Osmanlı Devleti tarihi içerisinde son yıllarda gittikçe önem kazanan kurumlar tarihi incelemeleri arasında, henüz araştırıcılar tarafından kurum olarak incelenmemiş olan Şehzadelik Kurumu, bu çalışmanın sınırlarını belirlemektedir. Gerek Türk tarihi açısından gerekse özelde Osmanlı tarihi açısından, Türk devlet kurumları üzerine ileri sürülmüş fikirler bir hayli fazladır. Türk tarihi açısından Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in fikirleri, bu bakımdan ilginçtir.[1] Osmanlı tarihi için ise bilindiği gibi batılı oryantalistlerin görüşlerini, Prof. Dr. Fuad Köprülü etraflı bir şekilde ele alarak şiddetle eleştirmiştir.[2] Bu görüşler, daha ziyade Osmanlı İmparatorluğu’nun kurumları üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde şehzadeler üzerine yapılmış çalışmaların birkaçı hariç[3] hemen hemen tamamı şehzadeler arasındaki taht kavgalarını veya şehzadeler ile ilgili belgelerin neşrini içermektedir. Bu noktadan bakıldığında Şehzadelik Kurumu olarak bahsedilen teşkilatın ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bu çalışma, bu konuda yapılacak olan ayrıntılı çalışmanın ön hazırlığı olarak da kabul edilebilir. Osmanlı Devleti tarihinin tamamını kapsayarak Şehzadelik Kurumu ile ilgili bilgi vermenin zorluğunun yanı sıra, devletin bütün hayatı boyunca bu kurum açısından önemli değişiklikler olduğu ve bu değişikliklerin hepsinin bu kısa makalede açıklanamayacağı göz önüne alınarak elinizdeki çalışmanın alanı, Osmanlı Klasik Dönemi (1299-1603) olarak sınırlandırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde adı geçen dönemde tahta geçerek sultan unvanını alan şehzadelerin hepsinin, sultanın oğlu olduğu görülür. Klasik Dönem Osmanlı döneminde taht babadan oğula geçmektedir.[4] Burada, daha devletin kurucusu Osman Bey’in başa geçmesi sırasında amcası ile arasında yaşanan kabilenin başına geçme mücadelesi ve Osman’ın, Ertuğrul’un oğlu olması dolayısıyla,[5] hakkı elinde bulundurduğunu ve kabilenin ileri gelenlerinin bu yönde tavır takındıklarını belirtmek gerekir.[6] Böylece henüz devletin kuruluşunda tahta geçme konusunda, tahtın babadan oğluna geçmesi ile ilgili kuralın konmuş olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir.
1603’te I. Ahmet’in tahta geçmesinden sonra meydana gelen iki önemli olay, bu çalışmanın sınırlarının belirlenmesinde etkendir. Bunlardan ilki ve önemlisi, şehzadelerin sancağa çıkarılma usulünün terk edilerek bir nevi zindan hayatı da diyebileceğimiz Kafes Hayatı’nın başlaması, ikincisi ise I. Ahmet’ten sonra artık tahtın babadan oğluna geçmesi usulünün ortadan kalkması ve hanedanın en büyük üyesinin tahta geçme hakkına sahip olduğu Ekberiyet Usulünün tahta geçmede etken olmasıdır. Bu uygulama, devlet hayatında köklü bir değişiklik olmakla birlikte devletin yıkılışını hızlandıran önemli bir etken olarak da değerlendirilmelidir.
Osmanlı Devleti’nde hükümdarların oğullarına verilen genel adıyla şehzade, Farsça bir kelime olup hükümdar oğlu, prens demektir.[7] Bu adlardan başka şehzadelere; Paşa,[8] Emir,[9] Çelebi[10] ve Sultan[11] gibi unvanlar verilmiştir. “Ferzand-ı ercümend es’ad ü emced varis-i mülk-i Süleyman, nûr-ı hadaka-i sultan, tâc-ı ru’üsü’s-selâtini sâhibü’l-izz ve’t-temkin, mahz-ı lütfullahi’l-ekrem oğlum sultan Cem edâmallahu te’ala bekahu”,[12] “Pür-ı dülbend ve ferzend-i ercümen”[13] şehzadelere verilen elkabdandır.
Osmanlı Devleti’nde padişah çocuklarının gelecekteki hükümdar adayları olmaları dolayısıyla on beş yaşına gelince, devletin önemli merkezlerinden bir sancağa gönderilerek burada devlet yönetimini tecrübe etmeleri ve zamanı gelip tahta oturduklarında devlet yönetiminde zorlanmamaları düşünülürdü.[14] Ancak her ne kadar bir şehzadenin sancağa çıkması için on beş yaşına gelmesi gerektiği söylense de bunun böyle olmadığı görülür. Bunun bir kural olmadığı ve daha erken yaşlarda şehzadelerin sancaklara çıkarıldıkları tarihi kayıtlarda sabittir. Gelibolulu Ali, Çelebi Mehmet’in on dört yaşındayken Amasya sancağında olduğunu belirtirken[15] Hüseyin Hüsamettin, II. Mehmet’in sekiz yaşında[16] ve II. Bayezit’in ise yedi yaşında Amasya’ya sancak beyi olarak gittiğini söyler.[17]
Sancağa çıkarılacak olan şehzadeler, genelde gerek Osmanlı öncesi gerekse Osmanlı Devleti ile birlikte önemli bilim, kültür ve ticaret merkezleri olan sancaklara gönderilirlerdi. Osmanlı Devleti’nde ilk sancaklar, Liva-i Karasi, Liva-i İnönü, Liva-i Hüdavendigar, Liva-i Kocaeli ve Liva-i Karahisar’dır.[18] I. Bayezit’in Amasya’yı fethetmesiyle artık şehzadelerin sancağı olarak Amasya önem kazanmıştı. İbn Kemal, Amasya şehrinin şehzade şehri olduğunu vurgular.[19] I. Selim’e kadar şehzade sancağı olan Amasya şehrinde, Osmanlı padişahlarından, I. Bayezit, I. Mehmet, II. Murat, II. Mehmet[20] ve II. Bayezit, şehzadeliklerinde sancak beyliği yapmışlardır.[21] I. Bayezit, Manisa’yı fethetmiş ve II. Murat’tan sonra Manisa önem kazanmış,[22] ilk olarak I. Bayezit’in şehzadeleri Ertuğrul ve Süleyman,[23] II. Mehmet, I. Süleyman[24] ve daha sonra bir kural olarak II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Manisa sancak beyliği yapmışlar, tahta buradan çıkmışlardır. Osmanlı’nın iki önemli Şehzade sancağından başka başlıca Şehzade sancakları şunlardır: Antalya, Akşehir, Aydın, Balıkesir, Çankırı, Çorum, Hamideli, Isparta, Karaman, Karasi, Kastamonu, Kefe, Kocaeli, Kütahya, Konya, Niğde, Sinop, Sivas, Şarkikarahisar, Tokat, Teke, Trabzon.[25]
I. Selim’e kadar Amasya’nın şehzade sancağı olarak ön planda olması ve daha sonra Amasya’nın bu önemini yitirerek Manisa’nın ön plana çıkmasındaki en önemli etken, tahta geçme konusunda İstanbul’a yakınlık-uzaklık olgusudur. Bunun en güzel örneği, Şehzade Selim ile ağabeyi Şehzade Ahmet’in taht mücadelesinde ortaya çıkmış, Selim’in oğlu Şehzade Süleyman’a Bolu sancağının verilmesine Şehzade Ahmet karşı çıkarak, Bolu’nun kendisi için İstanbul’a gidiş yolu üzerinde olmasından dolayı itirazlarını İstanbul’a bildirmiş ve bu itirazı kabul görmüştür.[26]
Osmanlı şehzadelerinin çıkarıldıkları sancaklar rastgele seçilmiş bölgeler değildi. Her şehzade istediği sancakta, sancak beyliği yapamazdı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde uç bölgeler, sancak olarak devlet ileri gelenlerine paylaştırılmış ve böylece fetihle ele geçen bölgelerin Türkleştirilmesi sağlanırken bu uç bölgeler, savaşan beylerin ve şehzadelerin gelir kalemleri olarak değerlendirilmişti. Yine kuruluş döneminde, şehzadelere verilen sancaklar için “Bey Sancağı” tabiri kullanılmıştır ki Osmanlı Devleti’nde Şehzade Sancağı demek olan bu tabir, ilk kez Orhan Bey tarafından Bursa’nın fethedilerek burasının oğlu Şehzade Murat’a verilmesiyle Bursa, Bey sancağı olarak kabul edildi.[27] II. Murat ile birlikte Osmanlı şehzadelerinin atandığı sancaklar dikkate alındığında, özellikle Batı Anadolu sancaklarında, bu sancakların eski beylik merkezleri olduğu göze çarpmaktadır. Böylece Osmanlı hanedanı ile eski beyliklerin önde gelenlerini ve halkını yakınlaştırmada, tepkileri dengelemede önemli roller oynadığı, böylece hanedan ile eski beyliklerin bütünleşme sürecinde hanedanın meşruiyeti ve tanınması amaçlanmış oluyordu.[28]
Diğer taraftan Saruhan sancağının şehzade sancağı olmasında önemli bir etken de bölgedeki Börklüce, Torlak Kemal ve Cüneyd Bey olaylarının artması ve Saruhan’da bulunan Timurtaşoğlu Ali Bey’in daha önceden bu bölgeye atanması fakat ortaya çıkan olaylara engel olamamasıdır. Bunun üzerine bu bölgeye hanedan üyesinden birinin yollanması kararlaştırılmış ve II. Murat’ın oğlu Şehzade Alaaddin sancak beyi olarak Saruhan’a gönderilmişti.[29] Anlaşıldığı üzere, Osmanlı hanedanı şehzadeleri göndermekle aynı zamanda o bölgeye hem önem verdiğini gösteriyor hem de şehzadenin o bölgenin huzurunu temin etmede ve yöre halkının hanedan üyesi bir yöneticiye itaat gösterme konusunda daha hassas davranacağını düşünüyordu. Diğer taraftan bir şehzadenin bir sancağa çıkması için o sancağın önemli bir kültür, medeniyet ve ticaret merkezi olması gerekliydi.[30] Zira ileride devletin başına geçecek olan bir şehzadenin her anlamda gelişmiş bir sancakta idarî, sosyal ve ticari faaliyetleri tam hakkıyla öğrenmesi ve devlet işlerinde tecrübe sahibi olması gerekiyordu. Burada şunu da ilave etmek gerekir ki şehzadenin, atandığı bölgenin gelirinin de sahibi olduğu düşünülünce, gittikleri sancakların gelirinin ve ticari faaliyetlerinin yoğun olduğu bir bölge olması gerekliliği göz ardı edilmemelidir.
Özetle, Osmanlı Klasik Dönemi’nde bir bölgeye şehzadenin atanması için, incelediğimiz dönem içerisinde başlangıçtan sona doğru, uç bölge olması, eski beylik merkezleri olması ve de önemli bir kültür, medeniyet ve ekonomik anlamda gelişmişlik gösteren yerleşim yeri olması gerekmekteydi. Böylece hem şehzadenin fiili uygulamalarında başarı ve tecrübe kazanması amaçlanmakta hem de bölge halkının hanedan üyesine bağlılıklarını gösterecekleri dolayısıyla asayişin sağlanacağı düşünülmekteydi.
Sancağa çıkarılan şehzadelerin görev ve yetkileri nelerdi? Özellikle sancak beyi olarak atanan şehzadenin yetki bakımından sorumluluk alanları ve sınırları nelerdi? Bu konuyla ilgili ileri sürülen fikirlerde farklılıklar vardır. Bu konuda fikir ileri sürenlerden biri, Yaşar Yücel’dir. Yücel, bir makalesinde şehzadelerin yetkileri açısından şunları söylemektedir. elimizdeki belgeler şehzadelerin bulundukları sancakların bağımsız yöneticileri olduklarını ortaya koymaktadır. İsimleri ile tuğra çeken, hükümler yazan şehzadeler, kendi idareleri altındaki bölgelerde bir hükümdar gibi hüküm sürmekte idiler. Bunların merkez ile ilişkileri, bağımsız irade ile yaptıkları tayinleri ve verdikleri dirlikleri devlet merkezine bildirmekten ibarettir. Hatta içlerinde II. Mehmet gibi para bastıran da vardı.[31] Yücel, bunları söyledikten sonra sancak beyi olan şehzadenin yetkisini göstermesi bakımından bir belgeyi yazısında vermektedir.[32] Diğer taraftan Feridun Emecen, özellikle XVI. yüzyıl Manisa sancağı örneğinden yola çıkarak, şehzadelerin söylendiği gibi geniş yetkilere haiz olmadığı hatta yaptıkları en küçük bir tayin işini bile ancak merkeze bildirdikten ve olur aldıktan sonra yapabildikleri söylemektedir.[33]
Bu iki görüşün ışığı altında, Klasik Dönem’de, şehzadelerin sancaklarda geniş yetki sahibi olup olmadığını incelemek gerekmektedir. Yücel’in makalesinde geçen belge göz önüne alınırsa ve bunun dışında diğer bilgiler değerlendirilirse, ki birazdan biz de şehzadelerin yetkileri konusunda bilgileri değerlendireceğiz, Yücel’in söylediklerinin kabul edilebilir olduğu görülmektedir. Bunun yanında Emecen’in fikirleri de, özellikle Mühimme kayıtlarında hükümlerin lalalara yazıldığı çok defa geçmektedir, doğru kabul edilmelidir. Ancak burada şunu belirtmek gereklidir ki, bu iki farklı gibi görülen durum, asılda doğru olup bu değişikliğin I. Selim sonrasında ortaya çıkan köklü bir değişim olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar bu dönemlerle ilgili kaynakların olmaması bizi bu tür yorumlar yapmaktan alıkoyuyorsa da eldeki birtakım bilgilerden bazı sonuçlar çıkarılabilir. Zira devletin kuruluşu sırasında özellikle uç bölgelerin ileri gelen beylere ve şehzadelere verildiğini biraz yukarıda söylemiştik. Burada, özellikle ilk dönem için söylemek gerekirse Bizans İmparatoru Kentakuzenos’a yardım için Rumeli’ye geçen ve 1352 yılında Cimpi kalesine yerleşen kumandan, Orhan Bey’in oğlu Şehzade Süleyman’dır. Burada asıl söylenmesi gereken, gerek Bizans İmparatoru’nun Cimpi hisarının boşaltılmasını istemesi gerekse Orhan Bey’in telkinlerine rağmen Şehzade Süleyman’ın burada kalması ve bu durumun Osmanlı’nın Rumeli’de tutunmalarının esasını teşkil etmesidir.[34] Bu durum, bir Şehzade olarak Süleyman’ın sorumluluk, görev ve yetkilerini ortaya koyması bakımından calib-i dikkattir. Ayrıca I. Bayezit’in oğlu Emir Süleyman’ın Akkoyunlu Osman Bey’in Sivas’ı ele geçirme girişimine karşı, Osmanlı ordusunun başında olarak, Akkoyunlu hükümdarı Osman Bey’i mağlubiyete uğratmıştır.[35] Yine Şehzade Süleyman, Osmanlı ordusunun başında Bulgaristan’a gitmiş, üç ay muhasaradan sonra 17 Temmuz 1393 tarihinde Bulgaristan’ın başkenti Tırnova’yı almış böylece Doğu Bulgaristan idaresine son vermiştir.[36]
Yine Akkoyunlu saldırısına karşı Şehzade Mustafa, orduya serdar tayin olunmuştu.[37] I. Selim, şehzadeliği sırasında Şeyh Haydaroğlu İsmail’in Azerbaycan’ı işgal edip Trabzon sancağına yöneldiğini duyunca orduyu toplayıp onların üzerine yollamış ve hepsini kılıçtan geçirtip İsmail’i yakalayarak İstanbul’a haber göndermişti.[38] Anlaşıldığı üzere şehzadelerin yetki ve sorumluluklarını göstermesi açısından bu bilgiler, bize yeteri kadar bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Bu cümleden olarak özellikle XVI. yüzyılın ilk yarısına kadar, şehzadelerin Osmanlı Devlet yönetiminde yeteri kadar yetki ve sorumluluk sahibi olduğunu söylemek pek yanlış olmasa gerektir.
Ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısında mevcut Mühimme kayıtlarından anlaşıldığı üzere Şehzade Divanı ile İstanbul arasındaki yazışmalarda hemen hemen bütün hükümler, birkaç istisna hariç,[39] lalalara hitaben yazılmıştır.[40] Buradan da anlaşıldığı üzere artık I. Selim’in tahtı ele geçirmesinden sonra sancağa çıkan şehzadelerin yetkileri bakımından köklü bir değişiklik göze çarpmaktadır. Bu noktada Emecen’in, “geçirilen badireler sebebiyle, lalaların idarî fonksiyonlarının arttırılmasıyla olabilecek muhtemel karışıklıkların önünün alınması ve şehzadelerin daha önceki aktif faaliyetlerinin frenlenmesi öngörülmüş olunması” tespiti yerindedir.[41] Özellikle I. Selim, veliaht olan kardeşi Şehzade Ahmet’e rağmen, henüz sağlığında babasını tahttan indirerek yerine geçmesi göz önünde bulundurulursa artık I. Selim sonrasında şehzadelerin gerek yetki gerekse güç ve kudret bakımından eskisi gibi olamayacağı ortadadır.
Sancağa çıkarılan şehzadelerin tıpkı İstanbul’daki divana benzer bir divan teşekkülüne sahip oldukları bilinmektedir. Şehzadeler, sancağa çıkarlarken maiyetlerinde saray tarafından görevlendirilen kişiler bulunmaktaydı. Bunlara birkaç örnek vermekle şimdilik kifayet edeceğiz. II. Selim’in oğlu Şehzade Süleyman, maiyetinde annesi (Hafza Sultan), kızkardeşi, süt annesi, hareminde on kişi, hadım ağası (tavaşi) ve gulam hocası Hayrettin, nişancısı Mehmet Bey, üç tane hazine katibi, dört divan katibi ve diğer başka görevliler olmak üzere toplam 458 kişi bulunduğu halde Kefe sancağından Manisa sancağına naklolunmuştu. Manisa sarayında ise Şehzade Süleyman’ın hareminde on üç “hatun”, iki çamaşırcı, bir cariye ile beş harem ağası, sarayın enderununda on iki ağa, bir imam ve bir müezzin, üç tabip, ki bunlardan biri Yahudi biri de kadın tabiptir, elli altı dılma, yetmiş altı sipahi, 70 silahtar, doksan bir dureba, kırk ulufeciyan, ve diğer görevliler olmak üzere görevli sayısı 746 kişiydi.[42] I. Süleyman’ın Şehzadesi Mehmet, Manisa’ya hareket ederken yanında çeşitli vazifelilerden mürekkep 542 kişlik maiyyeti vardı.[43] II. Selim’in oğlu Şehzade Murat’ın Manisa sancağında, görevde iken kaldığı yaklaşık 12 yıllık süre zarfında yanında bulunan görevlilerin sayısı bin beş yüzü bulmuştur. Emecen, Osmanlı Arşivi Maliyeden Müdevver Defterler tasnifindeki 1324 numaralı Müşahere defterindeki kayıtlara göre, III. Murat’ın ulufeli sayısının 296 olduğunu söylemektedir.[44]
Şehzadelerin eğitimi konusunda ise şurası muhakkak ki; Osmanlı şehzadeleri, devrin en ileri hocalarından en iyi eğitimi almaktaydılar. Şehzade henüz sancağa çıkmazken sarayın üçüncü avlusunda iç oğlanlarla birlikte hem fiziksel hem entelektüel eğitim görürlerdi. Özellikle binicilik ve dövüş sanatları eğitimini iç oğlanlarla birlikte alırlardı. Hatta saray içinde şehzadelerin eğitimine ait bir de “Şehzade Okulu” bulunmaktaydı.[45] Diğer taraftan kendilerine devrin en büyük alimleri, hoca olarak tayin edilirdi. II. Mehmet’in şehzade hocalığını yapanlar arasında Molla Güranî ve İnbü’t-Tercid,[46] oğlu Şehzade Bayezit’in hocalığını Molla Salahaddin[47] ve bilahare Mevlana Kâsım Hatib b. Yakub,[48] Şehzade Korkut’un hocalığını Mevlana Seyyid İbrahim, ve I. Süleyman’ın oğlu Şehzade Selim’in hocalığını Şeyh Nurullah bin Akşemseddin yapmıştı.[49] Bununla birlikte Celalzâde, I. Selim’in şehzadeliğinde aldığı çok iyi eğitime atıfta bulunarak bu eğitimden dolayı bütün ülkeleri bildiğini ve buralarla ilgili ne var ne yoksa hepsinden haberdar olduğunu ayrıca dünyanın tavrını ve dünya halkını da tanıyıp bildiğini söylemektedir.[50]
Şehzadelerin eğitimlerinin bir diğer ayağı da sancaklara çıkarılmalarıdır. Osmanlı şehzadesi, ülkenin kaderinde söz sahibi olabileceği düşünülerek gerekli beceri ve tecrübeyi alması için kendilerine yardımcı olarak atanan lalalar nezaretinde sancaklara çıkarılırlardı.[51]
Şehzadeler ile ilgili değinilmesi gerekli bir diğer konuda ekonomik durumlarıdır. Şehzadeler, hayatlarını ve de ailelerini geçindirmek için gerekli olan parayı nasıl karşılıyorlardı? İlk bakışta padişahın çocukları olmaları ve gelirlerinin hazineden karşılandığı düşünülebilir. Bu durum kısmen doğrudur. Ancak Şehzadelerin asıl parasal kaynakları, tıpkı padişahlarda olduğu gibi kendilerine verilen haslardır. Diğer taraftan sancağa çıkan bir şehzadenin, biraz yukarıda da değindiğimiz gibi, görev yaptığı sancağın bütün gelirlerine sahip olduğu bilinmektedir.[52] Ayrıca şehzadeler sancağa çıkarılırken kendilerine hazineden belirli miktarda nakit parada verilirdi. Selanikî, III. Mehmet’in Manisa sancağına çıkmasını anlatırken “sancağa çıkarken kânun-ı kadim-i Osmaniye ile otuz iki kere yüz bin akçalık nakit ve haslar tayin olundu” demektedir.[53] Bununla birlikte gelirlerinin kendilerine yetmemesi üzerine haslarına terakki yapıldığı da görülmektedir.[54] Şunu da belirtmek isteriz ki şehzadelerin sancağa çıkarılmaları ile devletin kasasından nakit para çıkışı, bir nebze de olsa azalmış ve sancaklar, şehzadelerin gelirlerinin ana unsurunu oluşturmakla hazine büyük bir yükten de kurtulmuş olmaktaydı.
Özetle burada anlatılmaya çalışılan şehzadelerin kurumsal açıdan varlığının ortaya konulması ve her ne kadar sultanın oğlu sıfatını taşısa da şehzadelerinde belirli kural ve nizama göre hareket etmeleri gereğinin ortaya çıkarılmasıdır. Daha geniş bir çalışma gerektiren konu, tarafımızdan ele alınmakta ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Kısaca verilen bilgilerin ışığı altında şehzadelerin kafese giden hayatlarının tarihi bir perspektifi olduğu ve bunun ortaya konulması gerekliliği açıktır. Zira gerek aldıkları eğitim gerek sahip oldukları yetki ve sorumluluklar ve gerekse sancaklardaki tecrübe ve birikimler, devletin bekasını sağlamakta önemli bir faktör olmuştur. Bu cümleden olarak denilebilir ki, 1603’te I. Ahmet ile başlayan şehzadelerin sancaklardan yoksun bırakılışı de Kafes Hayatı da denilen zindan hayatı, gerek şehzadenin şahsında derin izler bırakmış ve her an öldürülmeyi bekleyen bir insanın ruh haline dönüştürmüş gerekse bu durum devletin geleceğinde etkili olmuş ve tahta eğitimli, yetişkin, dirayetli ve tecrübeli bir ehil kişinin elinden çok hayatı kafeste geçen bir kişinin eline geçmiştir.
Görülen odur ki bu durum, daha sonra devletin yıkılışını hazırlayan süreçte etkili olmuştur.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 9 Sayfa: 855-859