Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türk Dünyasında Hat Sanatı

0 12.989

Prof. Dr. Ali ALPARSLAN

Hat sanatı veya hattatlık, İslâm güzel sanatlarının cazip bölümlerinden biridir. İslâm yazısı, Atlas Okyanusu’ndan Endonezya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafî sahada yaşayan Müslüman milletler tarafından kullanılan ve kökü, M.Ö. VI. yüzyılda kuzeybatı Arabistan’da bugünkü Ürdün ve Filistin topraklarında görülen Arap asıllı Nabat adlı bir topluluğun alfabesine dayanır. Bu alfabe veya yazı önce orta ve sonra da bütün Arap kıt’asına yayıldı. Köşeliliği fazla yuvarlaklığı az olan bu yazı, yavaş bir şekilde gelişme göstererek Hz. Peygamber devrinde okunabilir hale gelmeye başladı.

Şüphesiz İslâm’ın gelişi Arap yazısının inkişafında büyük rol oynamıştır. Kur’an-ı Kerim, okuyup yazmaya büyük önem verir. Nitekim Allah’ın insanlığa ilk hitabı “oku” emridir. Bunun gibi yazı vasıtası olan kalem de “okumak” gibi üstün görülmüş ve methedilmiştir. Allah, Kur’an’da Alâk sûresinin (96) 1-5 ayetlerinde şöyle buyuruyor: “Yaratan Allah’ın adıyla oku. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Kalemle yazmayı öğreten; insana bilmediğini öğreten, keremi erişilmez mertebede olan Allah’ın adıyla oku.” Hakikaten de Allah’ın birliği inancını yayacak olan en kuvvetli vasıtalardan biri kalemdir. Hz. Peygamber’e ilk vahyolunan bu ayetler, insanlığı yükseltmek hususunda kalemin ne derece önemli bir amil olduğuna işaret ediyor. Gene Kur’an’da Kalem sûresinin (68) birinci ayetinde de “Nun ve’l-kalem ve ma yesterûn” yani “Hokka ile kalemi, kalemle yazdıklarını şahit tutarım ki” ifadesiyle hokka ve kalemin önemi belirtiliyor. Müfessirler Nun’u hokka olarak tefsir etmişlerdir. Hokkadan maksat da içindeki mürekkeptir. Kalemle mürekkep dünyada bilginin yayılmasını temsil etmektedir. Bu iki surenin ehemmiyeti, Müslümanların, vahyin yazılmasında ve Kur’an’ın yazı yoluyla tespit ve yayılmasında gösterdikleri gayretleriyle daha iyi anlaşılır. Şüphesiz bir Müslüman Allah’ın ve Hz. Peygamber’in sözlerini güzel bir yazı ile yazmak ister. Bir sanatkâr’ın yazıya bu gözle bakması kadar tabiî bir şey olamaz.

Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak yaptığı mescidin sofasını Müslümanların okuma, yazma ve Kur’an öğrenmesine tahsis etti. Hatta, Bedir savaşında esir olup okuma yazma bilen müşriklerin on Müslüman erkeğe yazı öğretmesi halinde bunu kurtuluş fidyesi olarak kabul edeceğini bildirmişti.

Dört Halife devrinde, yazıda pek önemli bir değişiklik olmamasına rağmen o devirden kalmış mahdut sayıdaki bazı vesikalardan az da olsa bir gelişmenin mevcut olduğu görülüyor. Bunlar az sayıda bir takım meskûkât, papirüs ve bir taş kitabeden ibarettir.

Dört Halife devrine ait olduğu söylene gelen mühim vesikalardan biri de ince deri üzerine yazılmış olan Kur’anlar ise de araştırmacılar, bunların ne hattatları ne de tarihleri hususunda birleşebilmişlerdir. Halife Osman ve Ali’ye nispet edilen Kur’anlar onların devrine ait değildir.

Dört Halife devrinde İslâmiyet’in hudutları, yapılan fetihler dolayısıyla Hicaz bölgesinin dışına taşmaya başlayınca yazı, önemli şehirlerde bu yerlerin isimleriyle anılmaya başladı. Önceleri Mekkî ve Medenî adlarıyla anılırken biraz sonra bölgeye nispetle Hicazî; Basra’ya nispetle Basrî unvanını kazandı. 638’de Kûfe şehri kurulduktan ve halife Hz. Ali’nin (35-41/656-661) burayı siyasî, askerî ve ilmî bir merkez haline getirmesinden sonra yazı burada büyük bir gelişmeye mazhar oldu. Bu gelişmede, Irak’ta yaşamakta olan Süryanîler’in san’atlı yazısını ustalıkla yazan ve sonra İslâm’ı kabul eden bu Süryanîler’in aynı mahareti İslâm yazısında da göstermiş olmalarının rolü olduğu düşünülebilir. Nispeten bir disipline girdiği kabul edilen ve bu şehre gelinceye kadar çeşitli isimler kazanan Arap yazısı, bu defa Kûfe şehrine nispetle kûfî (hatt-ı kûfî) adını aldı ve bu tarihten sonra da bu isimle anılmaya başladı. Hatta Kûfî sözü öyle genel bir mânâ kazandı ki Abbâsîler’in ünlü hattatı İbn Mukle’nin (ö.329/940) zamanına kadar olan devre içindeki Mekkî, Medenî vs. gibi çeşitli adlar altında zikrettiğimiz yazıların yerinde kullanıldı. İbn Mukle zamanında artık altı çeşit yazı meydana çıkmış olmasına rağmen kûfî, yalnız tarih sahnesinde adını sürdürmekte kalmadığı gibi, bir süs unsuru olarak ta zamanımıza kadar geldi.

Emevîler, Şam’da hilafeti ilân edip İslâm devletinin başına geçince siyaset ve ilim hayatı da buraya kaydı. Bu sefer de Arap yazısı şâmî adını aldı. Fakat bu, kûfî’den başka bir şey değildi. Kaynakların genellikle kabul ettiklerine göre Emevîler devrinde yetişen Kutbe el-Muharrir adındaki meşhur hattat, kûfî’ye şekil vererek onda değişiklik yapmış ve dört çeşit yazı meydana çıkarmıştır. İbn Nedîm bu yazıların adını vermez; Kalkaşandî yalnız ikisinin, yani celîl ve tûmâr’ın adını anar. C. Huart ise bunların celîl, tûmâr, sülüs ve nesih’ten ibaret olduğunu bildirir. Kutbe’nin herhangi bir yazısı elimizde olmamakla beraber onun kûfî’yi az çok değiştirdiğini ve ondan birkaç yazı çeşidi meydana getirdiğini düşünebiliriz.

Abbâsîler’in (132-661/749-1258) ilk asrında, artık kûfî yazının bünyesinde büyük değişiklik olduğunu ve kendisinden, Aklâm-ı Sitte denilen muhakkak, reyhan (i), sülüs, nesih, tevkî ve rıkâ adında altı çeşit yazının doğmakta olduğuna şahit oluyoruz. Bir asır sonra yani IV/X. yüzyılda ünlü Arap hattatı Bağdatlı İbn Mukle’nin (ö.328/940) yetişmesiyle yazıda yeni bir safha başladı. O, sahip olduğu geometri bilgisi sayesinde altı çeşit yazıya kurallar koydu. Yazının ana ölçülerini tespit etti.

Aklâm-ı Sitte, bir asır sonra gene Bağdatlı bir hattat olan İbn Bevvâb’ın (ö.423/1032) elinde biraz daha bugünkü şekline benzemeye başladı. İki yüz sene sonra son Abbâsî halifesi el-Musta’sım’ın Türk asıllı saray hattatı Yâkût-ı Musta’sımî’nin (618-698/1221-1298) gayretiyle daha da güzelleşti ve kaideleri daha fazla istikrar kazandı. Abbâsîler’in 656/1258’de tarih sahnesinden silinmesinden sonra, yazıda üstünlük Türk ve İranlılar’ın eline geçti. Bununla beraber Abbâsîler devrinde yazıya istikamet vermeye çalışan yukarıda adlarını andığımız üç kişiyi birer büyük reformist olarak göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Kısaca İslâm yazısı, ilk şeklini Arap sanatkârların elinde aldı ve XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu ve İran sahasında yetişen hattatların elinde gelişmeye başladı.

İslâm dünyasının ilk önemli yazısı kûfî ve Aklâm-ı Sitte idi. Bunları sırayla, ta’lîk (ta’lîk-i kadîm), nesta’lîk (bizde ta’lîk denmektedir), dîvânî, celi dîvânî ve rık’a yazıları takip etti. Şimdi geri dönerek kûfî yazıdan başlamak suretiyle tarihi bir sıra içinde bunların Türk dünyasında geçirdiği seyri görelim. Bunlardan ta’lîk-i kadîm, Anadolu ile Arap ülkelerinde kullanılmamıştır.

Kûfî

Önce sade bir şekilde gelişen bu yazı, İslâm’ı kabul eden milletlerin sanatkârları tarafından geliştirilerek her yerde tarihî binalarda, kitaplarda bol bol kullanılırdı. Bilhassa “süslü kûfî” denilen cinsiyle çok güzel örnekler verildi. Doğu Müslüman ülkelerindeki kûfî, batıdakine nispetle daha çekici bir görünümde yazıldı.

Türkler Müslümanlığı kabul ettikleri çağda kûfî revaçta idi. Her ne kadar Mısır, Suriye ve Irak’a hakim olan Tulunoğulları (868-905 M) ile Mısır ve Suriye’de saltanat süren İhşıdîler (935-969 M) Türk aileleri idilerse de yerli ahalinin tamamı Türk asıllı değildi. Bu yüzden buralarda herhangi bir Türk sanatkârı tanımıyoruz. Aslında bunun başlıca sebebi, İslâm adlarının Türkler tarafından da kullanılmasıdır. Doğu Asya’nın iki Türk devletinden biri olan Karahanlılar (992-1211 M), 940 yılına doğru Müslüman olmaya başladılar ve saltanat sürdükleri Maverâünnehir ve Doğu Türkistan’da kûfî ile nesih yazıyı beraberce kullandılar. Diğer bir Türk devleti olan Gaznelilerde (963-1186) durum aynıdır. Bilhassa Horasan ve Kuzey Hindistan’da süslü kûfî ile yazılmış güzel abideler bıraktılar. Gazneli Mahmud’un kabri üstündeki süslü kûfîler çok tipiktir.

Arkadan gelen İran Selçuklular’ı da (1038-1194 M) aynı istikamette eserler verdiler. Anadolu Selçukluları’nda (1077-1307) kûfînin kullanımının biraz azaldığını bunun yerini celi sülüsün aldığını görüyoruz. Konya’da Karatay Medresesi (1251) ile İnce Minare Medresesi’nde (1264) bu yazının çeşitli örnekleri vardır. Görüleceği gibi kûfî yazı hattatlarının adlarına ancak XIX. yüzyılın başından itibaren rastlamaktayız.

Osmanlılar’da, Bursa’da 1419’da inşa edilen Yeşil Camii’nin kapısındaki kûfî’ler süs olma yanında ayrıca süs unsuru mahiyetindedir. İstanbul’da, Fatih Camii’nin avlu penceresinde ve bilhassa Çinili Köşk’ün eyvanındaki “süslü kûfî” örnekleri de aynı karakterdedir.

Kanunî devrinin büyük hattatı Karahisârî’nin kâğıt üzerinde bazı kûfî denemelerinden sonra uzun müddet kullanılmayan bu yazı, II. Abdülhamid döneminde meşhur gazeteci ve yazar Mehmet Tevfik Ebüzziya (1259-1843) tarafından yeniden diriltilmeye çalışılmıştır. Kendi matbaasında bu yazının harflerini dökmüş, kitap başlıklarını basmış; ayrıca Yıldız Camii’nin kuşak yazısını da yazarak, süslü kûfî’nin güzel bir örneğini vermiştir. Ayrıca gene İstanbul’da Büyük Postahane’nin üstünde, “Posta ve Telgraf Nezareti”, Arkeoloji Müzesi’nin üstünde “Âsâr-ı Atîka Müzesi” ve Karaköy’de Yolcu Salonu karşısına düşen binanın üstündeki “Savagimyen ve Avagimyen Han” ibareleri de kendisi tarafından yazılmıştır.

Daha sonra XX. yüzyılın başında İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ve Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’nda ve aynı üniversitenin İlahiyat Fakültesi İslâm Estetiği öğretim üyeliğinde bulunmuş olan Baltacıoğlu (Bu zat 1950’lerden sonra adını “İsmayıl” olarak kullanmaşya başlamıştır. (1886-1978) hattatlığı Sami ve Kâmil Efendi’den öğrenmiş ve kûfî ile de meşgûl olmuştur. İstanbul’da Çapa’da Yüksek Öğretmen Okulu’nun üstündeki 1905 tarihli “Daru’l-muallimâti’l-‘âliye” ibaresi süslü kûfî ile kendisi tarafından yazılmıştır. Zamanımızda ise yıllarca İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Lâtin yazısı ve cilt dersleri hocası Prof. Emin Barın (1913-1987) 1960 yılından sonra kûfî yazı ile yaptığı çalışmalarıyla çok değişik örnekler ortaya koymuş ve ona yeni yorumlar getirmiştir.

Kûfî’nin nasıl bir değişikliğe uğradığını ve geliştiğini gördükten sonra şimdi ondan doğan Aklâm-ı Sitte’ye geçebiliriz.

Aklâm-ı Sitte

Elde kati deliller olmamasına rağmen kaynaklardan edinilen bilgilere göre kûfînin Emevîler’in son yıllarında tâdilata uğramaya yüz tuttuğunu ve asıl gelişmenin herhalde halife Me’mûn (saltanatı: 198-218/813-833) devrinde olduğunu ve bu tâdilat neticesinde adına “Aklâm-ı Sitte” denen muhakkak, reyhan (reyhanî), sülüs, nesh (neshî) tevkî ve rıkâ adlı altı çeşit yazının geliştiğini yukarıda söylemiştik. Birbirinden çok küçük farklarla ayrılan bu yazılardan birini yazan bir hattat diğerini de kolaylıkla yazabilmektedir. Bu yüzden, her birinin tarihini ve her birinde isim yapmış olan sanatkârları ayrı ayrı incelemek yerine hepsini Aklâm-ı Sitte adı altında toplayıp anlatmak daha uygundur. Bu yazılarda hamle yapan ve onları geliştirenler Türkler ve İranlılar olduğu ve diğer İslâm ülkelerinde kayda değer önemli bir gelişme görülmediği için bilgilerimizi Türk ve İran sahasına ve sanatkârlarına hasretmek mecburiyetini duyuyoruz. Şimdi önce bu yazıların özelliklerini söyledikten sonra tarihî gelişimini anlatalım:

Aklâm-ı sitte, aslında üç ana yazıdan yani muhakkak, sülüs ve tevkî’den ibarettir. Eğer bunlar küçük yazılırsa reyhânî, nesih (sülüs ve nesih bir yere kadar oldukça farklar gösterir) ve rıkâ adlarını almaktadır.

Yukarıda adını zikrettiğimiz Yâkût’un üslûbu herkesçe benimsenerek bilhassa İran ve Anadolu’da muvaffakiyetle takip edildi. Yalnız İran’da Yâkût’un üslûbu, Safevîler dönemine kadar sürdü ve sonra nesih yazısı, nesta’lîk adındaki yazıyı andıran bir karaktere büründü. Bir koldan da Anadolu’ya gelen Yâkût’un üslûbu, orada Fatih devrine kadar başarıyla sürdürüldükten sonra, Fatih ile II. Bayezıd’ın ünlü hattatı Şeyh Hamdullah’ın elinde değişikliğe uğradı ve onu takiben gelen Ahmet Karahisârî ve Hafız Osman’ın kurduğu ekoller sayesinde güzelliğin zirvesine ulaştı.

Yukarıda adından bahsettiğimiz İbn Mukle’nin (ö.940) Arap yazısının ölçülerinde yaptığı değişiklikten bahsetmiştik. Bu bir reform idi. Yalnız bunun yazıdaki akislerini gösteren bir değişiklik elimizde yoktur. Yani bugüne kadar onun herhangi bir yazısı elimize geçmemiştir.

İlk Müslüman Türk devletlerinden Mısır ve Suriye’de İhşıdîler (935/969), Mâveraünnehir ve Doğu Türkistan’da Karahanlılar (992-1211); Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’da Gazneliler (963-1186); İran’da Büyük Selçuklular (1038-1194) Anadolu’daki Selçuklular devrinin (1077-1307) ilk yüz elli yılında İbn Bevvâb’ın yazı üslûbunu benimsediler. Tesiri, Aklâm-ı Sitte’de üçüncü reformist unvanını kazanan Yâkût’un yaşadığı yıllara (1221-1298) kadar takriben üç yüz sene kadar devam etti. O, harflerin duruşlarına metin bir görünüş ve dinamizm kazandırdı ve güzellik bakımından gelişme kapılarını açtı.

Türk hat tarihini, Türklerin İslâmiyeti kabul etmeye başladıkları X. yüzyılın ortalarından başlatmak lâzımsa da, yukarıda da söylediğimiz gibi Arap şahıs isimlerinin Türk ve İranlılar tarafından müştereken kullanılmış olması hattatların milliyetini tayinde bizi şüpheye düşürmektedir. Irak Selçuklu devletinin son hükümdarı II. Tuğrul’un (1177-1194) ilim ve sanatı çok sevdiğini, âlim ve sanatkârları koruduğunu, hattat olduğunu ve bir Kur’an yazdığını İranlı tarihçi Muhammed b. Ali b. Süleyman er- Ravendi’nin Rahatu’s-sudur ve âyetu’s-surûr adlı eserinden öğreniyoruz.

Yâkût’un üslûbu daha sağlığında İslâm dünyasında kabul görmüştür. Bu üslûp, biraz İran fakat bilhassa Anadolu’da gelişme gösterdi. Diğer İslâm ülkelerinde dikkate değer bir gelişme olmadı. İran’da Timurlular devrinde (1370-1415) hattatlık ve kitap sanatları büyük bir ilerleme kaydetti. Timur padişahları, vezirleri ve devletin ileri gelenleri sanatkârları korudu. Bu bölgede bilhassa Timur’un torunu Baysungur (1399-1433) yazısının güzelliği ile dikkati çekmiştir. Herat’ta vali iken sarayında kurduğu atelyede hat, tezhip, cilt, minyatür sanatlarına büyük önem verdi. Burada Tebrizli Türklerden sanatkârlar da vardı. Timur’un diğer torunu İbrahim Sultan da hattat idi.

Daha sonra gelen Safevîler’in (1501-1786) ilk devirlerinde de yazı Yâkût üslûbunda devam etti ise de canlılık ve dinamizm gösteremedi ve dediğimiz gibi nesih yazısı nesta’lîk havasına büründü. İran’ın etkisinde kalan Afganistan ve Müslüman Hint’te de bu altı çeşit yazıda fazla bir gelişme olmadı. Safevî idarecilerinin Türk olduğu malûmdur. Bilhassa İran’ın batı bölgesinde bulunan Azerbaycan Türklerle meskun bir yerdir. Tebrizî unvanını taşıyan hattatların Türk asıllı olduğunu düşünmek hatalı bir görüş sayılamaz.

Gene İran sahasında, Safevîler’den sonra gelen Afşarlılar (1736-1795) ile Kacarlar (1779-1924) zamanında da aynı yazı karakteri devam etti.

Bu arada doğuda büyük bir imparatorluk kuran Bâbürlüler veya Hint-Türk İmparatorluğu (1526-1858) sahasına da temas etmeden geçmek mümkün değildir. Bilindiği gibi bu devletin banisi olan Zâhireddin Bâbur (1526-1530), aynı zamanda da bir Türk şairi ve Bâbürnâme adlı hatıratın sahibidir. Devlet adamı olmanın yanında nazım ve nesirle uğraşmış ayrıca Kâbil’de Afganistan hükümdarı iken 1505’te Hatt-ı Bâburî denen bir alfabe icat etmiş ve onunla bir de Kur’an yazmıştır. Bu Kur’an şimdi İran’da Meşhed şehrinde Kitabhâne-i Âstân-ı Kuds-i Razavî Kütüphanesi’nde 50 numarada bulunmaktadır.

Bâbur, Hint İmparatorluğu’nu kurduktan sonra İranlı sanatkârlardan çok istifade etti. Hattatlar bunların başında idi. Bu yüzden Bâburlular İranlılar’ın tesirinde eserler verdiler. İmparatorların hepsi güzel yazıya özen gösterdiler ve hattatları korudular. Meselâ Celâleddîn Ekber’in (1556-1650), aklâm- ı sitte’ye ve gubar adlı yazıya karşı büyük bir sevgisi vardı. Muhyiddin Evrengzîb I (1658-1707), Seyyid Ali adındaki hattattan aklâm-ı sitte’yi öğrendi; şehzadelerinin de bu yazıları öğrenmesini istedi. Son hükümdar Bahâdur Şah’da (1837-1858) nesih ve tuğra yazmakta ustaydı. Kendisinden sonra da Müslüman Hint’te yazı sanatı devam etti.

Osmanlılar Devri

Doğudaki durumunu gördükten sonra, şimdi de batıda yani Anadolu’da Aklâm-ı Sitte’nin takip ettiği yolu ve gelişmeleri görelim: Anadolu Selçukluları’nda (1077-1307) Türk hattatları XI. ve XIII. yüzyıllarda İbn Bevvâb üslûbunu takip ettikten sonra, XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yâkût’un ekolünü devam ettirdiler.

İstanbul’un alınmasından önce yazının Amasya ve Edirne’de gelişmeye yüz tuttuğunu ve burada devrine göre kuvvetli hattatların yetişmeye başladığını görüyoruz. Bu devrede Amasya’da doğan, Fatih ve II. Bayezid devirlerinde yaşayan Şeyh Hamdullah adındaki bir Türk hattatı, İslâm yazısına yeni bir istikamet vermeye muvaffak oldu.

A. Şeyh Hamdullah Ekolü ve Klâsizmin Başlangıcı

Şeyh Hamdullah (1436-1519) önceleri Yâkût-ı Musta’sımî üslûbunu takip ederken fıtrî kabiliyetini ve bir müddet talebesi olan II. Bayezid’in teşviki ile yazısını ileri götürmeye başladı. Padişah, onun Yâkût-ı Musta’sımî’den daha güzel yazmasını istiyordu. Nihayet o, iki yüz elli seneden beri devam etmekte olan Yâkût-ı Musta’sımî’nin estetik anlayışını ortadan kaldırarak yazıya yeni matematik ölçüler getirmek suretiyle onun yazısındaki sert görünümü tatlı bir görünüme çevirdi. Yâkût’un getirdiği anatomik güzelliği aştığı gibi ayrıca harfleri fizyolojik (harflerin duruşu) bir güzelliğe kavuşturdu.

Şeyh Hamdullah, Osmanlı-Türk hattatlarının babası olup aklâm-ı sitte’de, hem bir Türk ekolünün yaratıcısı, hem de klâsik Türk mektebinin kurucusudur. Yazı sahasında, sanatını herkese kabul ettirdiği XV. yüzyılın ikinci yarısında, İslâm dünyasında artık hattatlık yeni bir safhaya girmiş ve yazı Arap ve İran sahasında, Yâkût mektebinin mahdut ve eksik sanat anlayışı içinde devam ederken, Anadolu sahasında büyük bir gelişmeye mazhar olmuş ve o tarihe kadar İslâm yazısının merkezi olan Bağdat önemini kaybetmiş ve İstanbul, yazının merkezi haline gelmişti.

B. Ahmet Karahisarî Ekolü

Ahmed Karahisarî, “Afyonkarahisarlı” Ahmed Şemseddin (1469?/1556) tarafından kurulan aklâm-ı sitte yazı mektebine Ahmed Karahisarî Ekolü veya sadece Karahisarî Ekolü adı verilir.

Şüphesiz, II. Bayezid devrinde sanat hayatına başlayan Ahmed, I. Selim ve Kanunî devirlerini de idrak etmiş ve bize unutulmaz eserler bırakmıştır.

Hattatlar arasında yalnızca Karahisarî diye anılan Ahmed’in ne zaman İstanbul’a geldiğini ve ilk önce kimden yazı yazmaya başladığını bilmiyoruz. Yalnız yazılarının altında hocasının adını Esedullah-ı Kirmanî olarak anar. Her halde yazıyı, bu hattatın Anadolu’da bulunduğu sırada (belki de İstanbul’a geldiği sırada) kendisinden öğrenmiş olmalıdır. Bu zat, Yâkût-ı Musta’sımî ekolüne mensuptu. Karahisarî de onun öğrencisi olduğundan aynı üslûbu benimsemişti. Ahmed, Yâkût’un taklid ve takipçisi olarak kalmamış ve onu aşmıştır. O, Yâkût’un, nispeten temine muvaffak olduğu dinamizmi daha ileriye götürmüş ve Şeyh Hamdullah’ın kurmuş olduğu ekolden ayrı bir yolda yürümüş olmasına rağmen sanatındaki üstünlüğü dolayısıyla XVI. yüzyıl Anadolusu’nun yedi büyük hattatından biri olarak tanınmıştır.

C. Hafız Osman Ekolü

İstanbullu olan Hafız Osman (1641-1698) 18 yaşındayken Suyolcuzâde Mustafa Eyyûbî Efendi’den icazetnâme aldı. Genç yaşında bilgin vezir Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa’nın himayesinde yetişti. 1694’te padişah II. Mustafa’ya ve daha sonra o zaman şehzade olan III. Sultan Ahmed’e yazı hocalığı yaptı.

Hafız Osman üç büyük hattattan istifade etmekle beraber Şeyh Hamdullah’ın yazılarını da tetkik etmiş ve içinden beğendiği harfleri seçerek onları ideal bir harf olarak tanımış yani Şeyh’in eksikliklerini tamamlamıştır. Başka bir ifade ile Şeyh’te, Yâkût-ı Musta’sımî’yi andıran tarafları ortadan kaldırarak aklâm-ı sitte’yi artık ulaşabilecek güzelliğin son sınırına getirmiştir. Şeyh, yazıda klâsik devrin başlangıcı, Hafız Osman ise bu klâsizmin kemâl ve olgunluk devridir. XVIII. yüzyıldan itibaren bütün hattatlar bugün de dahil onu takip etmektedirler. Arap hattatları da onun ekolünü takip etmektedirler.

Osmanlı idaresine bağlı olan ülkelerden Rumeli’deki hattatlar, söylemeye lüzum yoktur ki yazı bakımından İstanbul’a bağlıydı. Burada önemli bir kültür merkezi olan Şumnu, askerî bir merkez olmanın dışında altı yüz seneden fazla süren bir zaman içinde hattatlığın da merkezi oldu.

Buranın, hat sanatı bakımından önemi önce Bulgaristan sonra diğer Rumeli vilayetlerinin ve İstanbul’un Kur’an ihtiyacını karşılamış olmasından ileri gelmektedir. Şumnu’da güzel yazı ekolü XIX. yüzyıldan önce ve sonra olmak üzere iki devreye ayrılır. Birinci devrede hattatlar, eserlerini görebildikleri İstanbul hattatlarının yolunda yürüdüler. İkinci devrede ise burada hat sanatı daha ileri gitti. Bunda, Rumeli’de vaki olan Rus istilâsının yaptığı tahribatı görmek ve halkın maneviyatını düzeltmek için II. Mahmud’un Şumnu’ya gitmesinin de tesiri oldu. Padişah’ın kendisi de hattat idi ve bu şehirdeki hattatların ricası üzerine İstanbul’da tanınmış bir hattat olan İbrahim Şevki’yi oraya yolladı. Bu sanatkâr, Bulgaristan’da birçok hattat yetiştirdi. Süheyl Ünver, Şumnu hattatları hakkında yazdığı makalesinde bu ülkede yetişen otuza yakın hattat ismi verir.

Celî Aklâm-ı Sitte

Aklâm-ı sitte’nin celi’si üzerinde durulması gereken diğer bir konudur. Celi, hattatlıkta bir terim olarak her hattın belirli bir ölçüden sonra geniş yazılan tarzına denir.

Aklâm-ı sitte’nin belirli ölçüleri ve belirli kullanış sahaları olduğundan yalnız, muhakkak, sülüs ve pek az da nesih yazının celi şekli olduğuna değinmiştik. Bunun dışında kalan diğer üçünün (reyhân, tevkî, rıkâ) celi şekli mümkün değildir. Böyle olmakla birlikte, muhakkak’un celisi fazla yer kapladığından bütün İslâm ülkelerinde XVI. yüzyıldan itibaren terkedildiği için hattatlar, bütün güçleriyle celi sülüs’e yöneldiler (nesih’in celisi ise bazen hilyelerde kullanıldı). Sülüs ile celi sülüs’ün harfleri arasında anatomi, yapı ve biçim bakımından hiçbir fark yoktur. Bu yüzden celi sülüs, bir yazı cinsi olmayıp sülüs’ün iri yazılmış şeklidir.

Aralarında diğer fark, celi sülüs’te hemen daima istif (kompozisyon) ön plandadır. Sülüs’ün genellikle satır halinde yani harf ve kelimelerin birbirini takip edecek şekilde yazılmasına karşılık, celi’de harf ve kelimelerin istif edilmesi bahis konusudur. İstif, harf ve kelimelerin bir kaide içinde, üst üste, fakat metnin, ibarenin okunmasını zorlaştırmayacak biçimde yerleştirilmesi demektir.

Celi sülüs, levhalarda kullanılmakla birlikte ayrıca yaşama sahasını daha ziyade mimarî yapılarda bulmuştur. Bunların kapılarında, kitabelerinde, kubbelerinin içinde, duvarlarında bol bol kullanılmış ve adeta, o yapıların mimarî karakteriyle bir ahenk teşkil ederek onların güzelliğine katkıda bulunmuştur.

Aslında XIII. yüzyılın ikinci yarısında 1258’de Abbâsîler’in tarih sahnesinden silinmesi ve Yâkût’un 1298’de ölümünden sonra aklâm-ı sitte, Türk ve İranlı hattatların gayretleriyle ileriye götürüldü. Ne var ki İranlılar’ın, Yâkût ekolünü takip etmelerine karşılık, Türk hattatları aklâm-ı sitte’de olduğu gibi yaptıkları hamleler sayesinde bunun celisi’nde de ileri geçtiler. Kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye müstesna, İslâm ülkelerinde dikkati çeken bir gelişme olmamıştır. Yalnız Timurlular devrinde Timur’un torunu Baysungur (ö.1434) XV. yüzyılın başlarında İran’da yaşayan Türk hattatlarının en büyüklerindendir. Muhakkak ile yazdığı sayfa boyu 169 cm, genişliği 105 cm olan büyük Kur’an’ı bugüne kadar yazılmış olan Kur’anlar’ın en büyüğüdür. Bu eser zamanla harap olmuş ve bize ancak 15 kadar sayfası ulaşmıştır. Bunlardan yedi tanesi halen İran’da Meşhed şehrinde Astân-ı Kuds-i Razavî Kütüphanesi’ndedir. Baysungur’un annesi Gevherşâd’ın aynı şehirde yaptırdığı büyük cami’in cephesindeki kitabe de onundur.

Timur’un diğer bir torunu Uluğ Bey de hatla meşgul olmuştu. Timur’un saltanat yıllarından yani 1370 yılından Hüseyin Baykara’nın hayatına kadar geçen 140 yıl zarfında İran sahasında aklâm-ı sitte ve celisi ve nesta’lîk çok ileri gitti. Söylemeye lüzum yok ki hattatların büyük bir kısmı Türk asıllı idiler. Gerçi kaynaklar bunların Türk olduklarını yazmazlarsa da kendilerinin Tebrizî nisbesini taşımaları onların Türk asıllı olduklarını göstermektedir. Bugün dahi Âzerbaycan’da okula gitmeyen bir kişi Farsça bilmemektedir.

Yazıdaki terakki Safevîler devrinde de sürdü. Timurîler devrindeki gibi devam etti. XVII. yüzyılda Şah Abbas I zamanında yaşayan Tebrizli Rıza Abbâsî (1629 da hayatta) celi sülüs’te Osmanlı hatlarına yakın bir ustalık gösterdi.

Anadolu’da Selçuklular devrinden (1077), Osmanlılar’da Fatih devrine kadar olan aşağı-yukarı 350 yıl içinde celide gelişme ağır bir şekilde devam etti. Bütün yazı çeşitleri gibi celi de Fatih devrinde gelişmeye başlamıştır. Bursa ve Edirne’de yapılan mimarî eserlerden anladığımıza göre Selçuk celi sülüs’ü İstanbul’un alınışından sonra tesirini kaybetmeye ve yerini yeni bir görüşün ve yeni bir sanat anlayışının ışığı altında gelişen bir üslûba terketmeye başladı. Eğer bu yeni üslûbun Türk hat tarihi içinde adını belirtmek istersek, hiç şüphesiz ona “Osmanlı celi sülüsü” ismini vermemiz yerinde olur.

Osmanlı celi sülüsü’nün ilk güzel numunelerine Fatih Sultan Mehmed devrinde rastladığımız için bu yazının gelişme tarihinin başlangıcını, ortalama olarak 1453 yılı olarak kabul ediyoruz. Bu tarihten sonra, bu yazıda olgunluk devrinin başlangıcı olan 1800 tarihine kadar ağır bir ilerleme olmuştur. Arada bir yetişen usta hattatların her biri yazının estetiğine katkıda bulunarak noksanlarının tamamlanmasına yardım ettiler. Bu büyük sanatçılardan her biri, şüphesiz umumileşmiş yazı kaidelerini takip etmenin dışında, sahip oldukları şahsi görüş ve ustalıklarını da yazıya getiriyorlardı. İşte bu husus, yazının azar azar gelişmesine vesile oldu. Yani hattatlar, bu gelişme devrinde durmadan bir arayış halinde, bir gün gönüllerini rahatlatacak ideal bir noktaya, daha doğrusu ideal yazı kaidelerine doğru ilerlemekte idiler. Bu arayış ve celi sülüs’ü güzelleştirme gayreti büyük Türk hattatı Mustafa Râkım’a yani XIX. yüzyılın başına kadar devam etti. O, celi aklâm-ı sitte’yi kemâle erdirdikten sonra bütün Türk hattatları, onun kurduğu ekolü takip etmeye başladılar. Bugün de öyledir.

Arap hattatları da XIX. yüzyıldan itibaren onun üslûbunu benimsediler. Yalnız Kuzey Afrika’da Fas, Cezayir ve Tunus’ta yazı fazla gelişme göstermedi. Fakat şimdi onlar da celi aklâm-ı sitte’de, Türk üslûbunu benimsemeye başladılar. Orta Asya Türkleri ile Afganistan ve Pakistan ise İran celi ekolünün etkisinde kaldı. Bugün Pakistan hattatlarının da yavaş yavaş Türk üslûbunun yani Râkım’ın etkisinde eser verdiklerini görüyoruz.

Son söz olarak söyleyelim ki eskiden beri söylene gelen bir ifadeye göre Kur’an, Mekke’de doğdu; Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.

Nesta’lik

Osmanlılar’da ta’lîk diye anılan, ince ve zarif görünüşüyle dikkati çeken bu hat, İran’ın batısında Türklerle meskun olan Âzerbaycan bölgesinde gelişmeye başladı. Aklâm-ı sitte’den sonra tarih sahnesine çıkan bu hat bilhassa şiir kitaplarının yazılmasında kullanıldı.

Nesta’lîk’in en iptidaî örneklerine XIII. yüzyılda rastlanmaktadır. XIV. yüzyılda daha belirgin bir şekle girmeye başlayan bu hat XV. yüzyılın başlarında bütün özelliği ve kurallarıyla ortaya çıktı. Kuralları Tebrizli Türkler’den Mîr Ali Tebrizî (ö. 850/1446) tarafından tespit edildi. Onu takiben oğlu Mîr Abdullah ve onun öğrencisi Tebrizli Mirza Cafer’in (ö. 856?/1452) sanatkâr eliyle ileriye giden yazı gelişmeye başladı. Bunları Tebrizli Ezher (ö. 880?/1475?) takip etti ve nesta’lîk güzelleşme yoluna girdi. Gene Türk asıllı olup, Türkçe şiir de yazan Mîr Ali Herevî (ö. 951/1544) bu yazıya şirin ve ruhu okşayan bir tatlılık getirdi ve nihayet Kazvinli Mîr İmad (ö 1024/1615) nesta’lîk’i zirveye ulaştırdı.

Görüldüğü gibi İran’da ve Maveraünnehir’de saltanat süren Timurlular ile Safevîler, Türk ve İran kültürünün gelişmesine büyük yardımda bulundular. Aklâm-ı sitte yazılarında olduğu gibi nesta’lîk yazı hattatlarını da korudular. İran ve Türk edebî eserleri Türk ve İranlı sanatkârların kalemleriyle ölümsüzlüğe ulaştı. Meselâ Sultan Ali Meşhedî (ö. 1520), Timur hükümdarlarından Hüseyin Baykara’nın sarayında iltifat gördü; ünlü Türk şairi Alişîr Nevâî ile İranlı şair Molla Câmî’nin eserlerini yazdı. Mîr Ali Herevî de Hüseyin Baykara’dan sonra Özbek asıllı Şeybânî devletinin hizmetinde bulundu. Timur’un torunu Baysungur’un Herat’ta sarayında kurduğu atelyesinde birçok Türk sanatkâr vardı.

Safevîler devrinde de birçok Türk asıllı hattatın yaşadığını biliyoruz. Bunlardan I. Şah İsmail’in torunu İbrahim Mirza (ö.984/1576) nesta’lîk’i güzel yazıyorlardı. Keza I. Tahmasp ve elçi unvanıyla tanınan IV. Safevî şahı İbrahim Han (saltanatı: 1578-1588) nesta’lîk ve nesih ile uğraştı. Ayrıca bir Türk hanedanı olan Kaçarîler’den Feth Ali Şah’ın torunu Mehemmed Mirza Kacar da (ö. 1290/1873) nesta’lîk’te ustaydı.

Bugün de İran’da Türk asıllı hattatlar vardır. Ben, Şahlık döneminde Tahran Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisans öğrenimi gördüğüm 1949-52 yıllarında bazı Türk hattatlarıyla tanışmıştım.

Nesta’lîk İran dışında Afganistan ve Orta Asya Türkleri arasında da rağbet gördüyse de biz bu bölgeler hakkında geniş bir bilgiye sahip değiliz. Afganistan hat tarihi yabancımız olmamakla beraber has isimlerin Müslüman ismi olması bizi tereddüt içinde bırakmaktadır. Hint sahasına gelince, burada yazının (hattın) saray çevresine inhisar ettiğini görüyoruz.

Tanıdığımız meşhurlar şunlardır: Hint padişahı Şâhcihan (saltanatı: 1628-1657) ve oğlu Dârâ Şukûh, Şah Şucâ (saltanatı: 1657-1658), Zîbu’n-Nisa Begum (ö. 1700) (Safevîler’den Şahnevâzhan’ın kızı) Dârâ Şukûh’un oğlu Mehmed Süleyman Şukûh, Mehmed Şâh Gürkânî (saltanatı: 1719-1748), II. Bahâdur Şah (saltanatı: 1837-1858).

Osmanlılarda Nesta’lîk

Osmanlılar’ın Âzerbaycan’da Karakoyunlular ile doğu Anadolu’da Akkoyunlular ile olan siyasî münasebetleri nesta’lîk’in daha XV. asrın başlarında Türkiye’de tanınmasına imkân hazırlamıştır. Yazma eserlerin elden ele dolaşması, bilhassa edebiyat çevrelerinin İran ile yakın ilişkileri; Fatih devrinde sınırların genişlemeye başlaması ve bu yüzden İslâm dünyasının gözlerinin İstanbul’a çevrilmesi; ayrıca Osmanlı sarayının İran sanatkârlarına kapılarını açması bu hattın, Fatih devrinde yayılmasına vesile oldu. Bu tarihte, tanınmış hattatların bir kısmı Âzerbaycan ve İsfehân’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş ve padişah için eserler yazmış ve istinsah etmişlerdi.

Nesta’lîk’te iki ekol vardır. Biri İran nesta’lîk ekolü; diğeri Türk nesta’lîk ekolü. Türkiye müstesna, diğer ülkeler halen birinci ekole bağlıdırlar. XIX. yüzyıla kadar İran ekolünün etkisinde kalan Türk hattatları, bu yazıda kendi görüş ve sanat anlayışlarına uygun yeni bir üslûp meydana getirerek İran nesta’lîk ekolünden ayrıldılar ve Yesârî’nin öncülüğü ve oğlu Yesârîzâde’nin gayreti ile Türkiye’de Türk nesta’lîk ekolü adında yeni bir ekol meydana çıktı.

Osmanlı Türk hattatları, Yesârîzâde’ye kadar önce ilk devrede İranlı ve Türk asıllı sanatkârları takip ettiler. Ünlü hattat Mîr İmad ortaya çıkınca İran sahasında ikinci devre başladı. Anadolu hattatları da XVII. Asır başından itibaren onun üslûbunu benimsediler ve ustalıklarını anlatma bu makalenin hacmine sığmayacak nice usta sanatkârlar yetişti. Siyahî Ahmed (ö. 1688), Abdülbâkî Arif (ö.1713), Durmuşzâde Ahmed (ö.1716), Dedezâde (ö.1760), Şeyhülislâm Veliyüddîn (ö.1786), Kâtipzâde Mehmed Refî (ö.1769) ve hele, Türk nesta’lîk ekolünü kuracak olan Yesârîzâde Mustafa İzzet’in anadan doğma çolak ve solak olan babası Yesârî Mehmed Es’ad (ö.1798) bu meşhurlardan birkaçıdır. Osmanlı-Türk sanatkârları mübalağa etmeden söyleyelim ki İmad’ı bile aştılar. Bu yüzden onlara “İmad-ı Rûm” yani “Anadolu’nun İmad’ı” unvanı verildi.

Osmanlı nesta’lîk’inin ikinci devresi, Yesârî Mehmed Es’ad’ın oğlu Yesârîzâde’nin XIX. yüzyılın başında meydana koyduğu yeni bir üslûpla başladı. Bu üslûba Yesârîzâde Mustafa İzzet üslûbu (ekolü) denmektedir. Kısaca, İran yani İmad üslûbundaki sıkışıklık ve aynı harfin biraz değişik ölçülerde yazılmasına mukabil Türk üslûbunda ferahlık ve kesin kaideler mevcuttur. Bugün Türkiye’de bu üslûp hakimdir.

Bu ekolün en meşhur simaları şunlardır: Kıbrısîzâde İsmail hakkı (ö. 1862), Ali Haydar Bey (ö. 1870), Kazasker Mustafa İzzet (ö. 1876), Sami Efendi (ö. 1912), Nazif Bey (ö.1913), Ömer Vasfi (ö.1928), Mehmed Hulûsi (ö.1940), Necmeddin Okyay (ö.1976), Halim Özyazıcı (ö.1964), Hamid Aytaç (ö. 1982).

Bugün bu yazı ile birlikte diğer hatlar, Mimar Sinan ve Marmara üniversitelerinde birer ders olarak okutulmakta ve uygulamalı olarak gösterilmektedir.

Osmanlı-Türk Hattatlarının İcat Ettiği Yazılar

Divânî

Devletin resmî yazıları, kararları, beratları, fermanları kısaca padişahların iradeleri bugünkü bakanlar kuruluna tekabül eden Dîvân-ı Humayûn’dan çıktığı için burada bu gibi işlerde kullanılan yazıya da dîvânî adı verilmiştir. Bu yazının XV. yüzyıla kadar İran’da kullanılan ve adına ta’lîk denilen yazıdan alınan ilham ile Türkler tarafından meydana getirildiği anlaşılmaktadır.

Dîvânî’nin en eski örneklerine Fatih devrinde rastlanmaktadır. Bu ilk örneklerden anlaşıldığına göre önceleri açık-seçik bir tarzda yazılırken zamanla komplike bir duruma girdiği görülmektedir. Bu yazıda birleşmeyen harflerin birleşmesi, harflerin alışılagelenin dışında bir şekilde kullanılması metnin herkes tarafından okunmasına mani olmak içindi. Dîvânî zamanla gelişti ve XIX. yüzyılda Bâb-ı Âli’deki devlet dairelerinde en güzel şekline ulaştı.

Celi Dîvânî

Dîvânî’nin iri tarzda yazılanı anlamına gelirse de aralarında farklar vardır. Dîvânî gibi onun da ne zaman ve kim tarafından icadedildiği belli değildir. İstifli yazılan ve süslü bir yazı olan celi dîvânî en güzel şekline Bâb-ı Âli kalemlerinde ulaştı. Dîvânî’den biraz büyükçe yazılır. Kompozisyonu girifttir. Harfler ve kelimeler arasında boşluk bırakılmamasına dikkat edilir; aklâm-ı sitte’de kullanılan okutma işaretleri ve süslerine yer verilir. Bu iki yazının hattatları genellikle malûm değildir.

Rık’a

Osmanlı Türk hattatlarının icadı olan rık’a, dîvânî’nin dikey harflerinden bazılarının biraz küçülmesi sadeleşmesi, kavis ve meyillerinin azaltılmasından meydana geldiği anlaşılmaktadır. Yuvarlaklığı az, düzlüğü çok ve harekesi olmayan rık’a’nın kolaylık ve sürat için aranıp bulunduğunda şüphe yoktur. Sarayda Dîvân-ı Humayûn’da meydana gelen bu yazı, umumiyetle yazışmalarda, müsveddelerde ve mektuplarda kullanılmış ve bilhassa XIX. yüzyılın başından itibaren günlük resmî yazışmalarda kullanılmaya başlamıştır.

Rık’a’nın dîvânî’den meydana geldiğini gösteren, bizim rastladığımız en eski örnek, Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’ne vakfedilen gelirler hakkındaki 10 Rebiülevvel 1136/12 Aralık 1723 tarihli vesikadır. (bu vesika III. Ahmed Kütüphanesi’nde teşhirde bulunmaktadır).

Rık’a önce Dîvân-ı Humâyun’da doğdu ve XIX. yüzyılın ilk yarısında yukarıdaki iki yazıda olduğu gibi Bâb-ı Âli kalemlerinde gelişti ve bu yüzden ona Bâb-ı Âli rık’ası dendi. Bu üslûpta dikey ve yatay harflerin boyları kısadır. Elif, re ve vav gibi harfler kendinden sonraki harflerle birleştirilerek yazılabilmektedir.

Bu yazının estetiğinde ikinci hamle Galatasaray Sultanisi yazı hocası Mehmed İzzet Efendi (ö.1903) tarafından yapıldı. O, harfler için kesin ölçüler getirdiği gibi yazının umumi görünüşüne ferahlık kazandırarak rık’a’yı bir sanat yazısı haline soktu.

Bu üç yazı, İran ve doğusundaki İslâm ülkeleri müstesna bütün Arap ülkelerinde ve Rumeli’de kullanılmıştır.

Prof. Dr. Ali ALPARSLAN

Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 266-273


Kaynaklar:
♦ Ali Alparslan, “Babur’un İcad Ettiği Baburî Yazısı ve Onunla Yazılmış Olan Kur’an”, Türkiyat Mecmuası, Sayı: XVIII-XIX, İstanbul 1980.
♦ Ali Alparslan, “Osmanlı Hat Sanatı Tarihi”, İstanbul 1999.
♦ Ali Alparslan, “Ünlü Türk Hattatları”, Ankara 1992.
♦ Habibullah Fezâilî, “Atlas-ı Hat”, İsfehan 1391.
♦ Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Türklerde Yazı Sanatı”, Ankara 1958.
♦ İbnu’n-Nedîm, “el-Fihrist”, Kahire 1348.
♦ İbnülemin Mahmud Kemal İnal, “Son Hattatlar”, İstanbul 1955.
♦ M. Yusuf, “Calligraphy under the Mughals. the Islamic Revieu”, Temmuz 1960, s. 19-23.
♦ Mehdî Beyanî, “Ahval ve Âsâr-ı Hoşnuvîsan” (Nesta’lîk nuvîsan), 3 cilt, Tehran 1345-48.
♦ Mustakimzâde Süleyman Sadeddin, “Tuhte-i Hattatîn” (Hazırlayan: İbnülemin Mahmud Kemal), İstanbul, 1928.
♦ Süheyl Ünver, “Şumnu’da Türk Hattatları”, Belleten, Sayı: 185, s. 31-6, Ankara 1983.
♦ Şevket Rado, “Türk Hattatları”, İstanbul 1984.
♦ Uğur Derman, İslam Kültür Mirasında Hat Sanatı (IRCICA), İst. 1992.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.