtir. Bkz. Baykara, Türkiye Selçukluları., s. 45; Baykara, Anadolu’nun Selçuklular Devrindeki., s. 94.
[47] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 161.
[48] Turan, Selçuklu Devri. Vakfiyeleri., s. 112.
[49] N. Elisseef, a.g.m., s. 135.
[50] L. Benevolo, Avrupa Tarihinde Kentler, (Çev. N. Nirven), İstanbul, 1955, s. 61.
[51] N. Elisseef, a.g.m., s. 135.
[52] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 165, 166, 167.
[53] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 165. Tanyeli, bu tür meydanları yol ağındaki Şişmeler olarak tanımlar.
[54] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 192.
[55] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, s. 198., Baykara, Türkiye Selçukluları., s. 68.
[56] Firdevsi-î Rumî, a.g.e., s. 69.
[57] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, s. 18, 289, 315, 443, 454; II, s. 21, 74, 75, 181, 191.
[58] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, s. 454-456.   
[59] Sümer, Yabanlu Pazarı., s. 81-82.
[60] O. Eravşar, “Anadolu Selçuklularında İdari Mekan Olarak Devlethane”, I. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildirileri 11-13 Ekim 2000, C. 1, Konya, 2001, s. 281-297; Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, 193-283.
[61] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.II, s. 216, 233.
[62] E. Esin, “Ordu; Türk Saray Mimarisinin On beşinci Asırdan Önceki Devri”, Milli Saraylar Sempozyum (Bildiriler) Yıldız Sarayı/Şale 15-17 Kasım 1984, İstanbul, 1985, s. 22.
[63] S. Mihael, a.g.e., III, s. 237-240.
[64] Turan, Selçuklular Zamanında. s. 361; S. Mihael, a.g.e., III, s. 237.
[65] I. Alaeddin Keykubad, Sivas Devlethanesinde, II. Gıyaseddin Keyhüsrev ise Kayseri Devlethanesinde tahta çıkmıştır. Bkz. Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.I, s. 227, C. II, s. 20.
[66] Bibi, El-Evamirü’l-Alaiyye.II, s. 205.
[67] Sümer, Yabanlu Pazarı., s. 83.
[68] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 191; Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 154.
[69] H. Karpuz, “Konya’nın Selçuklu Kent Dokusu ve Son Yıllarda Yıkılan Anıtları”, I. Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildirileri 11-13 Ekim 2000, C. II, Konya, 2001, s. 1-11.
[70] J. Akbar, Responsibility and Tradational Muslim Built Environment, Cambridge, 1984, (Fig. 6).
[71] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 191.
[72] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 157.
[73] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 193.
[74] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 177.
[75] Sümer, Yabanlu Pazarı., s. 85.
[76] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel., s. 193.
[77] Kuban, Anadolu Kentlerinin Tarihsel…s. 193.
[78] T. Baykara, “Ulu Cami. Selçuklu Şehirlerinde İskanı Belirleyen Bir Kaynak Olarak”, Belleten, C. LX, S. 227, Ankara, 1996, s. 33-57.
[79] M. Yinanç, Türkiye Tarihi-Selçuklular Devri, İstanbul, 1944, s. 180.
[80] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 39-103.
[81] Tanyeli, Anadolu Türk Kentinde., s. 41.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.