Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Ve İkinci Dünya Savaşı: “Taraflı Fakat Savaşmayan Ülke”

0 17.828

Doç. Dr. Wayne BOWEN

İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, tarafsız kalan altı Avrupa ülkesinden (İrlanda, İspanya, Portekiz, İsviçre, İsveç ve Türkiye) sadece Türkiye savaşa girdi ve ancak, altı hafta sonra Almanya’ya karşı olan savaş sona erdi. Bu geç kalmış girişe rağmen, tarafsız ülkeler içinde Türkiye savaş öncesi ve savaş süresince İngiltere ve müttefiklerini desteklemeye, Almanya ve müttefiklerinin menfaatlerine karşı koymaya hazırdı. Hükümet ve silahlı kuvvetler içindeki bazı unsurların Almanya yanlısı bir politika izlenmesi gerektiği iddialarına rağmen, Türkiye diplomasisine ve siyasi liderlerine hakim stratejik eğilimler, kendi ulusunun bölgesel bütünlüğünün korunmasını, Batı pazarlarına ve kaynaklarına (silahlanma dahil) ulaşmayı, Almanya ve İtalya’nın Balkanlar ve Yakın Doğu’daki emellerini bertaraf etmeyi savunuyorlardı. Almanya ve müttefiklerinin (Axis) gerçek veya muhtemel saldırı tehdidi, özellikle Fransa’nın işgalinden sonra 1941’de Hitler’in önemli kuvvetlerinin Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarına ilerlemeleri, savaşın erken dönemlerinde Türk katılımını ve çok daha cüretli bir İngiltere yanlısı tutumu engelledi. Ancak Türk liderler için en önemli husus, Türk egemenliğini ve bütünlüğünü koruma fikriydi. Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’ya müttefik olmasının temel nedeni, İngiltere ve Fransa’nın son Türke kadar savunulması değil, kendini koruma düşüncesiydi. Bu yalın bir fırsatçılık değildi. Fakat, önemli bir stratejik kavşakta saldırıya açık ve zayıf bir güç olan Türkiye’nin ulusal var oluş sorunu idi. Bunun da ötesinde Türkiye, bir İngiliz zaferini arzuladı. Çünkü politik sisteminin Yakın Doğu’da bir faşist Nazi veya Sovyet zaferine uygun olmadığını düşünüyordu.

İkinci Dünya Savaşı boyunca sürdürülen Türk dış politikası, bazı tarihçiler tarafından acımasızca eleştirilmektedir. Özellikle Frank Weber, Türk liderlerini Almanya’nın bir önceki sene reddetmesinden sonra 1939’da, İngiliz ittifakına katılmaya karar verdikleri için, fırsatçılar olarak tanımlamaktadır. Bu teze göre Türkler, uluslararası taahhütlerin maliyeti ne olursa olsun, tarafları kendilerine en çok bölgesel menfaatler ve ekonomik avantajlar sağlayacağına bakarak destekliyordu. Weber aynı zamanda, Ankara’ya Orta Doğu üzerindeki Nazi planlarının engellenmesi hususunda bazı güvenceler verirken, Türkiye’nin savaşın bittiği aylara kadar sürdürdüğü tarafsızlığını bir başarısızlık olarak nitelemekte, diplomasisinin “Dürüstlük ve birliktelik standartları dışında tüm yönleriyle parlak bir başarı”[1] olduğunu iddia etmektedir.

Chiristian Leitz, Robin Denniston, Brock Millman ve Selim Deringil gibi diğer tarihçiler, daha dengelidirler. Leitz Türkiye yanlısı olarak, Hitler’in askeri gücünün yüksek olduğu 1940, 1941 ve 1942 yıllarında, diğer tarafsız ülkelerin durumlarını ortaya koyarak karşılaştırma yapar. Bu dönemde Türkiye, Alman askeri gücü için esas teşkil eden kromu göndermeyi reddetti. Krom sevkiyatı 1943’te Nazilerin askeri malzeme göndermeyi kabul etmelerinden sonra başlamıştır. Denniston Türk tarafsızlığını, İngilizlerin kusurlarına bağlar. Onun iddiasına göre İngilizler, en önemli tarafsız ülkenin Türkiye olduğuna inanmalarına rağmen, Curchill 1945 öncesine kadar Türklerin savaşa girmelerini sağlayamadı. Çünkü Türkler, bu savaşa girişten hiçbir şey elde edemeyeceklerini ve çok şey kaybedeceklerini anlamışlardı.[2]

Millman da, Türklerin tarafsız kalmasına İngilizlerin yanlış adımlarının katkıda bulunduğu düşüncesine destek verir, Türk liderlerini yönlendiren öncelikli şeyin, her ulusun öncelikli gereklerinin “hayatta kalma ve özgürlük” olduğunu kabul eder. Selim Deringil, Türkiye’nin soğuk duruşunun ahlaksız bir davranış olmadığını kabul etmektedir. Ancak büyük ülkelerden herhangi birine meyletmemesini “Türkiye savaşın dışında kalabildi. Çünkü kendisine baskı yapan Almanya, SSCB ve İngiltere gibi büyük güçlerin her birine karşı gerçekçi güç politikası uyguladı” argümanı ile açıklar. Bu teze göre Türkler, coğrafyalarının da yardımıyla hem İngiltere’yi hem de Almanya’yı Türkiye’nin savaşa girmesinin, her iki ülkenin menfaatlerine aykırı olduğuna inandırdılar.[3]

Deringil haklı olmakla birlikte Türkiye liderlerini yönlendiren sadece güç politikaları değildi. Komünizm, Nazizm ve Faşizm, Türk Cumhuriyeti için kabul edilemezdi ve onun için İkinci Dünya Savaşı’nda İngiliz zaferini her şeyden çok istemek çok büyük bir sorun teşkil etmedi. Aksi takdirde, Türkiye, Sovyetler Birliği sınırının çiğnendiği, İngiltere’nin ancak kendini savunabildiği, Türkiye veya başka ülkelere askeri yardımı azalttığı 1941 yazında, Almanya’nın yanında savaşa kesinlikle girmiş olurdu. Türk delegeleri, aksine bu dönemde, Türkiye’nin tarafsızlığını kanuna bağlayan tarafsızlık antlaşmasının getirdiği katı kuralları bir kenara atıp, Almanya açısından askeri olarak çok önemli olan krom ve bakır sevkiyatını reddederek, Almanların en azından ekonomik anlamda çok zor bir duruma girmesine neden oluyorlardı.

Türkiye’yi Batı yanlısı bir çizgiye sürükleyen sadece ekonomik nedenler değildi. Türk Cumhuriyeti, beş yıllık kalkınma planları, tek partili siyaset uygulaması ve ölümüne rağmen tek bir liderin vizyonuna bağlı kalmak gibi totaliter rejimlere olan benzerliklerden sıkılmıştı. Mamafih Kemal Atatürk devriminin telkin ettiği şey, geriye giden bir imparatorluktan ileri giden bir Türk ulus-devletinin büyük ölçüde, Osmanlıları I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratan güçlere olan hayranlık üzerine kurulması idi. Brock Millman bu konuda şunları kaydeder:

Türkiye Batı’da kendi gelişmesine rehberlik edecek modeller aradı ve Batı’yla kendisini yeni barbarlıklara karşı güvencede bulmayı ümit etti. Aşırı duygusallığın düşüncelerde fazla yer alması tehlikeli iken, eşit derecede tehlikeli olan Huxley’in mütalaasını göz ardı etmektir. Huxley “ideolojiler bir ulusun dış politikasının köklerinde herhangi bir şeyden daha çok yer tutarlar” demektedir. Ve Türkiye’nin rehber ideolojisi Kemalizm’in en derin ilham kaynağı ve tutkusu Batı’dır.[4]

Bu bağlamda, 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra bile, Türk liderleri tarafından bu yönün tercih edilmesi sürpriz olmamalıdır. 1934’ün başlarında Atatürk, İngiltere ile yakın bağlar kurmak için ısrar etti. İngiltere bunu başlangıçta isteksizce ve hayretle karşıladı. Mussolini’yi kızdırmamak için veya imparatorluğun savunması için elindeki kısıtlı kaynaklarını yaymak istemedi. Halen Osmanlı döneminin basit donanımı ile silahlanmış Türk askerinin yeniden silahlanması maliyetinin, göz yıldıran görüntüsü nedeniyle, Atatürk’ün ustaca görünen gayretleri Londra’da tereddütle karşılandı.

Türkiye 1930’un ortalarında artan bir şekilde Almanya’ya bağımlı hale geldi. Türk ekonomik ihtiyaçları ve Almanya’nın kendisine yakın pazarlar bulmadaki saldırgan tutumu, Türk ekonomik bağımsızlığına ters bir durum oluşturarak, Türkiye’yi Almanya’ya bağımlı ekonomik bir köle durumuna getirdi. 1936’da Almanya Türk ihracatının %51’ini alıyor ve silahlanma için gerekli üretim araçları ve teçhizatın hemen hepsi olmak üzere, ürettiği mamullerin %45’ini Türkiye’nin ithali için sevk ediyordu. Ankara, diğer kredilerden çok Osmanlılardan kalma borçların faizlerini ödemede güçlük içindeydi. Türkiye Cumhuriyeti küresel ekonomik depresyona bağlı genel borçlanma krizinin ortasındaydı. Ekonomisi savaş için hiç hazırlıklı değildi. Mütevazı ölçülerle ve bunlara bağlı olarak onun menfaatleri, uzak dostu ile (Almanya) başı derde girecek riskli bir ortam oluşturmadan, kati surette Almanya ile sıkı bağlar kurma yönünde idi.[5]

1939’da İngilizlerin Türkiye’nin imkanları için ilk gerçek gayreti göstermeye başladıkları zaman, savaştan önce alınabilecek herhangi bir politik veya ekonomik tedbir için çok geçti.

Hata, yıllarca Batı’ya ilgi gösteren Ankara’nın değildi; fakat İngiltere ve Fransa, Türkiye’nin Batı savunması için elzem olduğunu çok geç kavradılar.[6] Atatürk kendi ulusunu Batılı güçlere doğru yönlendirirken, İngiltere ve Fransa’yla birlikte hareket edeceklerine ikna edebilmiş değildi.

Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın başlamasından 18 ay önce, Türkiye’nin niyetini yansıtan, kendisini Avrupa’nın en kuvvetli ekonomik ve politik güçleri olarak gördüğü İngiltere ve Sovyetler Birliği’ne göre hizalamaktı. Bu sırada, 1938’in başlarında, Türkiye, muhtemelen bölgesel sorunların çözümünde isteksiz davranan Fransa hariç, bütün büyük güçleri iyi idare etti. Hakikaten, Türk Büyükelçisinin Hitler Almanyası’na (Third Reich) sunduğu Türkiye’ye en dost ülkeler listesi, olağandışı bir kombinasyon oluşturuyordu. Liste sırasıyla Almanya, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, İtalya ve en son Fransa’dan oluşuyordu.[7] Belki de Ankara’da artan Nazi etkisinin korkusu ile, Fransız ve İngilizler Anadolu’daki olaylara olan ilgisizliklerini yeniden değerlendirdiler ve Türkiye ile daha yakın ilişkiler kurmak için harekete geçtiler.

27 Mayıs 1938’de İngiliz-Türk kredi antlaşması imzalandı; fakat Türkiye, ticaretinin büyük kısmını Almanya ile yapmayı sürdürdü. Çünkü özellikle İngilizler, kendi hakimiyeti altında olan yerlerden, sömürgelerinden ve Amerika’dan daha ucuza almak dururken Türk mallarına daha fazla para ödemek istemiyordu. O yaz, Fransa, Türkiye’nin Suriye sınırındaki Hatay Sancağı bölgesinin kontrolünü kendisine vermesi yönündeki talebini kabul etti. Suriye milliyetçilerinin kızgın tepkilerine rağmen, Fransız hükümeti I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlılardan aldığı bu bölgeyi Türkiye’ye vermeyi kabul etti. Bu hamle iki ülke için yakın bağların kurulması yolunu açıyor ve yaz müddetinde dostluk antlaşmasının imzalanması ile sonuçlanıyordu. Yine 1938’in yazında, Türk hükümeti, İngilizlerle olan dış politikasını, 20 Haziran’da Dışişleri bakanının New York Times’e “Ne olursa olsun İngiltere’ye karşı kurulacak bir birlikte yer almayacağız”[8] beyanıyla, açık bir şekilde tanımladı.

Türkiye, Fransa ve İngiltere ile kurduğu yakın ilişkilere rağmen, kuzeydeki güçlü komşusu Sovyetler Birliği’ni üzecek herhangi bir davranışta bulunmayacağını, dünyaya hatırlatmakta gayet dikkatli idi. Örneğin, Japonya Balkanlar’da ve Orta Doğu’da görev yapan diplomatlarını, tahminen SSCB’ye karşı sınırların çizilmesi fikriyle Ankara’da topladığı zaman, Türkiye, bu tür kötü amaçlar için ülke topraklarının kullanılmasını şiddetle protesto etti. Atatürk’ün ölümünden sonra, cenaze törenine katılmak için Türkiye’ye gelen, Sovyetler Birliği Dışişlerinden sorumlu Komiser Yardımcısı V. P. Potemkin’den iki ülke arasındaki ilişkilerin ileriye doğru iyileştirilmesi yönünde ortak menfaatleri tartışmak maksadı ile, bir müddet Türkiye’de kalması istendi. Bu süre boyunca Türkiye ve SSCB çok iyi politik ilişkiler kurdular. Stalin Türkiye’ye faizsiz 8 milyon dolarlık bir kredi sağladı ve teknik danışmanlar gönderdi. Sovyet üniversitelerine Türk öğrencilerin devam etmesi sağlandı ve Türkiye’ye birçok fabrika kuruldu.[9]

Türkiye, İngiltere ve Fransa ile artan bağlarının yanı sıra, Güneydoğu Avrupa’da Bulgaristan hariç bütün ülkelerle karşılıklı yardımlaşma için, resmi olmayan Balkan İtilafını kurdu. Türkiye örneğin, savaş süresince Romanya’nın boğazları askeri malzeme sevkiyatı için, bu malzemelerin Almanya ittifakına karşı kullanılacağı varsayımıyla kullanmasına izin verdi. Bu Balkan ülkeleriyle yapılan antlaşmalar zayıfların ittifakı idi. Ancak, İtalyan ve Alman saldırılarını engellemede Türklerden böyle bir darbe beklenilmiyordu. Avrupa’da Hitler ve Mussolini’ye karşı en ciddi direnci gösteren tek devlet İngiltere idi. Bu açıdan, Türkiye Nisan 1939’da İngiltere’nin Polonya ve Romanya’ya verdiği güvenlik garantisinden İngiltere’nin Güneydoğu Avrupa için kendisini riske atacağının açık işareti olduğu için hoşnut oldu. Ankara bu savunma vaatlerinin, gelecekte vuku bulacak Alman saldırılarını caydırmak için yeterli olacağına inanıyordu. Bu yanlış bir varsayımdı; fakat mantıksız olan Hitler’in o zamanki verilmiş demeçleri idi. Aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri de başlangıçta sınırlı kalan ticari antlaşmalara rağmen, 1 Nisan 1939’da Ankara’ya en ayrıcalıklı ulus olma unvanı vererek yapılan karşılıklı ticari antlaşmalarla, bölgeye olan ilgisini artırmaya başladı.[10]

Verilen İngiliz garantisi ve yenilenen faizlerle memnun olan Türkiye, aynı zamanda bölgede İngiliz varlığının sınırlı tutulmasını talep ederek, İngiliz kuvvetlerinin işaretlerini kullanmayı reddederek, durumu zora sokan tahriklere neden olacağı için İngiliz kuvvetlerinin Britanya’da durmasını isteyerek, Almanya’nın husumetini daha fazla artırmamak için çok dikkatli davrandı. Eski Almanya Başbakanı Franz von Papen’in Türkiye Büyükelçisi olarak atanması diplomatik ve politik çevrelerde bazı duyarlılıkların oluşmasına neden oldu. Yabancı gözlemciler bunun Türkiye üzerinde Hitler Almanyası’nın menfaatlerine, İngiltere ve SSCB ile olan ilişkilerin zararına ağırlık verilmesi yönünde baskının artacağı anlamına geldiğine inanıyorlardı.

Türkiye 1939 süresince İngiltere, Fransa ve Balkan ülkeleri ile bağlarını artırmada ısrarlı davranmaya devam etti. Bu Almanya’nın gözdağını hissetmemek anlamında değildi. Aksine herhangi bir yönden gelecek tehdide karşı engel olmak için hazırlıkları vardı. Bunu destekleyen ve Hitler Almanyası’yla güven tazeleyen, Nisan’da, Türkiye’nin Marmara Denizi’nde, Türk Boğazlarında bir deniz üssü yapımı işini, İngiliz ve Alman yapı şirketlerinin yarışmasına rağmen, iki Alman şirketine vermesi oldu. Bu, Türk silahlı kuvvetlerine büyük oranda malzeme sağlayan Almanya ile yapılan silahlanma anlaşmaları ile sürdü.[11]

Bununla beraber, sonunda Türkiye, geçici olarak Mayıs’ta ilan edilen antlaşma maddeleri ile İngiltere’ye müttefik oldu. Basın ve İngiltere hükümeti, Türkiye ile temelli ittifak ettiklerini açıklamasına rağmen, Ankara ve Britanya, Akdeniz’de karşılıklı savunma için söz verdi. Mevcut maddeler istenenden çok eksik kaldı. 1939 Mayısı’nın Anglo-Türk Ortaklık Garantisi, karşılıklı savunma antlaşması, ortakların politik başarısından ziyade yapılan büyük hatanın işareti idi. Çünkü antlaşma hem geç hem de sadece İtalyan tehdidine karşı imzalanmıştı (Nisan’da Arnavutluk’un istilası). Bu en iyi halde, resmi bir ittifaktan ziyade, Avrupa’daki durumun kağıt üzerindeki anlaşmaların belli bir etkiye sahip olduğu noktanın ötesinde bozulduğu bir zamanda, müttefiklere verilen bir sözdü. Bunu aylar geçmesine rağmen resmi ittifaka yönelik ciddi müzakereler takip etmedi. Bu nedenle, Fransa’nın Haziran’daki katılımı bile küçük bir etki yarattı.[12]

Fakat bu yeni antlaşmalar Almanya’yı Türkiye’nin ufkundan uzaklaştırmadı. Hitler Almanyası Türk ekonomisi için en önemli ticari ortak olarak kaldı. Britanya gönülsüz veya çaresiz olarak bu ilişkileri engelleyemeyeceğini anladı. Kendi sömürgeleri ve hakimiyeti altındaki ülkeler Türkiye’de üretilenden genelde daha kaliteli, kullanabileceği tüm hammaddeleri sağlıyordu. Almanya’nın en büyük arzusu kredi vermek ve mübadele antlaşmalarına girmekti. Bunun anlamı, bu bağımlılıkla Türkiye’nin özgürlüğünü sınırlayarak Almanya ile olan ticareti boykot etmesini engellemek veya bu tür değiş tokuşları sınırlamakla gözdağı vermekti. En önemli ticari ortağı olduğu, ihracat ve ithalatının %50’sini kontrolünde tuttuğu için Almanya, Türkiye’nin ekonomik kurtuluşunda esas teşkil ediyordu. Belki daha da önemlisi, Hitler Almanyası Türk askerinin silahlanması için, Fransız gönülsüzlüğü ve İngiltere’nin bu ihtiyaçları karşılamaya gücü yetmemesi karşısında, esas kaynak olmaya devam etti.[13]

Bununla beraber, İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’ye destek garantisi, onun İtalya ile olan ilişkilerinde daha cesaretli olmasını sağladı. Mussolini’nin Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki emellerine düşman olan Türk hükümeti, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı dönemde alınan 12 Adaların İtalyan işgalinde olmasına çok kızgındı. Bir Türk gazetesine göre Türkiye için, yeni müttefikleri ile birlikte barışı bir kenara bırakıp 12 adalar gibi çalınan topraklarını geri isteyip saldırgan bir tavır takınma zamanı gelmişti. Türkiye’ye yakın müttefik Fransa’nın sonradan katılımı bu antlaşmanın güçlendiği görüntüsünü verdi; fakat bu konuların üstesinden çok az gelebilen Batılı müttefikler Türkiye’nin silahlanması için çok az pratik destek sundular.[14] Türkiye’nin İngiltere ve Fransa yanında yer alacağı beklentisiyle Almanya, kendi güçleri için idareli kullanmak amacıyla askeri malzeme satışını azalttı. Türkiye’nin protestosuna ve Almanya’ya krom sevkiyatının sürmesi konusundaki ısrarlarına rağmen, Ağustos’un sonlarında Alman Dışişleri, kalan askeri satışların hemen hepsini durdurdu. Ne var ki birkaç gün sonra Hitler’in müdahalesi ile satışlar (Almanya’ya karşı kullanılabilecek silahlar hariç) sınırlı olarak başladı. Bu satışların Almanlar tarafından ara sıra durdurulmasının nedeni dostane davranışa teşvik içindi. Onlar, Türkiye’nin yeniden silahlanması için vazgeçilmez konumlarını sürdürdü. Polonya üzerindeki çatışmanın olduğundan korkunç görünmesi, Almanya’nın önceliği, Türkiye’nin tarafsız kalmasını sağlamak ve ekonomik açıdan Almanya’ya bağımlı kalmak idi. Başlangıçta bu amaçlara ulaşıldı.[15]

1 Eylül 1939’da savaşın başlaması ve Hitler’in işini kolaylaştıran Nazi-Sovyet paktının kurulması, Türkiye’nin durumunu çarpıcı bir şekilde değiştirdi. En önemlisi, Ankara, Stalin en azından geçici olarak Hitler Almanyası’nın yanında yer aldığı için, kendisini geniş bir anti-faşist koalisyonun içinde bulma olasılığına gitti. En son gelişmeler Türk liderlerini şaşırtmıştı ve başlangıçta müttefiklerine olan bağlılığını açıklamasına rağmen nasıl hareket edecekleri konusunda emin değillerdi.[16] Fransa ve İngiltere’de Türk güvenini zayıflatmak için Alman gayretleri, Sovyet katılımına ve bu katılımın Almanya ittifakına ne kadar büyük bir güç kattığına vurgu yaptı. 1939 Eylülü’nün sonlarında Türkiye Büyükelçisi’ne Hitler’in beyanatı; Türk Cumhuriyeti ile ilişkiler dostane ve ümit edildiği gibi zengindir, şeklinde idi. Ancak durum tam tersine idi.[17] Türkiye’ye karşı ortak bir Sovyet- Alman harekatı 1939’un sonlarında ve 1940’ın başlarında beklenildi. Bu dönemde Nazilerin tespit ettiği Alman kökenli olmayanların tahliyesi ve Moskova’dan seslendirilen savaş çığlıkları bunun işareti idi.[18] Türkiye SSCB ile olan dostluk ilişkilerini korumaya çalışırken, Stalin’in ortak güvenlikten Hitler’le işbirliğine ani dönüşü, bunu artan oranda zorlaştırdı.

Türkiye ve SSCB 1939 Ağustosu’ndaki Nazi-Sovyet paktına ve bunu izleyen Polonya işgaline kadar birbirine yakındılar. Türk Dışişleri Bakanı 1939 Ekimi’nde Moskova’ya SSCB ile olan ilişkileri kurtarmaya gitti. Fakat Stalin onunla görüşmeyi reddetti ve her iki taraf temel prensiplerde anlaşamadı. Sovyetler Türkiye’yi Almanya’ya doğru itmek, Türkiye de Stalin’i müttefiklere doğru itmek istediğinden ortak zemin bulunamadı.[19]

Savaş başladığı zaman Türkiye, Alman ve İngiliz ittifaklarının casusluk faaliyetleri için önemli bir hedefti. İstanbul ve Ankara bazıları diplomatik korumalı yüzlerce gizli servis ajanına ev sahipliği yapıyordu. Çeşitli elçiliklerden casuslar ve muhbirler aldıkları emirler doğrultusunda Türk hükümetinin politikalarını ve kamuoyunu etkilemeye çalışıyordu. Almanya’nın bu gayretlerden asıl beklediği Türkiye’yi bölgede tarafsız tutmaktı. Bu bağlamda Almanya, Türkiye’nin Batılı güçlerle daha resmi bir ittifaka yönelik müzakereler yapma cesaretini kırmak için yapabileceğinin en iyisini yaptı. Bunun için Sovyetler Birliği’ni Türkiye’deki ofislerini taşımaya yönlendirdi.[20] Bu çabalar başarısız oldu. Belki de Türkiye’yi antlaşmaların sınırlarını genişletmek için cesaretlendirdi. Büyükelçi von Papen ve Dışişleri Bakanı Ribbentrop Türkiye’nin Fransa ve İngiltere ile ittifakını resmileştiren müzakerelerden mutsuzluk duyduklarını açıklarken, Türkler için en iyi politikanın mutlak tarafsızlık olduğunda ısrar ediyorlardı. Onların daha fazla hayal kırıklığına uğramaya tahammülü yoktu. Bu takdirde ortaya çıkacak antlaşma Nazi menfaatleri için küçük bir tehlike idi.[21]

İngiliz-Fransız-Türk Karşılıklı Yardım Antlaşması, resmi olarak 10 Ekim 1939’da imzalandı. Fakat söz verildiği için 10 gün geç açıklandı. İngiltere ve Fransa, bir Avrupalı gücün Türkiye’ye saldırması halinde her türlü yardım ve desteği vereceğini vaat etti. Keza Türkiye, savaşın Akdeniz’e yayılması halinde savaşmayı kabul etti. Verilen bu türden bir söz SSCB ile silahlı bir çatışmaya girme sonucunu getirmedi. Antlaşmanın herhangi bir ülkeye karşı olmamasına rağmen, şartlarından Güneydoğu Avrupa’daki potansiyel Alman ve İtalyan saldırılarına karşı olduğu anlaşılıyordu.[22] Almanlar yeni antlaşmadan etkilenmedi. Onlar, hayati önem taşıyan krom karşılığında Türkiye’ye silah satmaya devam etti. Gerçi bu, savaş öncesine göre sınırlı büyüklükte idi. Harp gemileri ve savaş uçakları gibi asıl silah sistemlerinin satışında herhangi bir sorun yoktu. Nazi silah endüstrisi, Türk ordusuna yedek parçalar, top arabaları, hafif toplar ve uçaksavarlar gibi silahları gönderdi. Aynı zamanda, Almanya bu satışların miktarını azalttı ve Türkleri askeri olmayan şeyler almaya zorladı.[23]

Türkiye silahları Alman menfaatlerini tehdit için kullanmayacağına söz verirken; askerinin dağılımı onu yalanlıyordu. 1934’ten 1939’a kadar, en iyileri olmak üzere batıdaki ordularının asıl kısmını Batı Anadolu ve Avrupa şehirlerine (Trakya) kaydırdı. Sadece Trakya’dan İstanbul’a doğru yapılacak bir saldırıyı engellemek amacıyla geniş istihkamlar kurdu. Bulgaristan veya Yunanistan’ın bu bölgede bir saldırı başlatmaları olasılık dışı olduğuna göre durum gayet açıktı. Türkiye asıl askeri tehdidi Almanya’dan beklediği için, güçlerinin büyük kısmını Balkanlar’a kaydırdı. Türkiye savaş süresince, doğuya önemli bir tabur transferi yapmadı. Bu da olası en büyük düşmanının korkusunun sürdüğüne delildi. Bu tahkimata rağmen, Türkiye’nin savaş başlamadan önce askeri güçlerini donatmak ve modernize etmek için İngiltere ve Fransa’dan yeterli silahı tedarik etme çabaları boşa çıktı. Ordusu sabit savunma için yeterliyken, diğer alanlardaki, silahlanması yeterli değildi. Hava ve deniz kuvvetleri Alman, İtalyan ve Sovyet kuvvetlerine göre sayı ve teknolojik açıdan çok zayıftı. Yeni müttefikleri; İngiltere’ye bakıldığında acizdi veya Fransa’ya bakıldığında Türkiye’nin, Türk ordusunu kendi ülkesini savunabilecek ve aynı zamanda Alman askeri malzemelerinden vazgeçebilecek noktaya getirme arzusunu desteklemekte isteksizdi.[24]

Türkiye Alman askeri ve endüstriyel ürünlerine bağlı olduğu kadar, aynı derecede ve hatta daha fazla Hitler Almanyası Türk kromuna bağlıydı. Mutlak anlamda bütün kaynaklardan senede en az 144.000 ton kroma ihtiyacı vardı. Türkiye aynı zamanda, Almanya için hayati olmayan bununla beraber önemli olan zeytin yağı, pamuk, tütün ve diğer ürünlerin ihracatının artacağını ümit etti. 1939 Kasımı’ndan 1940’ın başlarına dek, Almanya ve Türkiye arasında silahlar için gerekli kromun ticareti sorunuyla ilgili hararetli müzakereler yapıldı. Sonunda Almanlar, Türk ticareti üzerindeki hakimiyetlerinin sürmesiyle birlikte Türkiye için bir tür zafer anlamında, bütün sorunları bir kenara itti. Özellikle başta von Papen olmak üzere, diğer Alman liderleri, çelik ürünleri ve savaş gücü için esas teşkil eden kromsuz yapamamanın, er geç pazarlık konusu olacağını kabullendi. Alman Dışişleri Bakanı’nın memorandumunda belirttiği gibi: “Almanya yeterince büyük ve güçlüdür bu nedenle kendi isteğine uygun olmayan bir sonuçla prestijine zarar verilemez.”[25]

Örneğin savaşı Balkanlar dışında tutmaya yönelik Sovyet gayretlerinin açığa çıkarılmaları, Türk liderlerini kuzeydeki büyük komşusu hakkında artan bir tedirginliğe sevk etti. Davranışının Moskova tarafından düşmanca ve vefasızca olarak tanımlanması Ankara’yı rahatsız etti.

İfadelerin özellikle SSCB’nin 1939 ve 1940’ta topraklarına tecavüz etmeden önce, Finlandiya ve Baltık ülkelerine yönelttiği ifadelere benzemesi düşündürücüydü.[26] Belki benzer bir davranışın korkusu ile Türkiye, 1940 Şubatı’nın sonunda, eğer kabine olası bir tehdit sezerse, kısmi veya tam seferberlik ilan etme, kısıtlı ticaret kontrolü ve ekonomide askeri malzemelere öncelik tanınması gibi acil önlemler alabileceği, Ulusal Savunma Yasası’nı çıkardı. Sovyetler Birliği gerçekten, 1939’un sonlarında Almanya’nın iradesi ile Ankara üzerinde kati surette tarafsız kalması yönünde baskı uyguluyordu.[27] Hem Hitler hem de Stalin’in beklenen husumeti ile, Almanya’nın kati surette tarafsız kal tavsiyesi, Almanya ve Sovyetlere, bölgelerine ve menfaatlerine saygı duyarak güvenmekten başka Türklere fazla seçim şansı bırakmadı. Örneğin Sovyetler Birliği 1939 Eylülü’nde Türkiye’ye Karadeniz, Balkanlar ve Boğazlar üzerindeki karşılıklı menfaatlerini karşılıklı olarak tanıma antlaşması yapmayı teklif etti. Bunu yapmakla Türklerin Batılı güçlere dayanma sebeplerinden biri ortadan kalkacak ve onu tarafsız kalmaya zorlayacaktı.[28]

Türkiye üzerindeki Sovyet baskısı, Dışişleri Bakanı Molotov’un SSCB’nin savaşa katılma niyetinin olmadığını beyan etmesiyle, 1940’ın baharında gevşedi. Molotov’un Türkiye ile savaşmak için bir neden göremiyorum şeklindeki güven tazeleyen sözleri, 1920’lerden beri güvendiği Sovyet dostluğunda onun dış politikasının bir köşe taşı olarak, Ankara’da memnuniyetle karşılandı. Sovyetlerin bu tutumunun değişmesindeki nedenlerden biri Hitler Almanyası idi. Almanya, Türkleri İngiliz ittifakı yanlısı bir çizgiye daha rahat getireceği endişesi ile, Türkiye ve SSCB arasında bundan sonra yapılacak görüşmeleri desteklemekte tereddüt etti. Bu, Türkiye tarafından bilinmiyordu ancak, Sovyet baskısı gözle görülür derecede azaldı ve karşılıklı yardım antlaşması müzakerelerinin sonucu belirsiz kaldı.[29] Çok az bir süre için bile olsa Stalin’in Boğazlar ve Orta Doğu üzerindeki ilgisinin azalmasıyla, Türkiye bir parça rahatladı. Şu halde iki potansiyel düşmanı vardı: Nazi Almanyası ve Faşist İtalya. İkinci sıradaki İtalya’nın 12 Adalara yığınak yapması ve diğer Türk toprakları üzerindeki talepleri nedeniyle çok büyük sıkıntılar ortaya çıktı. Almanlar, çok büyük olasılıkla İtalya’nın savaşa girmesinden sonra, Türkiye’nin de savaşa girerek, böylece çatışmanın Akdeniz’e yayılmasını bekledi. Bu yeni önerme çok kısa ömürlü oldu. Çünkü Almanya’nın İskandinavya zaferleri, zayıf ülkeler ve en sarsıcı olanı Fransa üzerindeki, Avrupa’nın stratejik haritasının değişimi, Türkiye için çok olumsuz yöndeydi. Artık, savaşın Balkanlar’a ve Türkiye’ye sıçraması kaçınılmaz gibi görünüyordu. Britanya düşmedikçe, önce bu olabilirdi.[30]

Başlangıçta Türkiye, yeni oluşum içindeki müttefiklerine sadakat vaadini sürdürdü ama bu İtalya’nın savaşa girişi ve ardından 1940 Haziranı’nda Fransa’nın teslim olması ile teorik olarak savunulamaz hale geldi. Kuzeydoğu Akdeniz’de ortaklaşa nasıl hareket edileceği üzerinde aylar süren sonuçsuz tartışmalardan sonra, Fransa’nın teslim olması ve İtalyan saldırganlığı karşısında, Türkiye için başka bir yol olduğunu düşünmek imkansızdı. Türk hükümeti ayın başında İngiliz ittifakına desteğini sürdüreceği sözünü açıklarken, Haziran sonunda, amacının tarafsız kalmak olduğu beyanını veriyordu. İngiltere ve Fransa’nın Türkiye ile yaptığı antlaşmada yer alan bir maddeye göre, Türkiye SSCB ile savaşa girmesine neden olabilecek hareketlerden kaçınabiliyordu. Ankara sadece bundan dolayı savaşa girmeyeceğini açıkladı. Gerçek neden elbette bu değildi. Batılı Müttefiklerinin I. Dünya Savaşı’nda gösterdikleri başarıyı tekrar etmedeki ve Almanları Flanders ve Kuzey Fransa’da tutmadaki acziyetleri idi. Bu her şeyi değiştirdi.[31] Bir de önemli olan, Fransızların çöküşünden önce, Fransa ve İngiltere’nin Türk ordusunun yeniden donatılması için yeterli silahı göndermekte isteksiz olmaları, doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki harekatlar için Türkiye’yi tam bir ortak olarak görüp kucaklamakta gösterdikleri tereddüttü. Türkiye’nin liderliği ortak askeri personele, teknik işbirliği ve saldırı planlarını koordine etmeyi önerirken, İngiliz ve Fransız misyonu, Türkiye’yi mutsuz ve hayal kırıklığına uğramış bir şekilde bırakarak, Londra ve Paris’in en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda bu istekleri göz ardı etti.[32]

Gerçekten, Fransız yenilgisinden önce, Türk hükümeti, ilkesel olarak antlaşma yükümlülüklerini yerine getirmekle birlikte, savaş deklarasyonu yükümlülüğünden kendini kurtarmanın yollarını arıyordu. Örneğin, İtalya Türkiye’ye veya herhangi bir Balkan ülkesine saldırmazsa, Türkiye İngiltere’ye, savaşan bir ülke olmaksızın ikisinin ortasını bulduğu diğer yardım şekilleri ve Ege’deki kömür ikmal limanlarından yaptığı yardımı, sınırlayabilirdi. Eğer İtalyanlar Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi ilgilendiren alanların dışında kalacaklarını taahhüt etselerdi Türkiye kendini, İtalya’nın savaşa giriş yönüne bağlı olarak, diplomatik ilişkilerini kesmek zorunda hissetmeyebilirdi. Ama İtalya kendi açısından, 12 Adaları saldırı harekatları için kullanmayacağı; askeri açıdan hazırlıklı olmamalarına ve Almanların beyanatları ile yaptıkları tavsiyelere rağmen, Balkanlar’a yeniden saldırmayacağı; güvencelerini vermek istemiyordu.[33]

İtalya, 10 Haziran günü, yakınındaki Güney Fransa’ya ani bir başarısız saldırı yaparak savaşa girdi. Fransa ve İngiltere ile yapılan Ekim Antlaşması’nın maddelerine bağlı olarak bu, Türklerin savaşa katılması için tetiğin çekilmiş olmasıydı. Ama, antlaşmanın II. Protokolü Sovyetlerin düşmanlığını netice verecek bir saldırganlıktan kaçınmak için, savaşın dışında kalma seçeneğini Türkiye’ye tanıyordu. SSCB’nin Almanya’nın yanında yer alması ile bu kesinlikle olabilirdi ve Türkiye için meşru bir yoldu. İtalyanların savaşa girişinden birkaç gün sonra, Türk hükümeti tarafsız kalmaya karar verdi. Haziran ortasında, İtalyan güvencesi olmaksızın, Fransa’nın açık bir şekilde yenilgisinden sonra, Türkiye savaşın dışında kalmak niyetini Ankara’daki yabancı elçiliklere verdiği bir demeçle (sonradan yayınlandı) tekrarladı:

İtalya’nın savaşa girmesi neticesinde, İngiliz ve Fransız Büyükelçilerinin isteği üzerine Türk hükümeti bir durum değerlendirmesi yaptı ve şu karara vardı: Mevcut durumda Türkiye’nin savaşa girmesi, SSCB ile savaşa girmesini icap ettirebilir. Hükümet bu nedenle, İngiliz-Fransız-Türk Paktı’nın, II. Protokolü’ne müracaat etmeye ve yeni savaş şartlarına göre tarafsızlığını sürdürmeye karar verdi.[34]

Türkiye bir de, Almanya ile müttefiklerinden uzaklaşma işareti olarak algılanabilecek, krom ve silah satışları hariç, bir ön ekonomik antlaşma imzaladı. Almanlar olayların beklenmedik bir şekilde tersine dönüşünü, Büyükelçi Von Papen’in hatıratında belirttiği gibi memnuniyetle karşıladı: “Oyun kazanıldı.”[35] Prensipte Almanya ve Türk orduları için gerekli kromun satışını da kapsayan ve maddelerinin tümü hiçbir zaman uygulanmayan son Alman-Türk Ekonomik Antlaşması, 25 Temmuz’da imzalandı. İngilizlerin hayal kırıklığı, Fransa’nın kaybı kadar olmasa bile büyüktü.[36]

Türkiye, SSCB ve Alman ittifakının bir üyesi olmamanın veya onların baskısı korkusuyla, 1940’ın yaz ve sonbaharında herhangi bir saldırıya cevap vermek için hararetli hazırlıklar yaptı. Tam ikili bir uyum sergilemeyen yalnız Almanya ya da yalnız SSCB’ye, çok kötü donanımlı ordusu ile karşı koyamayacağını da biliyordu. SSCB, Türkiye’ye karşı bir harekat planının olduğu yolundaki açıklamaları alenen yalanlarken, diğer yandan Avrupa’nın bölünmesi ve Orta Doğu’daki nüfuz alanları üzerinde Hitler Almanyası ile geniş çaplı müzakerelere girdi.[37] Gene, SSCB 1940 yazında, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlılar tarafından alınan iki Kafkas bölgesini geri istedi. Aynı zamanda, Boğazlarda bir üs kurma hakkını da talep etti. Türkiye her ikisini de reddetti ancak bu iki ülke arasında tansiyonun yükselmesine neden oldu. Sonra 1940’ın sonlarında Sovyetler Birliği ve Almanya arasındaki ilişkiler soğumaya başladı. Bunun sonucunda Türkiye’nin Sovyetler Birliği korkusu yeniden yatıştı.

Hitler, 1940 Kasımı’nda kısa da olsa Türkiye’ye saldırmayı düşündü, fakat, SSCB’ye de saldırmayı planladığı için bundan vazgeçti. İki totaliter devlet, gelecekteki zaferlerini ve elde edecekleri toprakları nasıl paylaşacakları üzerinde anlaşmakta aciz kaldılar. Böylece, Türkiye için çok az bir süre bile olsa en büyük tehlike sona ermiş oldu.[38]

1941’in başlarında, İngiltere’nin fiili yalnızlığı ve Almanların Balkanlar’da artan nüfuzları, İtalya’nın 1940 Ekimi’nde Yunanistanı anlamsız işgaline rağmen Türkiye, Hitler Almanyası ile karşılıklı saldırmazlık paktına açıktı. İngiliz Dışişleri Bakanı Eden’in eski müttefiki yeniden canlandırmak için,1941 Şubatındaki Ankara ziyareti, az etki yaptı. Bulgaristan’ın üçlü pakta (tripartite) 1 Mart’ta kabulü, Türkiye’de resmi olarak çok rağbet görmedi. Hükümet, Churchill’in Kraliyet Hava Kuvvetlerine (RAF) ait birkaç düzine filoyu gönderme teklifini, Türkiye’nin güneydoğuda Alman hedefleri arasına girmesine neden olmakla birlikte, bu tür bir hareketin Türk müdafaasına fazla bir şey kazandırmayacağı korkusu ile, reddetti.[39]

Alman taburlarının Bulgaristan’a girişi, yani Hitler’in askeri gücünün Türk sınırlarına dayanması sonucunda Türkiye’nin Almanya’dan tek isteği bir garanti idi. Almanya ve Bulgaristan, bu hareketin Türkiye’ye karşı değil; Yunanistan’daki İngiliz kuvvetlerine karşı olduğunda ısrarlıydı. Türkiye, menfaatleri pahasına savaşın genişleme potansiyelinden duyduğu apaçık bir kaygı ile, bu açıklamayı kabul etti. Hitler, Türk tepkisinden yeteri kadar endişe duymuş olacak ki, İnönü’ye şahsi bir mektup yazarak, bu hareketin hiçbir şekilde Türk karşıtı bir hareket olmadığını, fakat bunun yerine “Avrupa Kıtası üzerinde İngiliz nüfuzunu yok etme” çabası olduğunu belirtti.[40]

Cumhurbaşkanı İnönü Hitler’e, kısa bir süre önce birlikte kanlarını döken Türk ve Alman askerlerinin hiçbir zaman karşı karşıya gelmeyeceklerini belirten cevabında, samimiydi. Türkiye’nin tek arzusunun mutlak anlamda, Türk bağımsızlığını muhafaza etmek olduğunu ileri süren Cumhurbaşkanı, ayrıca Almanya’nın, Türklerin kendi güvenlikleri ve kutsal bağımsızlıkları için savaşmakta tereddüt etmeyeceklerini anlamasını istedi.[41] Ama, Balkanlar üzerinde Hitler ve Stalin arasındaki artan tansiyon, Almanya ve Türkiye arasındaki bu resmi mektuplardan daha önemliydi. Türkiye özellikle, SSCB’nin Bulgaristan’ın üçlü pakta kabul şartı olarak Bulgaristan’da veya Türk Boğazlarında üs kurma taleplerine Almanya’nın gösterdiği dirençten etkilendi. Papen durumu abartarak, bunu ilişkilerde “tarihi bir dönüm noktası” olarak niteledi. Bu, Ankara ve Berlin arasındaki gerilimin yumuşama işaretiydi.[42] Türkler kendi bölgeleri için, İngiltere ile ilişkilerinde ve yapılan antlaşma yükümlülüklerinde mümkün olmayan, Alman yanlısı olma fikrini, “politik akrobatlıkla cambazlıkla,” “yardımsever tarafsız” olarak, reddetti.[43]

Almanya’nın 1941 Nisanı’nda Yunanistan ve Yugoslavya’yı işgali sonucu Almanların bu bölgede yerleşme çabaları, Nazi güçlerini kendinden ve Avrupa’daki sınırlarından uzak tutmaya çalışan Türkiye’nin endişesini artırdı. Papen, Yugoslav ve Yunan ordularına karşı Almanların çabuk zaferlerini, Türkiye ile ilişkileri yeni niyetler içeren bir saldırmazlık paktıyla iyileştirmek için uygun bir fırsat olarak gördü. Türkiye’nin yanıtı olumlu oldu. Büyük Alman Güçleri, batı sınırlarındaydı ve bu ordular doğuya, Boğazlara doğru yürüyebilirdi. Bunun karşısında ilgi alanı olan Balkanları tamamen terk etmek pahasına da olsa karşılıklı garanti akıllıca göründü. Zira Balkanlar Nazi ve Faşist güçler tarafından işgal edilmişti. Bununla birlikte Türkiye, Almanların öne sürdükleri her şeyi kabul etmeyi reddetti. İngilizlerle mevcut antlaşmayı ihlal edeceği için Irak’ın bağımsızlığını desteklemekte direndi.[44]

Bununla beraber, Cumhurbaşkanı İnönü, Mayıs başında Nazi Almanyası ile saldırmazlık paktını prensipte kabul etmiş ve Hitler Almanyası ile SSCB arasında Boğazları tehdit eden bir anlaşmazlık çıkması durumunda Türkiye’nin Almanya’dan yana tavır koyacağını belirtmişti.[45] Hitler ve Stalin arasında çıkabilecek bir savaş ihtimali, Türkiye için durumun karmaşıklığını artırıyordu. Eğer SSCB, bir Alman işgali veya kendi güçlerine karşı yapılan saldırı karşısında İngiltere’nin yanında savaşa girerse, Türkiye İngiltere ile yaptığı antlaşmada kendisini savaşın dışında tutan II. Protokolün uygulanmasını daha fazla isteyemeyecekti. Bu açıdan, bir an önce Hitler Almanyası ile tarafsızlık paktı imzalanması zorunluluk haline geldi. Zira Türkiye antlaşmadan doğan yükümlülüklerin hayata geçirilmesini istiyordu. Bunu hafifleten Vichy France’ın (Vichy France: Orta Fransa’da Nazi yanlısı bir devlet) Türkiye’de, onun yükümlülüklerine kesin bir yorum getirilmesine yönelik tedirginliklere yol açan, Nazi yanlısı dış politikasıydı. Türkiye, özellikle savaş Vichy France yanlısı kuvvetler ve İngiliz İmparatorluğu arasında bir çatışma şeklinde Orta Doğu’ya sıçradığında her iki tarafta yer alabilirdi. Bütün bunlar, halen İngiliz zaferinin manevi destekçisi olan Türkiye’nin, Londra’nın en azılı düşmanıyla yakın bağlar kurmaya ve antlaşma müzakerelerine doğru tereddütlü adımlarla ilerleyeceği anlamındaydı.[46]

Alman-Türk saldırmazlık paktı müzakereleri 1941 Mayısı’nın sonlarında başladı. Türkler bir jest olarak, bazı savaş malzemelerinin, İran’a götürüldüğü maskesi altında Almanya yanlısı Irak’a ve Suriye’deki Vichy France kuvvetlerine taşınmasına izin verdiler.[47] Alman-Türk Antlaşması’nın nihai metni 18 Haziran 1941’de imzalandı. Bu metin, “Ülkelerinin toprak bütünlüğünün ve bağımsızlığının” karşılıklı tanınması, “birbirini doğrudan veya dolaylı olarak hedef alan girişimlerde” bulunulmaması ve “tüm sorunların çözümü için iyi niyete başvurmak” gibi vaatler içeriyordu. Aslında bu, Türkiye’nin Britanya ile olan antlaşmasının yükümlülüklerine daha fazla bağlı kalmayacağı, aynı zamanda Almanya’nın da Sovyetlerin Türk topraklarına tecavüzünü desteklemeyeceği anlamındaydı. Bu, Türk hükümeti için İngilizlerle askeri ortaklığın bitmesi ama İngiltere için politik desteğin sürebileceği anlamındaydı. İngilizlerin tepkisi korkunç bir hayal kırıklığıydı. Fakat bu kızgınlık fazla sürmedi. Dört gün sonra, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Böylece Stalin, Büyük Britanya tarafında savaşa girmiş oldu.

Türkiye’nin tepkisi tam bir sevinçti. Papen’in tabirince bu tepki “keyiften kendinden geçme” idi. Türkiye, Almanya’nın 1941’de SSCB’yi işgal etmesi ile gerçekten ferahladı.[48] Bir kısım Türkler geniş çaplı savaşı kendi iyilikleri için hoş karşılarken, yeni savaş Türkiye üzerindeki Alman-Sovyet ortak baskısı ihtimalinin ortadan kalktığı, aynı zamanda İngiltere’nin SSCB gibi yeni ve güçlü bir müttefik kazandığı anlamındaydı.[49] Bu dönemde savaş Suriye’ye de sıçradı. Burada Vichy France güçleri İngiliz saldırısını püskürtmekte başarısız oldu. Türkiye, Suriye’nin kuzeyini işgal edebileceğini teklif etti. Ancak Almanlar Vichy France’ın sadakatini koruma çabalarını diğer çabalara tercih ederek bunu reddetti. 1941 yazında ilk olarak ortaya atılan bir diğer bölgesel revizyon sağduyulu bir düşünceden çok Ankara’nın aşırı duygusallığının bir sonucu idi. Ankara gayr-ı resmi olarak Nazi diplomatlarına Orta Asya’nın Türk halklarının yeni bir bağımsız devlet olarak birleştirilebileceğini önermişti. Almanlar Türklerin önerilerini hevesle karşıladılar. Sovyetler Birliği’nin parçalanmasını desteklemek Türk politikalarında bir yenilikti. Bu İngiltere tarafından hoş karşılanmadı. İngiltere, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne olabildiğince fazla destek göndermek maksadıyla Orta Doğu’daki kuvvetlerini takviye etmek için harekete geçiyordu.[50] Hatta, İngiltere’nin önerileri içinde de bu tür bölgesel öneriler vardı. Dışişleri Bakanı Anthony Eden’in de dahil olduğu İngiltere diplomatlarıyla yapılan üst düzey toplantılarda olduğu gibi, ortak askeri toplantılarda İngiltere, Türkiye’nin imparatorluk döneminde kaybettiği gücünü geri kazanmak veya Alman ittifakının emellerini önlemek için Kıbrıs’ı, Suriye’yi veya Irak’ı bile işgal edebileceğini önermişti. 1941 Mayısı’nda İngiltere, Türkiye için oldukça riskli bölgesel bir genişleme önerisinde bulundu. İngiltere Türkiye’nin Alman işgalini önlemek için, Yunan adalarından Samos, Midilli ve Chios’u işgal etmesini öneriyordu. Türk hükümeti, bunun gerçekleştirilmesinin Almanya ile savaşa sebep olacağını göz önünde bulundurarak öneriyi makul bir şekilde reddetti.[51]

Alman-Türk ekonomik müzakereleri, 1941 yazının sonlarında, Ankara ve Berlin arasındaki gerilen ilişkiler sonucu, dondurulma tehlikesi ile karşılaştı. Türkiye büyük miktarlarda krom cevherini Almanya’ya satmakta isteksizdi. Çünkü bütün üretimini İngiltere’ye göndermek için taahhütlerde bulunmuştu. Bu durum, Türkiye ile ekonomik ilişkileri için tek sebebin bakır ve krom olduğunu düşünen Almanlarda şok etkisi yarattı. Ek müzakerelerden sonra, iki taraf anlaştı. Türkiye, Almanların askeri donanımları için ihtiyaç duyduğu krom ve bakırdan 1941 ve 1942 için eskiden olduğu gibi 45.000 ton; 1943 ve 1944’de 90.000 ton verecekti. 1941 Ekimi’ndeki bu kritik anlaşma iki ülke arasında karşılıklı elverişli statüye dayanan ticaretin şartlarını belirledi. Gerçi taraflardan biri savaşın son dönemlerinde ve savaş sonrası dönemde ek uyarılar alacaktı.[52] Bu durum, Berlin’in yakın bağlar kurma arzusuna rağmen, Türklerin eninde sonunda anlaşmadan çekileceğine göre idi. Ribbentrop’un Türkiye’nin Anti-Komünist pakta katılması gerektiğine ilişkin önerisi, Papen tarafından bir fantazi olarak geri çevrildi. Papen Berlin’deki üstlerine Ankara’nın henüz resmi olarak İngiltere’nin müttefiki olduğunu ve bu nedenle ekonomik jestleri kabul etmekle birlikte Almanya’nın lehinde herhangi bir olumlu politik davranışa rıza göstermeyeceğini hatırlattı. Ribbentrop Türkleri angaje etmenin tek yolunun, daha sert bir tutumdan, hatta onları Üçlü pakta girmeye zorlamaktan geçtiğine inanıyordu. Papen’in “yumuşak” yaklaşımı ağır basarken, Türkiye de sadece tarafsızlığı amaçladığını gösterdi.[53] Bundan kısa bir süre sonra Türkiye, Amerika Birleşik Devletlerinden finansal kiralama yardımı aldığı ve ekonomisi takviye etmek amacıyla bunu yapmaya devam edeceği konusunda Almanya’ya bilgi verdi. Benzer yardımları göndermeyi garanti edemedikleri için Almanlar, Türkiye’yi kendi yörüngelerine çekmek hayallerinin giderek kaybolduğunu göre göre durumu kabullenmek zorunda kaldılar.[54]

Diğer taraftan Türkiye, Yahudi mültecilere gösterdiği davranışlarla, Alman politikalarını daha az desteklediğini gösterdi. 1930’lu yıllarda Türkiye, işinden kovulan profesör, bilim adamı, öğretmen ve diğer mesleklerden olan yüzlerce Alman Yahudisine iltica ve kalıcı ikamet hakkı tanıdı. Türkiye’de bulundukları en fazla iki yıl içinde Türkçeyi öğrenmeleri şartıyla onlarla sözleşme yapıldı ve göreve alındılar. Sadece savaş süresince yaklaşık 16.000 Yahudi mültecinin Türkiye üzerinden Filistin’e ve gidecekleri diğer yerlere geçmelerine izin verildi. Buna, yasa dışı yollarla Türkiye’den geçen ve çoğu zaman yerel Türk yetkililerinin göz yumduğu binlerce Yahudiyi de eklemek gerekir. Ek olarak, iki binden fazla Türk Yahudisi (çoğunun Atatürk Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Türk vatandaşlığından vazgeçmesine rağmen) Türk diplomatlar aracılığı ile Vichy France’tan kurtarıldı. Türkiye süregelen fakirliği nedeniyle mültecileri, sadece geçici vize ile kabul edecekti. Bunlar kalıcı bir iskana sahip olamayacak ve herhangi bir ekonomik yardım almayacaktı. Britanya Filistin’e ve diğer yerlere (1942 Şubatı’nın sonunda bir Sovyet denizaltının Struma’yı batırması sonucu 800 Romen Yahudisinin ölmesi gibi trajedilere yol açan) daha fazla mülteci alımını sürdürürse, Türkiye bunların da kendi topraklarından geçmesine izin vermek zorundaydı.[55]

Savaşın değişen kaderine rağmen, Türkiye’nin politik tarafsızlığının 1940 ve 1941’de olduğu yönde devam etmesiyle birlikte, 1943 yılı Almanya ve Türkiye arasında sıkı ekonomik işbirliğinin sergilendiği bir yıl oldu. Curchill’in Roosevelt’le görüşmek için Casablanca’ya giderken 1943’ün Ocağı’ndaki Türkiye ziyareti, İnönü’yü yolundan vazgeçirmede başarısız oldu. Türk Cumhurbaşkanı savaşa girmeyi reddetmeye devam etti. Türkiye 1943 ve 1944 yılları boyunca, Almanya ve İngiltere’nin krom için açık artırma savaşına girmelerine neden oldu. Bu riskli bir hareketti; fakat ülkenin savaştan hiç olmazsa küçücük bir ekonomik menfaat sağlamasını garantilemek gerekiyordu. 1943’ün sonlarına doğru, savaşın yönü artık çok belirsiz değildi. Türkiye’nin durumu, onun doğal önceliklerini tam olarak yansıtmaya başladı. 1944’ün ortalarına dek hayli güçlü Alman kuvvetleri hâlâ Batı sınırındaydı. Bu yüzden, Türkiye kendi politikalarında bazı sınırlamalarla karşı karşıyaydı. Kuzey Afrika’nın düşmesi ve Stalingrad’dan sonra Wehrmacht tarafından geniş çaplı bir saldırı olası görünmese bile, Avrupa Türkiyesi, Boğazlar ve İstanbul havadan ve karadan yapılabilecek Nazi misillemelerine karşı savunmasızdı. 1943’ün sonunda Türkiye tehlikesiz göründüğü için savaşa girmeye karar vermişti, ama kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği bu hareketi desteklemekte tereddüt etmeye başladı. Türkiye İngiliz ittifakı ile Balkanlar için Sovyetlerin Türk Boğazlarına yönelik talepleri dahil, bölgedeki emellerini önleyecek kapsamlı bir planın geliştirilmesi konusunu sık sık seslendirmişti. İngiliz ittifakı da Türkiye’ye, savaşa doğrudan girebilmesi için gereken askeri malzemelerin gönderilmesini aksatmıştı.[56]

D-Day’den (D-Day: Müttefiklerin İkinci Dünya Savaşı’nda Normandiya’ya asker çıkarma günü, 6 Haziran 1944) ve Doğu cephesinde Sovyet başarılarının sersemletmesinden sonra 1944 yazında Alman kuvvetleri Balkanlar’dan çekilmeye başladı. Son olarak hava saldırısı tehlikesi geçince, 2 Ağustos’ta Türkiye Almanya ile diplomatik ilişkilerini kesti. Almanya’ya Türk ihracatı durdu ve Ankara’daki Nazi diplomatları sınır dışı edildi. Artık Nazi yenilgisi kesindi. Türkiye savaşa girse de girmese de İngiliz İttifakı savaşı kazanacaktı. Belki bu noktada Türkler savaşa girmeliydi; ancak askeri kuvvetlerinin dağılımının müsaadesizliği veya Almanlara zarar vermek istemediği için bunu yapmadı. Aradaki farkı görmek çok zordur. Konu dışında olmasına rağmen, İngiliz İttifakı Şubat’ın başında Yalta’daki konferansta Türkiye’ye, Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan etmesi için 1 Mart 1945’e kadar süre tanımaya karar verdi. Aksi halde Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Konferansı dışında tutulma riski vardı. Sonunda Türkiye 23 Şubat’ta savaş ilan etti, fakat Berlin’e veya Tokyo’ya karşı herhangi bir özel önlem almadı.[57]

Türkiye II. Dünya Savaşı süresince dış politikasını kendi menfaatleri doğrultusunda yönetti. Türkiye’nin bu tutumunu yadırgamamak gerekir. Bu daha çok Türk liderlerinin, Türkiye’nin büyüklüğüne ve stratejik önemine rağmen, büyük güçler ve onların işgal ettiği topraklarla (güneyde İngiliz imparatorluğu, batıda Almanya ve kuzeydoğuda Sovyetler Birliği) çevrilmiş olduğunu iyice bildikleri şeklinde yorumlanmalıdır. Politik eğilimler ve antlaşmalarla İngiltere; ekonomik gerçeklerle Almanya; stratejik zorunluluk ve coğrafi yakınlığı nedeniyle de SSCB ile birlikte hareket eden Türk liderleri, ülkenin üç sınırında cereyan eden tarihin bu en yıkıcı savaşı boyunca kendi ulusal bağımsızlıklarını korumayı başardılar. Nazi Almanyası’yla bölgesel konulardaki kısa süreli görüşmeleri başta olmak üzere, Türkiye’nin savaş boyunca gösterdiği bazı çabaların çağdaş düşünürler tarafından yanlış anlaşılması ve onları düş kırıklığına uğratmasına rağmen, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı ile ilgili sicilini başarılı olarak değerlendirmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı süresince başına gelen felaketleri dikkate alarak, çağdaş düşünürlerin bazı hususlarda Türkiye’ye hak vermeleri, bunun için de onun antlaşma yükümlülüklerini yerine getirmedeki aşırı isteksizliğini görmeleri gerekir. Zira konunun dikkatle araştırılması bunun o dönemde uygulanabilecek tek politika olduğunu ortaya çıkaracaktır.

Doç. Dr. Wayne BOWEN

Ouachita Baptist Üniversitesi / A.B.D.

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 803-812


Dipnotlar:
[1] Frank Weber, The Evasive Neutral: Germany, Britain and the Quest for a Turkish Alliance in the Second World War (Columbia, Missouri: Missouri Üniversitesi Yayını, 1979), 219.
[2] Christian Leitz, Sympathy for the Devil: Neutral Europe and Nazi Germany in World War II (New York: New York Üniversitesi Yayını, 2001), 179; Robin Denniston, Curchill’s Secret War: Diplomatic Decrypts, the Foreign Office and Turkey 1942-44 (New York: St. Martin Yayını, 1997) ix, x, 8.
[3] Brock Millman, The Ill-Made Alliance: Anglo-Turkish Relations, 1934-1940 (Montreal: McGill-Queen’s University Press, 1998) and “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-42”, Middle Eastern Studies, London, Frank Cass&Co, Jul 1995, C. 31, number 3. Selim Deringil, Turkish Foreign Policy During the Second World War (Cambridge: 1989), 185-186.
[4] Millman, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-42.”
[5] Millman, The III-Made Alliance, 108-110, 114-116; Deringil, 18-25.
[6] Millman, The III-Made Alliance, 3-6, 12, 35-37, 44, 103.
[7] DGFP: Documents on German Foreign Policy, Series D, Volume V-XIIID, V, 5 April 1938, 719-721.
[8] Deringil, 25. New York Times, 1 and 21 July 1938.
[9] New York Times, 12, 14 August and 26 November 1938; Deringil, 18.
[10] New York Times, 2, 10, 12 April 1939.
[11] New York Times, 28 March, 21, 22, 27 April 1939. DGFP, D, V, 23 September 1937, 712-713.
[12] New York Times, 13 May 1939. Millman, The Ill-Made Alliance, 162, 183-186.
[13] DGFP, D, V, 29 September 1939, 723-725; New York Times, 10 May 1939. DGFP, D, VII, 13 August 1939. 51.
[14] New York Times, 23 June and 17 July 1939. Deringil, 7.
[15] DGFP, D, VII, 16, 18, 20, 23, 28, 30 August and 2 September 1939, 91-92, 118-119, 155-156, 233-234, 401-402. 440, 523-524.
[16] DGFP, D, VII, 24 and 27 August 1939, 260-261, 347-348.
[17] DGFP, D, VII, 28 August 1939, 389-391; DGFP, D, VIII, 27 September 1939, 151.
[18] New York Times, 2-3 November 1939.
[19] New York Times, 20 November 1939; Deringil, 72-73, 85-88.
[20] Barry Rubin, Istanbul Intrigues (New York: McGraw-Hill, 1989), 5-9, 234-249. DGFP, D, VIII, 29 September and 2 October 1939, 173-174, 183.
[21] DGFP, D, VIII, 4 and 5 October 1939, 205-206, 222-224.
[22] “Treaty of Mutual Assistance Between His Majesty in Respect of the United Kingdom, the President of the French Republic and the President of the Turkish Republic, ” October 10, 1939, Department of State Bulletin, C. I, No. 20, s. 544.
[23] DGFP, D, VIII, 7 November 1939, 380-382.
[24] Millman, “Turkish foreign and strategic policy 1934-42.”
[25] DGFP, D, VIII, 27 November 1939, [November 1939], 6 and 9 January, 21 February and 14 March 1940, 451-452,
[26] New York Times, 10 February 1940.
[27] New York Times, 20 February 1940. DGFP, D, VIII, 5 September 1939, 5.
[28] DGFP, D, VIII, 14, 15, 17 and 20 September 1939, 66-68, 72, 80, 105-106.
[29] DGFP, D, VIII, 21 September, 9 and 17 October 1939, 114-116, 244, 306.
[30] DGFP, D, VIII, 8 September and 7 October 1939, 27-28, 236; New York Times, 1 April and 6 May 1940. DGFP, D, IX, 24 March 1940, 27-28.
[31] Millman, The Ill-Made Alliance, 371-372. New York Times, 3-4, 27 June 1940.
[32] Millman, “Turkish foreign and strategic policy 1934-42.”.
[33] DGFP, D, IX, 6, 14, 17, 27 May and 4 June 1940, 288, 341-342, 364-366, 443-444, 506-507, 513-514.
[34] DGFP, D, IX, 14 June 1940, 566.
[35] DGFP, D, IX, 13 and 14 June 1940, 560, 568-572.
[36] DGFP, D, X, 23 July 1940, 279. Deringil, 97, 104-106.
[37] New York Times, 9, 14 July and September 22, 1940.
[38] DGFP, D, X, 23 Jul 1940, 28-281. New York Times, 15 November 1940.
[39] DGFP, D, XII, 24 February 1941, 153-154. Deringil, 115. Denniston, 39-40.
[40] DGFP, D, XII, 26, 27 February and 1, 2 March 1941, 161, 187-188, 201-203, 211-212.
[41] DGFP, D, XII, 12 March 1941, 286-287.
[42] DGFP, D, XII, 27 March 1941, 384-385.
[43] DGFP, D, XII, 28 March 1941, 409-412.
[44] DGFP, D, XII, 5, 6, 8, 10 and 25 April 1941, 460-461, 481, 491-493, 504-505, 637-638.
[45] DGFP, D, XII, 13-14 May 1941, 812-817.
[46] DGFP, D, XII, 16 and 17 May 1941, 828-829, 836-837, 839-841.
[47] DGFP, D, XII, 23 May 1941, 866-867.
[48] Denniston, 15.
[49] DGFP, D, XII, 22 June 1941, 1080. Deringil, 123.
[50] DGFP, D, XIII, 12, 14 July, 5 and 11 August 1941, 123, 174-178, 284, 305-307.
[51] Millman, “Turkish Foreign and Strategic Policy 1934-42.” Denniston, 45.
[52] DGFP, D, XIII, 9 October 1941, 626-627.
[53] DGFP, D, XIII, 11 and 12 November 1941, 769 and 771. Michael Bloch, Ribbentrop: A Biography (New York: Crown, 1992), 223, 321.
[54] DGFP, D, XIII, 18 November 1941, 801-802.
[55] Stanford Shaw, Turkey and the Holocaust: Turkey’s Role in Rescuing Turkish and European Jewry from Nazi Persecution, 1933-1945 (New York: NYU Press, 1993), 4-14, 302-305, 211, 280-283.
[56] Denniston, 17, 87-92. Deringil, 128-129, 145, 155, 161-164, 179-180.
[57] Deringil, 173, 178.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.