1. Giriş
Birinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında sıcak ilişkiye sahip olan iki devlet, savaşı kaybetmelerinden sonra bütün ilişkilerini bir süre askıya almak zorunda kaldı. Türk-Alman ilişkileri, Osmanlı Devleti ve İtilâf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle biçimsel olarak sona ermişti. Mütareke’nin 23. maddesi, Türkiye’den, Almanya ile bütün ilişkilerini koparmasını istemişti.[1] Galip devletler, Türkiye’de geride kalan son Alman askerlerini 1918 yılı sonunda göz altına aldı. Alman büyükelçiliği, mütarekenin 23. maddesi gereği Aralık 1918’de İstanbul’u terk etti.[2]
Artık iki devletin ilişkisini, İtilâf Devletleri belirlemeye başlamıştı. Savaşın mütareke ile sona ermesinden sonra Türkiye’de görevli Alman subay, asker ve görevlilerinin Türkiye’yi terk etmesi istenmişti. Böylece bütün Almanlar, Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Yıllardan beri süregelen yakın ilişkiler, bir anda zorunlu olarak tamamen koparılmış oldu.
Almanların, İstanbul ve Türkiye’den taşınmaları zor oldu. Mütareke, Almanların İstanbul’dan ayrılmaları için 30 gün ve Asya Türkiyesi’nin uzak köşeleri için uygun süre verilmişti. Türkiye’nin uzak bölgelerinde yaşayan Almanların sayısı çok azdı.
Bir Alman görevli, Türkiye’nin uzak köşelerinde çalışan Almanların hayatlarını bulundukları yerlerde sürdürmesi için gayret eder. Sebebini ise, Almanya’ya geri dönecek bu insanların birtakım zorluklarla karşılaşabileceğidir: Bu insanlar yararına Almanya’da bir bütçe oluşturulmasının zor olacağı kanaatiyle, yeterli aracı bulunmayan ve toprağa bağlı Türkiye’de yaşayan Almanların burada kalmaları için uğraştım. Ama bu gerçekleşmedi,[3] der.
Mütareke, ayrıca merkez güçlerle bütün ilişkilerin bitirilmesini istedi. Türk hükümeti, bazı sebeplerden dolayı Müttefik temsilcilerine diplomatik ilişkilerin kesildiğini resmî olarak bildirmek istemedi. Türkiye, resmî bir yazı yazmadan sadece mütarekenin kopyasının büyükelçilere ulaşmasını sağladı.
Amerikalı bir misyoner, 1918 yılı sonbaharında Alman Christof Schubart’a “Hıristiyan katliamı dolayısıyla, savaşa girdiklerini” büyük bir coşkuyla söyler ve şöyle ilâve eder: “Almanya’nın, savaşı Türklerle birlikte kazanması yerine, savaşı yalnız kaybetmesi daha iyi olurdu.” Schubart ise, aynı kanaatte değildir: “Avrupa güçleri karışmaya başlamadan önce Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki ilişkiler çok kötü değildi. Kışkırtma, ilk olarak Batılı güçlerin Türkiye’nin parçalanması üzerine çalışmaya başlamasıyla ortaya çıktı. Doğu’nun Hristiyanları, Avrupalı güçlerin hırslı ve bencil politikalarının kurbanı oldu. Acıları için teşekkür etmeliler. Bugün de bir uzlaşma sağlayacakları yerde, Yunanlıları Türklere karşı savaşa sürüyorlar. Doğu, bütün inanç sahiplerine yeterli mekan sunuyor. AvrupalIlar ve Amerikalılar, müdahale etmeyi kesinlikle bırakmalıdır. Onlar, Doğu’nun halkını rahat bırakıp ve ilişki kurmalarına engel olmazlarsa çok iyilik yapmış olurlar.”[4]
Bu sözler, iki milletin birbiriyle olan samimi ilişkilerinin birer delilidir. Siyasi olarak Almanya olaylara menfaat açısından yaklaşsa da, insanlar samimi duygularını bazen ifşa etmektedir. Türkiye ile Almanya arasında, Milli Mücadele döneminde resmî ilişkilerin olmadığı görülmektedir. Resmî ilişkiler olmasa da, Alman milleti, Türkiye’de olup bitenleri yakınen takip etmeye çalışmıştır. Dünya Harbi’nden sonra 1918-1919 yıllarında Almanların, Türkiye hakkında doğrudan çok fazla malumat edinemediklerini görülmektedir. Ama gün geçtikçe diğer Batılı devletler üzerinden Milli Mücadele’nin seyrini yakınen takip etmeye çalıştıkları görülür. Hatta Türklerin galip gelmesine sevinenler olmuştur. Silâh arkadaşımız diye bahsetmişlerdir.
Ama dinî taassubu olan Alman ve gazeteleri, Yunanlıların sözde kahramanlık ve zaferlerinden zevkle bahsettikleri görülmektedir. Olaylara sadece dinî açıdan bakmadıkları zaman Türklerin davasında ne kadar haklı olduklarını kabul etmektedirler.
Türk Milli Mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Antlaşması’nı değiştirme ve yok etme mücadelesidir. Türk Milleti bu mücadelesinde başarılı olmuş ve Sevr’i Lozan Antlaşması ile değiştirerek, Sevr’in geçersiz olduğunu tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Almanya Birinci Dünya Savaşı sonunda imzaladığı Versailles Antlaşması’nı değiştirmek istediğinde ise, yeni bir dünya savaşının çıkmasına sebep olacaktır. Lausanne Konferansı üzerine L’Impertial de l’Est’in gazetenin Müdürü Leonce Florentin 7 Kasımda şunları yazıyordu: “Almanya, eski müttefikinin durumunu düzeltmesinden ve 1918 galip devletlerin, Türkçülük önünde diz çökmesinden açıkça memnundur.” Almanya, bu gelişmeleri, Fransa’ya karşı art niyetli politikasına ve öç alma umutlarına önemli bir fırsat görüyor.[5]
Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup olan Almanya’da rejim değişikliği yaşandı. Savaştaki başarısızlık iç politikaya yansıdı ve İmparatorluğun yerine 9 Kasım 1918’de Almanya’da Cumhuriyet ilan edildi. İlk Cumhurbaşkanı olarak da Friedrich Ebert seçildi. 11 Kasım 1918’de de Almanya mütareke imzalayarak savaştan çekildi.
Almanya, büyük savaşın ardından iç karışıklıklar yaşadı. 1918 yılı Kasım ayı başından itibaren Almanya’da sosyalist ayaklanmalar çıktı. Cumhuriyet’in ilanından sonrada bu ayaklanmalar devam etti. İhtilaller, darbeler uzun süre Almanya’nın istikrarını engelledi. Bu arada 19 Ocak 1919’da Kurucu Meclis seçimleri yapıldı. Bu seçimlerde Sosyalistler, Merkez Partisi ve Alman Demokrat Partisi en çok oy alan partilerdi.[6] Kurucu Meclis, 31 Temmuz 1919’da Weimar Anayasası’nı kabul etti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi çalkantılarla birlikte iktisadi bunalımlar da yaşayan Almanya, uzun süre çok yüksek enflasyonla mücadele etti. Ancak savaş öncesinde sanayileşmesini tamamlamış olan Alman ekonomisi, bunalımların üstesinden gelmesini bilmiştir. Bunda, galip devletlerin Almanya’ya karşı uyguladıkları tavizkar politikaların rolü olduğu söylenebilir. Zira, şartları çok ağır olan Versailles Antlaşması hükümleri daha sonra hafifletilmiş ve Milletler Cemiyeti’ne girmesi ile Almanya’nın durumu iyileşmeye başlamıştır. Öyle ki, Hermann Pinnow, Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne girmesi ile ilgili olarak “Bu hadise, Almanya’nın harp mesuliyetinden kurtulduğunu ve bu cihetten de Versailles Muahedesi’ne hiçbir kıymet verilmediğini gösteriyordu” demektedir.
2. Türkiye Cumhuriyeti-Almanya İlişkileri (1923-1945)
Türk-Alman ilişkileri, yıkılan imparatorlukların üzerinde kurulan iki yeni cumhuriyetin ilişkileri olarak başlayacaktı.
Türkiye, cumhuriyetle beraber devlet ve toplum hayatında köklü değişiklikler yapmış, önemli inkılap ve kalkınma hareketlerine girişmişti. Bu hareketlerin başarı ile sonuçlanması için yurt içinde olduğu kadar uluslararası alanda da barış ortamına ihtiyaç vardı. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi ile hareket ederek inkılapları başarıya ulaştırmış, bütün dünyaya kendini kabul ettirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Almanya ile olan ilişkilerini de bu çerçevede ele almıştır. 1918-1922 yılları arasında Türk-Alman resmî ilişkileri mevcut olmamasının yanında bazı ferdî ilişkiler vardı. İki devlet arasında resmî ilişkilerin tekrar kurulması ilk olarak 1924 yılında gerçekleşti. O eski yakın ilişkilerin olduğu günleri yeniden oluşturmak ve iki devlet arasında koparılan ilişkileri yeniden sağlamak için 3 Mart 1924 tarihinde Alman-Türk Dostluk Antlaşması tekrar imzalandı.[7] Türkiye ile dostluk antlaşması yapmak üzere Alman hükümeti’nin Ankara’ya gönderdiği Bükreş Alman Elçisi Dr. Freytag, müzakereleri başarıyla tamamladı. Böylece Türkler ve Almanlar, eski samimi ilişkilerine yeniden sahip olmaya başladı. İki devletin, geçmişten devam edip gelen dostluğu sürdürmesi, kendi menfaatleri açısından önemlidir.
Almanya, antlaşmanın giriş bölümünde, Türkiye ve vatandaşlarla arasında barış ve dostluğun sağlanmasını istedi. Diğer maddelerde uluslararası hukuka uygun diplomasi ve konsolosluk ilişkilerinin yeniden düzenleneceği bildirildi.[8] Antlaşma 15 gün içerisinde İstanbul’da delegelerin onaylamasından sonra yürürlüğe girecekti. Türkiye’ye diplomatik görevlilerin gönderilmesi, antlaşmanın onaylanmasından sonra gerçekleşecek[9] ve böylece yeniden Türk-Alman diplomatik ilişkileri kurulmuş olacaktı.
Almanya bu antlaşma ile, kuracağı siyasi ve ticari ilişkilerin yanı sıra yalnızlıktan da kurtulmak istiyordu. Türkiye ile Almanya arasında resmî ilişkilerin yeniden başladığı sırada Almanya’da çok zor günler yaşanmaktaydı. Bir yandan savaş sonrasında bozulan ekonomisinin sıkıntıları, diğer yandan da Fransa’ya ödenen tamirat borçlarının Alman endüstrisine getirdiği yükler çok ağırlaşmıştı. Bu sıkıntılar yüzünden iç huzursuzluklar had safhaya ulaşmıştı.[10] Aynı zamanda tecrit edilmiş olmaktan kurtulmak için de çıkış yolu arıyordu.
Yeni ilişkilerle ilgili Büyükelçi Nadolny, şöyle yazmaktadır: “Savaştan sonra iki devlet arasındaki ilişkilerin beş yıl kesintiye uğramasından sonra 1924 yılı baharında tekrar diyalogun kurulmasıyla, çok yeni bir devletin karşıda durduğu görmemezlikten gelinemez. Özellikle Türkiye’de ortaya çıkan değişme o kadar çok kapsamlı ki, o yer ve mekanda bulunmadan kesinlikle anlaşılamaz. Mustafa Kemâl’in yiğitliği ve arkadaşlarıyla Osmanlı Halifelik İmparatorluğu’nun yıkıntılarından Türk Millî Devleti, külden çıkan anka kuşu gibi yükseldi. Bu genel olarak biliniyor. Vatan için büyük icraatın ünü, bütün dünyaya yayıldı ve dünya tarihinin bir parlak noktasını oluşturdu.
Türkiye’deki değişmeleri hemen kavradığımızı söyleyebilirim. İki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesi ve bakımı için yeni yapıya uygun metotla çalışmalara başlamaya tereddüt etmedik. Bunu, her iki ülkenin ilişkilerini tekrar başlatan dostluk antlaşması gösterdi. Antlaşma, tamamen eşit haklara dayanan karşılıklı anlayış ve uluslararası genel hukukun temeli üzerine kurulmaktadır. Bunu, ilişkilerin daha sonraki şekillenmesi de göstermektedir. Antlaşma, hiçbir şekilde, iki devlet arasındaki güven ilişkilerinin yolunu engelleyebilecek siyasî ve maddî menfaatlere dayanmıyordu. Yeni Başkent Ankara’da Almanya elçiliğinin yapımına başlandığını söyleyebilirim. Türk hükümetinin, Türkiye’deki Almanların sosyal hayatları ve iki ülke arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi için ihtiyaç olan Alman müesseselerinin tekrar yapımında bizi desteklediğini minnettarlıkla söyleyebilirim. Karşılıklı anlayış ve güven içerisinde iki ülkenin karşılıklı memnuniyeti, yıldan yıla arttı.[11]
Almanya’nın Türkiye ile ilişkisi, ayrıca Versailles Antlaşması’nın da özel maddesiyle belirlenmişti. Bu madde, Almanya İmparatorluğu’nun Türkiye’ye silâh sevk etmesini ve Türk ordusunun eğitimi için eleman göndermesini yasaklamıştı. Versailles Antlaşması hükümleriyle İtilâf Devletleri, her şeyden önce Türk istasyonu ve limanlarındaki Alman mülkiyetlerini kendi devletleri lehine kamulaştırmayı denemişlerdi.[12] Mart 1924 yılında yapılan dostluk ve konsolosluk antlaşması imzalanıncaya kadar geçen zaman dilimi, genel olarak her ülkede de iç politikayı sağlamlaştırma olarak kabul edilebilir ve galip devletler tarafından kesilen ilişkilerin yeniden kurulmasına uğraşıldığı dönemdir.[13]
Auswaertiges Amt’ta (Alman Dışişleri Bakanlığı) siyasî müşavir olarak Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman-Türk ilişkilerinin şekillenmesine katkıda bulunan Kurt Ziemke, Yeni Türkiye adlı eserinde, savaş sonrası siyasî gelişmeleri şöyle anlatıyor: “Yıkılan Almanya ve mahvolmuş Türkiye, bazı benzerliklere rağmen birbirinden son derece farklı bir durumda bulunuyorlar. Her iki güç de artık askerî olarak savaşacak durumda olmadıkları için teslim olmak zorunda kalmışlardı. Almanyada devletin temel sistemi yıkılmıştı, ama Türkiye’de sadece hükümet[14] Türk Millî Mücadelesi’nden sonra Almanya’nın yeni ilişkilerinin belirlenmesini, Kemalizm’in temel prensipleriyle somut siyasî biçimini alan Türk Millî Devleti oluşturdu.[15]
Özellikle Batı tarzında yönetim, ekonomi ve ilim müesseselerinin inşası, Almanya için yirmili yılların ortasından itibaren Türkiye ilişkilerinin tekrar yapılanmasında düğüm noktası oldu. Uzmanların gönderilmesiyle ekonomik, ilmî ve kültürel diyalogları pekiştirme imkânları ortaya çıktı. Savaş sonrasındaki ilk yıllarda Türkiye ile ilişkiler, şüphesiz yeni oluşan Alman dış politikasını etkileyecek görünüş arz etmiyordu.[16]
1924’ten 1932’ye kadar Türkiye’deki Alman Büyükelçisi Rhudolf Nadolny, hatıratında Almanya’nın kendi zamanında Türkiye siyasetini şöyle özetler: “Dikkat ve çabalarımı, ekonomi ve yönetime çevirdim. Bu alanda kafamdaki hedeflere ulaşabildim. Ama siyasî alanda daha az şanslı idim. Elbette Türkiye’de siyasî ilgimiz pek yoktu. Ancak, ülkemizin durumunu iyileştirmek için Türkiye’yi kombinasyona çekmeye çalıştım.”[17]
İlk Alman elçisi, Yeni Türkiye hakkında izlenimlerimi bildirmeyi severek yapmaktayım demekte ve şöyle devam etmektedir:
20 yıl önce eski Türkiye’de bulunmuştum. Daha sonra savaş esnasında Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde İstanbul’dan Bağdat’a kadar gittim. Altı buçuk yıldan beri imparatorluğun temsilcisi olarak görevli olduğum Türkiye’de, fırsat buldukça eski ve yeni arasında kıyas yapmaya ve farklılıkları tespit etmeye çalışmaktayım. Tabii ki burada size kısa bir tasvir verebilirim. Artık bugün bilgi için bir yığın kitap bulunmaktadır. Son olarak yayınlanan Kurt Ziemke’nin Yeni Türkiye adlı eseri tavsiye edilebilir. Savaş esnasında veya sonrası etkilerle ortaya çıkan değişiklikler neticesinde Türkiye, yeniliğe gösterilebilecek en iyi misaldir. Çünkü hiçbir yerde ortaya çıkan değişim, oradaki kadar teferruatlı değil. Böylece Türkiye’yi 1001 gece masallarının romantizmiyle, türban, fes ve harem hayatının Doğu yaşamıyla hatırlayan sizden her biri, böyle hatıraları ve tasarlamaları düşünmeden bir kenara itmelidir. Çünkü eski renkli ihtişamdan ve egzotik doğu tarzından bugünkü Türkiye’de hiçbir şey kalmadı. Bugün Türkiye’ye gelen yabancı, doğuyla ilgili bazı şeyler bulabilir. Her şeyden önce coğrafi durumunun gereği ve eski dünyanın siyasî kaderi için onun önemi hâlâ mevcuttur. Çünkü hâlâ o, Boğazların bekçisidir. Karadeniz ve Akdeniz arasında giriş ve çıkış için en uygun yerdir. Hâlâ o, İngiliz ve Rus menfaatleri arasında bir ara ülkedir. Asya ve Avrupa arasında bir köprü devletidir. Aynı zamanda Karadeniz, Akdeniz ve Balkan devletidir. Eski çok milletli durum geride kaldı. Bugün geniş Osmanlı milletler topluluğundan Arap dünyasının ve Yunan adalarının ayrılmasıyla tamamen homojen, tamamen kapalı Türk Millî Devleti ortaya çıktı. Bu devlet, sadece Anadolu ve Boğazlar bölgesini kapsamaktadır. Politik merkezi, artık boğazların Avrupa yakasında değil, bilakis Anadolu’nun kalbinin ortasında, yani Küçük Asya’da bulunmaktadır.
Yeni Türkiye, varlığını millî kahramanlığına borçludur, Türk millî şuurunun alevlenmesine. Bu, birkaç kişinin kahramanca patriyatizmi idi. Türk halkının tamamen çözülmekte ve yıkılmakta olduğu bir anda onların vatan sevgisi, Anadolu’da 10 yıldan daha fazla zamandan beri devam eden savaştan dolayı ağır kayıp veren Anadolu çiftçisini, millî sancak etrafında toplayarak, yabancı etkisi altında bulunan İstanbul’un Sultan hükümetinin isteklerine karşı, güçlü İtilâf Devletlerine karşı ve onlar tarafından ülkeye gönderilen Yunan ordusuna karşı mücadele yapma cesaretini buldu. Bilindiği gibi Mustafa Kemâl Paşa, eseri ortaya çıkardı. Böylece bugünkü Türkiye aslında Mustafa Kemâl’in eseridir; O, sadece millî kahraman değil, yaratıcıdır, onların babasıdır. Gaziyle sohbet etmek için birkaç kez birlikte olma fırsatını buldum. Her seferinde kahramanlıktan doğan gururlu patriyatizmi ve aynı zamanda memleketi için baba rolünde devlet adamlığı duygusunu taşıyordu. Bu beni, onun kişiliğinin genel ifadesi olarak hayrete düşürüyordu. Mustafa Kemâl’in Türkiye’deki yeri göz önüne alınırsa, tasvir edilen gelişme üzerine düşünülebilir, bugünkü Türkiye’yi anlamak isteyen, her şeyden önce onu tanıması gerekir. Onun kuruluşu, millî halkın yükselişi kabul edilir. Cesaretli, anavatanlarını her şeyin üzerinde seven birkaç kişi tarafından organize edildi. O, Halife hükümetine karşı rakip oldu, hatta Mustafa Kemâl’in ölümüne karar veren hükümete karşı. Mücadelenin yabancı müdahalelere karşı tam bir zaferle sona ermesi neticesinde yapılan Lozan Antlaşması’yla, İtilâf Devletleri tarafından taksim edilmek istenmiş olan Türkiye’nin devlet olarak tamamen tanınmasını sağladı. Sadece devlet olarak tanınması değil, özellikle kapitülâsyon olarak adlandırılan Sultan zamanının bütün anlaşmalarından kurtuldu. Kapitülasyonlara göre yabancılar, Türk kanunlarına bağımlı değillerdi ve Türkiye, yabancı devletleriyle ilişkilerinde tam bağımsız olmadığı için topallamaktaydı.
Kurtuluş Savaşının Anadolu’daki millî karakteri; Halifelik hükümetine karşı konulması, kapitülâsyonların kaldırılması, Mustafa Kemâl ve arkadaşlarının bilgi ve becerisinin Avrupa eğitim ve tekniğinin birleştirmesiyle Türk halkını durgunluktan kurtarabileceği ve gelişmesini tamamlayabilmesi mümkündü: Bunlar, eski Türkiye’den yenisinin oluşması için temel etkenler idi.
Bu, büyük bir enerjiyle modernize olma, daha doğrusu, Türkiye’nin Avrupalılaşmasıdır. O, Lozan Konferansı barış antlaşmasının yürürlüğe girmesiyle başladı. O halde aşağı yukarı aynı zaman zarfında, 1924 yazında ilk Alman Büyükelçisi olarak yeni hükümetteki görevime adım attığımda gerçekleşti. Bugün gelişmelere bakarsam, gerçekten yeni bir Türkiye’nin meydana geldiğini söylemek zorundayım. Halifelik devleti sona erdi. Böylece bilinen Panislâmizm düşüncesi de kayboldu. İnkılâplar yapıldı. Bugün bizim eski Alman müesseseleri yeniden oluşturuluyor ve Türk hükümeti bu faaliyetleri dostça karşılıyor.[18]
Türkiye Cumhuriyeti ile Almanya arasında 12 Ocak 1927 tarihinde Ankara’da imzalanan Karşılıklı İkamet Antlaşması, 3 Mart 1924 tarihinde imzalanmış olan Dostluk Antlaşması ile başlatılan diplomatik ilişkilerin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır.[19] Bu antlaşma ile Türk ve Alman vatandaşlarının karşılıklı olarak iki ülke topraklarında hangi hukuki şartlar ve garantilerle ikamet edecekleri hüküm altına alınmıştır. Ayrıca 16 Mayıs 1929 tarihinde Ankara’da imza edilen Hakem ve Uzlaşma Antlaşması[20] ile Türkiye-Almanya diplomatik ve ekonomik ilişkileri sağlıklı bir yapıya kavuşturuldu.
Türkiye ve Almanya Cumhuriyeti Hükümetleri arasında 28 Mayıs 1929 tarihinde imza edilen Karşılıklı Konsolosluk Antlaşması, yeni diplomatik ilişkileri sağlam temeller üzerine oturtmuştur.[21] Buna ilaveten Türkiye ve Almanya Cumhuriyeti Hükümetleri arasında, Suçluların İadesi Antlaşması 3 Eylül 1930 tarihinde Berlin’de imzalandı.[22]
Türkiye ve Almanya arasındaki siyasi ve ticari antlaşmalar iki ülke arasında ilişkilerin artmasına imkan sağladı. Türkiye’nin Almanya’daki ticari faaliyetleri sırasında çok önemli roller üstlenen Türk Ticaret Odası,1928 yılında Berlin’de açılmıştır.[23] Ticaret hacmi giderek büyüdü. Özellikle 1929 yılı Alman istatistikleri göz önüne alındığında Türkiye’den Almanya’ya 75.6 milyon marklık ihracat yapılmasına karşılık, aynı yıl içinde Almanya’nın Türkiye’ye 72.5 milyon marklık bir ihracat yaptığı görülmektedir.[24] Giderek büyüyen bu ticaret hacmi 27 Mayıs 1930 tarihinde Ankara’da yeni bir Türk-Alman Ticaret Antlaşması’nın imzalanmasını sağlamıştır.[25]
Alman devlet adamları ve Alman halkı, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hayranlıkla izlemektedirler. Bu konuda Berlin’de bir yazı işleri sorumlusu şöyle yazar: Türkiye’de doğan ve aydınlatan yıldız, gerçekten bize gittiğimiz yolu gösterdi. Reichskanzler de, Türkiye hakkındaki düşüncesini kısaca şöyle ifade eder: “Türkiye’deki hayat ve yeniliği, biz de yakın takip ediyoruz.” Hitler, Türkiye’nin gelişmesini dikkatle takip ettiğini ve Türk hükümetinin çalışmalarının kayda değer olduğu açıklamasını da yaptı. Ayrıca Gazi’nin büyük şahsiyeti ve onun tarafından oluşturulan eseri üzerine konuştu. O, Türkiye’nin bu kadar kısa sürede yaptığı hamleleri için, şaşkınlık duyduğu ifadesini tekrar etti.[26]
Yine aynı dönemde Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Yeni Türkiye’nin yükselişini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Türkiye’de Alman Büyükelçisi olarak, 10 yıllık faaliyetim esnasında genç devletin inanılmaz yükselişini birlikte yaşama fırsatı buldum. Türkiye’nin deha lideri Mustafa Kemâl’in önderliğinde son on yılda yaşanan yükseliş, bugün sona ermiş görülebilir. Bu, savaşta yenilmiş ve onun kaostan çıkabilmiş devletlerin ilke olarak kendisine konan siyasî ve ekonomik bağları koparmayı başaran devlet şekli oluşturdu. Bunu sadece devlet adamının temiz yönetimi başardı.”[27]
Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. kuruluş yıldönümü dolayısıyla Mustafa Kemal’e gönderdikleri kutlama mesajı şöyledir:
“Paul von Beneckendorff und von Hindenburg, Alman İmparatoru’ndan Ekselânsları Türkiye Cumhuriyetinin Başkanı Gazi Mustafa Kemâl Bey’e,
Reis Bey,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 10. yılı münasebetiyle Siz Ekselânslarına ve Türk milletine, benim ve Alman halkının en derin mutluluk dileklerini ifade etmeyi kendime şeref addediyorum. Ben ve Alman halkı, mükemmel yönetiminiz altında modern Türk devletinin fevkalade oluşumunu takip etti. Biz Almanlar büyük bir sempati ve şaşkınlıkla, Sizin Türk halkını yeniden nasıl uyandırdığınızı, istikrara kavuşturduğunuzu ve Sizin zeki ellerinizle, çalışkan ve yenilenmeye istekli milletinizi bütün dünyada tanınmaya başlamış olan siyasî ve ekonomik yükselmeye nasıl getirdiğinizi gördük.
Özellikle Siz Ekselânslarına, Alman halkının, Türk milletinin silâh arkadaşlığını hiçbir zaman unutmayacağını ve ortak mücadelede kazandığı dostluğu devam ettireceğini ve derinleştireceğini garanti vermeyi kendime vazife addediyorum.
Reis Bey Size, Sizin gayretli halkınıza barışı ve kuvvetli devlet yönetiminizle mutlu bir gelecek getirebilmenizi arzu ediyorum.
Aynı zamanda Siz Ekselânslarına şahsi mutluluğunuz için en derin saygılarımı ve en iyi dostluk dileklerimi sunmak için bu fırsatı değerlendiriyorum.”[28]
1933 yılı Türk-Alman ilişkilerinde önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun onuncu yılını kutlarken, Almanya’da Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi iktidar oldu. 1929 Ekonomik Bunalımı bütün dünyada demokrasileri zayıflatmış, devletçi ve milliyetçi yönetim anlayışlarını güçlendirmiştir. Bu nedenle Türkiye’de yönetim daha devletçi bir anlayışa yönelirken, Almanya’da Hitler öncülüğünde faşist bir idare kurulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup çıkan Almanya, Hitler ile beraber Birinci Dünya Savaşı sonunda kurulan düzeni, bir başka deyişle Versay düzenini değiştirmek için harekete geçti. Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasına rağmen kendisini tatmin olmamış sayan İtalya’da Almanya’nın yanında yer aldı.
Hitler’le beraber Almanya’nın dış politikası hareketlendi. Hitler yeni dönemde dış politikasını özellikle üç hedefe yöneltmişti. Bunlardan birincisi Almanya’nın Versay hükümlerinden kurtarılması, ikincisi bütün Almanların tek devlet altında toplanması, üçüncüsü ise Almanya’nın hayat sahasının gerçekleştirilmesi idi.[29] Hitler’in dış politikadaki ilk iki hedefinin sınırları belli olmasına rağmen üçüncü hedefinin yani hayat sahasının nerede başlayıp nerede bittiği belli değildi. Bu da Hitler emperyalizminin adı idi.
Adolf Hitler, Almanya’nın hedeflerine ulaşabilmesi için, siyasi ve iktisadi açıdan güçlü olmak gerektiğini biliyordu. Hitler, bir taraftan siyasi açıdan uluslararası arenada kendine destek aradı ve bu desteği İtalya’dan buldu. Diğer taraftan da ekonomik açıdan gücünü artırmak için çaba sarf etti. Hitler, 1933 yılından itibaren Alman ekonomisine hayat verecek zengin hammadde kaynaklarına sahip Doğu Avrupa’ya ve bu arada Türkiye’ye yönelmiştir.
Hitler’in amacı Birinci Dünya Savaşı öncesi başlayan ve savaş içinde silah arkadaşlığına dönüşen Türk-Alman dostluğunu yeniden canlandırmaktı. Alman Propaganda Bakanlığı’nın kontrolünde sürdürülen Türk-Alman dostluğunu yayma çalışmaları tarihi örneklere başvurularak yürütülmüştür. Dostluğun kaynağı Prusya Kralı II. Friedriech’e kadar götürülmüş, Alman askeri danışmanları Moltke, von der Goltz, Liman von Sanders’in Türkiye’deki çalışmaları övülmüştür.[30] Bu çerçevede Alman Askerî heyetleri Türkiye’yi sık sık ziyaret etmişlerdir. Bu askerî heyetleri oluşturan subaylar ise, genellikle Birinci Dünya Savaşı ve öncesinde Türkiye’de bulunmuş, Türkçe bilen, Türk subaylarla samimi dostluklar kurmuş kişilerden seçilmekte idi.[31]
1934 yılında Türk tarafı, Alman ordusuyla iyi ilişkide kendisi açısından da menfaat gördü. Karşılıklı subay mübadelesi çerçevesinde 1934 Kasımı’nda Üsteğmen Hans Rohde ve Alfred Jodl Türk hükümetinin daveti üzerine Türkiye’de görevlendirildi.[32] 1918’den beri ilk defa Alman subayları, tekrar resmî misyon için samimi bir karşılamanın yapıldığı Türkiye’ye geldi. Her iki subay, Ankara’da Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve yardımcısı Asım Gündüz tarafından karşılandı. Stratejik, taktik ve eğitim tekniği meseleleri, görüşmenin odak noktasında bulunmaktaydı. Üsteğmen Rohde ise Türkçe olarak konuştu. Türk tarafı, Alman muharebe tüzüğünün bırakılmasını rica etti. Son olarak Mareşal Çakmak, Alman büyükelçiliğine askerî ataşe olarak Alman Savunma Bakanlığı’nın bir subayını göndermesini arzu ettiğini ifade etti. Başbakan İnönü’nün delegeyi kabûlü ile, başkentteki 14 günlük ziyareti sona erdi.
Ziyarette edinilen izlenimler, Askeri Genelkurmay Şefi Topçu Generali Beck’e bir rapor halinde sunuldu: Yeni Türkiye, genel olarak birçok konuda Osmanlı Devleti’nden temelde ayrılmaktadır. Avrupa örneğine göre yeni bir devlet kurma çabası, aşikardır ve hali hazırda büyük bir başarıya ulaşmışlardır. Yeni başkent Ankara’nın inşası, büyük bir ilerleme kaydetmektedir. Politik ve askeri yönetim, yaptıklarında şuurludur. Onlar, kendi konumlarını ve dünya siyasî yapısını açıkça değerlendirmektedir. Ordu disiplinli ve genelde iyi eğitilmiştir, silâhlanma ve teçhizat şüphesiz yetersiz, birbiriyle uyumsuz ve çoğunluğu eskimiştir. Kendine güvenen ve çabalayan subay ordusu, Millî Mücadele’deki büyük icraata gururla bakmaktadır. Organize yapısı, Almanlara benzemektedir. Eğitim gittikçe Alman örneğini talep etmektedir. Genel olarak Almanya’ya herhangi bir şekilde bağlanmadan, dostluk ilişkilerini arttırma ve geliştirme arzusu bulunmaktadır. Alman ordusuyla birlikte çalışma arzusu ve askerî ataşenin gönderilmesi ricası askeridir, asla siyasî değildir.
Türkiye’nin Ankara’daki Alman Büyükelçiliği’ne bir Alman askerî ataşenin gönderilmesi arzusu, Almanlar tarafından teferruatlı olarak incelendi. Alman-Türk ilişkisinin önemi bakımından bu arzuyu çabuk gerçekleştirme kararı verildi.
1936 Nisan başında Hans Rohde, Ankara’ya ilk Alman askerî ataşe olarak geldi. Sonbaharda ilk kez Trakya’daki Türk manevrasına gözlemci olarak katıldı. Rohde, Hitler’in önünde konferans verdi ve ona Türk ordusu üzerine bir değerlendirme sundu. Türklerin, Harp Akademisi’ne yeni subayların gönderilmesini istemesi üzerine Hitler, Üsteğmen Rohde’ye uygunluğunun inceleneceği sözünü verdi. Türk ordusu için ilişkilerin geliştirilmesi açısından Rohde tarafından önerilen tedbirlerle Hitler prensip olarak anlaştığını açıkladı.[33]
Hans Rohde, Atatürk hakkında Hitler’in düşüncesinin ‘Türk Milletinin büyük reformcusu” olduğunu yazmaktadır.[34] Hitler, 1933 yılı Temmuz ayında davet ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı Siirt Milletvekili Mahmut Bey’e, Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülen Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kendisini ve Alman Devrimi’ni aydınlatan bir örnek olduğunu söylemiştir.[35]
Bu arada Hitler’in iktidara gelmesinden sonra Nazi felsefesini benimsemeyen ve işbirliğini reddeden çok sayıda Alman bilim adamı Türkiye’ye gelmiştir. Bu bilim adamlarından da faydalanarak Türk Üniversite Reformu gerçekleştirilmiştir.[36] Alman öğretim üyeleri, Türk üniversitelerinde çalışmak üzere beş yıllık sözleşme imzaladı.[37] Türk üniversitelerinde görev alan Alman eğitimcileri, Alman kültürü ve eğitim düzenini yerleştirmek için, büyük çaba göstermişlerdir.
Almanya’da 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesinden sonra, bir çok ülkenin bu yeni rejime tepki göstererek Almanya ile ilişkilerini askıya almasına, Alman mallarına boykot etmesine karşılık, Türk-Alman ticareti giderek artmıştır. Hitler Almanyası ile Türkiye arasında ilk ticaret antlaşması, 10 Ağustos 1933 tarihinde Berlin’de imzalanmıştır. Antlaşma, Türkiye adına İktisat Bakanı Mahmut Celal (Bayar) Bey ile Almanya adına Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı von Bülow, tarafından imzalanmıştır.[38] Türkiye ile Almanya arasında ikinci ticaret antlaşması, 15 Nisan 1935 tarihinde yine Berlin’de imzalanmıştı.[39] Bu antlaşmalarla Büyük Alman firmalarının Türkiye’ye açtıkları krediler sayesinde Türkiye’nin Almanya ticaret hacmi sürekli artmıştır.
Almanya, ticaret antlaşmaları ve ekonomik ilişkiler sayesinde Türkiye üzerinde hegemonya kurmaya çalışıyordu. 1936 yılından itibaren Almanya’nın Türkiye üzerinde kurmaya çalıştığı iktisadi hegemonyanın siyasi sonuçları daha belirli bir mahiyet almıştı. Almanya iktisadi nüfuzu ile Türk-İngiliz ve Türk-Sovyet ilişkilerini bozarak Türkiye’yi kendi grubuna çekmeye çalışıyordu.[40] Almanya’nın bu çabalarının artmasının önemli bir nedeni de Lozan’da kabul edilen Boğazlar rejiminin 20 Temmuz 1936’da Montreux’de değiştirilmiş olmasıdır. Boğazların uluslararası tahkimden Türkiye tahkimine geçmesi, Almanya’nın ve diğer büyük devletlerin Türkiye’ye olan ihtiyacını arttırmıştır.
1937 yılı Mayıs ayında, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Hamdi Arpağ’ı kabul eden Hitler, Türkiye ile yakın ve dostane ilişkiler kurmak istediklerini belirtmiştir. Bu kabulde Hitler, Türk Büyükelçiye her ne kadar siyasi bir beklentilerinin olmadığını söylemişse de,[41] bu doğru değildir. Hitler’in Türkiye ile yakın ve dostane ilişkiler kurmasındaki asıl amacı, muhtemel bir savaşta Türkiye’yi, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Almanya ile beraber hareket etmeye mecbur etmektir. Nitekim Almanya’nın bu beklentisi Alman Dışişleri Bakanlığı İktisadi Politika Dairesi Müdür Yardımcısı tarafından Berlin’de cereyan eden Türk-Alman ticaret görüşmelerine ilişkin 29 Haziran 1938 tarihli memorandumda şu şekilde ifade edilmiştir:
“Ekonomik sonuçlarından başka, görüşmeler siyasi bir önem de taşımaktadır. Türkiye’nin bize eskisinden daha kuvvetli iktisadi bağlarla bağlanması gerekmektedir…Çünkü, İngiltere son zamanlarda özellikle iktisadi alanda Almanya’nın Türkiye üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak için gittikçe artan bir çaba sarf etmektedir.Bizim Türkiye’nin dış ticaretindeki hissemiz halen %40-50 oranında olduğuna göre, Türkiye ile Almanya’nın ticareti arttırıldığı takdirde Türkiye iktisadi bakımdan Almanya’ya daha gittikçe daha fazla tâbi olacaktır.Türkiye’ye verilen İngiliz kredisi bu devletin kredi ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğuna göre Türkiye’yi iktisadi bakımdan Almanya’ya daha fazla bağlamak ve bu devlet üzerindeki nüfuzumuzu arttırmak mümkündür.”[42]
Bu çerçevede 25 Temmuz 1938’de Berlin’de imzalanan bir ticaret antlaşması Türkiye ile Almanya arasında ticari ilişkileri arttıracak hükümler ihtiva ediyordu. Bu ticaret antlaşması hakkında Alman Dışişleri Bakanlığı İktisadi Politika Dairesi Müdür Yardımcısı 8 Ağustos 1938 tarihli memorandumunda şöyle diyordu:
“25 Temmuz 1938 tarihli antlaşma ile Türk-Alman ticaretinde meydana gelmesi beklenen artış İngiltere’nin Türkiye üzerindeki iktisadi nüfuzunu önemli bir şekilde engelleyecek ve İngiltere ile Türkiye arasında geçen Mayısta yapılan kredi antlaşmasına rağmen Almanya’nın Türkiye’deki iktisadi durumunu kuvvetlendirecektir.”[43]
Görülüyor ki, Almanya Türkiye’yi kendine daha çok bağlamak ve İngiltere tarafına kaymasını önlemek için daha çok ticari ilişki öngörmektedir. 1938 yılında Türkiye’nin de talebi üzerine Almanya ile Türkiye Hükümetleri arasında kredi anlaşması görüşmeleri başladı. Türkiye’nin talebini kabul eden Alman Hükümeti, ön görüşmeler yapması için, İktisat Bakanı Dr. Funk’u Türkiye’ye gönderdi. Dr. Funk ve Türkiye İktisat Bakanı Şakir Kesebir arasında, Ankara’da, 9-10 Ekim 1938 tarihlerinde yapılan görüşmelerde, Almanya’nın Türkiye’ye 150 milyon marklık bir kredi açması kabul edildi.[44] 16 Ocak 1939 tarihinde, Berlin’de iki ülke heyetleri arasında imzalanan antlaşma[45] ile Türkiye’ye, sanayi ve askerî alanda kullanılmak üzere 150 milyon marklık kredi vermeyi kabul etti.
Almanya ile ticaret yapmak Türkiye için faydalı oluyordu. Almanya ile ticari ilişkileri tamamen kesmek Türkiye’nin çıkarlarına aykırı idi. Türkiye, jeopolitik konumu itibariyle, dönemin iki büyük devleti Almanya ve İngiltere tarafından vazgeçilmez bir ülke idi. Bu sebeple Türkiye Almanya ve İngiltere’nin çıkarları arasında bir denge politikası izliyordu.
1938 tarihinden itibaren devletler arası gruplaşmaların hız kazanması ve Almanya’nın Avrupa siyasetindeki sert politikaları Türkiye’yi endişelendirmeye başladı. Avrupa’nın yeni bir savaşın eşiğine gelmiş olması Türkiye’yi İngiltere, Rusya ve Fransa ile ittifak yapma girişimlerine yöneltmiştir. Bu gelişmeler 1939 yılından itibaren Türk-Alman ilişkilerinin gerginleşmesine sebep olmuştur.
Bunun üzerine Almanya, Türkiye ile yeniden iyi ilişkiler kurmak ve Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile ittifak yapmasını engellemek için ünlü diplomat Franz von Papen’i 18 Nisan 1939 tarihinde Ankara Büyükelçiliği’ne atadı. Hitler, Türkiye’ye özel önem verdiği için böylesi mahir bir diplomatı Ankara Büyükelçiliği’ne atamıştır.
Türk-Alman ilişkilerinin gelişmesi ve yönlendirilmesinde etkili olan von Papen, Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile ittifak yapmasını engelleyemedi. 19 Ekim 1939’da Ankara’da Türk-İngiliz- Fransız ittifakı imzalandı. Ankara Paktı adı verilen bu ittifakı engelleyemeyen von Papen, hırçınlaştı. Kasım ayı başında Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ile iki defa görüşen von Papen, Türkiye’ye yönelik tehditkâr cümleler sarf ederek, sert tepki göstermiştir. Kasım ayının ikinci yarısında von Papen ile iki görüşme daha yapan Şükrü Saraçoğlu, Türk-İngiliz-Fransız ittifak antlaşmasının bir savunma anlaşması olduğunu ve Almanya ile de ilişkilerini sürdüreceklerini ifade etmiştir.[46]
Franz von Papen Türkiye’ye geliş amacı çerçevesinde büyükelçilik görevlerini sürdürmüş, ancak Türkiye’yi Almanya yanında İkinci Dünya Savaşı’na sokmayı başaramamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın tecrübeleri ışığında hareket eden Türk devlet adamları, aynı hataya bir kez daha düşmemişlerdir.
1940 yılı sonu ile 1941 yılı başlarında Alman ve İtalyan ordularının Balkanlar’da ilerlemeleri, Almanya’nın Bulgaristan’ı kendi tarafına dahil etme girişimleri, Türkiye’nin siyasi durumunu güçleştirmişti. Türkiye Bulgaristan’la görüşerek 17 Şubat 1941’de ortak bir beyanname yayınladı. Bu beyannamede Türkiye ve Bulgaristan, karşılıklı olarak birbirlerine saldırmazlık güvenceleri vermiş, dostluk ve iyi komşuluk dileklerini iletmişlerdi. Bunun ardından Almanya’nın baskıları sonucu Bulgaristan 1 Mart 1941’de Almanya yanında savaşa katıldı.
Bu sırada 1941 Nisanı’nda Irak’ta Almanya taraftarı Raşid Ali Geylanî bir hükümet darbesi ile iktidarı ele geçirdi. İngilizler Raşid Ali Geylanî’ye harekete geçtiler. Raşid Ali Geylanî de Almanya’dan acil yardım istedi. Bunun üzerine 12 Mayıs’ta Saraçoğlu ile görüşen von Papen, Almanya’nın Türkiye üzerinden kamufle edilerek Irak’a asker ve malzeme göndermek istediklerini bildirmiştir.[47] Türkiye buna karşı çıkınca, razı etmek için Almanya, Batı Trakya ile Ege adalarından toprak teklif etti[48] Türkiye yine kabul etmedi.
Almanya’nın Bulgaristan’a girmesinin ardından 6 Nisan 1941’de Yugoslavya ve Yunanistan’a saldırması Türkiye’yi endişelendirdi. Bunun üzerine Hitler, Cumhurbaşkanı İnönü’ye yazdığı bir mektupla Türkiye’ye saldırılmayacağı garantisini verdi.[49] Hitler, bu mektup ile Türkiye’nin İngiltere yanında savaşa girmesini de engellemek istiyordu. Bu arada İngiltere ve ABD’nin Ankara Büyükelçileri, taahhütleri gereği Türkiye’nin derhal savaşa girmesini talep ettiler. Ancak Türkiye, mektupla güvence aldığı Almanya’ya savaşı göze almadı. Almanya bunun üzerine, mektuplu güvenceyi bir dostluk ve saldırmazlık paktına dönüştürmek istediğini Türk Hükümeti’ne bildirdi. Nitekim von Papen antlaşmanın yapılacağını 17 Haziran 1941’de gizli kaydıyla Alman Dışişleri Bakanlığı’na bildirmiştir.[50] Türkiye-Almanya ikili görüşmeleri sonunda 10 yıl geçerli olacak Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması, 18 Haziran 1941’de imzalanmıştır.[51] Von Papen’i uzun süre oyalamaya muvaffak olan Türk diplomasisi, Alman tehlikesi Balkanlar’a gelince Almanya ile dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalamak durumunda kalmıştır.
Bu antlaşmayı Türkiye ve Almanya açısından tahlil ettiğimizde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür:
- Türkiye, bir yandan Almanya ile antlaşma imzalayarak muhtemel bir saldırıya karşı korumuş oluyor, diğer yandan da her iki ülkenin de daha önce yüklendiği sorumlulukları saklı tutarak, İngiltere ile ilişkilerini bozmuyordu.
- Türkiye, bu antlaşma ile dış politikasındaki hareket serbestisini genişletmişti.
- Türkiye, adı geçen antlaşmayı imzalayarak ister istemez Sovyetler Birliği’ne tavır almış oluyordu. Çünkü bu antlaşma ile Almanya Sovyetlere saldırdığında, İngiltere’nin Boğazları kullanarak
- Soysal, yardım götürmesi imkansızlaşıyordu. Bu da, Sovyetlerin Türkiye’ye karşı güvensizlik duymasına yol açacaktı.
- Almanya, ikili görüşmeler boyunca Türkiye üzerinde yoğunlaştırdığı baskı ve tehditlere rağmen, antlaşmaya Türkiye’yi İngiltere’den koparıp Almanya’ya yanaştıracak maddeler ilave ettirmedi. Böylece, Türkiye’nin savaş dışı tutumunu sürdürecek olması başarı sayılıyordu.[52]
Türkiye adına Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Almanya adına Franz von Papen’in imza koyduğu bu antlaşma sadece iki ülkeyi değil, hem İngiltere’yi hem de Sovyetler Birliği’ni etkilemiş, savaşın gidişatı ve sonucu üzerinde de müessir olmuştur. Antlaşma imzalanır imzalanmaz Almanya, Sovyetlere saldırmıştır. Artık Almanya sağ kanadını güvenceye almıştır.
Ankara Paktı ile İngiltere ve Fransa, Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması ile Almanya ile ilişki kuran Türkiye, savaş içinde hep tarafsız kalmayı yeğledi. Ancak saldırıya uğrarsa karşılık verecekti. Türkiye’ye saldırmayan Almanya’da bunu istemekte idi. Fakat savaşın ilerleyen yıllarında Sovyetler ile birleşen, ona her türlü savaş malzemesi yardımı yapmayı taahhüt eden İngiltere, Fransa ve hatta Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’nin savaşa girmesini istiyorlardı. Zira Montreux Antlaşması gereğince, “Türkiye bir savaşta tarafsız kalırsa savaşan devletlere Boğazları kapayacak, eğer bir savaşta Türkiye savaşa girerse, girdiği tarafa Boğazları açacaktır”[53] ilkeleri kabul edilmişti. Şimdi Türkiye’nin müttefikler tarafında savaşa girmesi dolayısıyla Boğazları açması isteniyordu. Boğazlar açıldığı takdirde Sovyetlere kısa yoldan savaş malzemesi ve kolayca yardım ulaştırılmasının yanında, Almanya’yı Karadeniz’den vurmak suretiyle en büyük yardım yapılmış olacaktı.
Müttefiklerden gelen savaşa girme teklifine Türkiye hemen ret cevabı vermedi. Diplomatik yolla oyalama cihetine gitti. Diplomatik yolla vakit kaybetmek istemeyen İngiltere Başbakanı Churchill, 30/31 Ocak 1943’te uçak ile Adana’ya geldi. Burada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüştü. Görüşmede Churchill, “Türkiye, Ankara Paktı’na riayet ediyorsa hemen savaşa girmeli ve boğazları açmalıdır” demişti. İsmet İnönü verdiği cevapta, “Türkiye, Ankara Paktı’na sadâkatten ayrılmamıştır. Böyle bir niyeti de yoktur. Ancak bir ordu bol teçhizat ve modern silahlara mâlik olmadan harbe girerse mağlup olur. Türk ordusu teçhizat modern silahtan mahrumdur. İngiltere, Türk ordusunun teçhizat ve silahını temin ederse biz de savaşa gireriz” mealinde sözler söylemiştir.
İsmet İnönü, İngiltere’nin savaş içinde Türkiye ve Sovyetlerin kalabalık ordularının malzeme, silah ve teçhizatını kolayca temin edemeyeceğini biliyordu. Bu itibarla Türkiye’nin istediklerini veremeyecek, böylece savaşa girmemek için sebep bulunmuş olacaktı. İngiltere, istenilen malzemeyi vermeye razı olursa, Sovyetler için hazırlanan malzemenin bir kısmı Türkiye’ye verilecekti. Türkiye bu malzeme ile ordusunu teçhiz etmiş olacaktı. Hemen Türkiye’ye malzeme verilse bile, malzeme ha geldi, ha geliyor, ordusunu ha teçhiz etti, ha ediyor diye zaman kazanmış olacaktı. Türkiye’nin asıl amacı, oyalamak suretiyle tarafsız kalabilmek, savaşın sonuna yaklaşmaktı. Türkiye’nin izlediği politikayı az çok sezinleyen İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony Eden, İngiliz Parlamentosunda yaptığı konuşmasında, Türkiye’nin savaşa katılmamasından söz ederken; Türkiye’nin manevralarından tedirginlik duyduğunu belirtmiştir.[54]
19 Ekim 1943’te İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanları arasında yapılan Moskova Konferansı’nda bakanlar, Türk hava alanlarının kullanıma açılmasını ve o yılın sonuna dek Türkiye’nin savaşa katılmasını kararlaştırarak Türk Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’na bildirmişlerdi.[55] Ancak bu istek silah ve teçhizat yardımı yapılmadığı gerekçesiyle geri çevrilmiştir.
Türkiye’nin bir an önce savaşa katılmasını isteyen Churchill, Roosevelt ile beraber Tahran Konferansı’ndan Kahire’ye dönerken -Stalin’in de isteği ile- İnönü ile yeniden bir görüşme daha yapmak istedi. 4-7 Aralık 1943 tarihinde Kahire’de İnönü, Churchill ve Roosevelt arasındaki toplantıda İngiltere Başbakanı gene ısrarla 15 Şubat 1944’te Türkiye’nin savaşa girmesini istedi. Toplantı sona erdiğinde İngiltere Türkiye’nin savaşa gireceğinden umutluydu. Oysa ABD ve Sovyetler Birliği bu konuda ısrarlı değildiler.[56]
Bu konuda asıl önemli gelişme, ABD ile İngiltere’nin 19 Nisan 1944’te Türkiye’ye bir nota vererek Almanya’ya krom satmasını durdurmalarını istemiş olmalarıdır. İkinci Dünya Savaşı boyunca devam eden Türk-Alman ticareti müttefiklerin tepkisini doğuran bir olgudur. Nitekim savaş sırasında İngiliz Amirali Kelly, Türkiye Ulaştırma Bakanı olan Fahri Ergin’e; şu yakınmada bulunmuştur: “Kahve veriyoruz Almanlara hediye ediyorsunuz, gaz, benzini biraz fazla versek, onları da Almanlara vereceksiniz. Büyük ölçüde Almanya’ya balık ihraç ederek onları besliyorsunuz.” Türk-Alman ticaretine duyulan tepki ve verilen nota üzerine Türkiye 21 Nisan 1944’te Almanya’ya krom gönderilmesine son vermiştir.
İngiltere ve ABD 13 Haziran 1944’te İngiltere Büyükelçisi Hugessen aracılığıyla, Türkiye’den Almanya ile tüm ekonomik ve siyasi ilişkilerini kesmesini istemişti. Hugessen’in, Almanya’nın Balkanlar’da, saldırgan bir gücü kalmadığı, buna rağmen bir saldırı ihtimali doğarsa yardım edeceklerini, Türkiye ekonomik ilişkileri kesip Alman personeli ülkesinden çıkarırsa, Türkiye’yi ekonomik ve siyasi açıdan destekleyeceklerini bildirmesine rağmen, Türkiye, İngiltere’nin bu teklifini reddetti.[57] Türkiye, ilişkilerini keserse, Almanya’nın saldıracağından çekinmekte idi.
İngiltere, Temmuz sonunda Türkiye’ye son kez uyarıda bulunmuştu. Bunun üzerine Türk hükümeti, müttefikleri ile bozulmakta olan ilişkilerini düzeltmek amacıyla, Almanya ile ilişkilerin kesilmesinin uygun olduğunu düşündü. Ancak bu kararı TBMM’de almak üzere, 1 Ağustos 1944’de TBMM’yi olağan üstü toplantıya çağırmıştı. TBMM, 2 Ağustos tarihli olağanüstü toplantıda Almanya ile ilişkilerin kesilmesine karar vermişti.[58] Böylece, 193O’lu yıllardan beri çok yoğun olarak yaşanan Türk-Alman ilişkileri, tamamen kesilmişti. Türkiye uyguladığı ince diplomasi sayesinde ayrı ittifaklarda yer almalarına rağmen 1939-1944 yılları arasında Almanya ile ekonomik ve siyasi boyutta dengeli ve ölçülü bir ilişki sürdürebilmiştir.[59]
İngiltere ve ABD, 3 Ocak 1945 günü Japonya ile de siyasi ve ekonomik ilişkilerini kesen Türkiye’nin Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmesini istedi. Hükümet, bunun üzerine TBMM’yi 21 Şubat 9145’te, olağanüstü toplantıya çağırdı.[60] 23 Şubat 1945’te olağanüstü olarak toplanan TBMM, aynı gün Japonya ve Almanya’ya savaş ilan edilmesine karar verdi. Fakat Türkiye, ne Almanya ne de Japonya ile fiilen savaşa girmedi.
Böylece, Türkiye uyguladığı başarılı dış politika sayesinde, hem Almanya ile ilişkilerini karşılıklı menfaat ilişkisi çerçevesinde başarıyla sürdürmüş hem de İkinci Dünya Savaşı felaketini zararsız atlatmıştır.
Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dış politikasını, Atatürk’ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesi çerçevesinde, denge üzerine kurmuştur. Hedefi, barışın korunması, yabancı devletlerle iyi ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesi olmuştur. Almanya ile ilişkilerini yeniden başlatırken hareket noktası milli menfaatler olmuştur. 1923-1938 yılları arasında Türk-Alman ilişkileri, Türkiye’nin menfaatleriyle örtüştüğü hallerde ve uyuştuğu sürece işbirliği anlayışı içinde devam etmiştir.
II. Dünya Savaşı döneminde sürdürülen ilişkiler, Türk-Alman ilişkilerinin önemli ve yoğun evrelerinden birisini oluşturur. 1933-1938 döneminde Türk ekonomisinde belirgin bir bağımlılık yaratan Almanya, savaş döneminde bu durumdan yararlanma niyetinde idi. İktisadi nüfuzunu kullanarak Türkiye’yi kendi yanında savaşa sokmak istiyordu. Ancak Türkiye, bedeli ve sonucu ne olursa olsun, Almanya ile siyasi ve askeri ittifaklar kurarak, yeni bir savaş macerasına atılmak istemiyordu. Dolayısıyla Almanya’nın niyetleri boşa çıkarılmıştır.
Buna rağmen Cumhuriyet dönemi Türk-Alman ilişkileri, sonuçları itibariyle her iki ülke açısından da başarılıdır, denilebilir. Türkiye açısından baktığımızda; hem iktisadi kalkınma hamlesinde Alman endüstrisinden faydalanmış hem de bu ülkeye önemli ölçüde maden ve tarım ürünleri ihracatı yapmıştır. Bunları yaparken tarafsız kalmayı da başarmıştır. Almanya açısından baktığımızda; hem Türkiye ile yoğun iktisadi ilişkilerini sürdürmüş hem de Türkiye’nin müttefiklerle beraber Almanya’ya karşı, fiilen savaşa girmesini önlemiştir.
Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 813-822