Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Samet Ağaoğlu’nun Gözüyle 27 Mayıs ve Sonrası

1 13.874

Dr. Muzaffer ÇANDIR

Bu yazımızda, Demokrat Parti Manisa Milletvekili ve mecliste bulunduğu on yıl içerisinde (1950-1960) siyaset dünyasının önemli isimlerinden Samet Ağaoğlu’nun gözüyle 27 Mayıs hareketine yol açan olaylar, ihtilâl sırasında DP’lilere yapılan muameleler ve Yassıada’da tarihin ibretle kaydettiği mahkemelerin sonuçları farklı bir bakış açısıyla ortaya konacaktır. Bu yapılırken de mümkün olduğu kadar objektiflikten ayrılmamaya özen gösterilecektir.

Samet Ağaoğlu, 1909 yılında Bakü’de doğmuş, İkinci Meşrutiyet’in ilânındın sonra Türkiye’ye yerleşen babası Ahmet Ağaoğlu’nun arkasından ailesiyle beraber Türkiye’ye gelmiştir. Öldüğü 6 Ağustos 1982 tarihine kadar yakın dönem Türk siyasî ve edebî hayatında kendinden söz ettirmiş önemli isimlerden biridir. Babası Ahmet Ağaoğlu’nun kendisi üzerinde çok açık bir etkisi vardır. Baba Ahmet Ağaoğlu, yalnız Türkiye’de değil, doğum yeri Kafkasya ile İran, Türkistan, Kırım gibi Türk ülkelerinde de Türklük ve İslamlığın kalkınması, hür ve demokratik idarelere kavuşması yolunda kavgalarıyla tanınmış bir yazar, profesör ve politika adamıdır.[1] Baba ocağında Türk siyasî hayatı hakkında belli bir fikir edinen Samet Ağaoğlu, siyasi anlamdaki bastırılmış duygularının çok partili hayata geçilen 1946 yılında ortaya çıkmasına mani olamaz ve yeni kurulan DP’ye ilk katılanlardan olur. “Tahsilimi bitirdiğim gün kafamda ve vicdanımda Türk cemiyetinin sosyal hastalıkları, yaraları hakkında edindiğim inançlar vardı. Bunların nasıl giderilip, iyileştirileceği üzerinde de bir takım sanılara varmıştım. Yaraların teşhisi ve bu sanıların kafamda ve vicdanımda doğarak bir daha değişmeyecek sağlamlıkla yerleşmesinde, babamın etkisi en büyük rehberim olmuştu. Öyle ki Serbest Cumhuriyet Fırkası macerasından sonra profesörlüğü ve gazeteciliği de elinden alınarak, artık hatıralarıyla baş başa bırakılmış babamın yerine mücadele meydanına atılmaya kendimi hazır hissediyor, yarışa girecek atın sabırsızlığı içinde çırpınıyordum”[2]

Samet Ağaoğlu’nun DP’ye girmekte ısrarcı olmasının belli sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, onun DP hareketini yukarıdan inme değil, desteğini halktan alan bir hareket olduğuna inanmış olmasıdır. Ona göre, “Demokrat Partinin doğuşunu sadece bir parti hareketi olarak, tek partili sistemden partili rejime geçiş olarak görmek, tarihini de buna göre değerlendirmek büyük hata olur.”[3] 1852’den 1946’ya kadar memleketimizde 104 parti kurulmuştur. Bunların arasında İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf, CHP gibi iktidar olanlar da dahil, hiç birinin doğuşu DP’nin doğuşuna benzemez. DP’ye kadarki olan siyasî teşekkülleri kuran da, kurduran da asker ve sivil yönetici kadrodur. DP’nin kurulması ise, yönetici kadro ile halkın ilk defa çok geniş ölçüde el ele vermesiyle olmuştur. Bu özellikleriyle DP hareketini, Samet Ağaoğlu bir halk hareketi olarak görür. Demokrat Parti’yi kuran yönetici ve bürokrasi, kurduran halktır. Ayrıca 1924 Anayasasından beri millî hakimiyeti bir türlü ellerine alamayan halk, biraz da II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarının zorlamasıyla çok partili hayata geçilince DP’nin çatısı altında birleşmiş, 1950’den sonra sivil-asker yöneticilere sözünü dinletmeye başlamıştır.

Yine Samet Ağaoğlu’na göre, “DP, şehirlerin büyük işadamları ve nüfuzlu aydınlarına, ilçelerin eşrafına, büyük toprak sahiplerine kadar halkı maddî-manevî baskı altında tutanların teşkilâtı hâline gelmiş ve devleti totaliter bir sistemle idareye alışmış CHP’ye karşı köylü, işçi, esnaf, yeni fikir ve devletçi görüşlerin etkisi altında bulunan genç aydınlar ve bunların aralarında Halk Partisi’nden çeşitli sebeplerle ayrılanların el ele bir ayaklanması olarak doğmuştur.”[4] DP’nin Samet Ağaoğlu’nu çeken bir başka özelliği de ulaşmak istediği idealleridir. Ona göre DP’nin ideali, “Memleketin ve halkın içinde bulunduğu maddî ve manevî şartlarda, ekonominin ve toplumun ulaşmış bulunduğu merhalede, halkı zulümden kurtarmak; yoksulluktan, çaresizlikten ve meskenetten çekip sıyırmak, millet olarak gerçek demokrasinin uygulanabileceği toplum yapısını yaratmak yolunda girişilebilecek hareketin öncüsü olmak emelidir.”[5] Samet Ağaoğlu DP hareketini böyle görürken, halkın da kendisi gibi düşündüğünü bilmektedir. O, hangi sebeplerden dolayı DP hareketinin içinde yer aldıysa, halk da aynı sebeplerden dolayı DP’ye destek olmuştur. Bunu destekleyen bir hatırasını şöyle anlatır:

“1946 yazında Ankara ve ilçelerine bağlı köylerde yaptığım gezintilerden hafızamda bu mistik kader inancıyla ilgili yüzler, sesler, sözler var: Bâlâ’nın bir köyünde köy odasında oturuyoruz. Jandarma çavuşu da yanımızda. Köylü bize, biz onlara sessiz bakışıyoruz. Çavuş:

-Konuşun, diyor. Ne derdiniz varsa söyleyin. İşte beyler sizi dinlemeye gelmişler.

Çavuşun dudaklarında ince, küçültücü, alay eden bir gülümseme. Elindeki kırbaçla çizmelerine hafif hafif vuruyor. Orta yaşlı bir köylü başını salladı:

-Doğru söylersin Çavuş. Fakat beyler gidince şu kırbacı sırtımızda şaklatacaksın!

Yine susuyorlar. Biraz sonra bir başka köylü:

-Ne diyelim beyler, her şeyin bir vadesi var. Bugünkülerin vadesi geldi galiba!”[6]

1950 yılında Manisa milletvekili olarak Meclise giren Ağaoğlu, kısa bir dönem boşta kalmasının dışında 1958’e kadar devamlı olarak bakanlık görevlerinde bulunmuştur. Sekiz yıllık bakanlığı sırasında ülkesinin gelişmesi için çalışmıştır, yaptığı hizmetlerle Menderes yönetiminin çalışma temposuna çok rahat ayak uydurmuş, bu dönemde namuslu ve çalışkan bir bakan görüntüsü sergilemiştir. Menderes’e olan saygısı hiçbir zaman körü körüne olmamış, onun yanlışlarını çekinmeden söyleme cesaretini her zaman göstermiştir.

İyi bir hatip olduğu için mecliste muhalefetin tenkitlerine Menderes’ten sonra hep o cevap verir. Bu yüzden ona partinin veya Menderes’in vurucu gücü ismi verilir ve muhalif vekiller, gazeteler ve dergiler tarafından bir çok haksız tenkide uğrar. Onun bu özelliği tutuklandığı Yassıada mahkemelerinde de gündeme gelmiş, Menderes’in aleyhinde bulunmadığı için idamla yargılanıp müebbet hapis cezası almıştır. Ağaoğlu, 1958 yılının nisan ayında tedavi için Londra’ya gitmiş, bu tarihten sonra bir daha bakanlık istememiştir. 27 Mayıs 1960’a kadar da DP milletvekili ve GİK üyesi olarak görevini sürdürmüştür.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’yı saran demokratikleşme havasından etkilenen Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri çeşitli görüşlerin mecliste temsilini sağlayan birden çok partinin bulunmasına olanak veren yenilikleri yapmak zorunda kalırlar. Bunu yaparlarken “belki de, büyük kısmı okuyup yazma bilmeyen halkın polis, jandarma ve askerle temsil edilen iktidara karşı durmalarının mümkün olamayacağını”[7] düşünürler. Fakat halkın çoğunluğunun muhalif saflarına kayması Halk Partisi’nde panik oluşturmuş, seçim kanununun bir boşluğundan faydalanarak “açık oy, gizli sayım” yolu kolayca uygulanarak 1946 seçimleri iktidar tarafından tekrar kazanılmıştır. Aynı oyunu dört yıl sonra deneme cesareti gösteremeyen iktidar, 1950 yılında yapılan genel seçimleri büyük bir farkla kaybetmiştir.

Bu durumu hazmedemeyen eski iktidar yeni muhalefet CHP, büyük kısmı okuma yazma bilmeyen halkın aldatılmış olduğu tezini ileri sürmeye başlar. “Bu edebiyat her gün yeni bir renk, yeni bir şekil alarak ve şiddetini durmadan artırarak on yıl sonra ‘cahil çoğunluğun hakimiyetine karşı aydın azınlığın direnme hakkı’ sloganına varacak ve 1924 Anayasası yerini bu direnme hakkını hukûkîleştiren 1961 Anayasasına bırakacaktır.”[8]

1950-1960 arası Büyük Millet Meclisi cahil çoğunluk-aydın azınlık feryatları ve iktidar-muhalefet tartışmalarının zaman zaman şiddetli fırtınalarıyla dolup taşar. Bu fırtınalar arasında 27 Mayıs gelir ve bu suretle demokrasi tarihimiz; “Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir millet meclisinin doğurabileceği en fena sonuçlar en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir”[9] düşüncesinin doğruluğuna tanık olur.

Bu gerçek Mustafa Kemal’in Millî Mücadele’yi yalnızca ordularla yapmayarak davasını millet meclislerinden oluşan TBMM eliyle yürütme kararının isabetini bir kere daha gösterir. Dolayısıyla 27 Mayıs İhtilâli’nin, Atatürk’ün Millet Meclisi’ni ön plana çıkartma düşünce ve gayretine vurulmuş bir darbe olduğu söylenebilir. Atatürk, Millet Meclisi’ni her zaman devleti oluşturan kurumların en üstünde görmüş ve göstermiştir. Zaferlerin olduğu kadar yapılan inkılapların şerefini de ona mal etmiş, ilhamların kaynağını millet, uygulayıcısını da Millet Meclisi olarak ilan etmiştir. Yapılan büyük işleri anlatan konuşmalarının hepsinde kendisine ayırdığı yer, milletin ve Millet Meclisi’nin bir köşesinden ibarettir. Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs 1960’ta yapılan askerî ihtilâl, Atatürk’ün, meclisin saygınlığı ilkesine vurulmuş bir darbe olmakla beraber, 1961 Anayasası ile bütün gücü kendinde toplamış bir meclis sisteminin doğurabileceği zararları önlemeyi hedef alan yeni kurumlar getirmiş bu da meclisin etki alanının daralmasına neden olmuştur.

1961 Anayasası ile ordunun devlet yönetiminde etkili hâle gelmesi yani devleti temsil eden bir kuruma, başbakanlığa bağlanması Bayar’a göre bin yıllık bir geleneğin canlandırılması olarak algılanır. Çünkü Türk devlet yönetimi geleneğinde saray-medrese-ordu üçlüsü vardır. Bu gelenekte ordu ve medrese halkı temsil eden yani bir denetleme gücüdür. Saray da kanun yapma ve yürütme gücü. Atatürk, sarayın yerine kanun yapma ve yürütme gücünü Millet Meclisi’ne, ordunun ve medresenin denetleme gücünü de o zaman kabul ettiği seçim sistemine göre ikinci seçmenlere vermiş; devleti bu yoldan halka götürmüştür. Bu konuyla ilgili olarak Ağaoğlu, babasının bu durumu tenkit ettiği şöyle bir hatırasına yer verir:

“Bir devlette sorumsuz bir müessese olamaz. Her müessesenin sorumlu bir makama bağlı olması gerekir. Bu gün Gazi Cumhurreisi, Fevzi Paşa Genel Kurmay reisi, İsmet Paşa hükümet reisi olduğu müddetçe bir mahzur akla gelmeyebilir. Ama kanunlar şahıslara göre yapılamaz. Günün birinde Genel Kurmay Başkanı bir darbeye teşebbüs etse onun böyle bir harekete hazırlanışını görememiş makam olarak kimi sorumlu tutmak mümkündür? Cumhurreisi olamaz, çünkü zaten sorumlu değildir. Millî Müdafaa Vekili veya Başvekil, bize bağlı değildi ki kontrol edebilelim demek mevkiindedirler. Bunun içindir ki bu madde muhakkak değişmelidir.”[10]

Askerin bir daha yönetime müdahale etmemesi yönünde yapılan bu uyarıların etkili olmadığı, Bayar’ın desteklediği kanuna rağmen bağlı olunan kurumu da hiçe sayarak ihtilâl yaptıklarını 12 Eylül 1980 vb. hareketler göstermiştir.

Burada Samet Ağaoğlu’nun, 27 Mayıs 1960 sonrası üç insanın yargılanarak idam edilmesinin arkasında İsmet İnönü’yü görmesi üzerinde biraz durmak gerekir. Ona göre İnönü; siyasi hayatı boyunca birçok fırtınaların arasından geçmiş, yollarını hep bulmuş birisi olmasına rağmen bu faciayı neden önleyemediği sorusu kafalardan hiç çıkmamıştır. 1964 Ekimi’nde hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra Sefa Kılıçlıoğlu’nun matbaasındaki odasında Erol Simavi ve Metin Toker’le birlikte otururlarken Toker’e şunları söyler:

“Evet, Paşa idamlardan önce Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı fikir, siyaset ve üslup bakımlarından gerçekten kuvvetli bir mektupla idamların yapılmamasını istedi. Ama bu isteğini Türk milletine ve dünyaya ilan etmedi. Bu ilanı yapsa idi komite o üç idamı katiyen tasdik etmezdi, hatta Aydemir grubunun rivayet edilen baskısına rağmen tasdik etmezdi. Talat Aydemir komiteye idamları tasdik ettirecek kadar kuvvetli olsa idi bizzat İnönü hükümeti zamanında tenkil edilerek asılabilir miydi.”[11]

Bu sorularına cevap alamayan Ağaoğlu, İnönü’nün çok kinci birisi olduğunu hatırlayıp, Toker’e o zaman söyleyemediği düşüncesini, hatıralarını yazdığı Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri isimli kitabında, “Acaba idamları önlemek için İsmet Paşa’yı daha çok gayret göstermekten alıkoyan oğlu Ömer İnönü için yapılmış seviyesiz bir ihbarı Menderes’in ciddi bir tahkikat konusu olarak ele almış bulunmasından doğan hisler miydi?”[12] diye sorar. Sonuçta Ağaoğlu, İnönü’yü, isteyerek veya istemeyerek 27 Mayıs’ı tahrik edenlerin başındakilerden birisi olarak görür.

27 Mayıs ordu içinde bir cuntanın eseridir. Onu bütün ordunun eseri gibi göstermek doğru değildir. Ama cuntaya böyle bir işe girişmek cesaretini veren ve iki saatte başarıya ulaşmasını sağlayan köklü sebepler vardır. Bunların üzerinde uzun uzun duran Ağaoğlu’na göre Demokrat Parti, halkın asker-sivil yöneticilerle el ele vermesi sonucu iktidar olmuştur. Yeni iktidarın başları büyük kısmı itibariyle yine eski kadrodandır. Fakat halk kendi iradesini hem yeni idarecilere hem de devlet bürokrasisine hissettirmiştir. Bu şekilde devlet bürokrasisi tek parti baskısından kurtulurken, halktan gelen baskının altına girer. Bu baskı zamanla kendisini gittikçe artan bir kuvvetle gösterir ve gösterdiği nispette de asker-sivil bürokrat sınıf, görünüşte DP iktidarından, gerçekte ise halkın baskısından, yani demokrasiden şikayetçi olmaya başlar. Sonunda halkın baskısından kurtuluşu, halk iradesine dayanan iktidar kavramına karşı çıkmakta bulur. “İşte 27 Mayıs, her şeyden önce 1946’dan evvelki bütün hareketler gibi yine asker-sivil bürokrasinin tek başına, halkla ilişkisi bulunmayan bir davranışından başka bir şey değildir.”[13] Bu hareketin belli başlı edebiyatı ise “ocak-bucak başkanlarının tahakkümünden bıktık, cahil çoğunluğa dayanan iktidardan çektiğimiz yeter” gibi cümlelerdir.

Samet Ağaoğlu’nun 27 Mayıs 1960 İhtilali’ni tahlil eden yazıları bugün bile önemini korumaktadır. Çünkü o, olayların merkezinde yer almış, hiçbir nakle gerek kalmadan doğrudan yaşadıklarını anlatmıştır. Ona göre ihtilali ayakta tutan dört ana unsur vardır; yani ihtilal, dört sacayağı üzerinde durmaktadır. Bunlar sırasıyla asker-sivil bürokrasi, basın ve üniversitelerdir. Bunları ayrı ayrı inceleyen Ağaoğlu, asker için şunları söyler:

“Devlet yönetiminde sivil bürokrasi Tanzimat’tan bu yana belirmişken, askerî bürokrasi Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan beri mevcuttu ve bu tarihi kök ona ta 1950’ye kadar süren imtiyazlı bir yer sağlamıştı. Hükümdar, yeniçerilik kaldırılıncaya kadar bir numaralı yeniçeriydi. Saltanat kaldırılıncaya kadar da doğrudan doğruya başkumandan. Padişah ve hanedanın erkekleri hep asker idiler. İmparatorlukta Batı anlamında devlet teşekkülleri kuruluncaya kadar sivil bürokrasi yoktu.”[14] Askerî bürokrasinin DP iktidar oluncaya kadar her zaman imtiyazlı durumunu koruduğuna dikkat çeken yazar, bu durumun askerler arasında da çeşitli iç çekişmelere yol açtığını; Genç Subay Pilotlar Birliği ve Genç Kurmay Subaylar gibi genç subayların yaşlı generalleri devreden çıkarmak isteyen mektuplarını örnek göstererek ortaya koyar. Bu genç subaylar DP iktidarından orduda geniş bir tasfiye yapılmasını, ordunun yalnız savaş zamanlarında değil barışta da memleket yönetiminde söz sahibi olmasını istemişler, yaşlı generaller de kendilerinin sahip oldukları konumlarının değiştirilmemesini, çünkü subayların devlet memuru sayılamayacaklarını beyan etmişlerdir.

Bu isteklerin hepsini yerine getiremeyen DP iktidarı ordu üzerindeki çalışmalarını daha çok teknik konularda yoğunlaştırmış, ordu da 27 Mayıs’ı gerçekleştiren cuntacılara topluca ses çıkarmayıp askeri rejimi kabul etmek zorunda kalmıştır.

Sivil bürokrasiye gelince; bunlar askerî bürokrasiye göre hiç aktif rol almamışlar, yalnızca darbeyi desteklemişlerdir. Yazar bunun sebebini şöyle açıklar: “Sivil bürokrasiyi en çok sıkan, mevcut bütün partilerin her yıl ve her yılın hemen hemen her haftasına rastlayan köylerden şehirlere kadar kongrelerinde memurlar hakkında söylenen sözleri, yine her partinin ocak idare kurulu üye ve başkanlarından derece derece il idare kurulu üye ve başkanlarına kadar hükümet makamlarının kapılarını bu siyasî sıfatları ile durmadan çalmaları, istediklerini yaptırmak için her vasıtaya başvurmaları idi. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra bu hâli yalnız Demokrat Parti teşkilatına mal ettiler. Gerçekte ise Halk Partisi ve öteki muhalefet parti teşkilatları da aynı dalgalanmada idiler. Memurlar mahalli partileri yönetenlerin bu baskısından yoruluyor, bizar oluyordu. Bu yöneticiler de yine kendilerini aynı yollarla sıkıştıran halkın vasıtalarından başka bir şey değillerdi.”[15]

Tek parti hakimiyetinin baskısından bıkmış olan sivil bürokrasi, 1950’den sonra parti yerine halkın baskısı altına girer. Aslında bu durum demokratik sistemin gereğidir fakat biraz ileri gidilmiştir. Aynı şey bugün de geçerlidir. İşte sivil bürokrasiyi halk iradesine dayanan rejimden biraz soğutan ve 1950’de halka verilen desteğin 1960’da halktan çekilmesinin en önemli sebebi budur.

Basına gelince, basın bir yandan geniş manası ile yönetici kadrodan, dar manası ile yönetilenden yani halktan bir parçadır. 1945 yılında açılan hürriyet kapısından yalnız demokrasi ideali ile ilgili fikirler değil, her çeşit ideoloji geçti. Bu akımların kendi düşünceleri gerçekleşinceye kadar her iktidarın aleyhinde olacakları normaldi. DP iktidarının komünizm ve faşizmle mücadele etmesi üzerine bu düşünceleri savunan kalemler, bütün gücüyle muhalefete geçmişlerdir.

Daha sonra bir çok gazete iktidarın hizmetlerini kendi düşüncelerine aykırı bulup tenkite başlar. Bunların bir kısmı 1950 öncesi DP’yi tutan gazetelerdir. Ağaoğlu, bunların bir kısmının tenkidin dozunu ayarlayamayıp kişisel hakaretlere vardırdıklarından yakınır. Şimdiki ifadeyle o zaman da bir kısım medya, hem menfaatleri gereği, hem de savundukları düşüncenin DP iktidarda durduğu müddetçe ön plana geçemeyeceğini düşünüp millî irade kavramının karşısına dikilmiştir. Bu tip gazetecilerden son derece rahatsız olan Ağaoğlu, düşüncelerini şöyle ifade eder:

“6-7 Eylül olayları ile 18 Nisan olayları üzerine ilan edilen sıkı yönetimlerle Demokrat iktidarın son ayında kurulmuş Meclis Tahkikat Komisyonu’nun kararları dışında kapatılmış tek gazete ve dergi yoktur. 1950’de milli iradenin hararetli taraflısı gazetecilerin 1960’da aynı iradenin karşısına geçmelerinde, resmî ilanlar gibi şahsî menfaatler konusunu bir tarafa bırakarak söylüyorum, belli başlı sebep, kökü dışarıda ideolojilerle kendi görüşlerini, fikirlerini hakikatin ta kendisi sayan ve sanan zihniyettir. Yoksa Demokrat iktidar gazetecileri ve basını hatta zaman zaman devlet kavramı ile bağdaşması güç bir şekilde karşılamış, bizi daha sonraları çoğunluk istibdadı kurmakla suçlayan bazı gazetecilerin istemedikleri bakanları değiştirmiş, yine onların istediklerini bakan yapmıştır.”[16]

Basının durumu ile ilgili DP milletvekili Rıfkı Salim Burçak şöyle ilginç bir hatırasını nakleder. “Başbakan, basın ile ilişkilerimizin çok düzgün olduğuna işaret ederken insanı memleket hesabına derin derin düşündüren sözler söyledi. Gazeteciler kendisine: ‘Siz gazetecileri gözetin, bize yardım edin, biz yapılacak zamları ucuzluk şeklinde de göstermesini biliriz!’ Bu sözleri gülerek söyleyen başbakan: Demek ki şimdiye kadar ucuzluğu pahalılık gibi gösterdiklerini de itiraf etmiş oluyorlar. Nerelerden gelip geçmişiz, artık anlayın”der.[17]

İktidarları süresince üniversitelerin gelişmesi için çalışmış ve yeni bir çok üniversitenin açılmasını sağlamış olan DP, ihtilal olduğu zaman bir çok doçent ve profesörlerin ihtilalcilerin yanında yer almasını anlayamamıştır. Ağaoğlu üniversite hocalarının 28 Mayıs günü yani darbeden bir gün sonra yazdıkları raporla iktidarı Anayasayı ihlal etmekle suçlarken, kendilerinin yeni bir anayasa yapılması tekliflerini çok büyük bir çelişki olarak görür ve “Neden millî iradenin aleyhine çıkarak bu iradeyi parçalayan, zayıflatan yeni bir anayasanın ilk sözcüleri oldular? Sorusuyla bu çelişkiye dikkat çeker.

DP iktidarına karşı çıkan üniversite hocalarını Samet Ağaoğlu şöyle tasnif eder: “Şimdi üniversite profesörlerinin bir kısmını millî iradenin hakimiyet esası aleyhine döndüren sebepleri kendi ölçülerimize göre kısaca görelim: Bahis konusu profesörleri dört grupta toplayabiliriz.

  1. Sol eğilimli olanlar: Bunlar 1950’de açılan hürriyet kapısından faydalanarak asıl hedeflerine kolayca varabileceklerini düşünmüşler, Demokrat iktidarı bu bakımdan tutmuşlardı. Fakat yeni iktidarın ileri sağ ve sol akımlara karşı tutumu belirince aleyhe döndüler.
  2. Şahsî kavgalarını ön planda tutanlar: Bunlar profesörlük, dekanlık, rektörlük rekabetlerinde iktidardan kendi lehlerine istedikleri desteği bulamayınca yüz çevirdiler.
  3. Tıpkı bazı gazeteciler gibi kendi görüşlerini en doğru sayarak iktidara kabul ettirmek isteyip, bunu başaramayınca küsenler.
  4. 27 Mayıs’tan önceki üniversitelerle ilgili 18 ve 28 Nisan gibi bazı olaylar karşısında hassasiyet gösterenler.”[18] Yazar yalnızca bunların içinde dördüncü gruba dahil ettiği kesimi haklı bulur ve burada Menderes’in profesörlere topyekûn “kara cüppeliler” demesine üzülür.

Bu değerlendirmelerde bulunan Ağaoğlu, son düğümü de çözmek için şu soruyu sorar: “Madem ki 27 Mayıs, asker-sivil bürokrasinin elini 1950’de verdiği halktan çekmesidir. O halde halk neden bu harekete karşı çıkmamış veya çıkamamıştır? Neden bu hareketi neticeleri ile beraber kabul etmiştir?

Yazara göre Türk toplum yapısı henüz yeterince uzvileşmemiş, yani maddî kuvvetin karşısında gerektiğinde dikilebilecek manevî bağlar henüz örülememiştir. İhtilal sonrası DP’lileri Yassıada’da toplayan askerler halktan gelebilecek tepkiden çekinmişler, adanın etrafında çok büyük önlemler almışlardı. Böyle bir durumda halkı hareketsiz bırakan en önemli faktör, halkın bağlı bulunduğu mist ik kader inancıdır. Halk bu düşünceyle yapılanları demokrasinin bir gereği gibi görmüş, olanları DP’lilerin kaderi saymıştır. Düşüncelerini böyle ifade eden yazar, Demokrat Parti ve Menderes’in bütün kuvveti yalnız halkta aramasını yanlış bulur.

Bu hazırlayıcı faktörlerle her an ihtilal yaklaşırken, Menderes, açıkça seslendirilen ve kendisinin de şüphelenmeye başladığı ihtilal endişesini yok etmek için Anadolu gezisine çıkar. Eskişehir havaalanında gördüğü manzara oldukça endişe vericidir. “Menderes o akşam valinin arabasıyla havaalanından ayrılırken, meydanın çıkış yerinde toplanan yirmi beş kadar subayın önüne geldiğinde subaylar keskin bir dikkat komutu ile arkalarına dönüp ellerini bilekten sallayıp edep dışı bir harekette bulunurlar ve hızla oradan uzaklaşırlar.”[19] Aslında ihtilal o saatte başlamıştır.

Nihayet 27 Mayıs İhtilâli olur. Bütün DP’lilerle beraber onlara yakın olan bürokratlar birer birer evlerinden alınıp Harbiye’ye getirilirler. Harbiye’nin genel görüntüsünü Rıfkı Salim Burçak şöyle anlatır: “Kapının önünde birikmiş olan yüzlerce subayın kahkaha, gürültü ve bağrışmaları ta uzaklardan duyulmakta idi. Eli silâhlı bir kuvvet on yıldan beri memleket idaresinin başında bulunan insanları kolayca toplamış olmaktan ileri gelen bir sevinç dalgası içinde çalkalanıp duruyor ve bu manzara bir savaş sonunun zafer şenliğini andırıyordu. Harbiye’nin önü bu hâliyle, oraya getirilenler için sadece korkunç değil, aynı zamanda çok tehlikeli idi.”[20]

Samet Ağaoğlu da 27 Mayıs sabahı diğer DP’liler gibi evinden alınıp Harbiye’ye getirilir. Getirilişi ve orada geçirdiği günler hakkında hatıralarında pek bilgi yoktur. Yalnız ablasının anlattığına göre Samet Ağaoğlu’nun ve ablasının evlerinin aranması için emir çıkartılmış, didik didik edilen evde yazılı belge ve para aranmıştır. “Ev o kadar alt üst edilerek aranır ki, gümüş çatal bıçak takımın kutusunun kapitoneleri, çalışan kadının çocuğunun şiltesi bile sökülür. Evrak ve dolar arayanlar dolar bulamaz, evrak olarak da merhum kardeşleri Abdurraman’ın Türkçe ve kocasının İngilizce mektuplarını götürürler.”[21] Bu aramalar sırasında Samet Ağaoğlu’nun günlük olarak tuttuğu birçok hatıra defteri de kaybolmuş, hapisten çıktıktan sonra bulmaya çalışmışsa da sonuç alamamıştır.

Ağaoğlu’nun anılarında yer vermediği, 27 Mayıs günü Harbiye’de toplanış süreci ile bağlı olarak, yakın arkadaşı Rıfkı Salim Burçak, hatıralarında Samet Ağaoğlu ile ilgili şu izlenimini anlatır. “Gerçekten de bazı arkadaşlarımız Harbiye kapısının önünde sille tokat dövülmüşler, pek ağır hakaretlere uğramışlardı. Bunların arasında ciddi bir ölüm tehlikesi geçirmiş olanlar da vardı. Bu ağır saldırılara maruz kalan bir arkadaşı (Samet Ağaoğlu) bu tarihten on gün sonra Harbiye’de kendisi ile karşılaştığımız zaman vücudunun, 27 Mayıs gününden kalma ağrılar ve sızılar içerisinde olduğunu anlatarak bana yaralı bacağını gösterdi”[22] Ayrıca daha ileri gidilip Ankara Merkez Komutanı Cemal Madanoğlu tarafından ilginç bir teklif öne sürülür. Madanoğlu, “iktidar mensuplarını Harp Okulu’nda topladıklarının ertesi günü, bunların üçer-beşer Harp Okulu’ndan evlerine yürüyerek gönderilmesini ve halk tarafından linç edilmesini düşünür ve bu düşünce ile Şemi Ergin ve Sıtkı Yırcalı’yı evlerine gönderir.”[23] Fakat MBK’nın uyarısı sonucu bu davranıştan vazgeçilmiştir.

Samet Ağaoğlu’na göre 27 Mayıs, her şeyden önce 1946’dan evvelki bütün hareketler gibi yine asker-sivil bürokrasinin, tek başına, halkla ilgisi bulunmayan bir davranışından başka bir şey değildir. 27 Mayıs’la, 1950’den beri halkın güdümüne giren sivil-asker bürokrasi ve parlamento bu etkiden kurtulmuş, halk tekrar yönetimde tesirsiz hâle getirilmiştir. Özellikle “1961 Anayasası’yla meclislerin ve hükümetlerin yanında, fakat halkın seçmediği, hükümeti fiilen kontrol eden, ona istikamet tayin eden, hiçbir murakabeye tâbi bulunmayan MGK, Yüksek Hakimler Kurulu gibi müesseseler, yine kontrolden tamamen uzak üniversite, radyo gibi teşekküller yaratılmıştır. Bu, gerçek hakimiyet yerine sivil-asker bürokrasi hakimiyetidir.”[24]

27 Mayıs’tan yirmi gün sonra 17 Haziran’da Samet Ağaoğlu Ankara’dan son kafile ile beraber Yassıada’ya getirilir. Samet Ağaoğlu’nu Salih Coşkun, Nedim Ökmen ve Ahmet Salih Korur ile birlikte üst koridorda iki buçuk metre boyunda, iki metre eninde küçük bir odaya yerleştirirler. Samet Ağaoğlu bu odada, isimleri değişse bile sayıları değişmeyen diğer üç arkadaşıyla birlikte tam iki ay dışarı çıkamaz. Ondan sonra haftada üç gün ancak yirmişer dakika dışarıda dolaşabilirler. Bu uygulama mahkemelerin başladığı güne kadar böyle devam eder.

Burada 27 Mayıs İhtilali’nin simgesi olan Yassıada ile ilgili Ağaoğlu şunları söyler: “Devirdiklerini ilk günlerin alev ve kasırgaları arasında yakıp boğmayan ihtilal; dehşet, heyecan ve heybetini hasmını böyle bir kayaya getirip bağlamak suretiyle ispat etmek akıllılığını hem de bir sanatkâr ustalığı ile gösterebilmişti.

Yassıada, 27 Mayıs’ın hatırasını ölümsüzleştiren öyle bir abide olmuştur ki mimarı veya heykeltıraşı mahir bir el, yahut inanılmaz bir ölçü kabiliyeti değil, ironik olduğu kadar unutulmak vehmi içinde uyanık bir seziş duygusudur.

Yassıada şimdi üstünde tel örgüler içine alınmış dört yüzden fazla siyaset adamı, çevresinde nöbet gezen harp gemileri, yakaları kırmızı şeritli, siyah cüppeli hakimleri, süngülü, tüfekli, tabancalı muhafızları ile İstanbul’un geçmiş devirlerinden bir parça hâlinde Marmara’nın sularında yükseliyordu. Adeta, büyük bir zelzeleden sonra deniz ortasında birden meydana çıkmış bir kaya idi. Dünyanın gözleri ona çevrilmişti.”[25]

Kendileri fark etmeseler de yapılan uygulamadan üst koridorda kalanların idamlık mahkûmlar olduğu bilinmektedir ve buraya uygulanan rejim Ankara tarafından belirlenmektedir. Bu rejimin onu en çok rahatsız eden tarafı, ruhlar üzerinde yaptığı psikolojik baskıdır. “Meselâ günün birinde koridorların Heybeliye bakan pencerelerini, dışarıyı görmeyelim diye, koyu sarı renge boyadılar. Bir başka gün kapılarımıza çengel taktılar. Bazen hazırlanın, havalandırmaya çıkılacak, diyorlar. Fakat uzun süre bekledikten sonra vazgeçiyorlardı”[26] diye anlattığı bu tür davranışları, Samet Ağaoğlu onur kırıcı bulur.

Yassıada mahkemeleri sırasında Samet Ağaoğlu’nun başından geçen en ilginç olay, Salim Başol’a meşhur gafı yapmaya mecbur bıraktığı savunmasıdır. Anayasayı ihlâl davasında sorgu sırası kendisine gelen Ağaoğlu; “Neden Halk Partisi malları hakkındaki kanunu, neden Kırşehir Kanunu’nu savundun veya bunlara karşı durmadın?” sorusuna karşı: “Şimdi ben bu teşriî işlerinden sorumlu muyum? O hâlde neden burada yalnızım? Kırşehir Kanunu’na oy veren, Halk Partisi Malları Kanunu’nu savunan Fethi Çelikbaş nerede, ötekiler nerede, onların hesabını ben mi vereceğim?” diye sorar. Başol yalnız Yassıada’yı değil, 27 Mayıs’ı özetleyen ve bütün dünya hukukçularınca “tatsız gaf” diye hatırlanacak olan şu cevabı verir: “Onu bana değil, sizi buraya tıkan kuvvete sorun”[27]

Başol, bu sözü ile, kedisinin bir ihtilâl mahkemesi başkanı olup, ihtilâlcilerin isteklerine boyun eğdiğini açıkça ifade etmiştir.

  1. Anayasayı ihlâl etmek.
  2. Dikta rejimi kurmak isteyenlere yardım etmek.
  3. İktidarı maddi menfaat sağlamak için kullanmak.
  4. Vatan cepheleri kurmak suçlamalarına maruz kalmış, kendinden ziyade DP Dönemi’ni savunarak, yapılan bütün ithamlara cevap vermiştir. Daha sorgulama döneminden başlayarak; DP, Bayar ve Menderes aleyhine konuşması istendiği hâlde bu konuda zerre kadar döneklik göstermemiş, sonuna kadar bunları desteklemiştir.

İkinci maddedeki suçlamaya karşı Hamdi Ragıp Atademir herkesi rahatlatan şu açıklamayı yapar: “Diktatör bir felaket veya saadeti istismar ederek harekete geçen dar bir kadroya, ordu ve gençlik teşekküllerine dayanır. Elinde organize kuvvetleri ve basını vardır. Seçimden, grubundan, basından, muhalefetten, çekinen bir hükümet diktatör değildir. Demokrat Parti iktidarı seçimlerle iş başına gelmiş insanların iktidarı idi. Şayet zaman zaman sözde kalmış, sert tedbirler düşünülmüş bile olsa, bu muhalefetin yaptığı şiddetli tahriklerin tesiriyle olmuştur.”[28] Bu ve bunun gibi tarihe geçecek derecede mükemmel savunmalar yapılır fakat hiçbiri sonucu etkilemez.

27 Mayıs’tan yaklaşık bir yıl yüzon gün sonra 14 Eylül 1961’de mahkeme kararları okunur. Sanıklar duruşma salonuna grup grup getirilip kararlar yüzlerine okunur. On üçüncü grupta bulunan Samet Ağaoğlu’na müebbet ağır hapis cezası verilmiştir. Daha hafif bir ceza bekleyen Ağaoğlu, buna üzülürken, yakınları idam verilmediği için sevinirler.

27 Mayıs sabahı Ankara’da Harp Okulu’na girerken kendi kendine: “Acaba sağ çıkacak mıyım?” diye soran, aynı soruyu Yassıada’ya çıkarken de düşünen Samet Ağaoğlu, şimdi de bir başka yere, İmralı’ya, elleri kelepçeli olarak aynı düşüncelerle götürülür. Bir süre sonra da Kayseri cezaevine topluca gönderilirler. Burası bilhassa ilk günleri oldukça sıkıntılı bir yerdir. Burada hücreye kapatılan Ağaoğlu ve arkadaşlarının kaldıkları yerler ablasının ifadesiyle iki metre boyu bir metre eni olan hücrelerdir. Bu hücrelerin alaturka helâları da içerdedir ve yemekler kapının altından atılmaktadır. Bu durum Samet Ağaoğlu’nun sinirlerini müthiş bozar. “Hücredeki Adam” isimli hikâyesini burada yazar ve yaşadıklarını anlatır. Kendi kaleminden kaldığı yerin tasviri şöyle yapılır: “Burası aşağı yukarı beş adım uzunluğunda, üç buçuk adım genişliğinde bir delikti. Duvarlar yerden yarıya kadar açık mavi yağlı boya ile boyanmış, üst yanı yeni badanalanmıştı. Aynı mavi renkte kapının yanında üstü açık alaturka abdest yeri, yatağın karşısında da lavabo vardı. Kerevetin başucundan iki metre yüksekte, küçük, demir parmaklıklı, dar bir pencere…”[29]

Aynı hapishanenin hamamı da benzer şekilde tasvir edilir. “İçinde aylardan beri yaşadığı hücre bölümünü de ilk defa görüyordu. Uzun, dar, pencereleri tavana yakın yer, karanlık bir koridorda yangına kilitli kapılar vardı. Her kapının üstünde de yine dışarıdan açılıp kapanan, bir el geçebilecek büyüklükte bir delik. Koridorda ıslak ayak izleri görülüyordu. Bunlar kendinden önce gidenlerin olacaktı herhâlde. Koridorun sonunda sağa saparak yürüdüler. Burada da sıra ile hücreler. Son hücrenin yanındaki açık kapıdan, bir yanı tuvalet, bir yanı sadece bir duş yeri başka bir hücreye girdiler. Gardiyan; ‘musluğu açınca sıcak su gelir, on dakika akar buna göre davran’ diyerek kelepçelerini çıkardı; kapıyı dışardan kilitleyerek gitti.”[30] Orada 1963 yılının sonuna kadar kalan yazar hatıralarının bir kısmını da burada kaleme almıştır.

Başta ablası Süreyya Ağaoğlu olmak üzere bütün ailenin yoğun çabaları sonucu Samet Ağaoğlu’nu hastalığı sebebiyle İstanbul Toptaşı Cezaevi’ne naklederler. Burada hem mahkumiyet şartları iyileşmiş, hem de yakınları ile görüşmesi kolaylaşmıştır. Bir kaç ay sonra da koalisyon ortaklarının anlaşmasıyla aralarında Samet Ağaoğlu’nun da bulunduğu pek çok eski DP’li, kamu haklarından yoksun bırakılmak suretiyle serbest bırakılırlar.

Buraya kadar meydana gelen olaylar ve öncesi Ağaoğlu’nun bakış açısına göre ele alınmıştır. Bu son kısımda genel bir değerlendirme yapılacak olursa Osmanlı Devleti’nden beri Türk vatandaşı devlet yönetimine katılmamış, mecliste görülen hür ve demokratik hava, barıştan sonra yerini otoriter bir idareye terk etmişti. Egemenlik sultandan alınmış fakat halka bir türlü geçmemişti. CHP kendisini Milli Mücadele’yi kazanan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin devamı gibi kabul edip, yeni devletin rakipsiz tek sahibi gibi görüyordu.

Kurtuluş Savaşı’nı takip eden günlerde Avrupa’da itibar gören tek partili otoriter idare, 1925 yılından sonra içerde de tam anlamıyla hüküm sürmüş, birinci meclisin demokratik havası kaybolmuştu. Milli Mücadele’yi halkla beraber yapanlar daha sonra halkı bir kenara iterek memleketi idare etmiş, “halka rağmen halk için” prensibini uygulamışlardır. Tek parti yönetiminin dört duvar arasında tespit ettiği adayların tamamının milletvekili olarak meclise geldikleri bir yerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir.

Bunları söylemekle bu dönemde yapılan olumlu işlerin göz ardı edildiği anlaşılmasın. Yalnız konuya rejim açısından baktığımızda Batı dünyasının koyduğu ölçülere göre bizdeki yönetimin adı otoriter yönetimdir. Bu anlayışın devamında CHP yöneticileri, devleti kendilerinden başka hiç kimsenin idare edemeyeceği görüşünü benimserler. Bu anlayış teoride 1946, pratikte de 1950’ye kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra DP’nin tek başına iktidar olmasıyla CHP’nin devlet yönetimi üzerindeki ipoteği ortadan kalksa da 27 Mayıs İhtilali’yle bu anlayış maalesef devam etmiştir. Bunun bugün de devam ettiği söylenebilir.

14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte Türk halkının devlete ve siyasete bakışı değişmiş, o tarihe kadar siyasetin dışında tutulan insanımız, 14 Mayıs’ta kullandığı oyun ne kadar etkili olabileceğini görmüştür. Fakat CHP’nin iktidarı kaybettikten sonraki geçen on yıl içinde devamlı iktidarla ilişkilerini gergin tutma politikası halkı böldüğü gibi iktidarın rahat çalışmasını da engellemiştir. Başında İnönü’nün bulunduğu CHP’nin bu davranışından duyduğu rahatsızlığı Menderes şöyle dile getirir:

“Hakikat şudur ki, karşımızdakiler, iktidardan düştükleri andan itibaren derin bir kin ve husumetle hareket ederek, tam on sene memlekete ve millete rahat ve huzur yüzü göstermemek için ellerinden geleni yaptılar. Tam on senedir memleketi en şiddetli bir seçim mücadelesinin sarsıntılarıyla perişan etmek gayretinden bir an hâlî kalmadılar. Bu on senenin her günü, sanki ertesi günü seçim olacakmış havası içinde yaşandı ve millete, her an mühim vakalar, hadiseler oluverecekmiş endişeleri yaşatıldı. Milletçe sevineceğimiz, bahtiyar olacağımız zamanlarda hiddet ve endişeleri büsbütün arttı. Şu on senenin sadece on gününde bile sükunet bulup millete rahat bir nefes almağa imkan verdikleri görüldü mü? Seçim kampanyalarının on sene devam ettirilmesi, dünyanın neresinde görülmüş, böylesine bir talihsizlik hangi milletin başına gelmiştir. Tekrar ediyorum: Bu milletin vücuda getirdiği sayısız eserlerden birine dahi bakılmak istenmedi. Bunlardan bir tekinin bile mevcudiyetinden bahsetmekten vebadan kaçar gibi kaçınıldı.”[31]

Dönemin başbakanının da ifade ettiği gibi CHP, on yıl boyunca devamlı gerginliği korumuş, ihtilal ortamının muhafazasını sağlamıştır. 27 Mayıs askerî müdahalesi Türk demokrasisi için çok ağır bir yara açmış, rejimin geleceği üzerinde de yıkıcı etkiler bırakmıştır.

27 Mayıs İhtilali olmasaydı, Türkiye bugün sorunlarının çoğunu çözmüş, bugünkü durumundan çok daha ilerde, ileri refah düzeyini yakalamış olabilirdi. Bu müdahale yalnız devletin ekonomik gelişmesini durdurmamış; demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin genç rejimini de tahrip etmiştir. Hele Kars-Ardahan’ın Ruslara satılması, Harp Okulu öğrencilerinin imha edileceği, sayısız gencin öldürülüp cesetlerinin ortadan kaldırıldığı ve iktidarın bir soygun şebekesi hâline geldiği gibi hem basında çıkan hem de resmi ağızlar tarafından söylenen haberlerin asılsızlığı, ihtilali yapanların niyetlerinin halis olmadığını göstermiştir.

Peki bu ihtilali yapanların asıl niyetleri neydi? Pek çok eski DP mensubunun da söylediği gibi, ihtilalcilerin asıl hedefi Demokrat Parti’yi Türk siyasi hayatından tamamen tasfiye etmek ve onun yerine CHP’yi getirmekti. Bu niyetlerini de çok çabuk belli etmişler, DP’lilere atfettikleri önemli suçlamaları Yassıada mahkemesine bile getirmemişlerdir. Zaten ihtilali yapan askerlerin kısa zaman sonra aralarında ihtilafa düşüp bir kısmının yurtdışına zorunlu görevle gönderilmeleri ve seçimde CHP’yi desteklemeleri, onların yönetimde kalıcı olmadıklarını göstermiştir.

27 Mayıs İhtilali’nin haksız ve gereksiz olduğunun en belirgin göstergesi 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan genel seçimlerin sonuçlarıdır. Halk, ihtilal sabahından seçim gününe kadar yapılan hadsiz propagandalara karşı ihtilalcileri ve onların desteklediği CHP’yi haklı görmediğini bir defa daha göstermiş, cunta destekli CHP’ye ancak yüzde otuz altı gibi bir oy vererek cezalandırmıştır. 1950’deki havayı bir daha yakalayamayacaklarını çok iyi bilen DP’liler için de bu seçimin sonucu tek teselli olmuştur.

Dr. Muzaffer ÇANDIR

Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 66-73


Dipnotlar :
[1] Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük, iletiŞim Yay., ist. 1992, s. 23.
[2] A.g.e., s. 24.
[3] Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Ağaoğlu Yay., İst. 1972, s.9.
[4] Samet Ağaoğlu, Arkadaşım Menderes, Ağaoğlu Yay., İst. 1967, s. 63.
[5] A.g.e., s. 56.
[6] Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Baha Mat., İst. 1972, s. 7.
[7] Samet Ağaoğlu, Kuva-yı Milliye Ruhu, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1960, s. 8.
[8] A.g.e., s. 9.
[9] A.g.e., s. 10.
[10] Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, s. 68.
[11] A.g.e., s. 114-115.
[12] A.g.e., s. 115.
[13] A.g.e., s. 185.
[14] A.g.e., s. 187.
[15] A.g.e., s. 219.
[16] A.g.e., s. 223.
[17] Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları, Nurol Matbaası, Ankara 1998, s. 611.
[18] Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, s. 225.
[19] Rıfkı Salim Burçak, On Yılın Anıları, Nurol Matbaası, Ankara 1998, s. 751.
[20] Rıfkı Salim Burçak, Yassı Ada ve Öncesi, Çam Matbaası, Ankara 1976, s. 69.
[21] Süreyya Ağaoğlu, a.g.e., s. 141.
[22] Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s. 70.
[23] Kurtul Altuğ, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, Yılmaz Yay., İst. 1991, 2. b., s. 39.
[24] Samet Ağaoğlu, DP’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, s. 186.
[25] Samet Ağaoğlu, Marmara’da Bir Ada, s. 3.
[26] A.g.e., s. 175.
[27] Samet Ağaoğlu, Marmara’da Bir Ada, s. 65.
[28] A.g.e., s. 83.
[29] Samet Ağaoğlu, Hücredeki Adam, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1964, s. 108.
[30] A.g.e., s. 140-141.
[31] Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s. 778.
1 yorum
  1. Ahmet diyor

    Güzel bir yazı olmuş emeginize sağlık

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.