Kaynaklarda[1] atın M.Ö. 4 bin yıllarında Orta Asya’da evcilleştirildiği; Türklerin sosyal, siyasî, ekonomik ve askerî hayatında önemli rol oynadığı ve bütün kültür öğelerine yön veren bir etken olduğu bildirilmiştir. Türklerin Orta Asya’da yaşadıkları dönemlerde çeşitli atlı sporlarla meşgul oldukları; Kırgız Türklerinin yarışacak atları meradan alıp, ahırlarda kuru ot, yulaf, arpa vb. gıdalarla besledikleri; su haricinde günde 5-6 litre de kısrak sütü içirdikleri belirtilmiştir.[2]
At, Hititlerde, savaş ve av arabalarında kullanılmış; at yetiştirilmesine; özellikle atın idman ve terbiyesine büyük önem verilmiştir. Mitanni İmparatoru Kikkulus tarafından M.Ö. 14. yüzyılda yazılan kil tabletlerde; atların talim, tımar ve beslenmeleri hakkında kapsamlı bilgiler yer almıştır.[3] Isenbügel ve Seiferle’ye[4] göre Kikkulus, dünyada bilinen ilk at yetiştiricisi ve terbiyecisidir.
İslam uygarlığı döneminde atların gerekliliği, güzelliği, hayat içindeki yeri, donları, cinsleri, adlandırılışları, sınanmaları, güç ve kuvvetleri, yürüyüş biçimleri, yetiştiriciliği, uğurlu veya uğursuz vasıfları, yaratılışları, yaş tayinleri, bakımı, hastalıkları ve ilaçları vb. gibi konular hakkında kapsamlı bilgiler içeren ve kısaca “Baytarname” adı ile bilinen eserler yazılmıştır. Bu eserler[5] 15. yüzyıldan itibaren Türkçeye çevrilmiştir. Dokuzuncu yüzyıla ait bir eserde[6] at yarışları, koşu atlarının yetiştirilmesi, koşu atlarında aranan nitelikler ve at idmanlarından etraflıca bahsedilmiş; 14. yüzyılda yazılan “Naserî” adlı eserde[7] ise binicilik ve binek hayvanının terbiyesi hakkında geniş bilgiler verilmiştir.
Yerli atların ıslahı için açılan “Hayvanat Ocakları” 15. ve 16. yüzyıllarda 19 adedi bulmuş ve Batıdaki modern haralara örnek teşkil etmiştir.[8] Yaşar’a[9] göre Osmanlı Devleti’nde belli dönemlerde at ıslahı, ordunun ihtiyacı olan atların halktan sağlanması, buna karşı iyi damızlıkların zaman zaman dölleme amacıyla halka verilmesi, at sayıları azaldığında dışarıdan kısrak satın alınması, haraların yönetimi ve reorganizasyonu konularında çeşitli kararlar alınmış ve uygulamalar yapılmıştır. Devlet arşivlerinde 40-50 kadar Arap atının 1892’de Şikago sergisindeki “Osmanlı At Meydanında” sergilenmesine[10] ve 1893’te Şöveniğ’deki “Şayd-ı Mâhi” sergisine Çifteler ve Sultansuyu Haraları’ndan atların katılmasına izin verildiğine dair[11] belgeler saptanması, dünyada Osmanlı atlarına gösterilen ilginin birer işaretidir.
Atlı sporlarla ilgili olarak günümüze kadar birçok yayın yapılmıştır. Bu çalışmada, Türk kültürünün gelişmesinde ve yayılmasında önemli katkıları olan atın ve atlı sporların veteriner hekimliği tarihi açısından ele alınarak; atlı sporların Osmanlı Dönemi’ndeki gelişiminin ortaya konulması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot
Osmanlı Dönemi’nde atlı sporlar konusunun materyalini; Osmanlı arşivlerinden elde edilen belgeler, üzerinde bilimsel çalışmalar yapılmış baytarnameler ve bunlara ilişkin yayınlar, konuya ışık tutabilecek nitelikteki Osmanlı tarihi kitapları ile 1842-1999 yılları arasında yayımlanan ve incelenebilen veteriner hekimliği tarihi ve spor tarihi alanındaki eserler ve süreli yayınlar oluşturmuştur.
Konu tarih metodolojisi çerçevesinde incelenmiş ve atlı sporlar beş ana başlık altında sunulmuştur.
Binicilik-Cündîlik
Binicilik, atı iyi durumda kullanma sanatıdır. Atı tam yerinde, sakin, zamanında, güven içinde ve olabildiğince az kuvvet harcayarak kullanma becerisi olarak da tanımlanabilir.[12] Osmanlı ordusundaki atlı askerler sipahi olarak bilinir.[13]
Osmanlı Dönemi’nde, binicilikle ilgili faaliyetler; binicilikte ustalık ve hüner gösterme yarışları, uzun mesafeli at yarışları ve at üzerinde oynanan çeşitli oyunlar olarak 3 bölümde yapılmıştır. Binicilikte ustalık ve hüner gösterme yarışları, halkın en çok ilgilendiği yarışlardı. Padişahların da yarışlara ilgi göstermiş ve desteklemiş olmaları, binicilikte usta ve maharet sahibi olmayı teşvik etmiştir.[14]
Sümer’e[15] göre, Türklerin, daha 9. yüzyılda, İslam aleminde binicilikte (el-furusiyye) en mahir bir topluluk kabul edildikleri görülüyor. Aynı yüzyılda Türk hakanı da “binitlerin meliki” şeklinde vasıflandırılıyordu.
Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya yaptıkları göçlerde ve savaşlarda atlardan büyük ölçüde yararlanmışlardır.[16] Osmanlılarda süvari teşkilatının çekirdeğini oluşturan Akıncılar, 250 yıl kadar orduya hizmet etmişlerdir.[17] Bu kuvvetler sınırlarda bulunur, orduya keşif hizmeti görür, yol açar ve günümüz motorize kuvvetleri gibi çok hızlı bir harekât ile büyük etki yaratırlardı.[18] Akıncılar Orhan Gazi zamanında (1324-1360) Köse Mihal Bey tarafından iyi bir şekilde organize edilmiş; atçılıkta da önemli gelişmeler sağlanmış ve aynı yıl Sipahi Teşkilatı kurulmuştur.[19]
I. Murat zamanında (1360-1389) Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa’nın gayretleriyle süvari kuvveti olarak Ebnayi Sipahiyan adı altında Kapı Kulu Süvarisi (Sipahi Ocakları) ve Eyalet Askerleri (Tımarlı Sipahiler) oluşturulmuştur. Kapı Kulu Süvarileri padişahların hassa askerleri (maaşlı, merkez kuvvetleri) idi ve 6 bölüğe (Silahdar, Sipahi, Sağ ve Sol Ulufeciler, Sağ ve Sol Gureba) ayrılmıştı. Bunlar merkeze yakın ve at beslemeye müsait yerlerde bulundurulurlardı. Eyalet Askerleri hudutlarda düşman saldırılarını önleyecek olan Serhat Kolu ve Topraklı sınıflarına ayrılmıştı. Topraklı Süvarileri ise tımar, zeamet ve has adlarıyla üçe bölünmüştü.[20]
Tımar ve zeamet sahipleri hem ziraat ve atçılığı teşvik eder, hem de bulundukları yerlerin emniyetini sağlarlardı. Bunların bilhassa at yetiştirmek ve terbiye etmek hususunda büyük rolleri ve etkileri vardı. Devlet bu yolla bir anda 140 bin süvariyi sevk eder ve bunların iaşelerini sağlardı.[21]
Osmanlı döneminde 1359 yılında Memluklu elçisinin Bursa’ya getirdiği “Cündîlik Kitabı” Türkçeye çevrildikten sonra dilimize yerleşmiş olan “Cündî” sözü Osmanlıların yalnız hünerli binicileri için kullanılmıştır.[22]
Kahraman’a[23] göre cündî, Osmanlı sarayında bir bölük veya koğuş adı olmamakla birlikte hünerli binicileri sıfat olarak tanımlar. Ankara Savaşı’ndan (1402) sonra Amasya’ya çekilen Şehzade Mehmet Çelebi’nin kardeşini yenip, padişah olabilmesi için çevik kuvvete ihtiyaç olduğu görülerek biniciliğe önem verilmiştir. Bu dönemde Amasyalılardan oluşan atlı bölüğe Bamyacılar, Merzifonlulardan oluşan bölüğe de Lahanacılar denilmiştir.
Gezder[24] ve Kahraman[25] Osmanlı dönemi cündîlerini; Enderun Cündîleri, Sadrazam Cündîleri ve Mısır Cündîleri olmak üzere üç grupta incelemiş ve bunlar hakkında ayrıntılı bilgiler sunmuşlardır.
Osmanlı’da Enderun Cündîleri bir bölük değildir. Osmanlı devlet yapısında her ağanın belirli bir görevi vardır ve o görev yoluyla yükselir. Ancak cündîlikte üstün başarı gösteren ağa, diğerlerinden önce yükselmeye hak kazanır. Cündîbaşı alaylardaki cündîleri eğitir ve padişah cündîlik ya da cirit oyunu seyretmek isteyince oyunu yönetir.[26]
Sadrazamların Kapı Halkı içinde iki bölük cündî bulundurulması kanun idi. Osmanlı Devleti’nin teşrifat kurallarına göre, Sadrazam cündîlerinin dini bayramların 3. günleriyle doğum şenliklerinde Eskisaray’a giderek padişah huzurunda cirid oynamaları kanun idi. Bayram ve doğum şenlikleri dışında, Osmanlı Devleti’ne iltica eden kral ile şehzadeleri karşılama törenleri; elçilere Sad’abad veya başka bir yerde verilen ziyafetlerde de sadrazam cündîlerinin cirit oynamaları Murad idi;[27] tarihimizde sadrazam cündîlerinin cirid oynamalarına örnekler oldukça fazladır.
Cündîliğe önem veren padişahların başında Sultan III. Murad gelmektedir. 3 Haziran-14 Temmuz 1582 günleri arasında At Meydanı’nda Şehzade Mehmed için (Sultan III. Mehmed) yaptırdığı sünnet düğününde Mısır’dan gelen ve İstanbul’da bulunan bütün cündîlerin maaşlarını artırmış, hil’atlar giydirmiş ve bazılarına da dirlikler vermiştir. Sultan Murad’dan sonra III. Mehmet zamanında cündîliğe hiç önem verilmediğinden cündîlik unutulur gibi olmuştur. Sadrazam cündîlerinin huzurunda en çok cirid oynatan padişahların başında Sultan III. Mustafa (1757-1774) gelir.[28] Enderun ve Birun’daki cündîler Bamyacı ve Lahanacı alaylarından birine bağlı idiler. Cündî olmak isteyen bir acemi veya içoğlan, bu alaylardan birine seçtikten sonra, Cündîbaşı’na dileğini iletir, o da aceminin istediği alaydan bir keskin cündîyi ona üstad (öğretmen) olarak verirdi. Cündîlik eğitimi haftanın çarşamba ve cumartesi günleri Gülhane Kasrı önündeki Kabak Meydanı (Cirit Meydanı, Gülhane Meydanı) adıyla anılan alanda yapılırdı.[29]
Acemiye önce at binme ve at üzerinde oturma öğretilir. Bunun için Babataşı denilen at biçimi verilmiş taş üzerine oturtulup, dizgin tutmak öğretilir.[30] Daha sonra gerçek ata binerek çabuk ve çevik inip binmeyi, yürütmeyi, yavaş ve hızlı koşturmayı öğrenir.[31]
Osmanlı Dönemi’nde binicilikle ilgili yarışma şenliklerinden en önemlileri III. Murad’ın 1582’de At Meydanı’nda, I. Ahmed’in 1606 ve 1675’te Edirne’de düzenledikleri şenliklerdir. Bu şenliklerde eyer üzerinde ayağa kalkma, tek ayak üzerinde durma, dört nala giden atta amuda kalkma, eyer çıkartıp boyuna alıp tekrar takma, manialı, maniasız, silah kullanarak ve silahsız koşular yapıldığı bilinmektedir.[32]
Osmanlıların büyüme dönemlerinde Kapıkulu ve Tımarlı süvarileri çok önemli rol oynamışlardır. Kapıkulu süvarilerinin 50 bine, Tımarlı süvarilerinin 90 bine ulaştığı dönemler olmuş; Niğbolu Savaşı’nda 40 bin, Mohaç Savaşı’nda 166 bin süvari bulundurulmuştur. Osmanlı ordusundaki süvari sayısı 16. yüzyıl başlarında 200 bine kadar çıkmıştır.[33] Osmanlıların büyük bir süvari gücüne sahip oldukları dönemlerde Anadolu’da at yetiştiriciliğine de çok önem verildiği görülmektedir.[34]
Sultan Mahmud binicilikle de yakından ilgilenmiş; diğer sporlarda (okçuluk, güreş, tüfenk atışı, tomak oyunu) olduğu gibi sarayda cündîler (Hüseyin Efendi) bulundurduğu bilinmektedir.[35] Sultan II. Mahmut’un Mihrimah Sultan’ın evlenme şenliğinde (29 Nisan-7 Mayıs 1836) Beşiktaş Sarayı’nda elçilere verilen yemekte hünerli binicilerin gösteriler yaptıkları belirtilmiştir.[36]
Güven’e[37] göre Orhan Bey, Yıldırım Beyazıd, Çelebi Mehmet, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, II. Osman, IV. Murat binicilikte ünlü Osmanlı hükümdarlarıdır.
Kahraman’a[38] göre Osmanlı Devleti’ne Cündîlikte başarılı olmuş, isim yapmış, ün kazanmış pek çok cündî 400 sene hizmet etmiştir. Devşirme olarak buraya girenler Osmanlı Türk’ü olarak savaşmış, şan, şöhret kazanmış, can verip, şehit olmuşlardır. Ancak Sultan Mahmud gelişen savaş tekniği karşısında bu tür eğitimin artık yararlı olamayacağını görerek, cündîliği kaldırmış; Avrupa devletlerindeki gibi süvari birlik ve bölükleri kurmakla en doğru hareketi yapmıştır.
Osmanlı Dönemi’nde modern anlamda binicilik 1911 yılında Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın Fransa’daki Saumur Binicilik Okulu’nu beğenerek Bakırköy’de kurdurttuğu “Süvari Binicilik ve Tatbikat Okulu” ile başladığı kabul edilmektedir.[39] Okul müdürlüğüne Alman Yarbay Bob getirilmiştir. İlk yıllar sportif binicilikten çok askerî amaca yönelik bir binicilik sistemi uygulanan okul; ilk kuruluş yılındaki birçok noksanlıkları nedeniyle amaç ve hedefine ulaşamamıştır. Balkan Savaşı (1912) ile kapanan okul, Davutpaşa kışlasından Orhaniye’deki pavyonlara taşınmış ve müdürlüğüne Binbaşı Esat tayin edilmiş ve okul Haydarpaşa’da yeni inşa edilmiş olan Şimendifer Taburu Kışlası’na nakledilmiştir. Bu arada Çifteler Tay Deposu’ndan birçok genç (Remont) at, terbiye için okula getirilmiş ve eğitimlerine başlanmıştır. Ancak Birinci Dünya Savaşı ile 1914’te okul tekrar kapatılmıştır.[40] Okul 1919-1921 yılları arasında Abidinpaşa (Ankara) sırtlarındaki askeri tesislerde Sakarya Meydan Muharebesi için süvari talimgahı olarak görev yapmış; 1922 yılında ise Büyük Taarruz’dan önce Ilgaz’dan Bnb. Kurtcebe Noyan komutasında bir binicilik okulu açılmıştır.[41]
Kurtuluş Savaşı yıllarında binicilik faaliyetlerine ara verilirken, Büyük Taarruz öncesi Konya’da oluşturulan ve süvari atlarına hizmet sunan “Nalbant Mektebi”nin bizzat Atatürk tarafından açılması, atçılığa verilen ve Cumhuriyet yıllarında da verilecek olan önemin en somut belirtisi olarak kabul edilmektedir.[42]
Savaştan sonra pek çok süvari subayı eğitim ve öğrenim maksadıyla Fransa’ya Saumur Binicilik Okulu, İtalya ve Almanya Binicilik Okullarına gönderilmiştir.[43]
Özçelik’e[44] göre, halk arasında binicilik 22 Mart 1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa ve Mahmut Muhtar Paşa gibi devlet büyüklerinin teşvikleri ile ilgi uyandırmaya başlamıştır.
At Yarışları
Osmanlı Devleti’nde atçılığı teşvik amacıyla ilk olarak Bursa’da 1326 yılında programlı koşulara başlanmış ve bu iş için Balıklı Köyü ile Atçılar Meydanı arasındaki alan, yarış yeri olarak vakfedilmiştir.[45]
İstanbul’un fethinden sonra yıkılan hipodrom, Fatih Sultan Mehmet’in emriyle onarılmış ve at yarışları yapılan ve cirid oynanan bir alana dönüştürülmüştür.[46]
Edirne’de 1675 yılında düzenlenen şenlikteki düğünlerde, padişah huzurunda 3, 4 ve 6 saatlik uzaklıktan 3 aşamalı at yarışları düzenlenmiştir. Sultan Abdülaziz düzenlediği at yarışlarıyla bu sporu özendirmiş, başarılı binicileri ödüllendirmiştir.[47]
Batu[48] ve Erk,[49] Avrupa’da ilk at yarışının 1603 yılında İngiltere’de I. Jan (James) zamanında (1603-1625) Fransa’da Fontaineldeu’de 1776’da yapıldığını belirtmişlerdir. Yarışların kontrolü görevini üstlenen ilk “Jockey Club” ise 1750 yılında İngiltere’de kurulmuştur.[50]
Osmanlı Devleti’nde programlı at yarışlarının 1326 yılında başlatılmasına rağmen, İngiltere’deki Jokey Kulübünün benzeri bir kuruluş 1864 yılında “Dersaadet Jokey Kulüp-Cemiyeti Sipahiye” adıyla gerçekleştirilebilmiştir.[51] Erk’e[52] göre Cemiyetin 31 maddeden oluşan Nizamnamesi İngiltere Jokey Kulübü’nün yönetmeliğinden çevrilmiş olup, Ceride-i Havadis’in 1864 yılı 829 numaralı sayısında yayımlanmıştır. Nizamnamede kulübün amacı; yarışları teşvik etmek, at cinslerini ıslah etmek ve yarışlara herkesin katılmasına olanak sağlamak olarak belirtilmiştir. Ceride-i Havadis’in 4 Mayıs 1864 tarihli sayısında koşu günlerinde yapılan bazı değişiklikler ve yarış alanına giriş ücretleri de bildirilmiştir.
Kahraman’a[53] göre, Sultan Abdülaziz ata binmeye şehzadeliğinden beri meraklı bir padişahtı. Ancak Türkiye’de o dönemde Avrupa’daki gibi at yarışları yapılmıyordu. İstanbul’da bulunan bazı ecnebiler ve Avrupa’daki gibi at yarışı yapılmasını isteyen devlet büyükleri 1864 yılında Sultan Abdülaziz’in at sevgisinden yararlanarak, izin çıkartıp yarışlar için bir kurul oluşturmuşlar ve Sefer Paşa’nın başkanlığındaki komisyon 13 Mayıs 1864 Cuma günü Kağıthane’de 5 ayrı yarış düzenlemiştir. Osmanlı Dönemi’nde yapılan at yarışlarında koşacak atlar cinsine ve yüksekliğine göre sınıflara ayrılmazdı. Yalnız taylar için ayrı koşu düzenlenir ve onların mesafesi daha kısa olurdu. Yarış ister padişah, ister bir vezir, isterse bir köylü tarafından düzenlenmiş olsun atına güvenen herkes eşit haklarla yarışa katılırdı.
Osmanlı-Rus Savaşı’nın (1877-1878) yenilgimizle sonuçlanması nedeniyle memleket büyük yasa büründüğünden at yarışı yapmak gibi spor gösterileri ve eğlenceleri artık unutulmuştu. Osmanlı Devleti’ni dağılmaktan, parçalanmaktan kurtarabilmek için disiplinli ve korkulu bir yönetim uygulanmaya başlanmış; İstanbul içinde halkın bir yerde toplanıp bu tür spor gösterileri ve yarışmaları yapması imkânsız hale gelmişti. Ancak bu dönemde özellikle İzmir, Balıkesir, Manisa, Konya, Bursa, Amasya, Sivas, Samsun, Adana, Erzurum, Urfa, Halep, Şam, Bağdad ve Musul gibi illerimizde at yarışlarının devam ettiği görülmektedir.[54]
Aral’a[55] göre İzmir’de at yarışları Mirât, Hıfzî ve Evliya Zade Refik Beylerin çalışmalarıyla 7 Mayıs 1893’ten itibaren Torbalı’da düzenli olarak yapılmaya başlanmıştır. Torbalı yarışları I. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiş; Kurtuluş Savaşı’nı takip eden günlerde yarışlar özel idareye devrolunmuştur. Özellikle İzmir’in Avrupa’ya açık olması ve yabancıların bulunması nedeniyle modern at yarışlarının öncülüğünü yapmış olmasıyla spor tarihine önemli katkıları olmuştur.
Canik (Samsun) Mutasarrıfı Hamdi Bey (Simavi) 1901 yılında bir yarış alanı ve tribün yaptırmış; bu alan Cumhuriyet’in ilânından sonra genişletilerek düzenli biçimde yarışların yapılması sağlanmış ve Samsun at yarışlarının 1920-1927 yıllarına ait programları yayımlanmıştır. Programlarda yer, gün ve saatler yanında, İdare Heyeti, Hakem Heyeti, Muayene ve Kabul Heyetleri gibi kurulların oluşturulduğu; katılmak için gerekli şartların detaylı olarak belirtildiği; ayrıca yarışların hangi sınıflarda yapılacağı, koşulara katılacak atların yaşları, cidago yükseklikleri, jokeylerin ağırlıkları, alacakları ödüller, yarış mesafeleri ve izleyicilerin uyacakları kurallar açıkça belirtilmiştir.[56]
Haralar Nazırı Muzaffer Paşa’nın Çifteler (Eskişehir)’de yapılan at yarışlarına 1902 yılında Çifteler Harası’nda bulunan subay ve eratın da katılmasına müsaade ettiği, ancak 1903 yılında Müşir Paşa’nın bu yarışlara para desteği vermemesi üzerine yarışların ihmal edildiği bilinmektedir.[57]
İstanbul’da 1912 yılında “Islâhı Nesli Feres” (At Neslinin Islahı) adı ile kurulan cemiyetin amacı;[58] Türkiye’de at ırkının ıslah ve üretimi, ordunun ve ziraatın ihtiyaç duyduğu hayvanlarla, bütün koşum hayvanlarının ülke içinden karşılanması gibi konuları incelemek; at yarışları ve müsabakalar ile ana-baba materyalini yetiştirmek ve seçmekti.
Cemiyetin adı 2 Haziran 1916 tarihindeki Genel Kurul’da “At Islâhı Cemiyeti ve Sipahi Ocağı” olarak değiştirilmiştir. Veli Efendi Çayırı’nda bir idman ve koşu pisti yaptıran Cemiyetin 10-14 Mayıs 1918 tarihleri arasında düzenlediği binicilik yarışmaları dikkat çekicidir.
Bir yandan at terbiyesi, engel atlama, sür’at ve dayanıklılık yarışmaları düzenlenmiş; diğer taraftan at sağlığı, at muayenesi, nalbant müsabakası ve hayvan satış işlemleri gibi günümüzde de binicilik sporunun önem taşıyan alanlarında etkinlikler gerçekleştirilmiştir. Sipahi Ocağı’nın kuruluş amacına uygun çalışmaları artırdığı bir dönemde, İngilizlerin kulüp binasını, Fransızların koşu alanını işgal etmeleri üzerine koşulara ilgi azalmış ve faaliyetler sona ermiştir.[59]
Cirit Oyunu
Cirit, bütün atlı sporlar gibi Orta Asya Türk kültüründen kaynaklanan bir oyundur. Cirit oyunları atlı cirit (süvari ciridi) ve yaya (menzil) ciridi olmak üzere iki kısma ayrılmakla birlikte[60] burada veteriner tarihi açısından atlı cirit oyunu üzerinde durulacaktır.
Atlı cirit oyunu, Osmanlı sarayında en çok oynanan ve padişahların yabancı elçilere göstermekle gurur duydukları bir spordu.[61] Gezder[62] ve Kahraman’a[63] göre Sürekli olduğu için Harharî cirit diye de anılmaktaydı.
Cirit, barış zamanında askerlerin saldırı ve savunma yeteneklerini artırmak, sefer sırasında ise askerleri coşturmak için davul, zurna eşliğinde oynanırdı. Bu oyunlara bazen padişahlar ve komutanların da katıldığı olurdu.[64]
II. Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi’nin Bursa’da vakfettiği (Balıklı Köyü-Atçılar Meydanı arası) alanda her Cuma günü ve bayramlarda at yarışı, cirit ve çöğen gibi atlı oyunlar tertip olunurdu. Daha sonra oluşturulan Bamyacı ve Lahanacı binici sınıflarının cirit takımı olarak meydanlarda karşılaştıkları belirtilmektedir.[65]
Kahraman’ın[66] Tursun Bey’den naklettiğine göre Fatih Sultan Mehmet, Yenisarayı (Topkapı Sarayı) yaptırırken harem ağalarının gezinti yapması ve cirit oynaması için bir bölümünü bahçe ve bir bölümünü de spor alanı haline getirmişti. Atların tırnakları kırılmasın diye bu bölüm kum ile döşendiğinden “Kum Meydanı” da denilen Ağa Bahçesi Meydanı bugünkü Topkapı Sarayı’nın Hasbahçe Bölümü’nde yer alan Arkeoloji Müzesi’nin bulunduğu yerdir.
Gezder’e[67] göre, Osmanlı sarayında cirit oyununu biniciler (cündîler) oynardı. Cündîler oyuna çıkınca Lahanacılar ve Bamyacılar olarak ikiye ayrılırdı. Harem ağaları kara oldukları için genelde Lahanacı, ak ağalar da Bamyacı olurlardı. Padişahın en yakınlarından olan Silahdar Ağa bu gibi oyunları düzenlemekle görevliydi.
III. Murad’ın 1582 tarihinde oğlu III. Mehmed için yaptırdığı ve 50 gün süren sünnet düğününün 15 gününde cirit oynandığı belirtilmiştir.[68]
Aral’a[69] göre binicilik alanında en önemli oyunlardan biri olan cirit hakkında ilk bilgilere 1577 yılında rastlanmaktadır. Buna göre, Gerlah Istefan adlı bir seyyah İstanbul At Meydanı’nda bin kişinin karşısında 24 atlı tarafından oynandığı ve oyun sırasında her iki taraftan üçer kişinin meydana çıkıp birbirlerine hücum ettikleri belirtilmiştir. Amacı, kaçanın cirit atılarak vurulması ya da vurulmamasıdır. Batu’ya[70] göre, Evliye Çelebi İstanbul Kağıthane yakınlarında meşhur bir cirit meydanından bahsetmektedir. Cirit oyununun Osmanlı döneminde savaş dışı zamanlarda savaş provası ve idman için oynandığı bildirilmiştir.[71]
Üsküdar’daki Kavak Sarayı Bahçesi ve Meydanı’nda; biniciliği ve özellikle cirit oynamayı çok seven Sultan II. Osman (1618-1622) da bu sarayın bahçesindeki spor alanında cirit oynatmış; özellikle Enderun ağalarının oynadığı ciridi seyredebilmek için alana “Sultan Osman Köşkü” olarak anılan bir de köşk yaptırmıştı.[72]
Evliya Çelebi’ye[73] göre, Dolmabahçe Meydanı 1614 yılında doldurulmuş ve bu alana Cirit Meydanı denmiştir. Dört yıl sonra padişah olan Sultan II. Osman burada da sık sık Enderun ağalarının oynadığı ciridi seyretmiştir.
İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet tarafından 1454-1458 yılları arasında yaptırılan Eski Saray’da Sultan III. Ahmed Dönemi’nde (1703-1730) belki de en güzel, en şaşalı günler yaşanmıştır. Sultan Ahmed sık sık buraya gelir, spor alanına (Süleymaniye Camisi’nin olduğu yer) bakan köşkten yapılan cirit oyununu, güreş ve düğün nahıllarını seyrederdi. Dinî bayramların 3. günü padişahların Eski Saray’a gitmesi ve oradaki sultanlar ile bayramlaşması ve alana bakan köşkten sadrazam cündîlerinin oynadığı atlı cirit oyununu ve diğer gösterileri seyretmesi adet-i kadimedendi.[74]
Yavuz Sultan dönemi cündîlerinden Yusuf Ağa, Sultan I. Ahmed Dönemi’nde Cündî Ahmet Ağa (Yenibahçe’de) ve Sultan III. Selim zamanında Kara Hasa Ağa cirid isabetiyle ölen tanınmış cündîlerden birkaçıdır. Bu gibi olaylar eksik olmamakla birlikte “cündîlik eski ocaktır” denilerek cirit oyunu Sultan II. Mahmut zamanına kadar devam etmiştir. Fakat 2 Kasım 1816’da (Kurban Bayramı’nın 2. günü) Sultan Mahmut Çırağan yalısında iken, yapılan bayram ciridinde Harem ağalarından ünlü cündî Şuayıp Ağa’nın atından düşürülerek yaralanması ve altı ay sonra da ölümü üzerine atlı cirit oynatılmamış ve 1826 yılında saray kuruluşlarında personel azaltılmasına gidilirken, Ekim 1826’da cirit oyununu tamamen kaldırılmıştır.[75]
Çöğen (Polo, Çevgan) Oyunu
Çöğen (polo, çevgan) oyunu Türklerin Orta Asya’da icat etdiği millî bir oyundur. Oyun Babür Şah tarafından Hindistan’a götürülmüş, Tibetçe top anlamına gelen “Pulu” kelimesi zamanla Polo ismini almıştır.[76] Batu’ya[77] göre eski bir Türk sporu olan çöğen, “polo” adıyla ilk olarak Hindistan’da 1854’te İngilizler tarafından oynanmış ve Avrupa’da ilk Polo Kulübü 1863’te kurulmuştur. Keten’e[78] göre, Hindistan’a yerleşen Portekiz ve İngilizler bu oyunu burada görmüşler ve 1871’de İngiltere’ye dönen askerlerle bu oyunu Avrupa’ya götürmüşlerdir.
Oyun Divanü Lûgât-it Türk’te çöğen olarak geçmektedir.[79] İhsan Abidin[80] Osmanlı Dönemi’nde çöğen oyunu için İstanbul’da büyük bir meydan oluşturulduğunu kaydetmektedir.
Bugün yaygın olarak bilinen adıyla polo, Türkçe adıyla çöğen ve edebî metinlerde daha çok kullanılan karşılığı ile çevgan oyunu, Asya’dan dünyanın değişik yerlerine yayılmış bir atlı top oyunudur. Bu dinamik oyunu maçlar şeklinde daha eski yıllardan beri pek çok metinde konu edildiği bilinmektedir. Daha sonraları polo/çevgan oyunu özellikle iki önemli unsuru sopa (çevgan) ve top (guy) ile edebî metinlerde bir dünya görüşü, evren ve kader anlayışı olarak gündeme gelmiştir. Türkçe çöğen, Farsça çevgan, sopa temelinde bir adlandırma iken, polo Tibetçe top temelinde bir adlandırmadır.[81]
Kahraman’a[82] göre Osmanlı döneminde top oyunu ile kastedilenin ayak topu olduğu, bundan çevgan (polo/çöğen) oyununun anlaşılacağına dair bir ipucuna rastlanmadığı belirtilmiştir. Gülhane Kasrı yapılmadan önce cirit meydanı da denilen alan Topkapı Sarayı’nın en büyük ve en eski alanıdır. Bu alanda çevgan (çöğen)’da oynanmıştır.
Osmanlı Türklerinde genel olarak, çöğen oyununun oynanıp oynanmadığı hakkında pek fazla bilgi bulunmamakla birlikte; Evliya Çelebi,[83] Bitlis’te Şerefhan Cami yanındaki çevgan meydanında haftada bir kez bu oyunun oynandığını belirtmiştir. Batu’ya[84] göre 16. yüzyılda Türklerde çöğen (polo) oynanıyordu.
Güven’e[85] göre, Çöğen oyununun Edirne Sarayı’nda Şikar Kapısı karşısında Tuna kıyısındaki meydanda oynandığı bilinmektedir.
I. Dünya Savaşı sıralarında İstanbul’da kurulan Islahî Nesli Feres Cemiyeti; at ıslahını spor faaliyetleri ile desteklemek amacıyla Sipahi Ocağını kurmuş ve polo faaliyetleri de programa alınmıştı. Ancak bu programın gerçekleşip gerçekleşmediğine dair herhangi bir kayda rastlanamamıştır.[86]
Gökbörü Oyunu
İlk kez Türklerin Orta Asya’da oynadığı gökbörü oyununun esası; at salıp koşarak, kesilerek içi temizlenmiş bir oğlak veya herhangi bir hayvan derisini eyeri ile bacakları arasına sıkıştıran ve dörtnala koşan bir atlının, kendisini avlayan binicilere yakalanmadan ya da gökbörüyü kaptırmadan sınırlanmış bir alan içinde belirtilen hedefe kadar koşması veya alanda turunu tamamlayarak sayı kazanmasıdır.[87] Oyundaki oğlak, bir oğlak derisinin başı ve ayakları kesilerek içine saman doldurduktan sonra karnından dikilip o gece su içine bırakılarak yapılır; böylece ağırlığı 30-40 kiloyu bulur.[88]
Keten’in[89] Ziya Gökalp’ten verdiği bilgilere göre bu oyun Eski Türklerde totem sayılan Bozkurt’a (Gök-börü) bağlı bir anane mahsulüdür.
Yıldıran’a[90] göre, eski Türk imparatorluklarında sürek avlarının bir askerî manevra niteliğinde olduğu; Gökbörü, Cirit, Çevgan gibi atlı sporların da asker talim niteliği gösterdiği belirtilmektedir.
Tartışma ve Sonuç
Uygarlığın gelişmesinde büyük pay sahibi olan ve Orta Asya’da M.Ö. 4 bin yıllarında evcilleştirilen at hemen tüm Türk toplumlarının güncel, siyasî, ekonomik ve askerî yaşamında çok önemli rol oynamıştır.[91] Orta Asya’dan gelen bir gelenekle Osmanlı döneminde de at yarışlarının yapılması;[92] 15. ve 16. yüzyılda bugünkü haraların temelini oluşturan Hayvanat Ocakları’nın kurulmuş olması;[93] yurt dışında düzenlenen sergilere bu haralardan atların gönderilmesi;[94] ata ve at yarışlarına Osmanlı Dönemi’nde, geçmişten gelen bir özellik olarak büyük değer verildiğinin bir başka ifadesi olarak kabul edilebilir.
Binek ve spor hayvanı olarak Osmanlı ordusu, saray ve halk arasında önemli yeri olan at, Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve gerilemesine paralel olarak ilgi görmüştür. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Balkan, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları nedeniyle at sayısında büyük bir azalma olmuş;[95] bunun bir sonucu olarak da atçılık, binicilik, at merakı ve atlı sporlar olumsuz yönde etkilenmiştir.
Aral,[96] Osmanlı Dönemi’nde cirit oyunu ile ilgili ilk bilgilerin 1577’den itibaren elde edildiğini belirtirken; bazı araştırıcılar[97] Orhan Gazi’nin 1326’da Bursa’da vakfettiği alanda yılın önemli günlerinde at yarışları, cirit ve çöğen gibi atlı oyunların oynandığını ifade etmişlerdir. Ancak, Orta Asya Türklerinin oyunu olan ciritin Osmanlı Dönemi’nde 16. yüzyıldan itibaren yaygın hale geldiği ve çöğen oyununun yerini aldığı belirtilmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre cirit ile ilgili 74 yabancı kitaptan 15. ve 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yayıldığı birçok alanda bu oyunun oynandığı belirtilmiştir.[98]
Çöğen (Polo; Çevgan)’nin Orta Asya Türklerinin bir oyunu olup, bugünkü polonun ilk şekli olduğu; polo adıyla İngiltere’ye götürülüşünün Keten’in[99] aksine, Batu’nun[100] belirttiği gibi 1854 yılında gerçekleştiği; zira ilk polo kulübünün 1863’te kurulmasının bunu doğruladığı söylenebilir.
Atlı Top Oyunu[101] adlı eserin I. Babında “çöğen oyunun kaideleri ve tatbikatı”; II. Babında da “hazırlayıcı talim, terbiye ve idman konusu, binicilik, çomağın istimali ve partiye hazırlık” konuları alt başlıklarla anlatılmış ve çöğen oyununun tüm özelliklerini yansıtan 21 şekille yer verilmiştir. Kahraman’a[102] göre, Osmanlı Dönemi’nde çöğen oyununa top oyunu dendiğine dair bir kaynağa rastlanılmamıştır.
Yıldıran;[103] gökbörü, cirit ve çevgan oyununun eski Türk imparatorluklarında askeri talim mahiyetinde oynandığını belirtmiştir. Ancak, bu araştırma sürecinde bunu doğrulayacak yazılı bir kaynağa ulaşılamamıştır.
Türklerin savaşa hazırlık için cirit, gökbörü ve çevgan oyunları oynadıkları; hükümdarların savaş yeteneklerini denetlemek için ordularına “sığız” denilen sürgün avları tertiplettikleri bilinmektedir.[104]
Türklerin ata olan hakimiyeti ve atlı sporlarından etkilenen Batı toplumları, sistemleşmeye gitmişlerdir. İtalya’da 17. yüzyılın ikinci yarısında bir binicilik okulu kurulmuş; atın her davranışına hakim olmak ve çeşitli hareketlerini en incelikli şekliyle göstermek; bir estetik, zevk ve daha sonra moda olmuştur.105 Osmanlı Devleti’nde, Batı’dan yaklaşık 400 yıl sonra (1911) İstanbul’da modren anlamda bir binicilik okulunun kurulması kaybedilen özelliklerin tekrar kazanılmaya çalışılmasının, modern binicilik ve atlı sporlara geçişin ilk adımı olarak kabul edilmelidir.
Sonuç olarak; M.Ö. 4 bin yıllarında Orta Asya’da evcilleştirilen atın Türklerin sosyal, siyasî, ekonomik ve askerî hayatında önemli rol oynadığı ve bütün kültür ögelerine yön veren bir etken olduğu yönündeki kanaatın, atlı sporlar için de geçerliliği; atlı sporların Orta Asya Türk kültürünün ürünleri olduğu; Osmanlı Döneminde 15.-16. yüzyıllara kadar “çöğen” oyununun oynandığı ve bu yüzyıllardan sonra yerini “cirit” oyununun aldığı; binicilik ve at yarışlarının Osmanlı Devleti’nin büyüme, gelişme, duraklama ve gerileme dönemlerine paralel bir durum gösterdiği; uzun süren savaş yıllarının (1911-1922) atçılığı ve atlı sporları olumsuz yönde etkilediği ileri sürülebilir.
Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi, Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 10 Sayfa: 616-624