Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi ARSAL
Eski Türk Devletlerinde Sınıflar
Türk devletlerinde başlıca üç içtimai sınıf vardır: Beyler, hür Türkler, esirler (kullar). Küçük bir zümre olan, hükümet süren Han’ın sülâlesine mensup olan beyler müstesna olmak üzere, beylik ırsi bir durum değildir. Türk devletinde herhangi bir Türk bir memuriyet sahasında temayüz ederek “bey” unvan ve rutbesini ihraz edebilir.
Türk devletlerinde hâkim sülaleye mensup beylerden başka ırsi imtiyazlara malik bir sınıf yoktur.
Tarhanlık: Fakat Türk devletlerinde de hayat kaydile kendilerine bazı imtiyazlar verilmiş kimseler vardır. Bunlar Tarhan unvanını taşırlar. Türk devletlerinde “tarlanlığın” tazammun ettiği hak ve imtiyazların mahiyet ve hududu hakkında sarih kayıtlar yoktur. Fakat bütün devlet idaresine ait esasları Türklerden almış olan Moğol Devleti’nde tarhanlığın bahşettiği imtiyazlar malûmdur. Moğol Devleti’nde tarhanlar şu hak ve imtiyazlara maliktirler:
1. Tarhan her türlü resim, vergi ve angaryalardan muaftır, 2. Savaşlarda ele geçirilmiş ganimetten ve sürek avlarında öldürülmüş avlardan bir hisse alırdı, 3. İstedikleri zaman, her defa ayrı müsaade istemeksizin, Hanın huzuruna çıkabilirlerdi, 4. Ağır cürümler müstesna, tarhanların suçları dokuz defa affedilirdi, 5. Umumi tören ve ziyafetlerde şerefli mevkide yer alırlardı ve onlara bir kadeh şarap sunulurdu.[1]
Ruhaniler: Türk devletlerinde tarhanlardan başka hayat kaydile bazı imtiyazlara malik olan bir zümre vardı: Ruhaniler.
Türk devletlerinde herkesin sülûk etmeye mecbur olduğu bir “devlet dini” yoktu. Tarihi Türk devletlerinin hepsinde din hürriyeti esası hakimdi. Türkler din sahasında hürriyetin ehemmiyetini dünya milletlerinin hepsinden evvel kavramışlardır. Cenubî Uygur Hanlıklarında ahali arasında Budda, Zerdüşt dininden başka Hıristiyan mezheplerden Nestorianismle Maniheism mezhebi de yayılmıştır. Bütün bu dinlerin salikleri dini ibadet ve ayinlerini serbest icra edebiliyorlardı. Çengiz yasasının bir maddesi, “hiç birini diğerine tercih etmeksizin bütün dinlere hürmeti” emrediyordu. Türk devletlerinde hükümetin dinlere karşı hürmet esası ruhanilerin vergilerden muafiyeti şeklinde de tecelli ediyordu. Ruhanilerden rüsum, vergi alınmazdı. Çengiz yasasının bir maddesi “her türlü mabetlere hürmet etmelidir. Bütün ruhani reisler her türlü vergi ve mükellefiyetlerden muaf tutulmalıdır” diyordu. Çengiz, Türklerin bu dinlere hürmet ve dini reislere karşı müsamahakarlık prensibine tebaan Ali ibni Ebutalip ahfadına herhangi bir şekilde vergi veya rüsum mükellefiyeti yükletilmesini menetmişti. Türk devletlerinde her dinin ruhanileri ferden vergi ve angaryalardan muaf oldukları gibi, dini mahiyette olan cemiyetlerin arazisi de vergi muafiyetinden istifade ettikleri anlaşılıyor.
Uygurlardan kalma vesikalar arasında Hıristiyan Türkler tarafından kurulmuş olduğu anlaşılan[2] bir dini cemiyete Bilge Tengri Elik Han tarafından verilmiş bir ferman[3] vardır. Ferman dini cemiyetin arazi ve üzüm bağlarının vergiden, azalarının her türlü vergi ve angarya mükellefiyetlerinden muaf tutulmasını emrediyor. Bu gösteriyor ki, Uygur Hanlıklarında ruhaniler ferden vergiden muaf tutulduğu gibi, dini cemiyetlere de vergi muafiyeti imtiyazı verilmesi usulü de vardı.
Bu istisnalar haricinde Türk devletlerinde halkın ekseriyeti müsavi haklara malik hür insanlardır.
Türklerde Esaret: Fakat Türk camialarında da, bütün kadim ve orta zaman camialarında olduğu gibi, kullar, esirler de vardır.
Türk hukukunun esaret hakkındaki türeleri Roma hukukunun esarete ait ahkamına nispetle çok daha yumuşak, daha insanî, esire karşı çok daha merhametli idi. Eski cenubi Uygurlardan kalma hukuki vesikalar arasında birçok esarete ait vesikalar vardır. Bu vesikalardan birinde[4] Kutlug adlı bir kadın esir 150 top pamuk kumaş (bez) mukabilinde satılıyor. Diğer bir vesika da[5] Tulat adlı keza bir esir kadının yüz top bez verilerek satın alındığına dairdir. Üçüncü bir vesika da[6] bir esir kadın sikke halinde 47 gümüş satır[7] para mukabilinde satıldığına dairdir. Bütün bu esir satımına dair yazılı satım mukavelelerinde satışın kat’i olduğunu, esirin satın alanın mülküne geçtiğini ifade etmek için ayrı kelimeler ve formüller kullanılmıştır. Vesikaların hemen hepsinde esirin “Ming yıl, Tümen kün” (bin yıl, on bin gün) için satıldığı gösterilmiştir. Bu, arazi mülkiyetinin devrine ait vesikalarda da kullanılan formül yapılan mukavele ile akitlerin birinin iktisap ettiği mülkiyet hakkının ırsi olduğunu, bu hakkı iktisap edenin çocuk ve torunlarına da geçeceğini bildiren bir formül idi.
Esirin eski Türkçede birçok ismi vardır. Erkek esire kul denir. Kadın esirler için eski Türkçede iki kelime vardır. Küng, Karabaş. Orhon Kit, Küng tabirini, Uygur vesikaları her iki ismi kullanıyorlar.
Tarihi kayıtlardan, Türk kavimlerinin halk edebiyatına ve Uygurlardan kalma vesikalara istinaden eski Türklerin esaret hakkındaki telakki ve hukuki yusunlarını şu noktalarda hulasa edebiliriz:
- Esir sahibinin kul üzerindeki hakkı esas itibarıyla mutlaktır.
- Fakat Türk camiaları kültürce yükseldikçe esire münasebette yumuşamış, daha insanileşmiştir.[8]
- Uygurların esaret hakkındaki yusunları Roma hukukunun esirlere ait ahkamı kadar sert değildir.
- Esir evlenebilir, fakat evlenmek için, tabii sahibinin rıza ve mü saadesi şarttır.
-
Esir mahkemeye müracaat edebilir.[9]
- Esir azat edilebilir. Azatlama kayıtsız şartsız olabildiği gibi, muayyen şartlara bağlı olarak da yapılabilir. Yukarıda bahsettiğimiz Otuzla ToyınÇok esirlerini “bert” denilen bir mükellefiyet şartıyla azat ediyorlar.
- Türklerde esir kadından (cariyeden) doğan çocuk meşru çocuk gibi anasının sahibi olan babasının meşru çocuğu gibi mirasından hisse alır.
Uygur camialarında esirlerin pek çok olmadığı anlaşılıyor. Bir esir kadın için verilen bedel bir vesikada yüz top,[10] diğer bir vesikada yüz elli top bezdir;[11] üçüncü bir vesikada kırk yedi satır paradır.[12]
Biz biliyoruz ki, aşağı yukarı aynı devirde Uygur ülkesinde bir atın fiyatı, üç arşın ipekli kumaştı. Üç arşın ipekli kumaşı bir top beze muadil saysak dahi bir esir ata nispetle 100-150 misli daha pahalı olduğu neticesi çıkar.
Tutugluk, İnsan rehni: Uygurlardan kalma hukuki vesikalar arasında hukuk tarihi bakımından dikkati çeken bir vesika, bir mukavele vardır.[13] Bu mukavelede Kedire adlı bir Türk, oğlu Bulmuş’u yirmi beş satır para mukabilinde Kambuktu adlı birisine “Tutug” olarak veriyor ve oğlu üzerindeki babalıktan doğan velilik haklarını ona devrediyor. Mukavelenin şartları şunlardır:
1. Tutugluk müddesi zarfında Bulmuş, Kambuktu’nun hakimiyeti altında bulunacaktır, 2. Kambuktu, Bulmuş’un üstbaşına bakmaya, elbise ve ayakkabılarını vermeye mecbur olmayacaktır, 3. Kambuktu Bulmuş’u kendi yanında çalıştırdığı taktirde tutuğa yiyeceğini, içeceğini temin edecektir, 4. Bulmuş (Kambuktu’nun müsadesiyle) başkası yanında çalıştığı zaman Kambuktu yiyeceği, içeceği temine de mecbur olmayacaktır.
Radloff bu mukaveleden doğan hukuki durumu nim esirlik (hörigkeit) durumu telakki etmiştir. Biz bu fikre iştirak etmiyoruz. Kanaatimize göre, bu vesika, Uygurlarda “tutugluk” denilen esarete yakın bir hukuki durum, bir hukuki müessese mevcut olduğunu göstermiyor. Bulmuş 25 satır mukabilinde nim esir olarak satılmış değildir. Bulmuş ancak ve sadece 25 satır mukabilinde babası tarafından rehine konulmuştur. Eski Türkçede tutug esir demek değildir. Tutug rehine demektir.[14] Babası tarafından Kambuktu’ya 25 satır iade edilmedikçe Bulmuş, Kambuktu’nun hakimiyeti altında kalacaktır, Kambuktu’nun “tutug”u olacaktır. Ancak babası (yahut belki kendisi) Kambuktu’ya 25 satiri iade ettiği gün tutugluk durumundan kurtulacaktır. Bulmuş ne esir ne nim esir olarak satılmış değildir. Uygur vesikalarında kat’i olarak bir şeyin mülkiyeti başkasına devredildiği zaman mutlaka “bin yıl, on bin gün için” kaydı ilave edilir. Bu kayıt bir esir satımına ait vesikalarda esirin hayat kaydile satıldığını, satın alanın esir üzerindeki hakkının esirin çocuklarına da geçtiğini gösteren bir formüldür. Bu tabir, “hayat kaydile ve esirin ahfadı dahi esir olmak şartı ile” tabirine muadildir. Kedire ile Kambuktu arasında aktolunan Bulmuş’un tutugluluğuna dair mukavelede bu kayıt yoktur.
Fiilen “tutugluk” tutug olan insan için bir nevi nim esarettir, fakat tutugluk Avrupa hukukundaki serf veyahut Roma hukukundaki “cliens”lik müessesesi gibi bir müessese değil, rehine olmaktan doğan bir vaziyettir. Bahis mevzuu olan vesika Uygurlarda nim esaretin değil, insan terhin etme usulünün mevcudiyetini gösteriyor.
Tutugluk durumu, nim esirin, serfin durumundan ziyade Roma hukukunun inkişafından önceki devirdeki “Manus injectio”ya maruz olan insanın durumunu uzaktan hatırlatan bir durumdur. Fakat tutugun hukuki durumu manus injectio’ya maruz olan insanın vaziyeti gibi esaretten beter bir vaziyet değildir. Tutug hür insandır.
Kullukla tutugluk arasındaki fark şu noktalarda hulâsa edilebilir:
1. Kulluk hayat kaydiledir, tutugluk bir şarta bağlı, geçici bir durumdur. 2. Kulun iaşesi sahibine aittir. Tutugun iaşesi ise ancak velisi yanında çalıştırıldığı taktirde ona aittir. 3. Esir tam manası ile sahibinin malıdır, mülküdür. İstediği zaman onu satabilir. Tutug esir olmadığı için satılamaz.[15]
Türklerde Aile
Türk camialarında aile, baba riyasetine dayanan patriyarkal ailedir. Türklerde ta tarihten önceki devirde, Türklerin lisanı yapıldığı devirde, aile baba ailesi idi: Türklerde akrabalık ıstılahları hepsi baba ailesi esasından doğan istilahlardır. Türklerde aile (famille) mefhumunu ifade eden birkaç kelime vardır: 1. Arkagün,[16] 2. Törkün.[17]
Türk dilinde akrabalık münasebetlerini ifade eden ıstılahların en mühimleri şunlardır:
- Ata, kan Baba, (Pater).
- Ana, ög Ana (Mater).
- Oğul Erkek çocuk (filius).
- Kız Kız (filia).
- Aga, eci Büyük birader.
- Singil Küçük kız kardeş.
- Abaga Amca.
- Tagay Dayı.
- Apuşka, er Koca, zevc.
- Katın Zevce, karı, eş.
- Atı Yeğen.
- Kelin Gelin, oğulun zevcesi.
- Küdegü, Kübek Güvey, kızın zevci.
- Yezne Enişte, kız kardeşin kocası.
- Yenge Büyük biraderin karısı.
- Kayın ata Zevic veya zevcenin babası.
- Kayın ana Zevic veya zevcenin anası.
- Kayın aga Zevic veya zevcenin büyük biraderi.
- Kayın ini Zevic veya zevcenin küçük biraderi.
- Baldız Zevcenin küçük kız kardeşi.
- Kayın singil Zevcin küçük kız kardeşi.
En eski Türk lehçelerinden olan Çuvaş lehçesinde altmıştan ziyade akrabalık şekillerini ifade eden kelimeler vardır.[18]
Bütün bu kelimeler Türklerde ailenin ta tarihten önceki devirlerinde baba ailesi olduğunu gösteren delillerdir. Ana ailesi izleri olmayan bir beşeri zümre varsa, bu Türklerdir. Buna rağmen birçok Avrupa ve Rus alimlerinin Türk ırkı mazisinde Matriyarkal (ana ailesi) izleri bulmaya çalışmaları hayret edilecek bir haldir. Bu ancak, apriori olarak Türkleri bir iptidai ırk telakki etmelerinden ileri gelebilir.
Bütün akrabanın ayrı bir kelime ile ifade edilmiş olması Türklerde akrabalık hislerinin kuvvetli olduğunu gösteren bir alâmettir. Eski Türk dilinde çok zevcelilik (taaddüt zevcat) halini ifade eden bir kelimenin bulunmaması Türklerde, lisanları yapıldığı zaman çok kadın alma âdeti mevcut olmadığını gösterir. Türk dilinde ruspu ve piç (veledüzina) için dahi kelime yoktur. Bu kelimeler Farsçadan alınmıştır. Bu kadim Türklerde aile hayatı çok kuvvetli ve kadınların çok ismetli olmuş olduğunu gösterir.
Türk dilindeki bu akrabalık istilâhları Türk ailesinin ta tarihten önceki devirde patriyarkal olduğunu ispat ediyor demiştim. Bu bakımdan bilhassa Abaga (amca) ve Tagay (dayı) kelimelerinin mevcudiyeti çok mühimdir. Malumdur ki, ana ailesi devri geçirmiş milletlerin dilinde baba biraderi amca için ayrı bir kelime yoktur. Avrupa’nın birçok dillerinde aynı kelime hem baba biraderi hem ana biraderi manasını ifade eder. Keza kelin (gelin) istilahı da zevcenin kocasının oturduğu yere, koca evine geldiğini gösterir.
Ana hakimiyetine kurulmuş matriyarkal aile şeklinde erkek kadının mensup olduğu klanın oturduğu yere gelir. Bu sistemde “gelen” “koca”dır.
Türklerde Evlenme: Türklerde aile törenle yapılan “evlenme” neticesinde kurulur.
Türklerde yakın kan karabeti evlenmeye manidir.
Evlenme için muayyen bir yaş şartı yoktur.
Ta küçük yaşta babalar veya veliler çocuklarını veya vesayet altındaki çocukları evlendirebilirler.
Fakat karının kocası ile beraber yaşaması için, tabii gençlerin bülûğa erişmesi çağı beklenir. Evlenmenin mühim şartlarından biri hem babanın ve ananın hem evlenenlerin rızasıdır.
Baba ve vasiler evlenenlerin temayülünü daima itibara alırlardı. Oğullarının sevdiği bir kızla evlenmesine babalar nadiren mani olurlar.
Evlenmenin ikinci mühim şartı, evlenen erkeğin veya onun akraba veya velilerinin kız babasına veya velisine bir miktar mal vermesidir. Bu kız için verilen mala “Kalın” denir. Kalın kızın “fiyatı” değildir. Evlenme bir alımsatım muamelesi telakki olunmaz. Kalın, sadece kızın terbiyesi için sarfedilen masraflara iştirak usulü telakki olunur.
Kalının mahiyet, miktar ve vasıfları kabile, zaman ve evlenenlerin servetine ve mensup oldukları tabakaya göre değişir.
Kalın birkaç baş hayvandan ibaret olabildiği gibi, yüzlerce at, binlerce koyundan da ibaret olabilir.
Evlenmenin safha ve törenleri şu şekilde hulasa edilebilir:
- Evlenecek delikanlının babası veyahut onun tarafından gönderilmiş herhangi bir şahıs, kızın velisinin evine gidip ondan muayyen kelimeler kullanarak kızı ister.
- Kızın velisi müspet cevap verdiği taktirde kalının miktarı ve tediyesi şartlarını tespit ederler.
- Bu meselede de iki taraf mutabık kaldığı taktirde gençler nişanlanmış sayılırlar.
- Nişanlılık devrinde güvey nişanlısını sık sık ziyaret edebilir. Ancak gündüzleri ziyaret edebilir.
- Kalın tamamen ödenmedikçe düğün yapılmaz.
- Kalın taksitle de ödenebilir.
Nişanlı kız babası evinde iken nişanlısı ile karılık münasebeti olmadan önce ölürse, kalın talep olunmaz. Kalının verilmiş kısmı iade olunur.Nişanlılar arasında cinsi münasebet olmuş ise kız düğünden önce ölse dahi güvey kalının yarısını ödemekle mükelleftir.
Nişanlanmış kalının tamamını vermiş olan güvey düğün olmadan önce evlenmekten vazgeçerse vermiş olduğu kalının iadesini talep edemez.
Kız tarafı sebepsiz kızı vermekten vazgeçtiği taktirde kalını iade etmeye mecburdur.
- Kız tarafı kalının ödenmiş kısmını iade etmek şartı ile daima kızı vermekten vazgeçebilir.
- Nişanlı delikanlı düğünden önce uzun süre kaybolduğu taktirde kız kalını iade etmeksizin başkası ile evlenebilir.
- Evlenen oğul babasının büyük oğullarından birisi ise baba nişanlanmış oğlu için bir “ev” yaptırır ve servetinin bir kısmını oğluna tahsis eder. “Evlenmek” tabirinin menşei de bu âdettir. Türklerde “izdivaç” aynı zamanda müstakil bir ev, ocak sahibi olmayı tazammun eder.
Eğer evlenen en küçük oğul ise, ev yaptırılmaz, çünkü o babasının evinin varisidir. Küçük oğulların baba evinde kalması bütün Türk kavimlerinde görülen bir umumi âdettir.
- Kalın tamamen ödendikten sonra düğün yapılır. Düğünün merkez töreni büyük bir ziyafettir (toy).
- Düğün ziyafeti evvela kızın babası evinde yapılır.
- Düğün münasebeti ile düğünün türlü safhalarında babası ve anası tarafından kıza hitaben nutuklar söylenir. Bu nutukların muhteviyatı her zaman aynı olur. Bunlar baba evinden ayrılması dolayısı ile kızı teselli ve ona saadet dilemeyi tazammun eden ve bazı hayati öğütleri ihtiva eden ananevi sözlerden ibarettir.
- Evlenme dini bir akit sayılmaz. Evlenenlerin ve velilerin rızası kalın tediyesi, düğün töreni yapılması neticesinde evlilik kurulmuştur.
- Fakat her devirde Türklerin bu mahiyeti itibarı ile dünyevi olan akdi, dini ruhaniler tarafından takdis ettirdiklerini görüyoruz.[19]
- Düğün ziyafetinden sonra kız (gelin) güveyin evine götürülür.
- Kızın baba evini terkedeceği dakikada baba kızını merasimle güveye teslim eder. Baba ve ana kıza öğütler verirler.
- Gelin ilk defa olarak kocasının evine gittiği zaman yüzünü peçe ile örtmesi âdettir.
- Bu peçe ancak yakın akraba tarafından “görümlük” hediyeleri verildikten sonra açılır.
- Gelinin de güveye bir miktar mal, cihaz getirmesi âdettir. Bu cihaza Orta Asya Türkleri lisanında koşantı denir. Fakat koşantı, kalın gibi evlenmenin mühim şartlarından değildir.
Türk dilinde “teaddüdü zevcat” “Polygamie” kelimesinin mukabili yoksa da sonradan Türkler birkaç kadınla evlenmeyi kabul etmişlerdir.
Türk hukukunda birkaç kadınla evlenme caizdir. Fakat kadınlardan biri “baş” kadın sayılır.
Evlendiği zaman bakımından en kıdemli olan veyahut babasının soyu asil sayılan zevce baş kadın telakki olunur. Evin reisesi “baş kadın”dır. Kocanın diğer zevceleri ona hürmet ve itaat ederler.
Türklerde Levirat: Çin kaynaklarının rivayetine göre; babaların vefatından sonra oğulların üvey anaları ile, büyük biraderlerin vefatından sonra küçük biraderlerin yengeleri ile, amcaların vefatından sonra yeğenlerin keza yengeleri ile evlenmesi bir hukuki vazife telakki olunurdu.[20] Türklerde oğulların üvey analarla evlenmelerine dair Çin rivayetlerinin doğruluğu şüpheli ise de, rivayetin yengelerle evlenmeye ait kısmı doğrudur. Bu yengelerle evlenme âdeti Türklerden başka diğer birçok kavimlerin hukukunda da vardır. Hukuk tarihindeki bu hukuki âdetin ismi “Lavirat”tır.
Türklerde bu müessesenin istinat ettiği içtimai mülahaza dul kalan kadınları himaye ve onların hayatını temindir.
Sadakat Meselesi: Ailede karı kocasına, koca da karısına mutlak sadakatle mükelleftiler. Eski Türkler aile ve camianın selameti için sadakatin ehemmiyetini kavramışlardı. Eski Türk hukukunda, evliler arasındaki sadakat meselesine haklı olarak büyük bir ehemmiyet atfedilmiştir. Evli bir adamın gayrimeşru münasebeti eski Türk hukukunda idam cezası ile cezalandırılırdı. Bu cürmü hem VI. asırdaki Türk kanunları, hem Çengiz yasası, hem Kazak Tevke Hanın kanunları aynı ceza ile cezalandırıyorlar. Eski Türklerin hayatında bu kanunu tatbik zarureti nadiren hasıl olurdu. Bilhassa Türk kadınlarının ahlaklı olduğunu bütün komşu milletler itiraf etmiştir.
İran müellifi Gerdizi, meşhur ZeynülAhbar adlı eserinde Karluk Türklerinden bahsederken diyor ki, malumdur ki, Türk kadınları çok ahlaklı ve ismetlidirler.[21]
Doğum: Merasimle yapılmış nikahtan husule gelen çocuk babasının meşru çocuğudur. Çocuğa isim veren babasıdır.
Boşanma, Boşanma İçin Sebepler: Türk hukukunda boşanma vardır. Karının boşanma talep etmesi için sebepler:
- Kocasının kendisine fena muamele etmesi,
- Kocasının başka bir kadınla gayrimeşru münasebette bulunması,
- Kudretsizlik (ademi iktidar).
Kocanın karısını boşaması için muayyen bir şart yoktur. Fakat kadının gayrimeşru münasebeti sabit olduğu zaman boşanma âdettir.
Boşanma kocanın kabahati neticesinde vukubulursa, koca verdiği kalını geri talep edemez. Üstelik karısına cihaz olarak getirdiği malı da iadeye mecburdur. Boşanma, karının kabahati neticesi ise, kalın iade olunur.
Türklerde Kadının Fiili ve Hukukî Durumu
Türk camiasında kadınlar haklardan mahrum, mazlûm bir zümre değildir. Türklerde, askerlik ve devlet memuriyeti müstesna, kadınların içtimai ve dini hayatta mühim rolleri vardı. Ev içinde kadın hakim durumdadır. Eski Türklerde harp mühim rol oynadığından, harp zamanında evin idaresi için lazım olan bütün şeyleri tedarik, yiyeceği, içeceği, giyeceği temin kadınlara düşen vazife idi. Harp zamanında teessüs etmiş bu durum, barış zamanlarında da devam ederdi. Ev içindeki işlerle yakından alakalanma kadınların vazifesi telakki olunurdu. Buna karşılık olarak Türk erkekleri kadınlarına yumuşak muamele ederlerdi. Bu ananenin saklanmış izlerini biz Altay Türklerinde ve diğer Türk kavimlerinde bugün dahi görüyoruz.
Eski Türk kadını erkeklerden kaçan, evin ancak harem kısmında yaşayan bir zümre de değildir.
Eski Türk kadını aile ve cemiyet hayatında rolü olan faal bir unsurdur. Kadın dini merasime iştirak eder, hatta dini törenlerde riyaset eder.
Milletlerde kral zevcelerinin devlet içindeki durumu ile, umumiyetle o milletin kadınlarının ev içindeki durumu arasında bir münasebet ve müşabehet vardır.
Türk Hanları ecnebi sefirleri kabul ettikleri zaman Hanların zevceleri “katunlar” daima iştirak ederlerdi. Altınordu Hanı Özbek Han’ın zevcelerinin de büyü merasime iştirak ettiğini, merasim esnasında tahtın sağ ve sol tarafında yerleştiklerini biliyoruz.[22]
Türklerde Mülkiyet
Tâ kadim devirlerde Türklerin bir kısmı ziraatle uğraşmıştır. Bütün ziraat âletlerinin, mühim ziraat mahsulü olan hububatın isimleri halis Türkçedir. Ziraatle uğraşmanın neticelerinden biri ziraatle uğraşan zümrenin ziraat sahaları, tarlalar üzerinde inhisarî tasarruf hakkıdır, yani mülkiyet hakkıdır. Bu mülkiyet hakkı bidayette bütün bir soya ait olur. Sonra soy mülkiyetinden aile mülkiyeti doğar, tarlaların sahibi aile reisi olur.[23]
Türk tarihinin her devrinde Türkler arasında hem göçer mallar (menkuller) hem göçmez mallar (tarlalar, arsalar, binalar) üzerinde mülkiyet hakkı teessüs etmiş olduğunu görüyoruz.
Türklerin her devirde evi barkı, yeri suyu vardır.
Türkçede tarımak, ziraatle uğraşmak, tarlanın (tarığlak) tarıma mahalli demek olduğunu yukarıda izah etmiştik.
Ziraatle uğraşan Türklerin başlıca serveti küçük ziraat sahalarından ibaret tarlalar olduğu gibi göçebe Türklerin esas serveti hayvan sürülerinden ibaret olurdu. Onun için göçebe Türkler hayvanlara “tavar” derlerdi. Eski Türkçe tavar sadece “servet” mânasını ifade eder. Göçebe Türklerin esas serveti hayvanlardan ibaret olduğundan, hayvanlara “tavar” demişlerdir. Bu tavar kelimesi Anadolu Türkçesinde davar telâffuz olunmaktadır.[24]
Eski Türkler servetin muhafaza olunduğu yere de tavarliğ derlerdi. Eski Türçede servetmülk mânasını ifade eden diğer bir kelime de vardır: Äd (ed). Bu kelime Uygurlardan kalma vesikalarda bazan tavarla birleştirilerek ädtavar şeklinde kullanılırdı.[25]
Uygurlardan kalma vesikalar arasında arazi mülkiyetine ait birçok vesika vardır. Bu vesikalardan eski Uygur denilen Çinî Türkistan Türklerinde göçmez mallar üzerinde mülkiyet müessesesi mevcut olduğunu ve Uygur Türklerinin mülkiyet hakkındaki hukukî telâkkileri diğer medenî milletlerin telâkkilerinin aynı olduğunu görüyoruz. Misal için aldığımız vesikaların birinde (vesika 15’te) TülekTemür adlı bir Türk türlü mahallerde bulunan türlü büyüklükteki arazi parçalarını rahip Tolmuşa yirmi yastuk kâğıt para mukabilinde kanunî mülk olmak üzere satıyor ve bu satım akdi yazılı vesika ile, şahitler huzurunda tespit ediliyor.
Arazi satışına ait vesikalardan başka üzüm bağı kiralamaya ait vesikalar da vardır.[26] “Kiralama” bağın başka birinin mülkü olduğunu gösterdiği izahtan müstağnidir.
Bütün medenî milletlerde olduğu gibi eski Uygur Türklerinde de arazi satıldığı, kiralandığı gibi terhin (ipotek) dahi edilebiliyor.
Misal için aldığımız vesikalardan birinde (vesika 32) Tasık isminde bir Türk ödeyemediği borçlarını kendisi için ödemek şartiyle kendisine ait olan üzüm bağını (Borluğu) Turı adlı bir Türke ipotek ediyor. Vesikada Tasık kimlere borçlu olduğunu, borcu ne gibi şeylerden ibaret olduğunu gösteriyor. İpotek şu şartla yapılıyor:
Tasık üç yıl içinde Turı tarafından ödenmiş borçların kıymetini Turıya iade etmelidir. Tasık bu müddet zarfında Turı’ya borçlarını iade ederse, Turı da Tasıka üzüm bağını iadeye mecburdur. Fakat bu üç yıl zarfında Tasık Turı’ya borçlarını ödeyemediği takdirde üzüm bağı Turı’nın elinde kalacak, onun kanunî mülkü olacaktır.
Uygurlardan kalma hukukî vesikalar arasında bir Ortakçılık mukavelesi vardır. Ziraatle uğraşmak isteyen, fakat kendi arazisi olmayan Elçi adlı bir Türk Kayımtının Yarım sık tarlasını işletmek için tutuyor.
Şartları şunlardır: Tarlayı ekmek için ne kadar tohum lâzım ise, yarısını tarla sahibi, yarısını Elçi verecektir. Tarladan alınan mahsulâtı da müsavi miktarda olarak aralarında paylaşacaklardır. Tarlayı işletmek için lâzım bütün masraflara da iki taraf siyanen iştirak edecektir. Fakat tarlayı Elçi işletecektir. Bu mukaveledeki anlaşma Ortakçılık ismini verdiğimiz bir akittir. Burada bir taraftan mal, diğer taraftan çalışma birleşiyor. Mal Kayımtı’nındır, iş (çalışma) ise Elçi’nindir. Bu da mülkiyet esasından doğan bir mukaveledir.
Vesikada Eniçük’ün kumaş toplarını teslim ettiği, OsmişToğrul ile Tögel’in de bu kumaş toplarını teslim aldıkları söylendikten sonra şu sözler ilâve edilmiştir: “Eniçük bugünden itibaren bin yıl, on bin yıl bu arazi üzerinde serbest tasarruf etsin, istese bu araziden kendisi istifade etsin, isterse başkasına devretsin”,[27] deniyor. Bu formül mülkiyet hakkının, zamanla mukayyet olmayan bir tasarruf hakkı olduğunu ifade eden formüldür. Bu vesikalardan çıkan netice şudur: Kadim devirlerin ziraatle uğraşan yerleşik Türk zümrelerinde göçmez mallar üzerinde mülkiyet hakkı tamamen teessüs etmişti.
Türklerin mülkiyet hakkındaki telâkkileri tıpkı bugünkü hukuk sistemlerindeki telâkki idi:
- Mülkiyet hakkı zamanla tahdit edilmemiş istimal ve tasarruf hakkıdır.
- Mülkiyet sahibi mülkünden kendisi istifade ettiği gibi, bu mülkünü satabilir, kiraya verebilir, rehne koyabilir, kendi işletebildiği gibi, ortakçı vasıtası ile de işletebilir.
- Mülkiyet hakkı zamanla tahdit edilmemiş mutlak bir hak olduğundan, bu hak sahibinin vefatından sonra onun varislerine geçer.
Türklerde Vârislik ve Miras
Bütün medenî milletlerin hukukunda olduğu gibi eski Türk camialarında da iki türlü varislik usulü görüyoruz:
Kanunî varislik (Successio abintesta).
Vasiyetname neticesinde varislik (hereditas testamentaria).
Türklerin örfî hukukuna göre kimler varistir?
a. Prensip olarak bütün çocukların ana ve babalarının mirasında hissesi vardır:
- Fakat babası hayatta iken babasından mal alarak ayrılmış, müstakil bir “ev” kurmuş oğullar mirastan hisse alamazlar.
- Keza “evlenmiş”, evlendiği zaman bir miktar cizah almış kızlar da mirastan hisse alamazlar.
b. Kocanın vefatından sonra karısı 1/4 alır. Bundan başka miras taksim edilmeden önce, getirmiş olduğu cihaz kocasının verdiği kalından fazla olmuş ise bu fazlayı da alır. Oğullar olmadığı zaman babalar varistir. Erkek varisler olmadığı zaman “evlenmiş” kızlar da mirastan hisse alır.
Babasının oturduğu evin varisi en küçük oğuldur: Bu baba evinde kalan ve babasının bütün servetinin vârisi olan oğul anasını ve üvey anasını iaşe ve daha evlenmemiş kız kardeşlerini terbiye ve evlendikleri zaman onlara cihaz vermekle mükelleftir. Buna mukabil kız kardeşleri evlendiği zaman alınacak kalın da ona aittir. Bu kabilelerde zevcelerin hissesi 1/5 ve kızların hissesi 1/10 olarak tespit edilmiştir.
Vasiyet usulü: Kanunî mirasçılıktan başka vasiyet yoluyla varislik usulü de vardır.
Uygurlardan kalma vesikalar arasında birkaç tane vasiyetname[28] de vardır, Bu vesikalardan biz Şarkî Türkistan’daki eski Türk camialarında kanunî mirasçılıktan başka vasiyet yoluyla mirasçılık da mevcut olduğunu öğreniyoruz.
Bir vesikada ağır surette hastalanmış bir Türk şu esasları ihtiva eden bir vasiyetnameyi bırakıyor:
- Mirastan Hana verilmesi lâzım olan kısım çıkarıldıktan sonra bütün arazi parçalarından ibaret olan servetini oğluna bırakıyor.
- Hisse iddiasında bulunmaları ihtimali olan üvey biraderlerinin servette hiç hisseleri mevcut olmadığını kaydediyor.
- Hakları olmadığı halde hisse talep ettikleri takdirde onların talepleri nazarı itibara alınmamasını söylüyor.
- Haksız miras talebinde bulundukları için ceza olarak Han ordusuna bir yastuk altın, hanın atlı askerine bir yastuk gümüş ve Hanın iç hazinesine de bir yastuk altın ve bir at vermeğe mecbur edilmelerini vasiyet ediyor.
- Vasiyetin yerine getirilmesini temin için vasiyet icracıları tayin ediyor.
- Vasiyetnameyi muhafaza için KetKara adlı bir itimat ettiği şahsa tevdi edilmesini vasiyet ediyor.
- Vasiyetname şahitler huzurunda yazılmıştır.
Bu vasiyetname hem hukukî bakımdan hem umumî Türk kültürü tarihi bakımından çok mühimdir.
Biz bu vesikadan çıkan hakikatları şöyle hulâsa edebiliriz:
- Şarkî Türkistan Türklerinde kanunî mirasçılıktan başka vasiyet yolu ile varislik usulü de vardır. Malûm olduğu üzere bir hukuk sisteminde vasiyetname bırakmak usulü zuhuru yüksek bir hukukî inkişafı gösterir. Yunanda vasiyet usulü ancak Solon’dan sonra zuhur etmiştir. Eski Franklarda vasiyet usulü yoktu. Franklar ancak Allah varis yaratabilir, diyorlardı.[29] Eski Jermenlerde de vasiyet usulü yoktur.[30]
- Uygur devletinde Hanın iki türlü askeri vardır: Yaya ordusu, atlı askerleri.
- Hanın iç hazinesi devlet hazinesinden ayrılmıştır.
- Uygur Devleti’nde Yastuk ve Satır isimlerini taşıyan hem altın hem gümüş paralar vardır.
- Mirastan devlet miras vergisi alıyor.
- Arazi mülkiyeti mefhumu tamamen yerleşmiş bir mefhumdur. Arazi parçalarını ve ölçüleri ifade için türlü istilahî kelimeleri yaratılmıştır.
Bunlardan biri Tara’dır. Tara’dan başka Sık ve Kuri gibi ölçülerin bulunduğunu diğer Uygur vesikalarından öğrenmiştik.
İslâmiyet’ten önce bir Türk devletinde, Hanın iki türlü orduya malik olması, Hanın iç hazinesi umumî devlet hazinesinden ayrılmış olması, mirastan, miras vergisi alınma usulü vazedilmiş olması, yazılı vasiyetname bırakmak usulü teessüs etmiş olması, bütün bunlar çok yüksek bir medeniyet seviyesini gösteriyor.
İslâmiyet’ten önceki Uygurlardan hiç bir başka vesika kalmayıp ancak bu vesika kalmış olsa dahi biz Uygurların medenî ve hukukî seviyesinin çok yüksek olduğunu kabule mecbur olurduk. İşte bu medeniyetçe çok inkişaf etmiş Uygurlar sayesinde ve devlet idaresinin mülkî sahasını onlara tevdi etmek suretiledir ki yarı barbar Moğollar devlet kura ve idare edebilmişlerdir.
Evlât Edinme
Eski Türklerde evlâtlık müessesesi de vardı.
Evlâtlığa kabul edilmiş oğula Türkler Tutunçu oğul derlerdi.[31]
Eski Türklerden kalma hikâyelerden, masallardan ve hukuki vesikalardan, Türklerde evlâtlık edinme usul ve âdeti mevcut olduğunu görüyoruz. Uygurlarda evlât edinme, evlât edinenle oğlunu evlâtlık olarak veren hakikî baba arasında akdolunan bir yazılı mukavele neticesinde teessüs ederdi. Bu mukavelede evlât edilecek olanın evlât edinenin evindeki vaziyeti, hak ve vazifeleri tafsilli bir surette gösterilirdi. Mukavelede gösterilmemiş hallerde halk arasında makbul örfî hukuk ahkâmı tatbik olunurdu. Uygurlardan kalma hukukî vesikalar arasında bir Türkün, Turmuş adlı oğlunu Sutpak adlı birine evlâtlık olarak verdiğine dair bir vesika vardır.[32] Bu vesikadan anlaşıldığına göre evlâtlığın vaziyeti hakikî oğulun durumu gibidir:
- Evlâtlık, evlâtlığa kabul eden babalığın (hukukî babasının) evinde oturur. Orada yatıp kalkar, orada yer ve içer.
- Babalığın gösterdiği işleri ifa etmekle mükelleftir.
- Babalığa karşı ölünceye kadar sadakatle mükelleftir.
- Babalık, bilâhare evlenip çocuklar dünyaya gelse dahi evlâtlığın vaziyeti değişmez.
- Evlâtlık hukukî babasının mirasından hisse alır.
- Babalık evlâtlığı terbiye etmekle mükelleftir.
- Babalık terbiye ederken hakikî baba gibi bazan sertçe muamele etmek hakkını dahi haizdir.
- Fakat babalık hukuk ve nizama mugayir, cebir ve zulüm mahiyetindeki hareketlerden mesuldür.
- Babalık evlâtlığına fena muamele ettiği, ona yiyecek içeceğini temin etmediği sabit olduğu takdirde evlâtlık babalığı bırakıp, istediği yere gidebilir.
Eski Türklerde Akit ve Mukaveleler
Türk dilinde akit ve mukavele mefhumunu ifade eden birçok kelime vardır. Muahede ve misak mânasında Baçığ kelimesi kullanılırdı.[33]
Bundan başka akit ve mukavele mânasını ifade eden Bıcgas kelimesi de vardı.[34]
Hunların muahede aktetme usulleri yukarıda izah edilmişti. Türklerin Türk ismile tarih sahnesine çıktıklarından sonra, VI, VII ve VIII. asırlarda kurdukları devletlerdeki mukavele akdi usulüne dair tafsilli malûmata malik değiliz. Türklerde de mühim akit ve muahedelerin and içme usulü ile yapıldığını tahmin etmek mümkündür.
Cenubî Uygurlarda mukaveleler, mutlaka tahrirî olurdu.
Bu mukavelelerde her şeyden evvel mukavelenin akdi tarihi yazılırdı. Bu tarih Türklerin on iki yıllık devre sistemine göre gösterilirdi. Meselâ, “Pars yılının dördüncü ayının yirminci günü,[35] Tavuk yılının ikinci ayının on sekizinci günü”[36] gibi.
Ondan sonra mukaveleyi aktedenlerin isimleri, mukavelenin gayesi ve mevzuu zikredilirdi. Âkitlerden biri, mukaveleye göre yapmakla mükellef olduğu hareketi yapmadığı takdirde ona karşı tatbik edilecek müeyyedede gösterilirdi. Borç almaya ait vesikalarda alacaklı ile borçlunun isimlerinden başka borcun mahiyeti, miktarı, faizin miktarı, tediye zamanı ve şartları da gösterilirdi. Birçok vesikalarda borçlu borcunu ödemeden vefat ettiği takdirde, borcun kimin tarafından ödeneceği de gösterilirdi.
Mukavelenin sonunda mukavelenin akdi anında hazır bulunmuş olan tanıkların isimleri zikredilir ve vesikanın kim tarafından yazılmış olduğu gösterilirdi. Vesikalar mutlaka âkidlerin imza veyahut mühürlerini taşırdı.
Uygurlardan kalma bütün mukavelelerde ayni hukukî istilahlar kullanılmıştır.
Uygurların bütün hukukî muamelelerini yazılı vesikalar ile tespit etmiş olmaları ve bütün bu vesikalarda ittiratla aynı istilahî tâbirleri kullanmış olmaları, bu Türk zümresinin hukukî inkişafın çok yüksek bir seviyesine çıkmış olduğunu gösterir.
Medeniyeti çok ilerlememiş milletlerde akitler şifahî olur. Romalılarda bidayette uzun müddet şifahî mukavele, Stipulatio, hâkimdi. Tahrirî mukavelelerin zuhuru çok muahhardır. Yunan’da da tahrirî mukavele usulü ancak Atina sitesinin parlak devrinde kabul edildi.
Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi ARSAL
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 3 Sayfa: 88- 96