A. Giriş
Türkiye’nin siyasî hayatında askerî darbelerin[1] ilki olması bakımından 27 Mayıs’ın önemli bir yeri vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iç ve dış şartların zorlamasıyla Türkiye’de başlayan çok partili siyasî hayat, diğer bir söyleyişle demokrasi yolundaki bu önemli gelişme sürecinin kesintiye uğradığı ilk durak 27 Mayıs’tır.
27 Mayıs İhtilâli’nin sebepleri, Türkiye’de siyasî tarih araştırmalarının spekülatif konularından bir tanesidir. İhtilâlin icra organı ordu, muhalefet partisi CHP ve basın, üniversite gibi diğer baskı- muhalefet unsurları suçu iktidarda, yani DP’de; iktidar mensupları ve DP’liler ise diğer trafta,yani muhalefette ararlar. İktidar, 1950-1960 arasındaki on yıllık dönemde bazı hatalı icraatlarını da kabul eder. Doğru okuyuş; iktidar-muhalefet ilişkilerinde her iki tarafın yanlışlarının mevcut olduğu; iktidarın, sayı üstünlüğü ile her icraatını meşru gören bir anlayışa saptığı; muhalefetin ise, 27 yıllık uzun bir iktidar dönemi sonunda kaybetmeyi kabullenemeyerek üniversite, basın ve hatta ordu içinde oluşan muhalefeti yanına alarak ihtilâl şartlarının hazırlandığı yolunda olmalıdır.
Bu çalışma, ihtilâl sonrasında DP yönetici kadroları ve milletvekillerinin yargılandığı hukuk sürecinin; ihtilâl öncesi, ihtilâlin icra safhası ve sonrası olarak dönemlendirilebilecek siyasî olaylar içerisinde bir bölüm ve hukuki olmaktan ziyade siyasî bir vasfa sahip olduğu tezinden yola çıkmaktadır.
İktidar mensuplarını yargılamak üzere kurulan Yüksek Adalet Divanı (YAD) tarafından ihdas edilen “Anayasayı İhlâl Davası”nda (AİD), iktidar mensuplarına yöneltilen suçlamaların yer aldığı hukuki-şeklen-metinler; Yüksek Soruşturma Kurulu’nun (YSK) “Esbab-ı Mucibeli Kararı”, özellikle Başsavcı’nın İddianamesi, İddianame’nin üslubu ve burada yer alan bazı siyasî, sosyal ve tarihî hususlar ve YAD Karar Gerekçesi üzerinde durulacaktır.[2]
B. Yüksek Adalet Divanı’nın Kuruluşu
İhtilâlin icra heyeti olan Milli Birlik Komitesi (MBK), 28 Mayıs 1960 tarihînde kurulan yeni hükümet ve MBK arasındaki münasebetlerin hukuki yönden düzenlenmesi için, “Geçici Anayasayı” hazırlamak üzere, Üniversiteden H. N. Kubalı, H. V. Velidedeoğlu ve M. Aksoy; MBK’den Muzaffer Özdağ, Numan Esin ve Devlet Bakanı Amil Artus’tan müteşekkil bir komisyon kurar ve Kubalı’nın başkanlığında çalışmalara başlanır.[3] Geçici Anayasa “1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun” adıyla, 12 Haziran 1960 tarihli 1 numaralı kanun olarak yayınlanır.[4]
Geçici Anayasa’nın 6. maddesi ile, DP iktidarı mensuplarının soruşturma ve yargılama işlemlerini gerçekleştirecek “Yüksek Soruşturma Kurulu” ve “Yüksek Adalet Divanı” teşekkül ettirilir. İlgili madde şöyledir: “Madde 6: Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve Vekilleri ve eski iktidar mebuslarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir ‘Yüksek Adalet Divanı’ kurulur…
Sanıkların sorumluluklarını araştırmak ve haklarında son tahkikat açılarak yüksek adalet divanına verilmeleri gerekip gerekmediğine karar vermek üzere bir ‘Yüksek Soruşturma Kurulu’ teşkil olunur…”[5] Aynı maddede, YAD ve YSK’nin nasıl teşekkül ettirileceği de düzenlenmiş; düzenleme ile ilgili hükümlerde Ağustos-Eylül 1960 tarihlerinde bazı değişiklikler yapılmıştır.[6]
Eski iktidar mensuplarını yargılama kararının alınmasında özellikle siyasî bir gereklilik de vardır. Yargılama ile, iktidarın suçlu olduğuna karar verilirken müdahalenin meşruiyeti tescil ettirilmiş olacaktır. İhtilâlin toplum nazarında kabul görmesi için, iktidar mensuplarının itibarının düşürülmesi gerekmektedir. Bunun en uygun aracı da yargılama sürecidir; yargılama, ihtilâlin siyasî propaganda aracıdır.[7] Yargılamanın hukuki bir gerekliliği de vardır. Çünkü, yasama dokunulmazlıkları ortadan kalkan iktidar mensupları için daha önce isnat edilen suçların karara bağlanması, suçun şahsileştirilmesi gerekmektedir.
16 Haziran tarihli ve 3 nolu Geçici Kanun[8] ile YAD ve YSK’nin nasıl işleyecekleri, MBK’nin 16 sayılı kararı[9] ile de Divan üyeleri tespit edilmiştir. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi Başkanı Salim Başol YAD başkanlığına, YSK üyesi Ömer Altay Egesel de başsavcılığa getirilmişlerdir.[10] Bu yargı organları, bir ihtilâl komitesi ve onun “ihtilâlci kanunu” ile ortaya çıkmıştır. Ölüm cezalarının tasdik ve infaz yetkisinin ihtilâl komitesinde olması, bu organların bir “ihtilâl mahkemesi” olduklarını ortaya koyar.[11] YAD’ın teşekkül şeklinin İnsan Hakları Beyannamesi ve Anayasa’nın öngördüğü “tabiî hakim” ilkesine uymadığı ise bir gerçektir. Çünkü, YSK üyeleri seçimle değil, tayin ile belirlenmişlerdir. Kurul üyelerinin tespitinde hakim veya savcı olmaları şartı aranmamıştır. Kurul başkanı da MBK tarafından tespit edilmiştir. Divan başsavcısı ile yardımcıları YSK üyeleri arasından, YAD başkanı da yine MBK tarafından tayin edilmişlerdir.
C. Esbab-ı Mucibeli Karar
Soruşturmalar sonunda YSK tarafından hazırlanan “Kararname” 7 Ekim 1960 tarihînde Yassıada’da tutuklu bulunan herkese ayrı ayrı ve resmen tebliğ edilir.[12] Adı kararname olmasına rağmen, tam bir “iddianame” özelliği taşıması ve burada yer alan suç isnatları şaşkınlıkla karşılanır.
47 sayfalık bu kararnamenin başında “Sanıklar Listesi” yer almaktadır. Sanıklar 7 grupta toplanmışlardır. Bunlar sırasıyla Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar Kurulu üyeleri, 7468 sayılı Kanunu teklif edenler, milletvekilleri, Meclis reisi ve vekilleri ile Tahkikat Encümeni azalandır. Listede, iller ve bu illerin milletvekilleri alfabetik sıralamaya göre -soyadı dikkate alınarak- yer almaktadırlar.
YSK, Hayrettin Şakir Perk’in başkanlığında toplanarak, “Anayasa’yı İhlâl” suçunun tahkikatını yürüten 4 numaralı Soruşturma Kurulu’nun 26.9.1960 tarihli raporunu okur ve aynı gün nihai kararını verir.[13]
Kararın başlangıcı, kurulduğu günden 27 Mayıs 1960 tarihîne kadar DP iktidarının seyri ve yöneltilen suçlamalara ayrılmıştır. Bu suçlamalar, EMK’ye göre; ’’Ekseriyetim, şu halde milli iradeyim.” diyen DP iktidarının şu icraatlarına dayandırılmaktaydı: CHP mallarının hazineye devri, Kırşehir’in hükümet teklifi üzerine kaza yapılması, hakim teminatı ve mahkeme istiklalinin ihlâli, Seçim Kanunun üzerinde yapılan tadiller, Tahkikat Encümeni kurulması kararı, Tahkikat Encümeni’ne yetki veren 7468 sayılı Kanun’un çıkarılması.[14]”
“Vatandaş ekseriyetinin masum reyleriyle…” iktidara gelen DP’ye millet, “… uzun yıllar beklediklerini bu siyasî heyetin programında ve sözcülerinin ifadesinde.” bulduğu için oy vermişti.[15] Fakat DP idaresi, anayasaya uygunluğu düşünülmeden aldığı tedbirlerle demokratik yoldan sapmıştı. Netice olarak, TK kurulması, ona yetki veren 7468 sayılı Kanun’un çıkarılması ve TK’nin kararları ile “.Anayasanın hükümleri ilga, tağyir ve iptal eder bir duruma düşmüş ve son zamanların dikta rejimlerinin tarihî vetiresi nihayet Türkiye’de de tahakkuk yoluna girmiştir”.[16]
Kararname’de daha sonra, listede yer alan sanıkların suçları, müdafaaları ve cezai sorumluluklarına yer verilmektedir. Milletvekilleri, sadece, okur-yazar olmayan cahil ekseriyete istinaden demokrasi ve Cumhuriyet prensiplerini yok farzederek iktidarda kalmanın yolunu arayan[17] ve bu uğurda Meclis’i millî iradeyi temsilden uzaklaştırarak fiilî bir topluluk haline getiren,[18] devletin idaresini hukuk dışı bir diktaya sürükleyenlere reyleriyle ve tasvipleriyle yardımcı olmuşlardır.[19] Murakabe (kontrol) vazifelerini yapmamışlar, TK kurulması ve 7468 sayılı Kanun’un çıkmasını temin etmişlerdir. Netice olarak milletvekilleri, “Fiili darbe yerine kanun yapmak yolu ile dikta rejimi kurmanın çıkar yol olduğu kabul edilen bir devirde.” Türkiye’de varılan sondan sorumludurlar ve dikta peşinde olan küçük bir zümrenin ihtiraslarına âlet olmuşlardır ve Anayasa’ya karşı işlenilen suçta “fer’an zimethal” olarak iştirak halindedirler.[20]
Milletvekillerinin sorgularda yaptıkları müdafaalar da üç grupta toplanmıştır. Anayasa’yı “tebdil, tagyir ve ilga”[21] eden karar ve kanunlara rey vermediklerini iddia edenler, Anayasa’nın 17. maddesindeki hükme[22] göre rey ve mütâlaalarından dolayı mesul tutulamayacaklarını söyleyenler, karar ve Kanunun müzakere ve oylamasına, mazeretleri sebebiyle katılmadıklarını bildirenler.[23]
YSK tarafından milletvekillerinin yaptıkları müdafaalar mûteber bulunmamıştır. 7468 sayılı Kanun açık oylama ile değil, işaretle oylandığı için kimlerin Meclis’te bulunup bulunmadığı veya lehte- aleyhte oy verip vermediğinin tespit edilemeyeceği belirtilmektedir. Teşrii murakabe (yasama kontrolu) yapmadıkları ve iktidar partisinden istifa etmeyerek milletvekili kalmakla, TK kurulması kararı ve Yetki Kanunu ve diğer icraatları tasvip ettikleri neticesine varılmıştır.[24]
D. İddianame
1. İddia Makamı ve Yapı-Muhteva Bakımından İddianame’de Üslup
Egesel tarafından hazırlanan iddianame, sorguların bitimini müteakip 10 Temmuz 1961 Pazartesi günü 32. oturumda okunmaya başlanır. Çok uzun bir metin olan iddianamenin[25] okunması beş gün sürer.
Okunan bu iddianameyi sanık sandalyesinde dinlemiş olan Samet Ağaoğlu’nun “Uzun, hukuki olmaktan çok siyasî, üslûbu, tertibi eski tabir ile selikadan yoksun bir kararname idi bu! Saatler ve saatler sürdü okunması! İlk yapraklardan sonra hemen hiç kimse dinlemedi.”[26] şeklindeki ifadelerine katılmamak elde değil. Başol da sıkılmış olmalı ki, 4. gün sonunda “Yarın bitecek mi?” diye, Egesel’e sorar.[27]
İddianame, EMK’nin teferruat ile genişletilmesi ve birkaç üniversite hocasının makalelerinin eklenmesinden ibarettir, denilebilir. Böyle bir iddianameye imzasını koyan Başsavcı’nın en büyük kusuru, “.hemen her fırsatta ismini tekrarladığı Doçent Muammer Aksoy’a olan düşkünlüğüdür.”.[28] Aksoy’un 1960 öncesinde “Vatan” ve “Cumhuriyet” gazetelerinde, haftalık “Kim” dergisinde yayınlanan seri makaleleri, İddianame’nin en büyük dayanağıdır. 60 sayfa kadar tutan bu makalelere aynen yer verilmiştir.[29] Makaleleri takip eden satırlar ise; burada ileri sürülen düşünce ve isnatların, Başsavcı tarafından DP lider kadrosu ve mensuplarının icraatlarına irca edilmesinden ve bazen de aynen tekrarlanmasından ibarettir. 33. oturumun 3. celsesinde Egesel, Aksoy’dan devamlı alıntılar yapmasını izah mecburiyeti hisseder. Bunun sebebi; “memleketimizin nadir yetiştirdiği bir hukuk bilgini olması”,[30] üniversitedeki kürsüsünü DP’yi protesto için terk edebilmesi, devletin her yıl 15 bin lira yardımla desteklediği Türk Hukuk Kurumu’nun başkanlığını yapması[31] “başını isteseler dahi hakikati haykırmaktan çekinecek” bir tip olmamasıdır. “Genç yaşından beri devletin parası ile demokratik ülkelerde yaptığı Hukuk tahsili sırasında Hukuk ve Hürriyet için mücadele, kendisinde ikinci bir tabiat haline gelmişti.”[32]
Makalelerine müracaat edilen bir diğer şahıs “Hüseyin Nail Kubalı”dır. TK ve 7468 sayılı Kanun hakkında basında çıkan mütâlaasına aynen yer verilmiştir.[33] Kubalı’nın, bu mütalâa sebebiyle, TK tarafından ifadesi alınmıştır. İddianameye göre, Aksoy ve Kubalı “hürriyet mücadelesinde gözünü budaktan sakınmayacak, kafaları alınsa fikirlerinden dönmeyecek” insanlardır.[34]
İhtilâl öncesinde DP iktidarı için en sert tenkidleri yapan ve bu yazıları yayınlanan Aksoy, yazılarından dolayı mahkum olmamıştır. 27 Mayıs öncesinde, TK kararlarına aykırı olarak siyasî faaliyette bulunmaktan takibata uğramıştır. DP iktidarının, Aksoy ve onun gibi düşünen, yazan, faaliyette bulunanların “kafalarını almak” yolunda bir icraatı görülmüyor. Ama, Aksoy’un ihtilâl sonrasında, hukuk kâidelerine aykırı olarak; Celâl Bayar’ı da ölüme gidecekler safına dahil edebilmek için, 65 yaşın üstünde olanlara da idam cezasının uygulanması şeklinde verilen fetvanın sahibi veya sahiplerinden olduğu; ihtilâli yapanlara hitaben “Acımayın!” telkinlerinde bulunduğu; Anayasayı İhlâl Davası kararlarının üç idamla neticelenmesine ilmî (!) desteği sağlayanlar arasında yer aldığı bir gerçektir.[35] Maalesef, 27 Mayıs ile siyasî hayatımıza yerleşen ve her 10 senede yapılarak periyodik bir hâl alan askeri müdahalelerin, herhalde geciktiğine hükmeden bazı karanlık güçlerin 1980’li yılların sonu ve 1990’lı yılların başlarında işledikleri fâili meçhul cinayetler zincirinin bir halkası olarak, Muammer Aksoy’un da, 1990 yılı sonunda öldürülmesi de bir başka gerçektir.[36]
İddianamenin bu cephesi ile ilgili olarak Orhan Erkanlı’nın yazdıkları ışığında, mesele daha düşündürücü bir hâl almaktadır. Erkanlı’ya göre, Egesel’in başsavcılık makamına tayini MBK’nin işlediği bir hatadır. Yerini dolduramamıştır. “Bu durumu telâfi etmek için, başsavcılığı ilmen desteklemek, malzeme hazırlatmak maksadıyle, özel bir hukukçular ekibi kuruldu ise de, dökme suyla değirmen dönmedi, yargılamaların sonuna kadar, iddia makamının aksamaları giderilemedi.”.[37] Diğer hususların yanında, Erkanlı’nın yazdıkları ve Egesel’in, Aksoy’un sınıf arkadaşı olduğunu duruşmalar sırasında dile getirmesi de, iddianame üzerindeki Aksoy ağırlığının sebebini ortaya koymaktadır.
Menderes’in, bir konuşmasında Kubalı’ya “cahil” demesini, “bir apaşın bile kullanmaktan utanacağı bayağı hitap” olarak ele alan Egesel; YAD huzurunda, şahitlik için çağrılması sebebi dışında, 8 saatten fazla bir süre DP aleyhinde, adeta konferans verir gibi konuşan Kubalı’yı “. bir ömür denilecek kadar uzun yıllarını Anayasa hukukunun tedrisine harcamış bu idealist, karakter sahibi bilgin sadece ilmin ve vicdanının işaret ettiği yolda konuşmuş basını vermeğe razı olmuş fikir ve inancını teslim etmemiş bir bilgindir.” gibi ifadelerle yüceltmiştir. Fakat, yine Egesel’in, Divan’ın pek de hoşuna gidecek şeyler söylemeyen bir başka şahit Ali Fuat Başgil’i “yaşına bakmadan adalet huzurunda pervasızca yalan kıvıran bu softa” diye hitabederek aşağıladığını görmekteyiz.[38] İddianamenin bir başka yerinde, Egesel’in verdiği örneğe göre Menderes “eşkiyanın başı”, DP mensupları da “eşkiya”dır. Milletvekilleri “şerre âlet edilen kabadayılar”dır. Onlar, işlenen suça iştirak etmişler, memleketi eşkiya kanunları ile yönetmişlerdir.[39] Menderes’i üslubundan dolayı seviyesizlikle suçlayan iddia makamının, şahit ve sanıklar hakkında kullandığı sözler de, tenkide oldukça açık gözükmektedir.
Başsavcı, DP’nin 1950’den itibaren antidemokratik icraatlara giriştiğini söylemiş ve 1953 yılında çıkarılmış bazı kanunları diktaya gidişin delili olarak göstermiştir. Duruşmalar sırasında Hayrettin Erkmen’in “O halde neden 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’den mebus olmaya can attınız?” sorusuna; kendisini ve içinde bulunduğu durumu tekzip eden şu cevabı vermiştir: “Hizmet etmek için”.[40]
Egesel’e göre İddianame’nin mesnedi, Meclis tutanakları, DP Grup zabıtları, ihtilâli takiben Hükümet ve Parti organlarından ele geçirilerek YAD’a sunulan vesikalar, basın neşriyatı, şahitlikler ve sanıkların açıklamalarının bir bütün halinde değerlendirilmesi ve Anayasayı İhlâl Davası ile birleştirilen diğer dosyaların muhteviyatıdır.[41]
2. İddianame’de Bazı Siyasî, Sosyal ve Tarihî Meseleler
EMK’nin genişletilmiş ve isnatların ağırlaştırılmış bir şekli olan iddianamenin özelliklerini ortaya koymak bakımından, kısaca bazı hususları ele alacağız.
İddianamenin daha ilk satırlarında, tarihî olaylar hakkında, subjektif ve tartışmaya açık hükümler yer almaktadır. Padişah Vahdettin “… gaflet, dalâlet ve hatta daha feci bir hiyanet ile devletin yıkılmasına sebep olmuştu ve hatta daha elim ve feci olarak kendi menfaatini müstevlinin siyasî emelleriyle de tevhit ederek, memleketini yabancı müttefiklerin esiri kılmıştı.[42]” Vahdettin’e yapılan vatanı satma suçlaması, iddia makamının tarafgirliğini ortaya koyan ve CHP’ye tarihî misyon atfeden şu satırlarda da görülür: “Cumhuriyet Halk Partisi, tıpkı Anayasamız gibi bir mücadelenin aksülameli idi. Memleketi şahsi menfaati için düşmana teslim eden Monark’a karşı ayaklanmanın mefküresini temsil ediyordu”.[43]
Atatürk milli egemenlik prensibine dayanan bir rejimi tam ve olgun bir şekilde gerçekleştirebilmek için, demokrasinin bütün müesseseleriyle kabulü gerektiği esasından hareket ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti tam bir halk murakabesiyle gelişecekti. 1924 Anayasası, “ihanet ve istilâya” karşı bir tepki olarak doğmuştu. Kuvvetler birliğini esas alması, bu anlayışın sonucuydu. Söz konusu murakabe, ancak, Meclis çatısı altındaki muhalefet partileri ile mümkün olacaktı. TCF ve SCF denemelerinin sebebi buydu.[44] İşte DP, bu Anayasayı çiğnemeye teşebbüs ettiği anda kendi hayatına da son vermiş oluyordu. Diktaya giden DP, vatan ve millet için canlarını veren şehitlerin eserine ihanet etmişti. Kısacası, DP’liler vatan hainiydi.[45]
Kararname’de bu ihanetin tarihî, TK kurulması ve Yetki Kanunu ile başlatılırken, iddianame daha acımasızdır. 1954 seçimlerinden sonra bir “yeni rejim” kurulmuştu ve bu rejime “diktatörlük” demek gerekirdi. DP, totaliter devlet anlayışını bir bütün halinde ve hemen kabul etmemiş; Anayasa’ya şeklen dokunmayarak, fakat onu tebdil, tagyir ve ilga ederek çıkardığı kanunlarla yavaş yavaş gerçekleştirilmiştir.[46] Hatta bu tarih, 1951 yılına kadar da götürülmektedir. DP, 1951 yılından itibaren “demokratik bir idarenin en tabii şartı olan murakabeyi ve bunun tabii bir neticesi olan her nevi hürriyetlerimizi tahdit etmek istikametindeki” faaliyetlerini yürütmüştür.[47]
Lâikliği savunarak iktidara gelen DP; işe, irticâa ve gerici fikirlere tavizler vererek işe başlamıştır. Arapça ezan yasağının kaldırılması irticâî bir faâliyettir. Halbuki, herkes kendi dilinde okunan ezanla ibadete çağırılmalıdır. Bir törene dost ve akrabalarımızı davet ederken, onların anlayacağı bir dille davette bulunmak en tabii yoldur. Ezan da böyle olmalıydı.[48]
İhtilâlin hemen sonrasında Cemal Madanoğlu Harbiye’de; “Ama ilk yapılacak şey; Anayasadaki ‘Türk devletinin dini İslam’dır.’ maddesinin altına ‘Ezan Türkçe okunur.’ ibaresini ilave etmektir” diyordu.[49] Bu durum, ihtilâl liderlerinden birisinin konu hakkındaki hassasiyetini ve anayasal gelişmelerden ne kadar haberdar olduğunu göstermesi bakımından manidar bir örnektir.
Dil inkılâbının bir gereği olarak düşünülmüş ve 1932 yılında Diyanet İşleri Reisliği’nin bir tamimiyle Arapça ezan yasaklanmıştır. Türkçe ezan okuma mecburiyeti, 1941 yılında TCK’nin 525. maddesine eklenen hüküm ile de müeyyideye bağlanmıştır.[50] DP iktidara geldikten sonra, 16 Haziran 1950’de çıkarılan 5665 sayılı Kanun ile bu yasak kaldırılmıştır. Meclis müzakerelerinde CHP de bu Kanun’u desteklemiştir. CHP sözcüsü Cemal Reşit Eyüpoğlu “Arapça ezan meselesinin bir ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız. Böyle tasarı, partilerin müşterek malı olarak kabul edilmelidir.” demiş ve netice de öyle olmuştur.[51] İnönü’nün, milletvekillerini etkileme gayretleri netice vermemiş; çoğunluk, mevcut uygulamanın hata olduğunu itiraf etmiştir. Halbuki, iddianamenin mantığıyla hareket edilecek olursa, 1950 öncesinde CHP’nin gericiliğe taviz olarak nitelenebilecek birçok icraatı mevcuttur. Türbelerin açılması, okullara din derslerinin konulması vb.
İhtilâli yapanlardan bazılarının, “kafalarına inen bir yumruk” olarak değerlendirdikleri[52] bu icraat, ilim çevrelerinde de farklı şekillerde yorumlanmıştır. Tunaya’ya göre, gericiliğe yüz veren bu hareket DP’nin ekonomik başarısızlıklarının sonucudur.[53] İlgili Kanun’un Haziran 1950’de çıkarılması bu tespiti doğrulamamaktadır. DP’nin bu icraatının “anti-Cumhuriyetçi bir tutum” olduğunu ve DP iktidarı döneminin Cumhuriyetin yapısı ve ilkeleri açısından şanssızlık olduğunu söyleyenler de vardır.[54] Şerif Mardin’e göre ise; Ezanı Türkçeleştiren Kanun, laikleşme hareketinin özüyle ilgili değildir ve laikliği zayıflatmıştır. “Cumhuriyetin ilk yıllarının Jakoben laikliğine 1950’lerde getirilen değişikliklerin bir kısmının, dine yeni bir rol -demokratik denetimin ölçülerinden biri olma rolü- vermiş olduğu iddia edilebilir. Bu rolün bir sonucu olarak, İslam, Türk vatandaşlarına, yerleşik demokrasilerde temel sayılan dini hakların verilmesini sağlamaktadır”.[55]
Arapça ezan yasağının kaldırılması halkta büyük bir rahatlama sağlamıştır. Bu, dil meselesinden öte bir şeydir. “Yüzyılların getirdiği ibadet alışkanlıklarının suç olmaktan çıkması, halkı manen gerçekten ferahlatıcı bir tesir yapmıştır. Yasak kalkar kalkmaz, Türkçe ezanın tamamen terkedilmesi, bu zorlamanın ne kadar suni olduğunu ispat etmiştir”.[56]
Kanun görüşmeleri ve oylamalar sırasında, İnönü’nün CHP’li milletvekillerini etkilemeye çalışması fayda etmemiş; “Neredeyse çoğunluk, Türkçe ezan okumanın hata olduğunu itirafa kadar giderek, Demokratların önerisini özlemle onamaya karar verecekti.”[57] diyen Barutçu, uygulamanın, muhalif veya muvafık ekseriyette kabul görmediğini ortaya koymuş oluyor.
Menderes, 22 Mayıs 1952’de Konya seyahati sırasında yaptığı konuşmada, ezan ile ilgili Kanunu niçin çıkardıklarını şöyle izah etmiştir: “Layik olan ve vicdan hürriyetine ehemmiyet veren bir hükümet sıfatiyle yirmi sene kanunların teyidi altında bir mecburiyet tahtında tatbik edildiği halde herhangi bir netice vermemiş olan bir mevzuun idame ettirilmesini umumi vicdanla kabili telif görmedik ve bu suretle vicdan hürriyetine yer verdik.”.[58] İcraatıyla Türk halkının vicdanını rahatlattığını söyleyen Menderes’in idamından sonra, zamanın Sağlık Bakanı,[59] bir ziyaretçisine “Adnan Menderes’in asılmasının bence en geçerli gerekçesi Ezan’ı Arapça okutmasıdır.” diyecektir. Aynı şahıs, idam olayını da Abant’a giderek kutladığını söyleyebilecektir.[60] Devlet adamlarının, vicdanları veya kendilerini rahatlatma sebep ve metodları farklı olsa gerek!.
Bu iddianame ile idamla yargılanmış ve müebbet hapse mahkum olmuş Sezai Akdağ’ın “Ezanın Türkçeden tekrar Kur’an diline çevrilmesine CHP muhalefeti de aynen iştirak ederek çıkan ilgili kanunun yapıcısı olarak DP iktidarını suçlayan darbeciler acaba neden bunu Devleti ele geçirdiklerinde tekrar eski haline dönüştürmemektedir?” diye sormaktadır.[61] İddianın geçersizliğini ortaya koymak bakımından, sadece bu soruyu sormak, yerinde ve yeterli kabul edilmek gerekir.
Bir kriter iddia olarak ele aldığımız ezan meselesinden sonra, suçlamalara en kuvvetli mesnet durumunda bulunan TK ile ilgili bazı değerlendirmelere temas ederken, iddianameye göre TK, bir “dikta konseyi”dir. Diktadan haberi olmadığını, diktaya gidişin bir iddiadan ibaret olduğunu veya desteklemediklerini söyleyen milletvekilleri samimi değildirler. Oy vermeseler bile, böyle bir kararın ve kanunun çıkmasına engel olmaları gerekirdi. Yetki Kanunu’nun ceza hükümleri taşıyan maddelerinde tam bir tedhiş havası hakimdir. Bu, Nasyonal Sosyalizm’in yani Faşizm’in bir organıdır.[62] Bu bağlamda, DP, Türkiye’de Faşist bir idare, dikta kurmuş oluyordu. Diktaya gidişten milletvekillerinin mutlaka haberi olması lâzım gelir. Çünkü, meşhur bir hukukçu olan Aksoy, bu hususu makalelerinde dile getirmiştir. Okumaları gerekirdi.[63]
İddianame’de, milletvekillerinin diktayı destekleme sebepleri, maddî menfaat sağlama olarak gösterilmektedir. DP iktidarı zamanında “devlet çeşmesi”nin iktidar mensuplarına aktığının en güzel örneğini döviz listeleri teşkil etmektedir. Başsavcı, yapılan döviz tahsisatının mevzu hukuk sistemine göre tamamen suç telakkî edilmeyebileceği şeklinde bir çekince koymasına rağmen; diğer delillerle de mukayese edildiği zaman bu hususun diktayı destekleme sebebini ortaya koyduğu düşüncesindedir.
İhtilâlin hemen sonrasında kaleme alınan yazılar, gazetelerde çıkan haberlerden bir bölümü de DP iktidarının yaptığı iddia olunan yolsuzluklar üzerinedir.[64] İhtilâle meşruiyet kazandırmak, diğer bir deyişle, iktidarın meşrûiyetini kaybettiğini ispat için kaleme alınmış bir eserde, DP mensupları için şunlar söylenilmekteydi: “… bu adamların büyük ekseriyeti, ne pahasına olursa olsun, ikbalde iken keselerini doldurmak, yakın ve uzak akraba ve ahbaplarına doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak Devlet hazinesinden menfaatler sağlamak arzu ve gayesinde idiler. Bunun için türlü şekiller ve kombinezonlarla nüfuz ve vazife suistimalleri yapmak, onların hiç endişe etmeden başvurdukları yollardı.”.[65] Yine aynı maksatlı bir başka eserdeki, ihtilâlden dört gün sonra kaleme alınmış satırlarda; DP döneminin, milletler tarihînde eşine az rastlanır bir soygun devri olduğu, Bayar ve Menderes’in soygunları ört-bas etmek için baskı yaptıkları, mahkemeler hesap sorduğu vakit, mesullerin tüm soygun belgelerini verecekleri yazılmıştır.[66] Düşük iktidar mensuplarına ait YSK’de 895 dosya vardır. 125 dosya ile “Suistimal dosyalarında da Adnan Menderes listenin başında ve bir numaradır.”[67]
İhtilâlin ilk günlerinde bazı ilim adamları, DP’lilerin tarihte eşi görülmemiş bir hırsızlık çetesi mensubu olduklarını ve hepsinin cezalandırılmasının hukukun en tabii neticesi olacağını yazmışlardı. Hiç şüphe yoktur ki, Yassıada’da işleyen adalet mekanizması bu yollu telkinlerin tesirindedir. Haksız iktisap meselesi ile de suçlandırılan ve idamına karar verilen Fatin Rüştü Zorlu’nun şahsi durumu hakkında YAD idam ilâmının gerekçe kısmındaki şu satırlar, bu konu hakkında yeterince aydınlatıcı olmaktadır: “Bu hatıra notlarına (Ş. Ergin ve Ethem Menderes’in hatıraları kastediliyor) göre sanık Fatin Rüştü Zorlu’nun bulunduğu mevkiin nüfuzundan istifade ederek meşru olmayan kazançlar peşinde koştuğunun şuyû ve tevatür halinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Duruşmanın başından sonuna kadar Celâl Bayar ve Adnan Menderes ile birlikte olduğu intibaını vermiştir. Her ikisi de asri iştirak halindedir.”[68] Görülüyor ki 27 Mayıs’ın organlarının karar vermede hareket noktaları “şuyû, tevatür, intiba”lar olacaktır.
Soruşturmalar neticesinde Bakan, milletvekili ve diğer DP’liler için öne sürülen haksız iktisap iddialarının hiçbirisi sabit olmaz ve bu konuda açılan davaların hepsi beraatle neticelenir.[69] Yassıada’da verilen kararlar sonrasında serbest mahkemelerde devam eden davalar da aynı şekilde sonuçlanır. Kalan 8-10 dosya için yeni bilirkişi heyetlerinin sanıklar lehine rapor verdikleri bir sırada, Başbakan İnönü, af tasarısı hazırlayan Komisyon’a “Tasarıyı çabuk hazırlayın, para işlerini de içine koyun. Bakın görüyorsunuz mahkemelerde hepsi birer birer beraat ediyorlar. Hiç olmazsa kalanlar beraat etmesinler, şaibeli olarak kalsınlar.” der.[70] 23 Şubat 1963 tarihînde çıkarılan af kanunu ile bu dosyalar kapatılır. Af kanunundan faydalanmak istemeyen ve bu davaların neticelenmesini talep edeceklere de bu hak tanınmaz.[71]
Sanıklar tarafından yapılan müdafaalarda dile getirilen; seçim, seçilen, seçmen hüviyeti ve hürriyetini taşıyan insan mevcut iken, Türkiye’de diktadan bahsedilemeyeceği ve normal bir seçimle gelip diktatörlüğe geçmiş bir yönetimin mevcut olmadığı hususları İddianame’de cevaplandırılmaktadır. Demokrat iktidar, 1950’de normal bir seçimle iş başına geldikten sonra yapılan seçimlerde, neticeyi kendi lehine çevirerek tedbirleri almış, rakiplerini zor durumda bırakmıştır. Şartları kendi lehine çevirdikten sonra yapılan seçimler demirperde ülkelerine hastır. İnönü’nün de söylediği gibi; diktatörlerin hazırladıkları şartlara göre iktidarın lehine neticelenecek seçimler, demokratik anlamda, serbest ve dürüst seçimler olarak düşünülemez. Seçimle gelip diktaya dönen yönetimlere Almanya’da “Hitlerizm”, Avusturya’da “Nazizm” örnek gösterilebilir. Türkiye’de DP iktidarının yarattığı diktaya geçiş şeklinin dünyada başka bir örneği de bulunmayabilir. “Dünyada başka misaller olmasa bile bu işin dünyada ilk defa becerilmiş olması şanını bizim diktacılar pek âlâ kabul edebilirler.”.[72]
Yine müdafaalarda yer alan “Diktanın orduya ve teşkilatlı bir kuvvete dayandığı muhakkaktır. Binaenaleyh bizde böyle bir vakıa da yoktur.” sözlerine; 6-7 Eylül hadisesi ve Menderes’in 1960 Mayısı”nda çıktığı yurt gezileri ile cevap verilmektedir. İddianameye göre, 1955 6-7 Eylülü’nde İstanbul’da ordu ve emniyet kuvvetlerine rağmen olayların meydana gelebilmesi; Menderes’in bu güçleri aşarak kendisine bağladı kaba kuvvetin sayesinde mümkün olmuştur. Basın ve siyasî faaliyet yasaklarının devrede olduğu bir zamanda, Menderes’in İzmir’de törenlerle karşılanması; Eskişehir, Kütahya ve Konya seyahatlerine çıkılması dayanak olarak kaba kuvvetin seçildiğini göstermektedir.
Hitler’in Nazileri, Mussolini’nin Kara Gömleklileri, Lenin’in işçi ordularını arkasına alması gibi “.Menderes de kaba kuvvete ve o kaba kuvvetin işbaşına getirdiği insanların kurduğu Tahkikat Komisyonlarına, Menderes’çilere istinad ediyordu.”.[73] İddiaya göre, DP’ye oy veren ve temsilcilerini Meclis’e gönderen halk kitlesi “kaba kuvvet” olmaktadır. Bu kuvvetin teşkilâtlanması da “Vatan Cephesi” ile gerçekleştirilmiştir. Bu teşkilât, vatandaşın kanun önünde eşitliği prensibini yok ederek, menfaat esasına dayalı olarak kurulmuştur. İşte, DP iktidarının, dikta konusunda dayandığı güç budur.[74]
DP’nin oyları l950’den sonra ilk defa l957 seçimlerinde yüzde 50’nin altına düşmüş; iktidarın oy kaybetmesi ise muhalefeti harekete geçirmiş bir takım yeni ittifakları ortaya çıkarmıştı. Ekim l958’de Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisi birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni oluşturdular. Hürriyet Partisi ise, Kasım 1958’de CHP ile birleşti. Muhalefette ortaya çıkan bu güç birliğine DP, Vatan Cephesi’ni kurarak karşılık verdi.[75] Dikta aleti olarak gösterilmeye çalışılan Vatan Cephesi, iktidarın muhalefete karşı bir güç birliği girişimiydi. İktidar-muhalefet kavgasında kullanılmaya çalışılan psikolojik bir vasıtaydı. İhtilâlin hemen öncesinde Menderes’in bir yurt gezisine çıkması, iktidara yönelen tepkilerin halkın göstereceği teveccüh, meydanlara toplanabilecek kalabalıklar ile bertaraf edilmesi amacını taşımaktaydı. İktidarın dayanağı olacak bir fiili güç olduğu iddiaları oldukça zorlamadır.[76] Burada tenkit edilmesi gereken, siyasî hayatta bir cepheleşme örneği[77] olan bu meselede devlet radyosunun alabildiğine iktidar tarafından kullanılmasıdır.
Sorguda, Abdülhamit’in bile “Devlet benim!” diyen bir diktatör olmadığını söyleyen bazı milletvekilleri ile Egesel aynı kanaatte değildir. I. Meşrutiyet’ten sonra bir darbe ile istibdat idaresi kuran Abdülhamit “Kızıl Sultan”dır ve memleketi 33 yıl süre ile bir karanlığa mahkûm etmiştir. Bu karanlık devrede sadece münevverleri ve idealistleri takip etmiştir. 28-29 Nisan olaylarında DP iktidarının yaptığı, Abdülhamit gibi aydınlığa karşı cephe alma, diktayı bir kuvvet darbesi ile tamamlama ameliyesidir.[78]
Tarihî hadiseler ve şahsiyetler hakkında subjektif bir bakış burada da görülmektedir. Maalesef, Sultan Abdülhamit hakkında çok uzun yıllar ve bugün hâlâ bazı değerlendirmeler ifrat noktasındadır. Abdülhamit’e, Egesel ile aynı görüşü paylaşıp benzer sıfatları layık görenler olmuştur. Uğur Mumcu’ya göre “O, siyasette gericiliğin simgesi”; M. Ali Aybar’a göre ise “Mithat Paşa’yı Taif’te boğduran, Genç Osmanlıları zindanlarda sürgünlerde çürüten, eli kanlı bir despottur, kızıl sultandır.”.[79] I. Meşrutiyet’i tasfiye eden, ordu ve donanmayı tam manasıyla çökerterek devleti yok olma noktasına getiren Abdülhamit’tir ve bunun için, devletinin çöküşünü önlemek maksadıyla 23 Temmuz 1908’de ordu ikinci müdahalesini yapmıştır.[80]
Osmanlı Devleti üzerinde emeli olan emperyalist devletleri karşı karşıya getirerek oyunlarını bozduğu için, Abdülhamit Batı’da “Kızıl Sultan” olarak anılmaktadır.[81] O, eğitim faaliyetleriyle toplumda eksik olan aydın sınıfın yetişmesine imkan sağlamış, Bağdat Demiryolu Projesi ile ekonomik ve politik hamle yaparak bunda başarı sağlamış birisidir.[82] I. Dünya Savaşı’nda din ve devlet uğruna cihad çağrısına uyan, laik ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında önemli birer merhale olan Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra Türk halkının din adına, halifeyi kurtarmak adına Milli Mücadele’ye katılmasını sağlayan; Abdülhamit’in, uyandırılmasına büyük gayret sarfettiği İslam şuurudur.[83] İstibdat idaresi ve sansür, önce “Yeni Osmanlılar”, daha sonra da “Jön Türkler” ve “İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin propagandası ve zorla meşrutiyet ilân ettirme gayretleri sonunda gelmiştir. Bu gruplar, Osmanlı Devleti bünyesinde meşrutiyet idaresinin kurulup kurulamayacağı ve ne gibi neticeler doğuracağı konusunda gerekli siyasî bilgi ve tecrübeye sahip değillerdir. O devirde meşrutiyet ilânının sonu Osmanlı için bir felâket olabilirdi. Bu tehlikeyi gören Sultan Abdülhamit, ihtilâl hazırlıklarını ve bir felâkete doğru sürüklenişi ancak bir “sansür ve polis-hafiye rejimi” ile önleyebilirdi. Devlet, bu sayede 33 yıl ayakta kalabilmiştir. Uygulanan bir çok Kanun ve nizamnâme ise Sultan Abdülaziz devrinde çıkarılmıştır. Aynı padişah zamanında gazeteler kapatılmış, gazeteciler sürülmüştür. 18 yıllık dönemde 20’den fazla Türkçe, 25’den fazla muhtelif dillerde gazete ve dergi, geçici veya daimi olarak kapatılmıştır.[84]
Sultan Abdülhamit konusunda ortaya çıkan bu farklı düşünceler; felâketler karşısında hatalarını anlayarak bu hataları itiraf eden ve O’ndan af dileyen, “ruhaniyetinden istimdâd”da bulunan ittihatçıların var olması, bu konuda temkinli, objektif yaklaşımlarda bulunmayı mecburî kılmaktadır. Aynı zamanda bir DP milletvekili olan Osman Turan’ın ifadesiyle “Sultan Hamid ve Türk düşmanlığı karıştırılmakta ve birleştirilmektedir”.[85] “Kızıl Sultan” lakâbının sebebi, işte bu Türk düşmanlığı olsa gerekir.
Maâlesef iddianame; Abdülhamit, Vahdettin gibi Osmanlı sultanlarına, Cumhuriyet döneminin bazı tarihî-siyasî hadiselerine taraflı ve düşmanca bakma yanlışına düşmekten kurtulamamıştır.
İddianame’de, DP iktidarı döneminin antidemokratik olarak nitelenen hadiselerinin ele alındığı ve tüm iktidar mensupları için genel isnatların yer aldığı ilk 200 sayfa sonunda yer verilen satırlar, İddianame’nin özeti mahiyetindedir. İddianame’nin tamamının muhteviyatı hakkında fikir vermek bakımından, bu satırları aynen almak faydalı olacaktır, kanaatindeyiz: “… 1950’de iktidarı alan DP’nin, iktidarı yıllarında Anayasayı tam bir ceset haline getiren faaliyetleri cümlesinden alarak, milli hâkimiyet esaslarından başlamak, hâkim teminatı, meclis aleniyeti, mahkemelerin istiklâli, cumhuriyetlerin gasp ve ihlâli ‘ki bu arada basın hürriyetinin, toplantı hürriyetinin, seyahat hürriyetinin, hatta dernek ve söz hürriyetinin özlerinin tahrip edilmiş olması’ hele can ve mal emniyetinin ortadan kalkmasına kadar gitmektedir.
Üniversite muhtariyetinin yok edilmesi, seçim, seçme ve seçilme haklarının içi boş bir kalıp haline getirilmesi, ruhunun imha edilmesi, demokratik müesseselerin tahribi, muhalefetin işlemez hale sokulması, murakabe sisteminin toptan çökertilmesi, vatandaşın kanun nazarında eşitliği prensibinin yok edilmesi ve milli birliğin parçalanması gibi muhtelif yollarla Anayasa ve Anayasaya hâdim amme hukuku müesseselerinin yok edilmesi ve bunun için de Büyük Millet Meclisi’ndeki DP çoğunluğunu kullanarak ve Meclisin selâhiyeti cümlesinden bulunan murakabe cihazını tahrip ederek, Meclisi, bu vazifesini ifaya gayri muktedir hale getirdikten sonra, DP grubunu Meclis addetmek sureti ile Anayasa nizamını ortadan kaldıran faaliyet ve icraata giriştiği, netice olarak, kabûl edilen Tahkikât Encümeni ve Selâhiyet kanunu ile de bilfiil Anayasa ile müesses dikta rejimini tahakkuk ettirdiği sabit olmaktadır”.[86]
Burada sayılıp dökülen ve demokratik bir idare tarzında hiçbirinin bulunmaması gereken tüm bu icraatın 1960 Mayısı sonuna kadar tamamlanmasını bekledikleri için; ihtilâl ve ihtilâlcilerin mantığıyla mesele ele alındığı zaman, kendileri suçlu sayılmak lâzım gelir!
Anayasayı İhlâl Davası’nın Başsavcısı, seyahat, hastalık gibi sebeplerle TK ve Yetki Kanunu’na rey vermemiş olanların mazeretlerini geçersiz saymaktadır. Anayasa’nın 17. maddesi, fikirlerini yayma serbestliği tanımıştır. Anayasayı çiğneyen bu teşebbüslerle mücadele etmeliydiler. Hasta bile olsalar, bir deklarasyon yayınlamaları gerekirdi. Bunun için, sanıkların müdafaaları muteber değildir. DP, muhalefeti sindirerek 1960’da seçimleri yapmış olsaydı bile, bu dürüst ve serbest bir seçim olmayacaktı. Egesel, yapılan tüm müdafaaları reddedişini de şu cümle ile ifade etmektedir: “İşte bu itibarla biz, sanıkların her yönden olan müdâfaalarını, hadisenin ciddiyeti ve vehametini de göz önünde tutarak gayri vârit görüyoruz”.[87] Her ne kadar, “Türk milletinin manevi güçlerini temsilen ve Cumhuriyeti korumak amacıyla.” harekete geçen ihtilâlcilerin, gayri meşru hale gelmiş iktidarı hukukun himayesine terk ettiği ve bir seneden beri devam eden soruşturmalarda sanıkların, memleket sathında sağlanan imkânlarla kendilerini savunmalarının temin edildiği ileri sürülse de; bu müdafaaların bir kıymet-i harbiyesi bulunmadığı ve tüm DP iktidarı için peşinen mahkûmiyetin söz konusu olduğu açıkça görülmektedir.
Başsavcı Egesel, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Meclis Başkanı ve Vekilleri, DP Genel İdare Kurulu Üyeleri, DP Meclis Grubu İdare Heyeti Üyeleri, 7468 Sayılı Kanunu teklif eden milletvekilleri, TK üyeleri ve aslî fail olarak anayasayı ihlâl ettikleri kabul edilen bazı milletvekilleri için, TCK’nin 146/1 maddesi gereği “Ölüm Cezası”; diğer milletvekillerinin ise 146/3 maddesi gereğince cezalandırılmaları talebiyle iddianamesine son vermiştir. 8 milletvekili için ise, murakabe vazifesini yerine getirdikleri gerekçesiyle beraatlerini istemiştir.
E. Anayasayı İhlâl Davası Karar Gerekçesi
Anayasayı İhlâl Davası Karar Gerekçesi, DP iktidarı aleyhine gazetelerde yer alan ve tamamına yakını ihtilâlden sonra kaleme alınmış köşe yazılarıyla desteklenmeye çalışılmıştır. Yerli ve yabancı basında yer almış bu yazılar Başbakanlık tarafından “Ak Devrim” adlı bir kitapta toplanmıştır.[88] Netice olarak, Resmi Gazete’nin 1 ve 2 Temmuz 1960 tarih ve 10540, 10541 sayılı nüshalarında yayınlanmış bulunan Anayasa Komisyonu Raporu’na aynen yer verilmiş; bu raporu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinin hazırladığına dikkat çekilmiştir. Buna göre; “Hukuk otoritelerinin verdikleri bu raporla demokrat iktidarın meşruiyetini kaybettiği, milleti temsil etmesi gereken TBMM’nin de demokrat iktidar tarafından hakiki teşri organı olmaktan çıkarılarak şahıs ve zümreye hitap eden bir grup haline getirilmiş olmak suretiyle fiilen münfesih hale gelmiş olduğu ilmi bir şekilde izah ve tespit olunmuştur.” hükmüne varılmıştır.[89]
14 Haziran 1960 tarih ve 10525 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 1 sayılı Geçici Kanunun “Genel Hükümler” başlığı altında DP iktidarının anayasayı çiğnendiği, insan hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırdığı, muhalefet murakabesinin işlemez hale getirilerek parti diktatoryası kurulduğu ve Meclis’in fiilen bir parti grubu durumuna düşürüldüğü ve meşruluğunu kaybettiği ifadelerine temas edilmiştir.
Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu’nun sunduğu 9 Mart 1961 tarihli raporda yer alan, DP iktidarının bir dikta idaresine gittiği şeklinde özetlenebilecek görüşlere yer verilmiştir.
Nihayet, 20 Temmuz 1961 tarihli ve 10859 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 334 numaralı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”nın başlangıç kısmında yer alan “. Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışları ile meşruluğu kaybetmiş bir iktidara.” ifadelerine atıfta bulunmuştur. Anayasanın halk oyuna sunulması ve kabul edilmesi; aynı zamanda, YAD’ın vardığı netice ve verdiği hükmün de, müesseseler ile birlikte Türk halkı tarafından da kabûlü olarak gösterilmiştir.[90] Divan’ın atıfta bulunduğu belgeler, hükümlerin verildiği tarihten önce varoldukları için; bu belgelerde ileri sürülen görüşlerin “Divan’ın vardığı neticeyi kabulde oybirliği halinde olduğu” söylenemez, YAD’ın onlarla aynı görüşte olduğu söylenebilir. Belgelerin siyasî nitelikte olması, kararın siyasîliğine de delalet eder.[91]
18 dava için yapılan 202 celsede 701 sanığın yargılandığı, 228 idamın talep edildiği, 1068 şahidin dinlendiği ve 150.000 vatandaşın takip ettiği[92] davanın 203. gününde ortaya çıkan YAD kararlarıyla DP milletvekillerinden 47 kişi beraat eder, diğerleri 4 yıl 2 ay ile müebbet arasında değişik ağır hapis cezalarına çarptırılırlar. 14 kişi için ise idam istenir.[93] MBK, Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın cezalarını onaylar, 16 ve 17 Eylül 1961 tarihînde Menderes ve iki bakanın cezaları infaz edilir.[94]
F. Sonuç
14 Mayıs 1950 seçimlerinde uğranılan büyük yenilgiden sonra İnönü, arkadaşlarını şöyle teselli eder: “Biz, 50 kişi olarak Meclis’e girsek, yine bize koalisyon önerirler, kabul etmeyeceğiz. Abartmayayım ama, bir yıl sonra duruma bütünü ile egemen olacağız, bize teslim olacaklardır.”. Başbakan Günaltay da büyük bir kızgınlık içindedir: “Altı ay sonra biz onlara gösteririz, altı ay oturamazlar.” der.[95] Bunlar, memleket yönetiminde kendisinden başkasını görmeye tahammülsüzlüğü ifade eden sözlerdir ve bizi 27 Mayıs’ın hazırlayıcısı olacak iktidar-muhalefet kavgasının zemininin nasıl oluştuğu noktasına götürür. DP’ye biçilen altı ay, en fazla bir senelik ömrün uzaması, şiddet politikasının yön verdiği bir CHP ve İnönü ortaya çıkaracaktır. 1958 yılından itibaren İnönü’nün konuşmalarında “ihtilâl” tabiri sıkça görülür ve bu konuşmalar adeta, ihtilâlcilerin hareket tarzlarını belirler. 1957 seçimleri öncesinde bir CHP milletvekilinin; “Menderes bütün sözlerinin hesabını verecektir. Müstakil bir mahkeme kuracağız. Ve Menderes bu mahkeme huzurunda bütün iktidarının hesabını verecektir. Neticeyi bu mahkeme tayin edecektir.” sözleriyle[96] YAD’ı haber veriyor gibidir.
Tarihî sebepler dolayısıyla ve DP iktidarının hatalarının yaptığı katkılarla muhalefet; yanına üniversite, basın ve bir şekilde daima siyasî yönünü muhafaza eden ordunun içinde ortaya çıkan ihtilâl taraflısı grupları yanına alabilecektir.
1950-60 döneminde siyasî elit içerisinde ordu aleyhine bozulan denge, azalan sosyal statü, bürokrasinin diğer kesimlerinde olduğu gibi askerlerin de ekonomik sıkıntı içinde olmaları, DP iktidarının orduyu Meclis’in denetimi altına alma, sivil otoriteye bağlama çalışmaları ve ordu mensuplarının haysiyet ve şereflerini rencide edici dikkatsizce sarfedilmiş sözler orduyu ihtilâlin icra unsuru haline getirmiştir, denilebilir. Bu işleyen bir siyasî süreçti ve mevcut durum ihtilâlden sonra da devam etti. İhtilâlin lideri, MBK başkanı Cemal Gürsel, ihtilâlden hemen sonra İnönü’yü ziyaretinde; “Emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur.” diyecek ve kendisinin emirlerini gözü kapalı yerine getireceğini söyleyecektir.[97]
Anayasayı ortadan kaldırdıkları ve dikta yönetimi kurdukları iddiasını taşıyan, Anayasayı İhlâl Davası’nın yargılama ve karar safhalarının hukuki metinleri olan YSK’nin Esbab-ı Mucibeli Kararı, Başsavcı Egesel’in İddianamesi -özellikle- ve YAD Karar Gerekçesi dayanakları ve üslupları bakımından birer siyasî-ahlaki metin hüviyetini haizdirler. Bu ahlakilik, iktidar mensuplarının diktaya iştirakleri sebebini, haksız iktisaplar meselesine, maddi menfaat teminine bağlamak şeklinde ortaya çıkıyor. Bu siyasî tavır ve üslup, Yassıada Mahkemesi’ni işleyen siyasî sürecin bir parçası ve ihtilâlin meşrulaştırma aleti haline getiriyor. Onun içindir ki, tüm DP iktidarı mensuplarının yargılanacağı “Türk tarihînin en büyük”,[98] “dünyanın en enteresan”[99] davası bazı yabancı yayın organlarınca “sirk” olarak vasıflandırılabilmiştir.[100] Bu dava ve mahkemeyi tanımlayabilecek tarihî sözlerden biri de YAD Başkanı Başol’a aittir. Samet Ağaoğlu’nun duruşmalar sırasındaki bir sorusuna hitaben; “Sizi alıp Yassıada’ya tıkan kudret böyle istemiş, onu biz bilemeyiz.” diyebilmiştir.[101]
Egesel İddianame’sini; “Milletin an’anelerine ve müesseselerine hizmet etmeyen insanları tarihte ibret teşkil edecek bir şekilde cezalandıracaksınız. Hükmünüz hiç şüphesiz adil olacaktır. Kararlarınızla Türk yurdunu ebediyyen aydınlatacak bir adalet meş’alesini yakacaksınız. Bu meş’ale karanlık emellerin barınacağı hiçbir kuytu köşe bırakmayacaktır. Nesiller boyu Yassıada adaletinin menkıbeleri söylenecek ve menkıbelerin verdiği ibret dersi, kötüyü kötü yoldan ayırdığı kadar, iyi ve güzele inkışaf imkanın verecektir. Tanrı’nın sizlere Türk milleti için ebedi şeref olacak kararlar ilham etmesini.” sözleriyle bitiriyor.[102]
27 Mayıs, Yassıada Mahkemesi ve onun adaleti nesiller boyu hatırlanacaktır. Ama, Egesel’in söylediği şekilde değil!
Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 74-84