Modern Türk Hikâyesinin Kısa Tarihi
Türk edebiyatı tarihinde hikâye söyleme geleneğinin, çok eskiye dayanan köklü bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Göktürk, Uygur ve Karahanlı Türkçesinde sıklıkla kullanılan “sav” kelimesinin tarih, mektup, atasözü karşılığının yanı sıra bugünkü anlamıyla hikâye kavramını da karşıladığı tespit edilebilmektedir. Divanû Lügâti’t-Türk’te “hikâye söylemek” kavramını karşılayan “ötün” fiilinden türetilen “ötkünç, ötükünç, ötük” kelimeleri de tahkiye geleneğinin tarihi hakkında bir fikir vermektedir. Bu terim ve kavramlar daha ziyade sözlü geleneğin hüküm sürdüğü dönemlere aittir. 8. yüzyıldan sonra meydana getirilen ilk yazılı metinlerden Orhun ve Yenisey Abidelerinde edebi metin türü olarak hikâyeden bahsetmek doğru olmaz. Eldeki kaynaklara göre, İslamiyet’ten önceki Türk edebiyatında yazıya geçirilmiş ilk mensur hikâyeler Uygurlar zamanında görülmektedir. Genellikle Budizm’e ait dini metinlerden oluşan bu ilk örneklerin arasında manzum ve mensur çok miktarda hikâye parçasına rastlanmaktadır. Bunların bir kısmı Buda’nın Sutra adı verilen vaazlarının içine yerleştirilmiş olan didaktik metinler, bir kısmı ise müstakil hikâyelerdir. Genellikle dini, ahlaki konuları ele alan bu metinler dine bağlı coşkuyu artırmak ve olgun insan motifini yükseltmek gayesine yönelik olağanüstü olaylarla örülü hikâyelerdir. Bu hikâyelerin bir kısmında bulunan Türkçe şahıs adları metinlerin Türkçe telif eserler olduğunu düşündürürse de büyük bölümü adı da bilinen yazarların tercümelerinden oluşmaktadır.
Bu şekilde kavram ve metin olarak ilk Türkçe verimlerden itibaren karşımıza çıkan tür, “hikâye” adını İslamiyet’ten sonra ortaya konulan eserlerde kazanır. Arapça bir kelime olan “hikâye”nin mensup olduğu dildeki ilk anlamı, bir nesneye benzemek, bir kimseyi fiilen veya kavlen taklit etmektir. Daha sonra bir sözü nakil ve rivayet eylemek anlamını kazanır. İlk Türkçe lügatlara bakıldığında ise kelimenin bizde bu ikinci manası ile yaygınlaştığı görülür. Mütercim Asım kelimeyi “Kitabe vezninde, bir sözü ve haberi nakl ve rivayet eylemek manasınadır” cümlesi ile açıklar. Şemseddin Sami, kavrama biraz daha açıklık getirerek izah eder: “1. Nakletmek, bir vak’a ve sergüzeşti sırasıyla anlatma, rivayet; 2. Hakiki veya uydurma ve ekseriya hisse yapmaya mahsus sergüzeşt ve vukuat. Kıssa, mesel… 3. Fransızca roman denilen uzun sergüzeşt ki esasen ahlaka hizmet etmek şartıyla envaı vardır.”
Bizde bir terim olarak kullanılmaya başlanmasından itibaren, hikâye kelimesinin dayandığı kavram tahkiyedir. Dolayısıyla anlatma esasına bağlı bütün yazı türleri geçmişte bu kelimenin etrafında izah bulmuş olur. Tarih, destan, menkabe, kıssa, masal, rivayet, vak’a, rapor, kopya, taklid, roman, hikâye ve benzeri birçok türün ardındaki kavram tahkiyeli eser, yani hikâyedir. Bununla birlikte hikâye türünün farklı terimlerle adlandırıldığı da görülmektedir. 14. yüzyılda Mes’ud bin Ahmed, “Süheyl ü Nevbahar” adlı mesnevisinde aynı metin için “hikâyet” ve “dâstân” terimlerini birlikte kullanır:
Bu olan hikâyetleri yaz ü düz
Kitab eyle kim okına yaz ü güz
Bunun bigi tansug aceb dâstân
İşitmemiş ola kişi hiç zaman
Aynı şekilde Fuzuli de “Leyla vü Mecnun” hikâyesi için fesâne (efsâne) ve dâstân terimlerini bir arada kullanmaktadır:
Leyli Mecnun Acemde çoktur
Etrakde ol fesâne yokdur
Takrire getür bu dâstânı
Kıl taze bu eski bustanı
Büyük ölçüde İslâm geleneğine yaslanan veya İslâmlıktan sonra bu geleneğin potasında yeniden şekil alarak söylenmeye devam edilen eski Türk hikâyesi, bir yandan sözlü gelenekte varlığını sürdürürken bir yandan da manzum ve mensur olmak üzere iki koldan yazılı edebiyat ürünlerini vermeye başlar. Hint ve Arap hikâyesi geleneğinin ilk örnekleri; “Kelile ve Dimne”, “Kırk Vezir”, “Tûtinâme”, “Kâmilü’l-Kelam”, “Binbir Gece Hikâyesi” gibi metinlerin tercümeleri ile tanınır. Bir yandan da daha sonra Anadolu Türkçesi ile bir mesnevi geleneğinin oluşmasına hizmet edecek olan ilk manzum hikâyeler kaleme alınmaktadır: “Tezkire-i Satuk Buğra Han”, “Şeyh San’an Hikâyesi”, “Salsâlname”, “Kısâsü’l Enbiyâ”, “Bahtiyarnâme”, “Miracnâme”, “Tezkiretü’l-Enbiyâ” gibi.
Eski Türk edebiyatı çok büyük ölçüde nazım türünde yazılmış eserlerden oluşmaktadır. Sanat göstermek isteyen hüner sahipleri doğal olarak manzum hikâyeyi tercih etmektedir, zira “nesr halk, nazm ise padişah gibidir” Bu sebeple mensur eser vermek fazla önemsenmemiş, hatta küçümsenmiş, alay konusu edilmiştir. Buna rağmen Eski edebiyatımızda, bazen müellifleri adlarını gizlemeyi tercih etseler de, hikâye yazma geleneği kesintisiz devam eder. Bu sahadaki en önemli telif eserler “Hikâyet-i Anabacı”, “Bedâyi’ü’l-Âsâr”, “Hikâye-i Sipahî-i Kastamonî”, “Ca’fer Paşa Hikâyesi” adlarını taşımaktadır.
Manzum veya mensur, Eski Türk edebiyatında tahkiye, ekseriyetle bir faide esasına dayalıdır. Sadece söylenmek için söylenen, kıssadan hisse çıkarmayan hikâye, hakiki edipler tarafından takdirle karşılanmaz. Destanlar, mesneviler ve halk hikâyelerinin, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanarak oluşturduğu bu geleneğin az çok dışında kalan, meddah ve mukallit ravilerin anlattığı hikâyeler ise asıl edebiyattan sayılmaz, avam işi olarak kabul edilir.
Tanzimat’tan sonra, Batı edebiyatının, bizdeki örneklerinden tamamen farklı bir anlayışla yazılmış tahkiyeli eserleriyle karşılaşan Osmanlı müellifleri, aynı tarzı kendi kültürlerine taşıma gayreti içine girerler. Batı tarzında yazılmış ilk hikâye örneklerinden sayılan Aziz Efendi’nin Muhayyelat’ı (1868) tasavvûfî ıstılahlar, rumuzlar ve telkinlerle doludur. Hemen arkasından gelen Emin Nihad’ın Müsameret-name’si (1872) ise hakiki vak’alardan seçilmiş ibret verici on hikâye ihtiva ettiğine dair bir kayıtla çıkar. Tanzimat Dönemi’nin en çok yazan kalemi Ahmed Midhat Efendi Kırk Anbar’ında (1873) hikâye yazmaktaki gayesinin bazı hikemî ve ahlakî esasları, ağlatmak veya güldürmek suretiyle okuyanlara telkin etmek olduğunu söyler.
Örneklerini çoğaltarak görebileceğimiz gibi, Batılı hikâye tarzını tercih ederek konu ve işleyiş bakımından uygulamaya çalışan ilk Osmanlı yazarları, hikâye anlayışı ve tasavvuru bakımından, Tanzimat’tan sonra da uzun bir süre geleneklere bağlı kalmışlar, kıssadan hisse çıkartmak, ders vermek, telkin etmek vazifelerini sürdürmüşlerdir. Esasen bu tutum bir yol ayrımında bulunan medeniyetin, kültür öncüleri sayılan yazarlarının üstlendiği hocalık vasfına da son derece uygun düşmektedir.
Modern Türk hikâyesini tarihi gelişimini de göz önüne alarak inceleyen münekkidler, yazarların doğum tarihlerinden devirleri etkileyen ideolojik ve edebi akımlara, metinlerin incelenmesi sonucu ulaşılan ortak yapılardan çıkarılan hakim temalara kadar pek çok kıstası esas alarak bir takım tasnif denemelerine girişmişlerdir. Bu sahada gözümüze çarpan en yeni çalışma hikâye tarihimizi altı döneme ayırarak girişilen bir tasnif denemesidir.
Yrd. Doç. Dr. Ayşenur Külahlıoğlu İSLAM
Başkent Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye