Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Türkiye Selçuklularında Devlet Yapısının Şekillenmesi

0 10.364

Prof. Dr. Mikâil BAYRAM

Çok iyi bilinen bir husustur ki, Türk örfünde ve töresinde devlet, devleti kuran ailenin (hanedanın) erkek fertlerinin ortak malı kabul edilir, hanedana mensup fertlerin tamamının devlet yönetimine katılma hakları bulunmaktadır. Devlet, kutsal bir varlık olduğu gibi, onu kuran ailenin fertleri de kutlu kişilerdir. Devletin başında bir hakan bulunur. Hanedana mensup olan diğer fertler ikinci, üçüncü dereceden yöneticiler olarak ülkenin (Devletin) kendi payına düşen yöresini elinde bulundurur ve baştaki hakana tabi olarak yönetime iştirak ederler. Bu hiyerarşinin bozulması durumunda hanedan üyeleri arasında savaşlar vuku bulmaktadır. Zaman zaman bu savaşlar sırasında hanedan üyesi olan prenslerin ölümleri veya öldürülmeleri de meydana gelmektedir. Bu prenslerin kanlarının yere (toprağa) akması uğursuzluğa ve talihin dönmesine sebep olacağına inanıldığı için, onların boğularak öldürülmelerine azamî itina gösterilirdi. Bu inançlarından dolayı Türkmenler hakan soyundan olmayan kişilerin etrafında toplanmaz ve siyasî mücadelelerinde onlara destek olmazlar.

İşte bu inanç ve töreden dolayı birçok Türk devletleri, kurulduktan kısa bir zaman sonra, doğu- batı veya kuzey-güney gibi isimlerle bölünmeler meydana gelmekte, bu durum devletlerin kısa sürede parçalanmasına yol açmaktadır. Kök Türklerde (Göktürk) ve Karahanlılarda olduğu gibi. Dönem dönem devletin birliğini muhafaza etmek için hanedan içi çatışmalar yaşanmaktaydı. Büyük Selçuklu Devleti’ndeki Yabguluk savaşları ve taht mücadeleleri gibi. Birçok Türk devletlerinin kısa ömürlü olması da bundan kaynaklanmıştır.

İslâmiyet’ten sonra kurulan Türk devletlerinde de bu inanç ve törenin (Töre hukuku) bazı değişmelere uğramakla beraber, devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde devletin ve hanedanın kutsallığını vurgulamak için menkabeler imâl edildiği, devlete esrarengiz bir hüviyet verilmeye çalışıldığı görülür. Bunun için genel olarak tasavvufi motiflerden ve teorilerden yararlanılmaktadır.

Türkmenler tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti döneminde Gaznelilere karşı kazanılan Dandanakan Zaferi’nden hemen sonra (1040) bu devleti kuran Selçuklu Hanedanı üyelerinin devletlerini Türk töresine ve örfi kanunlara göre yapılandırmaya çalıştıkları müşahede olunmaktadır. Tuğrul Bey Nişabur’da Sultan (Büyük Hakan) olarak ilân edilmiş, diğer hanedan üyelerinin her biri bir yöreye “Melik” (Yabgu) ünvanı ile gönderilmişlerdir. Çağrı Bey, Musa Yabgu, Kavurt, Alp Arslan, Yakuti, Kutalmış ve oğulları, İbrahim Yinal vs. her bir hanedan üyesi bir yörede devlet yönetimine iştirak etmişlerdir. Bu yolla “Türk-Cihan Hakimiyeti Ülküsü”nün gerçekleşmesine çalışılmaktadır. Her melik bulunduğu yörede fetihler yaparak, ülkesini imar ederek hükümranlığını devam ettirmektedir.

Bu yazıda Türkiye Selçuklularında yukarıda ana hatlarıyla tasvir edilen Türk devlet anlayışının uygulanmasında ne gibi yenilikler olduğu, nasıl bir yapılanmaya gidildiği gösterilmeye çalışılacaktır.

Anadolu’daki sosyal, kültürel ve siyasî şartların bu yapılanmada ne gibi değişik uygulamalara yol açtığı belirtilecek ve bunun fikrî ve felsefî temelleri açıklanacaktır. Anadolu’da ortaya çıkan bu devlet anlayışı ve yapılanmanın Osmanlı Devleti’ne de temel teşkil ettiği bu vesile ile gösterilecektir.

Anadolu’da Siyâsî Birliğin Tesisi

Genel olarak Türklerin Anadolu’yu fethi Malazgirt Zaferi (M. 1071) ile başlatılır. Rahmetli Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği üzere[1] Malazgirt zaferini takip eden ilk yüz senede Türkler Küçük Asya’yı askerî bakımdan fethetmekle meşgul idi. Bu dönemde Anadolu’da siyasî bir belirsizlik hüküm sürmüştür. Bir yandan Selçuklu Devleti ile Anadolu’da kurulan diğer Türk Beylikleri arasındaki mücadeleler, bir yandan da Anadolu topraklarını çiğneyip geçen Haçlı dalgaları bu topraklarda siyasî istikrarın sağlanmasını hem zorlaştırmış, hem geciktirmiştir. Selçuklular zamanında Anadolu’da siyasî birlik ve istikrar ancak II. Kılıçarslan’ın saltanatının son yıllarında sağlanmıştır. Bu istikrarın sağlanmasıyla birlikte Anadolu’da yoğun bir ilmî, fikrî, kültürel ve ticarî faaliyetler başlamıştır. Gene bu istikrarla birlikte Anadolu’da sosyal kültürel ve sınaî nitelikli halk örgütlenmeleri görülmektedir.

Anadolu’ya Oğuzlarla birlikte İranlılar da gelmişlerdi. İranlılar daha çok tâcir, ilim adamı, meşayih ve müridler olarak Anadolu’ya gelmişler ve daha çok şehirlerde yerleşmeyi tercih etmişlerdir. Türkmen halklar ise, daha çok göçebe topluluklar halinde idiler ve fethedilen topraklara göçüyor ve kırsal bölgelere yerleşmeyi tercih ediyorlardı. Böylece Anadolu pek çok farklı kültürlerin birbiriyle tanıştığı ve etkilendiği bir muhit olmuştu. Yerli Hıristiyan Rum ve Ermeni halk kahir ekseriyeti Müslüman olan milletlerle yüz yüze gelmiş ve iç içe yaşamak durumunda olmuşlardır. Şüphesiz Anadolu’da farklı dinlere ve ırklara mensup insanlar, zümreler bulunuyordu. Fakat ekseriyet itibariyle İslâm Hıristiyan kültürünün etkileşmesi ön plândaydı. Bu iki dine mensup insanların karşılıklı kültürel etkileşmeleri daima İslâmiyet lehine bir gelişme göstererek Anadolu’nun İslâmlaşması gerçekleşmiştir. Tabii kültürel faaliyetler içinde Türklerin ön plânda bulunmaları, Türk nüfusunun göçlerle sürekli artış göstermesi siyasî otoritenin Müslüman Türklerde olması Anadolu’nun İslâmlaşması yanında Türkleşmesi sonucunu da doğurmuştur.

II. Kılıç Arslan uzun mücadelelerden sonra Danişmendoğulları Devleti’ni ortadan kaldırarak Anadolu’da siyasî birliği sağladığı halde ülkesini 11 oğlu arasında paylaştırarak bu siyasî birliği kendi eliyle dağıtmıştır. O, her oğlunu bir yöreye Melik statüsü ile tayin etmişti. Kendisini de Sultan olarak merkeze alıp bu meliklerin üstünde siyasî otorite kurmayı düşünmüştür. Ancak kendisinden sonra ülkesinin birliğinin devamını sağlayacak düzenlemeyi belirleyememiş veya düşündüğünü uygulamaya koyamamıştır. Bu yüzden o daha hayatta iken her biri bir yörede Melik olan oğulları Selçuklu tahtını ele geçirmek ve Sultan olmak için birbirleriyle mücadeleye tutuştular. II. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra da devam eden bu mücadelede Malatya’daki kültürel fikrî çevrede yetişen ve eğitim gören I. Gıyasüddin Keyhüsrev ile Tokat ve Amasya çevresindeki kültürel ve fikrî ortamda yetişen ve Tokat Meliki olan Rüknüddin Süleyman Şah ön plâna çıktıkları görülür. Bunun sebebi şudur:

Selçuklular zamanında Tokat ve Malatya çevresinde birbirinden farklı ve birbiriyle zıtlaşan ve rekabet halinde bulunan iki ayrı fikrî ve kültürel çevre teşekkül etmiştir. Tokat Amasya, Niksar çevresinde Danişmend Oğullarından tevarüs eden Türk millî kültürüne dayalı bir kültürel çevre, Alplık ve Gazilik ülküsünden kaynaklanan siyasî bir yapılanma meydana gelmiştir. Buna karşılık Malatya ve yakın çevresinde ise İran millî kültürüne dayalı bir kültürel yapılanma teşekkül etmiştir. O dönemde birbiriyle siyasi rekabet halinde bulunan bu iki farklı kültürel çevrede farklı siyasi güç odakları oluşmuştur. Bu iki farklı siyasi zihniyet arasındaki rekabet ve zıtlaşma Türkiye Selçukluları tarihi boyunca devam etmiş, pek çok sosyal ve siyasi olayların meydana gelmesine ve hatta devletin yıkılışının en önemli sebebi olmuştur.

Tokat ve Malatya Danişmendoğulları zamanında bu kültürel özellikleriyle iki önemli ilim ve fikir merkezi haline gelmiştir. Bu durum bu iki beldenin Selçuklular zamanında da şehzadelerin tahsil ve eğitim merkezi olarak belirlenmesine sebep olmuştur. Böyle olunca da bu iki kültürel çevre zaman zaman kendi beldelerinin şehzadelerini iktidara getirme gayreti içinde olmuşlar ve bu yönde faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu da şehzadeler arasında sık sık taht mücadelelerinin baş göstermesine ve sultanlara suikast düzenleme olaylarının yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu devirde devlet hizmetinde bulunan beyler ve emirler de ya bu iki zihniyetten birine mensup veya birini tercih etme durumunda olmuşlardır. Genel olarak Malatya çevresindeki zihniyetin iktidarlar üzerindeki ilmi, kültürel ve siyasi ağırlığının daha müessir ve yönlendirici olduğu görülmektedir. Bu iki siyasi zihniyet mensubu yöneticiler ve fikir adamları bu günkü siyasi partilere benzer bir faaliyet içinde bulunmuşlardır. O dönemde Anadolu’da bulunan dini ve sosyal nitelikli kuruluşlar (tarikatlar ve sınai ve sosyal kuruluşlar) da bu siyasi zihniyetlerden birine destek olmuşlar ve destekledikleri zihniyetin halk içindeki siyasî tabanının oluşması yönünde faaliyet göstermişlerdir. Bu konuyu ayrı bir makalede örnekler göstererek geniş olarak ele alıp yayınlamış olduğumuzdan[2] burada kısa kesiyor ve esas konuya dönüyoruz.

II. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra yukarıda sözünü ettiğimiz iki şehzade arasındaki taht mücadelesi Harput ve Malatya’da eğitim gören I. G. Keyhüsrev ile Tokat ve çevresindeki Türkmen muhitin meliki olan Rüknü’d-din Süleyman Şah arasında baş göstermesi işte bu iki kültürel çevrede odaklaşan iki farklı siyasî iradenin ön plâna çıkmasından kaynaklanmıştır.

Anadolu Selçuklu Sultanı I. G. Keyhüsrev 1192 yılında babası II. Kılıç Arslan’ın desteği ile tahta geçmişti. Fakat bir müddet sonra Tokat meliki olan kardeşi Süleyman Şah kendisine karşı ayaklanmış ve onu Konya’da muhasara altına almıştı. Sonuçta I. G. Keyhüsrev 1196’da Konya’yı ve Anadolu’yu terk etmeye mecbur kalmıştır. Keyhüsrev şehzadeliği döneminde bir süre Uluborlu Melikliği’nde bulunmuştur. Burada bir çevresi ve destekçileri vardı. Bu yüzden Süleyman Şah onu Anadolu’yu terke mecbur ederken batıya yani dayılarının bulunduğu Bizans’a ya da Uluborlu yönüne gitmesine müsaade etmemiş olmalıdır. Tahtını kaybeden Keyhüsrev önce Haleb’e Selahü’d-din Eyyübî’nin oğlu el Melikü’z-zahir’in yanına gitmiştir. Oradan Diyarbekir, Ahlat ve Harput’a gitmiş, Güney ve Doğu Anadolu’daki devletlerden umduğu destek ve yardımı bulamayınca Trabzon’a gelmiştir. Trabzon Komnenler Hanedanı’nın yardımı ile deniz yoluyla İstanbul’a, giderek dayılarına sığınmıştır. Sekiz yıl sürgün hayatı yaşayan G. Keyhüsrev burada iken Türkiye Selçukluları Devleti’nin Bizans’a sınır olan Uç bölgelerdeki hudut muhafızları konumundaki Türkmen beğlerle irtibat kurmuş ve onlardan, kaybettiği tahtını tekrar ele geçirmek hususunda destek sözü almıştır. Bu Türkmen beğler uygun bir zamanda onu Anadolu’ya davet etmişlerdir.

Kayınpederi olan Komnenler sülalesinden Manuel Mavrazemos’u da yanına alan G. Keyhüsrev onun çok büyük destek ve yardımlarına nail olarak İzmit, Kütahya üzerinden Uluborlu’ya gelmiştir.

Onun bu güzergahı takip ederek Anadolu’ya intikali tamamen Manuel Mavrazemos’un yardım ve çabalarıyla gerçekleşmiştir. Uç Türkmenlerinden ve Mavrazemozos’un Bizanslı askerlerinden müteşekkil bir ordu ile Uluborlu’dan Konya üzerine yürümüştür. Büyük güçlüklerden sonra nihayet 1204 yılı başlarında tekrar tahtına kavuşmuş, tahtan indirdiği yeğeni Süleyman Şah’ın oğlu III. İzzüddin Kılıç Arslan’ı tutuklatmış bilahare de onu boğdurmuştur.

Türkiye Selçuklularında Devletin Yeniden Yapılanması

I. Gıyasüddin Keyhüsrev yeniden tahtı ele geçirmesinin ardından devlet yapısında ve yönetimde yeni bir yapılanma çalışmalarına girdiği görülmektedir. O bunu yapmak suretiyle devlete kalıcı bir düzen vermiş olacağını ve bu yolla Anadolu’da bulunan farklı etnik ve dinî zümreler arasında barış ve güven ortamı yaratmış olacağını düşünüyordu. Bu yolla güçlü, toplayıcı ve birleştirici büyük bir devlet modelini gerçekleştirmeyi plânlıyordu. Böylece Türkiye Selçuklularında yeni bir devlet anlayışı ve yeni bir mutlu toplum inşa etme düşüncesi doğmuştur. Bunu Türk Cihan Hakimiyeti Ülküsü’nün yeni bir uygulama biçiminin gündeme getirilmesi olarak düşünebiliriz.

I. G. Keyhüsrev bu amacını gerçekleştirmek için ilk iş olarak yeniden tahtı ele geçirmekte Komnen Manuel Mavrazemos’dan çok büyük yardım ve destek gördüğü için ikinci defa iktidara gelişinin hemen ardından Emir Mavrazemos’u Melik unvanıyla Uç bölgesine göndermiş Uluborlu, Denizli ve Honas’ı ona vermiştir. Böylece Anadolu’da ilk olarak yöneticisi Hristiyan olan Selçuklu Devleti’ne bağlı bir Meliklik kurulmuştur. Kendisi ve oğlu Yohannes Hristiyan olarak bu görevlerini sürdürdüler. Fakat torunu olan Denizlili Mehmed el-Mevrazemî Müslüman olmuş ve Uç Beği olarak görevine devam etmiştir. Bilahare Hülagu Han tarafından öldürüldü.[3]

I. Gıyasüddin büyük oğlu İzzüddin Keykâvus’u yukarda bahsedildiği üzere İran kültürünün merkezi durumunda olan Malatya’ya melik olarak Güneydoğu Anadolu’nun yönetimini de ona vermiş oluyordu. Diğer oğlu Alâüddin Keykubad’ı da Tokat’a gene melik olarak gönderdi. Türkmenlerin yoğun olduğu ve Danişmend ili diye anılan Kuzey Anadolu’nun idaresini de bu oğluna vermiştir. Kendisi de büyük Sultan olarak başkent Konya’dan bütün bu melikliklere vaz’iyyet ediyordu. Böylece I. G. Keyhüsrev Afrasyab’ın soyunda gelen bir hakan olarak Turanî kavimlerin büyük hakanı, destanî İran şahlarının unvanı olan Keyhüsrev unvanını kullanarak eski İran şahlarının devamı olduğunu ve nihayet Diyar-ı Rum’da Kayser-i Rum’un yerine kaim bir Kayser olduğunu, Anadolu’daki dinî ve etnik zümrelere empoze ve onların hamasî duygularını tatmin etmeyi düşünmüştür.

Nitekim o dönemde Anadolu’da yaşayan Türkmen asıllı Şeyh Evhadüddin Hâmid el Kirmanî, G. Keyhüsrev’e hitaben yazdığı bir rubaide şöyle demektedir:

“Kayser’in ayağının altında yer eskimekteydi. Köşkü gökyüzüne yükselmişti. Ey Keyhüsrev onun yerini almış durumdasın. Söyle o köşk neredei Kayser ise sanki hiç yaşamadı.”[4]

O halde I. Giyesüddin, oğulları ve ahfadının Keyhüsrev, Keykâvüs, Keykubad, Keyferidün gibi destanî İran şahlarının unvanlarını kullanmaları İran kültürüne duyulan hayranlıktan çok politik bir amacı bulunduğu göz ardı edilmemelidir. I. G. Keyhüsrev bütün bu dinî ve etnik zümreleri kendi siyasî otoritesi altında toplayarak ve kendini merkeze alarak Anadolu’da istikrar ve barış ortamı yaratmaya çalışmıştır. Böylece bu yeni devlet felsefesinin ve siyasî anlayış ve düşünüş biçiminin yapılanmasına yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Nitekim bundan sonradır ki bu dönemde Anadolu’da Selçuklu Devleti hizmetinde çok sayıda Rum ve Ermeni kökenli Kontlar İran ve Türkmen kökenli Emirler görülmektedir. I. Gıyasüddin Keyhüsrev, bu düzenlemeleri gerçekleştirdikten sonra bu emir ve kontların desteği ile Antalya’yı ve Samsun’u fethederek devletinin sınırlarını Akdeniz ve Karadeniz’e ulaştırmıştır. Bundan sonraki Türkiye Selçukluları sultanları “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acem” (Arap ve Arap olmayan halkların sultanı) unvanlarına, “Sultanü’l-bahreyn” (İki denizin sultanı) unvanını da katmışlardır. Ondan sonra gelen Selçuklu sultanları da bu unvanı kullanacaklardır.

Gıyasüddin ikinci defa iktidara gelince hocası Malatyalı Şeyh Mecdüddin İshak’ı cülûsunu 34. Abbasî Halifesi en-Nasır li Dinillah’a bildirmek üzere diplomat olarak Bağdad’a göndermiştir.[5] Bu dönemde Abbasî Halifesi bütün İslâm dünyasının ruhanî lideri olarak “Fütuvvet Teşkilâtı” diye anılan bir örgüt kurmuş İslâm dünyasındaki bütün şeyh ve müritleri ve devlet adamlarını bu örgüte üye olmaya çağırmıştı.[6] O bu örgüt vasıtası ile hilâfet otoritesini bütün İslâm alemine kabul ettirmeye çalışıyordu. İslâm dünyasını kontrolü altında tutmak amacıyla şeyhler ve müritlerden oluşan ajanları vasıtası ile kendisine ve siyasetine muhalifleri tespit ediyor ve onlara karşı tedbirler almaya çalışıyordu.[7] Mecdüddin İshak Bağdad’da halife ile görüştükten sonra o yıl hacca da gitmiş, hac dönüşü gene Bağdad üzerinden Anadolu’ya dönerken Fütuvvet Teşkilâtı’nın üyeleri olan çok sayıda şeyh, ilim ve fikir adamı zevatı Anadolu’ya celbetmiştir. Bunlar arasında ünlü Mağribli sofi Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Şeyh Evhadüddin Hamid el-Kirmanî Ahi Evren diye bilinen Hace Nasirüddin Mahmud da bulunmaktadır.[8] Şeyh Mecdüddin İshak’ın bu diplomatik faaliyetleri ile Anadolu Selçuklu Devleti ile Abbasî halifesi arasında siyasî ve kültürel ilişkiler kurulmuş oluyordu. Bu ilişki ve dayanışma sonunda Selçuklu sultanı halifenin kurduğu Fütuvvet Teşkilâtı’na üye olmuş ve bu teşkilâtın üniforması olan şed bağlamış ve şalvar giymiştir. Böylece Sultan I. Gıyasüddin Keyhüsrev kutsal bir kişilik kazanmış oluyordu. Türkiye Selçuklu Devleti İslâm dünyası ile de kültürel ve siyâsî bağını bu yolla devam ettirmeye çalışmıştır.

Bu yeni siyâsî yapılanmanın devrin yazarları üzerinde de etkisini gösterdiği görülmektedir. Meselâ: Ahi Teşkilâtı’nın fikrî mimarı olan Ahi Evren Hace Nasirüddin Mahmud 1257 yılının Zi’l-hicce ayında Sultan II. İzzüddin Keykavus’a sunduğu bir siyaset-name olan “Letâif-i hikmet” adlı eserinde sultana: Anadolu’daki Hristiyan halka karşı iyi davranmasını ve devlet bütçesinden onları da faydalandırmasını tavsiye etmektedir.[9] Ahi Evren diye ünlenen Hace Nasirüddin Mahmud’un Anadolu’da “Latifeler” ile meşhur olan Hoca Nasreddin veya Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz.[10]

Böyle bir siyasî tedbir ve proje ile Danişmendoğulları zamanında Malatya çevresinde mevcut olan İran millî kültürüne dayalı kültürel yapılanmadan neş’et eden siyasî ve kültürel çevre ile Tokat, Sivas, Amasya yöresinde Türk kültürü ve Türk töresinden kaynaklanan siyasî ve kültürel çevre arasındaki rekabet ve mücadeleye son verme plânlanmıştır. Yerli Hıristiyan halklar ile Müslüman halklar arasında da barış ve güven ortamı yaratmaya çalışılmıştır.

Gıyasüddin Keyhüsrev’den sonra oğulları da onun bu düzenlemelerine azamî riayet etmişlerdir.

I. İzzüddin Keykâvus, Sinop’u zaptetmiş ve burada bir tersane inşa ederek Karadeniz’e açılmış, güneyde Antalya’yı yeniden fethederek şehrin kale ve surlarını tahkim etmiş ve burada da muhkem bir tersane inşa etmiştir. Güneydoğu Anadolu’da da fetihler gerçekleştirerek Anadolu’ya açılan ticaret yollarını güvence altına almaya çalışmıştır. Uluğ Sultan Alaüddin Keykubad da Hüsamüddin Çoban komutasında bir donanmayı Karadeniz’in kuzeyine sevk ederek Kırım ve Deşt-i Kıpçak’ı fethetmiş ve böylece Türkiye Selçuklularında ilk defa deniz aşırı bir ülke fethedilmiştir. Alâüddin Keykubad güneyde Alanya’yı da fethederek şehri yeniden kurmuş, muhkem surlar ve tersaneler inşa etmiştir. Alanya yakınlarında inşa ettiği Alara Hanı kitabesinde kendisini “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acemi” (Arabın ve Arap olmayanların sultanı) lâkaplarının yanında “Sultanü’r-Rumi ve’l-Ermeni ve’l-Efrenc” (Rum, Ermeni ve Batılı halkların sultanı) lâkapları ile de tavsif etmesi onun dedesi I. Gıyasüddin Keyhüsrev’in gerçekleştirmeye çalıştığı politik düşünceyi daha da ileriye götürdüğünü göstermektedir.

Bu cihan hakimiyeti ülküsünün I. Alâüddin Keykubad zamanında doruk noktada olduğu farkedilmektedir. Bunun en önemli belirtisi Antalya Müzesi’nde bulunan bir mühürdür. Bu mührün bir yüzünde ortada Uluğ Sultan Alâüddin Keykubad’ın portresi bulunuyor. Bunun etrafına “es-Sultanu’l- muazzam Alâü’d-dunya ve’d-din Keykubad b. Keyhüsrev” ibaresi yazılarak bu portrrenin Alâüddin Keykubad’a ait olduğu ifade edilmiştir. Burada Alâüddin Keykubad Doğulu bir hükümdar değil, Büyük İskender’e benzetilerek resmedilmiştir. Böylece Büyük İskender yerine Alâüddin Keykubad ikame edilmek istenmiştir.

Onun da İskender gibi Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı olduğu mesaji verilmeye çalışılmıştır. Bu mührün diğer yüzünde de Anadolu Selçuklu Devleti’nin sembolü olarak bir arslan motifi bulunmaktadır. Burada da kenarda “Ebü’l-feth” ibaresi okunmaktadır.[11] Selçuklu sultanları fethettikleri toprakları vatanlaştırmak için fetih işlerine büyük bir önem atfetmişlerdir. Devletin yıkılmaya yüz tuttuğu günlerde bile lakapları arasında bu “Ebü’l-feth” lakabını kullanmışlardır. Bu mühürde de fetih ülküsü vurgulanmaktadır. Arslan da Anadolu Selçukluları hakanlarının gücünü simgelemekte ve eski İran’ın arslan olan armasını dillendirmektedir. Böylece eski İran şahlarının devamı oldukları mesajını vermek istemişlerdir. Muhtemelen bu mühür, resmî yazılarda ve posta işlerinde kullanılıyor, Müslim ve gayrı müslim teb’aya bu yönde bir mesaj ulaştırılmış oluyordu.

I. Alâuddin Keykubad’ın iki oğlu vardı. Büyük oğlu II. Giyasü’d-din Keyhusrev Malatya Meliki konumundaydı. Diğer oğlu Eyyubi ailesinden olan Adiliyye’den doğan İzzüddin Kılıç Arslan da Türkmen çevrelerin sahiplendikleri şehzade idi. Türkmenlerin uluğ sultan dedikleri A. Keykubad küçük oğlu olan İzzüddin Kılıç Arslan’ı veliahd tayin etmiş idi. Bazı tarihçilerimiz Sultan Alâüddin Keykubad’ın büyük oğlu Gıyasüddin’i eylenceye düşkün ve hükümdar olmaya yetersiz bulduğu için onu veliahd tayin etmediğini iddia etmişlerdir. Bu iddia katiyyen varit değildir. Alâüddin Keykubad Türkmen çevrelerin desteği ile iktidara gelmiş ve daima Türkmenler lehine bir siyaset izlemiştir. Bu itibarla o kendisinden sonra da bu siyasetin devam etmesini düşünmüş ve bu amaçla Türkmen çevrelerin sahiplendiği küçük oğlu İzzüddin Kılıç Arslan’ı veliahd tayin eylemiştir. Bu durumda Malatya yöresinin meliki olan Giyasü’d-din Keyhüsrev, annesi Hond Hatun (Mahperi Hatun) ve A. Keykubad’a muhalif olan bazı ümera ile iş birliği yaparak uluğ sultana suikast düzenledi ve böylece Anadolu Selçuklu tahtına oturmayı başardı. Kardeşi Kılıç Arslan’ı ve onun annesi Adiliyye Hatun’u, kendisinin Atabeği konumunda olan Sadüddin Köpek’e öldürttü. Onun bu uygulaması yani Türkmen çevrelerin büyük hamisi olan babasını ve gene bu çevrelerin şehzadesi olan kardeşini ve onun annesini öldürtmesi bütün Türkmen çevreleri derinden yaralamıştı.

II. G. Keyhüsrev, dedesi I. G. Keyhüsrev tarafından belirlenen ve uygulanan, babası tarafından da güçlü bir şekilde hayata geçirilen bu siyasî anlayışa ve yapılanmaya muhalif bir siyasî tutum içinde olduğu görülmektedir. Bu muhalefetini iktidara geldiği yıl yani 635 (1238) yılında inşa ettiği Eğirdir Hanı’nın kitabesinde göstermektedir. O, bu kitabede kendisini Zü’l-karneyn’in soyundan gelen zamanın Keyhüsrev’i ve zamanın ikinci İskender’i olarak göstermekte ve Türkmen zümreleri (Havaric) ezen onlara göz açtırmayan bir Hakan olduğunu bildirmektedir. İşte onun bu tutumu Anadolu’daki Ahi ve Türkmenlerin 638 (1240) yılında onun iktidarına karşı isyan etmelerine sebep olmuştur. Bu isyan Türkmen babalar (şeyhler) tarafından çıkarıldığı için “Babailer İsyanı” diye meşhurdur. Anadolu’da ilk dinî-siyasî nitelikli bir isyandır ki doğrudan doğruya II. Gıyasüddin Keyhüsrev’i ve onun etrafındakilerin iktidarına karşı başlatılmış bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Bu isyanın dinî lideri olan Baba İlyas-i Horasanî’nin nebiresi Elvan Çelebi de bu isyanın II. Gıyasüddin Keyhüsrev’e karşı bir hareket olduğunu ifade etmektedir[12] İsyanın dinî lideri Baba İlyas-i Horasani tarafından kaleme alındığını tespit ettiğimiz zulum-nâme tarzındaki “Cihad-nâme” adını verdiği eserde Türkmen halkı baştaki zâlim sultana karşı ayaklanmaya teşvik etmektedir[13] Bu sultanın, Türkmen yörelerin meliki iken sultan olan ve saltanatı döneminde Türkmenlerle iyi ilişkiler içinde bulunan babası Alâüddin Keykubad’a suikast düzenleyerek tahta geçmesinden dolayı Türkmen ve Ahi çevrelerin tepkisi ile karşılaştığı için saltanatının ilk yılından itibaren iktidarına muhalif olanlara karşı menfi bir tutum içine girmiş olduğu açıkça görülmektedir. Bunda İranî çevrelerin de rolü bulunduğunu düşünüyorum.

II. Gıyasüddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra üç oğlu saltanata talip konumda olmuşlardır. Bu sultan ölmeden önce en küçük oğlu (7 yaşında) olan II. Alâüddin’i veliahd tayin etmişti. Fakat devlet adamları sultanın bu tavsiyesine uymamışlar, büyük oğlu (12 yaşında) II. İzzüddin Keykâvus’u tahta geçirmeyi uygun bulmuşlardı. Bu yıllarda 1243 yılında vuku bulan Kösedağ yenilgisinden beri Türkiye Selçuklu Devleti, Moğollar’a tabi bir devlet konumuna düşmüş bulunuyordu. O sırada Moğol Kaanının tahta geçiş (cülûs) törenine Anadolu’yu temsilen II. Gıyasüddin’in ortanca oğlu IV.Rüknü’d-din Kılıç Arslan gönderilmişti. Dönüşünde Moğol Kaanı ona menşur vererek onu Anadolu’nun (Diyar-i Rum) sultanı olarak gönderdi. Böylece her üç şehzade de sultan olma hak ve yetkisine sahip konuma gelmişlerdir. Bu durum haliyle Anadolu’da ciddi bir krizin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İşte böyle bir durumda ünlü devlet adamı Celâlüddin Karatay (Rum kökenlidir) her üç şehzadeyi aynı anda sultan konumuna getirerek bu krizi aşmaya çalıştı. Karatay üç şehzadenin naibi (Naibü’s-saltana) olarak onlar adına yapacağı her iş ve uygulamada her üç sultandan onay alarak devleti yönetmiş ve başarılı da olmuştur. Bu devreye üçlü saltanat dönemi diyoruz.

Celâlüddin Karatay 1254 yılı Ramazan ayında vefat etmesi ile bu üçlü saltanat devresi sona erdi. II. Alâüddin Keykubad bu tarihten önce ölmüş olduğu için taht mücadelesi diğer iki kardeş arasında baş gösterdi. II. İzzüddin Keykâvus, IV. Kılıç Arslan’ı bertaraf ederek I. Gıyasüd Din Keyhüsrev’in belirlediği devlet yapısını yeniden ihya etmeye çalışıyordu. Anadolu’da Ahi ve Türkmen çevreler bu yönde ona destek veriyorlardı. Bilge bir kişi olan Kadı İzzüddin’i kendisine vezir edinmişti Bu amacına ulaşmak için öncelikle Moğolları Anadolu’dan söküp atmak ve onların Selçuklu Devleti’nin iç işlerine müdahalesini önlemek gerekiyordu. Fakat kardeşi IV. Kılıç Arslan ve destekçileri Moğolların da askeri desteğini yanlarına alarak İzzüddin Keykâvus’u Anadolu’yu terke mecbur ettiler. Böylece IV. Kılıç Arslan l261 (659) yılında Moğolların desteği ile iktidara gelmiş oldu.

Bu olaylardan sonra artık Moğollar Türkiye Selçukluları Devleti’nin yönetimini tamamen kontrolleri altına aldılar Diledikleri şehzadeyi iktidara getiriyor veya tahttan indiriyorlardı. Devletin yüksek kademelerine kendi adamlarını tayin ediyorlardı. Bu yüzden Anadolu’da artık bir Selçuklu Devleti yapısından ve bu yapının uygulamasına ilişkin Selçuklu Devleti’nin iradesinden söz etmek imkânsızdır. IV. Rüknüddin Kılıç Arslan, Hulagu Han’ın menşuru ile Selçuklu tahtına geçtiği gibi Muinüddin Süleyman’ı Pervane, Tacüddin Mu’tez’i Vezir, Fahruddin Ali’yi Sahib ve Hatiroğlu Şerefüddin’i Emirü’l-ümera olarak Anadolu’da görevlendiren de Hulagu Han olmuştur. Demek oluyor ki, bu tarihten itibaren yüksek devlet hizmetlerine tayin edilecek kişileri Moğollar belirliyorlardı.

Bu yeni iktidara karşı Anadolu’nun birçok yörelerinde Ahi ve Türkmen çevreler yeni bir isyan başlattılar. Konya, Karaman, Aksaray, Kırşehir, Sivas Tokat, Çankırı, Denizli ve Uç illerinde baş gösteren bu isyan bu yöneticiler tarafından şiddetli bir şekilde bastırıldı. Devrin yönetim yanlısı tarihçisi Kerimü’d-din Mahmud el-Aksarayî: “mum rüzgar karşısında sönmeye mahkumdur” diyerek memnuniyetini ifade etmektedir.[14] Ahi Teşkilâtı’nın baş mimarı Ahi Evren Hace Nasirü’d-din Mahmud ve beraberindekiler, Kırşehir’deki isyanı bastırmaya memur edilen Nuruddin Caca tarafından kâmilen kılıçtan geçirildiler. Bu isyanların bastırılmasından sonra Ahiler devlet hizmetinden tamamen uzaklaştırılmış oldular.[15] Birçok vilayette Ahiler katliama uğradılar. Bu yeni yönetim döneminde Sultan Rüknüddin Kılıç Arslan’dan alınan bir fermanın hükmüne binaen Ahilerin ellerinde bulunan tekke, hanikah, medrese, işyeri gibi hizmet yerleri ve vakıfları müsadereye tabii tutuldu.[16] Bu durum Ahilerin Uç bölgelere göç etmelerine yol açtı. Bazı Ahilerin Anadolu dışına göçtükleri de görülmektedir. Bu olaylar ayrı bir araştırmamıza konu olmuştur.

I. G. Keyhüsrev zamanında ortaya çıkan bu devlet felsefesi ve huzurlu, mutlu toplum inşa etme düşüncesi zamanla Osmanlılara da intikal etmiştir. Şüphesiz bu düşüncenin Osmanlılara intikalinde Anadolu’daki tasavvufî zümreler rol oynamışlardır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve devletin yapılanmasında Orta Anadolu orijinli üç dinî ve fikrî akım önemli rol oynamıştır. Bunlar Konya’da Sadrüddin-i Konevî’nin (öl. 1274) başlattığı “Ekberiyye” denilen fikir akımı, Ahi Evren Hâce Nâsirüddin Mahmud (öl. 1261) önderliğini yaptığı “Ahi ve Bacı Teşkilâtı” ve Hacı Bektaş-ı Veli (öl. 1271) ve halifelerinin kurduğu “Bektaşi Hareketi”dir. Selçuklu Devleti’nin önde gelen ilim ve fikir adamları olan bu üç zatın kurdukları örgütlerin mensupları Selçuklular zamanında mevcut olan yukarıda bahsini ettiğimiz yüksek devlet düşüncesini Osmanlılara intikal ettirmişlerdir. Osmanlılarda bu düşünce çeşitli dinden ve etnik zümrelerden olan teb’a arasında adaleti tevzi’ etmek suretiyle huzurlu ve güvenli bir toplum yaratma şeklinde kendini göstermektedir. Buna ilave olarak devleti tasavvuftaki “Kutbiyyet Nazariyesi” esasına göre inşa ederek devlete kudsiyyet ve ebed-müddet vasfı verilmeye çalışılmıştır. Sultan Yavuz Selim’in Mısır’ı fethetmesinden sonra Osmanlı sultanları Halife unvanı da alarak devletlerinin kudsiyyetini Halifelik ile de te’yid etmişlerdir.

Bu Siyasetin Toplumsal Etkileri

Türkiye Selçuklularında sözünü ettiğimiz yapılanmanın gerçekleşmesinden sonra Anadolu’da sosyal, kültürel, siyasî ve ticarî alanlarda büyük gelişmelere vesile olduğu görülmektedir. Huzurlu ve güvenli bir toplumun yaratılması çalışmaları öncelikle ticarî alanda büyük gelişmelerin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu da haliyle Anadolu’da sosyal refahın bilimsel çalışmaların ve kültürel faaliyetlerin gelişmesine yol açmıştır.

Bilinen bir husustur ki, Selçuklular zamanında yaz aylarında (Ağustos-Eylül) Orta Anadolu’da Kayseri’de milletler arası panayır yeri kurulurdu. Yabancıların katılmalarından dolayı bu pazara “Yabanlu Pazarı” deniliyordu. XIII. asrın birçok yerli ve yabancı yazarları öneminden ve ününden dolayı bu pazar yeri hakkında bilgi vermişlerdir. Bugün dahi İran’da çok geniş ve çeşitli olan Pazar yerlerine “Kayseriyye” denmektedir. Bu durum Kayseri’deki “Yabanlu Pazarı”nın ünü ve şöhretinin ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.

Bu pazarın kurulduğu yer bugün hâlâ Pazarören diye anılmaktadır. Her sene kurulan bu panayıra İran, Irak, Suriye, Mısır, Kafkasya ve Deşt-i Kıpçak’tan tacirler geliyorlar, getirdikleri malları satıyorlar, ihtiyaç duydukları malları buradan temin edip memleketlerine götürüyorlardı. Mağrip’ten, Venedik ve Bizans’tan gelen tacirler buruda doğu malları (halı, kilim, ipek, bez ve bakır eşya gibi.) satın alıyorlardı.[17] Bu ticari münasebetler vesilesi ile Mağrip’ten (Kuzey Afrika) Anadolu’ya gelip yerleşenler olmuştu. Konya’da buraya yerleşen Mağriplilere mahsus bir mahalle de vardı. Bu mağripliler mahallesinin camii (Mescid-i Meğaribe) bu gün halâ ayaktadır.

Bu dönemde Anadolu’da yoğun bir ticarî faaliyet mevcut idi. Bu ticarî faaliyetlerin sağlıklı yürümesi ve korunması için Anadolu baştanbaşa kervansaraylar ağı ile örülmüştü. Bu kervansarayların pek çoğu hâlâ ayakta duruyor ve hayranlık uyandırmaktadır. Kervan yolları doğudan ve güneyden birkaç güzergâhtan Anadolu’ya açılmakta ve Kayseri’de birleşmektedir. Kayseri’den de birkaç güzergâhtan Akdeniz ve Karadeniz limanlarına bağlanmaktadır. Zekeriyâ Kazvinî “Diyar-i Rum’un (Anadolu’nun) ağır kış şartlarına rağmen kış mevsimlerinde de bu kervan yolları çalışmaktadır. Bu kervansarayları çoğunlukla sultanların hanımları ve kızları inşa etmektedir.” diyor.[18]

O dönemde Anadolu’daki esnaf ve sanatkarların örgütlendikleri görülmektedir. Bunların örgütüne Ahi teşkilâtı (Ahiyân-ı Rum) denmektedir. Bu örgütün kadınlar koluna da Bacı Teşkilâtı (Bacıyân-ı Rum) denmektedir. Bu iki teşkilât da ilk olarak Kayseri’de kurulmuş daha sonraları Anadolu’nun diğer şehirlerinde de örgütlenmişlerdir. I. Gıyasüddin Keyhüsrev, Kayseri’de Ahiler için büyük bir sanayi sitesi inşa etmişti. Otuz iki çeşit esnaf ve sanatkâr burada sanatlarını icra ediyorlardı. Anadolu Ahiliği sanıldığı gibi sadece Selçuklu Türkiyesi’nde Türkmen esnaf ve satakâr çevrelerin kendi aralarında oluşturdukları bir halk kuruluşu değildir. Bu kuruluşun teşekkülünde devletin güçlü himayesi ve yönlendirmesi söz konusudur. O dönemde Anadolu’daki sosyal kültürel, ilmî ve ekonomik şartlar devletin bu yönde tedbirler almasını ve düzenlemede bulunmasını gerekli kılmıştır. Yukarıda ifade edildiği gibi birtakım idarî ve askerî düzenlemeler yanında dinî-tasavvufî örgütlerin (tarikatlar) Ahi ve Bacı teşkilâtı gibi sosyal ve kültürel ve ekonomik nitelikli kuruluşların teşekkülünde devletin öncülük yaptığı görülmektedir. Selçuklular zamanında kurulan bu halk örgütleri Osmanlı Devleti’ni kuruluşunda ve yapılanmasında önemli hizmetler ifa etmişler ve Osmanlı tarihi boyunca varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Bu siyasî düşünce Anadolu’daki dinî ve etnik zümreler arasında geniş bir hoşgörü ortamı yaratmayı gerekli kılmıştır. Devlet böyle bir ortam yaratmaya itina göstermiştir. Bu yüzden o dönemde Anadolu her türlü fikrî, dinî, tasavvufi faaliyetlere açık olmuştur. Muhtelif dinî tasavvufî etnik zümreler, Anadolu’yu duygu ve düşüncelerini tasavvufî ve dinî meşreplerini yaymak için uygun bulmuşlar ve uzak ülkelerden Anadolu’ya göçmüşler ve yerleşmişlerdir. Mevlânâ’nın babası Bahâ Veled, Şems-i Tebrizî meşhur sufî Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadü’d-din Hamid el-Kirmanî, Ebu Cafer Muhammed el-Berzaî Necmü’d-din-i Daye bunlardan birkaç örnektir. Selçuklular zamanında Anadolu’dan doğmuş olan dinî ve tasavvufî hareketlerin bir çoğu (Mevlevilik, Bektaşilik gibi) günümüzde de varlıklarını devam ettiriyorlar.

Prof. Dr. Mikâil BAYRAM

Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 169-17550


Dipnotlar :
[1] Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1928, s. 246.
[2] Bkz. “Selçuklular Zamanında Anadolu’da Bazı Yöreler Arasındaki Farklı Kültürel Yapılanmalar ve Siyasî Boyutları”, S. Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya 1994, Sayı: 1, s. 79-92; M. Bayram, Şeyh Evhadüddin el Kirmanî ve Evhadiye Hareketi, Konya 1999, önsöz, VI-IX.
[3] Bkz. Aksarayî, Müsameretü’l-ahbar, Neşr. O. Turan, Ankara 1944, s. 66-70.; Bedreddin Aynî, İkdu’l-cuman, Neşr. M. M. Emin, Kahire 1407/1987 I, 321-324. Ahmed Eflâkî, Menakıbü’l-ârifin, Neşr T. Yazıcı, I, 485-486. M. Bayram, “Uc Beyi Mehmed Bey Kimdir?”, S. Ü Uluslararası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Tebliğleri, (Konya 11-13 2000) Konya 2001.
[4] Bayram, Evhadiyye Hareketi, s. 23.
[5] İbn Bibi, el-Evamirü’l-alâiyye, Neşr. A. Sadık Erzi, Ankara 1956, s. 88-92.
[6] İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-tarih, Beyrut1386/1966, XII, 440; İbnü’t-Tiktaka, el-Fahri, Beyrut (Tarihsiz), s. 322.
[7] Ez-Zehebi, Devletü’l-İslâm, Mısır 1974, II, 127; İbnü’t-Tiktaka, el-Fahri, s. 322; Ebü’l-Ferec Tarihi, Terc. Ö. Rıza Doğrul, Ankara 1950, II, 518-520.
[8] Mecdüddin İshak’tan oğlu Sadru’d-din Konevî’ye intikal eden ve bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunan kitapların sema’ ve kıraat kayıtlarında daha pek çok ilim ve fikir adamlarının adları geçmektedir. Misal olarak Bkz. 7850, 4868, 4668, 5050 nolu kitaplar.
[9] Letâif-i hikmet, Neşr. G. Yusufî, Tahran 1340, s. 252-253. Bu eserin Kadı Siracüddin Mahmud el-Urmevî’ye nisbeti kat’iyyen yanlıştır.
[10] M. Bayram, Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, İstanbul 2001.
[11] Bu sikke hakkında geniş bilgi için bkz. T. M. P. Duggan, The Face of Sultan Alaeddin Keykubad I. a Unique 13. Century Seljuck Naturalistic Portrait, Turkish Daily News Special, Friday-August 24, 2001.
[12] Menakibu’l-kudsiyye, Neşr. İ. Erünsal ve A. Y. Ocak. İstanbul 1984, s. 40-58.
[13] Bkz. Mikâil Bayram, Baba İlyas-i Horasanî ve “Cihad-nâme” si, Cem Dergisi, Nisan 1997, Sayı: 65, s. 50-52.
[14] Müsameretü’l-Ahbâr, s. 73-75.
[15] Aynı eser, s. 75.
[16] Menakıbu’l-arifîn, II, s. 754-758; geniş bilgi için bkz. Ahi Evren ve Ahi Teşkilâtımın Kuruluşu, s. 115-121.
[17] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Faruk Sümer, “Yabanlu Pazarı”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1985, Sayı: 37.
[18] Asarü’l-Bilâd, Beyrut 1389/1956, s. 531-532.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.