COÇİ ULUSUNUN ETNİK TARİHİNİN ERKEN GELİŞMESİNDEKİ ÖZELLİKLERİ HAKKINDA
Cengiz Han’ın geniş alana yayılmış ve nüfusu karışık devleti olan bir Büyük Moğol İmparatorluğu birleşik bir ülke olarak uzun sürmedi. Bölünme süreci 1260’larda, yani kuruluşundan 45-50 yıl sonra başladı.[1] Bu devasa devletin 20-30 yıl içinde gerçek anlamıyla bir büyük güç olarak ortaya çıkmış olması, bu sürece katkıda bulundu. Ayrı topraklara bölünmenin sonucu olarak Büyük Han (sonradan Yüan) Devleti ve Coçi, Çağatay ve Hülagu ulusları gibi, hem toprak, hem de nüfus yapısı itibariyle büyük olan imparatorluklar meydana geldi.[2] Yeni doğmuş devletlerin bu özelliğini sonraki kaderleri, örneğin uluslar içindeki değişik bölgeler arasındaki çelişkiler, merkezin güçlendirilmesi ve ardından 14-15. yy.’larda pekçok bağımsız ülkeye bölünmeleri, çok iyi gösterir.
Doğal olarak, belli unsurlar bu devletlerin böyle hızla dağılışının etmeni idi. Bunlar arasında aşağıdakiler en önemli sebeplerdir: Halkların arasındaki kültürel, etnik ve ideolojik farklılıklarla birlikte, bu ülkelerin değişik bölgeleri arasındaki toplumsal ve iktisadi çelişkiler. Belki bu iki sebep grubundan birincisi daha baskındır. Çünkü toplumsal ve iktisadi çıkarların ortadan kalkması sonradan etnik, kültürel ve siyasi çatışmaların doğup gelişmesine yol açmıştır. Dış göstergelerle bakınca ise, olaylar bölge ve etnik toplulukların önderleri arasında ideolojik, özellikle siyasi mücadele olarak gelişiyordu.
Çok uluslu devletlerin dağılması, ülke içindeki, ‘birleşik’ devletin doğması ve gelişmesiyle birlikte başlayan etnik pekişme sürecini sona erdirir. Bunun sonucu olarak, imparatorluğun bir zamanlar birleşik olan büyük ‘etnos’unun küçük, daha doğrusu akraba milletlere, kaçınılmaz olan bölünme süreci başlar. Tüm bunlar Coçi ulusu veya Coçilerin devletinin -16. yy.’dan sonraki ismiyle Altınordu’nun- numune olarak kullanılmasıyla izlenebilir.[3]
Burada, Coçi ulusu zamanında, Avrasya’da Türkçe konuşan halkların fetihlerle birlikte ‘çökelmesi’ ve karışmasıyla başlayan ve Coçi ulusunun bağımsız bir ülke olarak tecrit ve yükselme dönemi boyunca yoğunlaşan etnik sürecin belli hususiyetleri olduğundan da bahsetmeliyiz. Bu insanlar hayat tarzlarının ayırdedici özelliklerinin özgün karakteriyle, yaşama biçimleri, toplumsal yapıları ve nihayet o dönemde Avrasya’daki göçebe kabile toplumunun ortak yasalarının normları ile koşullanmışlardı. Bu makalede, bu sorunun bazı özel ve özgün yönlerini vurgulamak istiyorum. Esas dikkat ise bu sorunun tarih yazımındaki ayrıntılarına sarf edilecektir.
Değişik yazarlar Coçi ulusu hakkındaki araştırmalarda şöyle veya böyle bu devletin çokulusluluğunu vurgular[4] ve Türk dilinin ülke nüfusu içinde hakim olduğunu kabul eder.[5] Altınordu dönemine kadar giden yazılı kaynaklarda yapılan araştırma ve yayınlar bunu onaylar.[6]
Guyuk ve Möngke’nin yönettiği esas Moğol fatihlerinin önemli bir kısmı Orta Asya’ya döndükten sonra kalanların Deşt-i Kıpçak’ın Türkçe konuşulan çevresinde önemli ölçüde eritildikleri anlaşılıyor.[7]
Çağdaş gözlemciler de bu gerçeği kaydeder. Bu yüzden, Mısırlı Arap tarihçisi Ömeri şunları yazarken oldukça açıktır: “Eski zamanlarda bu ülke Kıpçakların toprağı idi, fakat Tatarlar (Moğollar-yazar)[8] burayı aldı ve Kıpçaklar onlara bağlandılar. Sonraları onlar (Moğollar) karıştı ve onlarla (Kıpçaklar) akraba oldu ve toprak onların tabii ve ırki özelliklerine galip geldi ve sanki bir kökendenmişçesine hepsi Kıpçaklar gibi oldu, çünkü Moğollar Kıpçakların topraklarında yerleşiyor, onlarla evleniyor ve onların topraklarında yaşıyorlardı.”[9]
Memlük Mısırı ve Coçi ulusu arasındaki ilişkileri iyi bilen Ömeri, bildiğimiz gibi 1349’da ölmüştür.[10] Dolayısıyla 14. yy. ortalarında bitmiş olan bir süreç hakkında konuşmaktadır. Ve bu, Moğol unsurun Türk (Kıpçak) bileşen tarafından ‘soğurulması’ sürecinin bundan çok önce, 13. yy’da, yani daha Deşt-i Kıpçak’ın Moğollarca fethi sırasında başladığını göstermektedir. Aşağıdaki dil gerçekleri bunu ispatlar.
Dilbilimcilerin kabul ettiği üzere, 13-14. yy.’lar Türkçenin Rusçaya nüfuzunun üçüncü aşamasıdır. Rus-Türk ilişkilerinin meşhur uzmanı N. A. Baskakov, bu dönemin “Rus kelime hazinesine Türkçe ve aynı şekilde daha az Moğolca kelimelerin büyük ölçüde girişiyle özgünleştiğini” yazar.[11] V. D. Arakin “Rusçadaki Türkçe unsurların ezici çoğunluğu, 13. yy.’ın ikinci yarısından başlayarak, Altınordu’nun Kıpçak ağzından alınmıştır” derken daha kesindir.[12] Rus knezliklerinin bağlı olduğu Batu Han’ın topraklarında Moğolca konuşanlar 13. yy. ve 14. yy.’ın ilk yarısında sayıca baskın değillerdi. Bu yüzden, Coçi ulusundaki gerçek Moğollar, ülkede askeri ve idari konumlardaki kesin öncülüklerine rağmen dil üzerinde ve dolayısıyla etnik yapıda kaydadeğer bir etki yapamayan bir etnik azınlığı oluşturuyorlardı. Başka bir deyişle, savaş meydanındaki galipler kültür ve hayat tarzı konularında mağlup idiler. Bu özgün bir dönüşüm idi.
Sovyet araştırmacıları bu dönemleri tanımlarken, rehberleri zımni bir doğru olarak bir Marksizm klasiğinin düşünceleri idi: “…çoğunlukla daha az medeni fatih, fetihten sonra kendisini bulduğu şekilden fethedilen ülkenin yüksek ekonomik şartlarına geçmek zorundadır; ele geçirdiği halk tarafından özümsenir ve genellikle onların dilini bile benimser.”[13]
Rusya’da Perestroika’dan önce, F. Engels’in bu sözleri Altınordu tarihiyle ilgilenirken durumu açıklamak için mecburen alıntılanırdı.[14] Bunun sebepleri şöyledir: Öncelikle, ‘onu bilmeme’ yazarın yöntemsel noksanı olarak düşünülürdü. İkincisi, bu klasikten alıntı, yazarları yukarıdaki etnik dönüşümün bazı karmaşık konularını çözmekten azade kılıyordu. Üçüncüsü, ‘kültürsüz’ fatihlerin ‘birinin kendi halkına’ yenilmesi vurgulanarak, ızdırap çeken ama hâlâ ’daha medeni’ atalara tazminat veriliyordu. Ancak bu sadece ‘nitelikli’ tarafa vurgu, yani fethedilen halkın ‘kültürel üstünlüğü’ ile fatihlerin ‘vahşilik ve barbarlığının’ tezadının gösterilmesi, Moğol fetihleri tarihiyle ilgili tüm sorulara cevap vermemektedir.[15] Özellikle Moğol kültürü ile onları özümseyen Deşt-i Kıpçak Türkleri arasındaki ilişkilerle ilgili sorular cevapsız kalmaktadır. Bu çalışmada daha sonra bu konuda daha detaylı konuşacağız. Sonuçta inanıyorum ki, yukarıdaki alıntı somutlaştırıldığında, öncü bilim adamlarının dikkat sarfettikleri, Türklerin Moğolları özümsemesinin nitel sebeplerinden daha az olmayan bir rol oynamasına rağmen, nicel unsur gözden çıkarılacaktır.[16]
Olay, 1218-1239 arasında Altay’dan Tuna’ya kadar Avrasya bölgelerinin Moğollarca fethi sırasında Coçi ve Batu Han’ın ordularındaki Türk unsurların oranının kaydadeğer ölçüde artmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, Doğu Avrupa’ya akan ‘Tatar’ fatihler etnik olarak sadece Moğollar değil, örgütlenme ve Moğol seçkinleriyle Han muhafızlarının öncü konumuyla birlikte, Türk bileşenin baskın olduğu bir yığıntı idi. 13-14. yy. Rus kelime haznesindeki Türkçe ve Moğolca ödünçlemelerin ilişkisinin yukarda geçen özelliğini bu açıklar. Bu aynı zamanda, Coçi ulusundaki Moğolların Ömeri’nin kaydettiği gibi hızlı Türkleşmesini de açıklar.
Doğal olarak şu bilinmek istenir: Askeri olarak yenilen Türkler Coçi ulusunda etnik olarak nasıl galip geldiler? Bu soruyu, Türklerin, yani Uygurların Moğollarca erken bir dönemde istihdam edilmesi (yazılı dili benimseme, eğitimli Uygurların memur ve öğretmen olarak çağrılması vb.) gerçeğini hatırlatarak cevap verebiliriz. V. V. Barthold’un işaret ettiği gibi, bu halkların hayat tarzlarının, adetlerinin ve dünya görüşü geleneklerinin yakınlığı bu eğilimi teşvik etti.[17] Uygurlar 1209’da ‘gönüllü’ olarak ve daha sonra Kırgız ve Uryanhaylar zorla katılmakla birlikte,[18] anlaşıldığı kadarıyla Moğol devletinde’ ‘Büyük Fetihler’den (1206-1207) önce de bazı Türkçe konuşan boylar vardı.[19]
Ancak, büyük fetihlerden önceki Cengiz Han’ın erken devletinde ve geniş Moğol hanlıklarında Moğollar şüphesiz sayıca hakim unsur oldukları için, bu erken gerçeklerin Coçi ulusunun etnik sürecinde belirleyici etki yapmadığına inanıyorum. Moğol fetihlerinin batı istikametinde Türklerin artışı, Deşt-i Kıpçak’ın geniş arazisine geldiklerinde ve nihayet Karahıtay ve Harezm devletlerini yenip batıya doğru daha da ilerledikten sonra yoğunlaştı. Avrasya’nın bu parçasında, çoğunlukla Kıpçakça, Oğuzca ve benzer ağızlar konuşan Türk dilli halkların yaşadığı bilinen bir gerçektir. Bunlar, büyük devlet örgütlenmesi olmayan küçük kabile birlikleri halinde yaşıyorlardı ve bozkır geleneğine göre Moğol ordusuna, veya L. N. Gumilev’in dediği gibi halk ordusuna ciddi bir direniş göstermeden katılmışlardır.[20]
“Ciddi direniş göstermeden”, çünkü Moğol fatihler Altaylar’dan Orta İdil bölgesine, daha doğrusu Otrar’dan İdil Bulgarlarının[21] topraklarına ilerlerken, yerel halktan hemen hemen ciddi bir direniş görmemişlerdir. Aksine, pekçok Türk boyunun önderlerinin Harezmşah Muhammed’den ziyade Cengiz Han’ın rehberliğini tercih ettiğine dair deliller vardır. Örneğin bir Moğol karşıtı İran bilimci olan I. P. Petrushevskiy,[22] Harezmşah İmparatorluğu’nun Türk boylarının hem savaş niteliklerinde hem de cesarette Moğollardan aşağı olmamalarına rağmen, öyle çok istekli bir direniş göstermediklerini kabul etmek zorunda kalır.[23] Genel olarak, 1223’te Kalka’daki ünlü savaştan ve İdil Bulgarlarının Moğollara ilk direnişinden, İdil üzerindeki Bahman savaşına kadar[24] tarihi kaynaklar Türk halkların Moğol fatihlerle ciddi bir savaşından bahsetmezler. Yukarıda geçtiği gibi, Batu Han’ın ordusu Rusya’ya girdiğinde, nicelik olarak hayli Türkleşmişti. Ve bu etnik değişiklik en başta Kıpçak bozkırındaki nüfus sayesinde gerçekleşiyordu.
Burada ayrıntıya inen mukabil bir soru sorulabilir veya sorulmalıdır: Avrasya bozkırlarının Türk nüfusu hangi aygıtlar üzerinden Coçi ve Batu hanların ordularına katılıyorlardı? Bu sorunun cevabının kabile toplumlarındaki tabilik sisteminin özgünlüklerinde bulunabileceğine inanıyorum. Bütünde bu kurumun ve özelde askerlik ve derebeylik sistemlerinin ayrıntılarına girmeden, kısaca kabile toplumlarındaki toplumlar üstü bağımlılığın (bağımlılaşım) özgünlükleri üzerinde duracağız. Bu çalışmanın ‘Avrasya göçerlerinde derebeylik var mıydı?’ şeklindeki ‘ebedi’ tartışmanın konularını gözönüne almak gibi bir hedefi olmadığı da ayrıca belirtilmelidir. Her halükarda ve her toplumda, toplumsal yapısına bakılmaksızın, bu toplumların tabaka ve sınıflarının temsilcileri arasındaki bağımlılık ve bağımlılaşım kurumunun farklı ve bazen özel bir yerde sadece bir kez geçen biçimleri olagelmiştir.
Özellikle batıdaki yerleşik derebeylik toplumlarda bir bağlının efendisine bağımlılığı uzun vadede mevcut toprak ilişkisi ve belli bir toprak parçasında kişi veya ailenin haklarını takdir eden bir anlaşma ile sağlanırdı. Diğer bir deyişle, kiralanan arazi ve toprak insanları hem bir kalıpta birleştiriyor, hem de birbirinden ayırıyordu. B. Ya. Vladimirtsev ve S. P. Tolstov[25] gibi bilginlerin kaydettiği gibi, yüksek sınıflardan, soy ve kabile seçkinlerinden çobanlara tabilerin bağımlılığı doğrudan toprak üzerinden değil, dolaylı olarak, yani hayvan sahipliği yoluyla uygulanmıştır. Uzun vadede hayvan yetiştiricisi toprağın gerçek kullanıcısı ve sahibi idi. Ve doğal olarak, bunlar soy ve kabile önderleri, daha az varlıklı ve fakir olanların bağlı olduğu kabile seçkinleri idi. Bu birinci maddedir. İkincisi, teknik olarak tüm arazi, bu özel toplumdaki herhangi bir ferdin mülk durumuna bakılmaksızın, tüm soyun ve boyun ortak mülkü olarak telakki edilirdi.[26] Üçüncüsü, soy ve boy önderleri şu veya bu derecede bütün soy ve boyla kan akrabalığı içinde idi. Bütün bunlar, tüm soy ve boyun önder ve seçkinleri ile birliği fikrini ortaya çıkarıyor ve güçlendiriyordu. Başka bir deyişle, bir soy ve boy önderi hem yüce bir efendi, hem de toplumun öbürleriyle eşit hakta bir ferdi idi. Bu yüzden önder nereye giderse, bütün soy veya boy onu takip ediyordu. Ve bu yüzden soy-sop gelenekleri olan kabile toplumları, “Benim bağlımın bağlısı benim bağlım değildir” diyen Batı (yerleşik ve derebeylik) bağımlılığının bilinen ilkeleriyle açıklanamaz. Aksine, kabile kültüründe bir soy veya boy önderi diğer daha güçlü bir öndere bağlılık arz ederse, bunu bütün soy veya boyun yeni bir üst öndere tabiliği izlerdi. Bu süreç genellikle kitlesel özellikte idi.[27]
Bu özgün ve bence yazıda çok iyi gösterilmeyen aygıt, Kıpçak bozkırlarında yaşayan Türklerin Coçi ve Batu Han’ın ordularına nispeten kolay ve hızlı girişine yardımcı olmuştur. Dev imparatorluğun batısındaki Moğolların diğerlerine kıyasla hızla erimesi temel ve belirleyici sebebi bu güçlü aygıt olmuştur. Uzun vadede muhtemelen, göçebe bağımlılık düzeninin bu özelliği geçmişte Avrasya’daki göçebe imparatorlukların hızlı büyümesi ve çabuk dağılmasının da sebebi olmuştur.
Doğal olarak, Coçi ulusundaki Moğolların Türkleşmesine yol açan sebeplerin ‘nicel’ yönlerini vurguladığımda, kesinlikle yukarda bahsedilen ‘nitel’ unsurların önemini inkar etmiyorum. Din unsurunun ve nihayet Moğol fethinden önce İslam’ı benimseyen Coçi ulusunun merkezleri Harzem, Bulgar ve Kuzey Kafkasya etkisinin önemini gözardı etme niyetim de yok. Bir bütün olarak, tüm bu unsurlar gerçekleşmiş ve incelediğimiz süreci belli derecede etkilemiştir. Fakat Altınordu ile ilgilendiği zaman ne gerçeklerde, ne de ahlaki olarak titiz olan Sovyet tarih yazım geleneği gibi, sadece onlardan bahsetmek de belki yanlış olacaktır. Yazarına aldırmaksızın Engels’den alıntılar, SSCB’de özelde Moğol, genelde göçer karşıtlığını destekleyen ifadeler için kullanıldı ve nihayet tarihi gerçeklerin ırkçı yorumlanmasına götürdü. Bu birincisi. İkincisi, Engels’in fikirlerinin bazı diğer özel şartlara uygulanması olası iken,[28] 13-14. yy.’daki Türk-Moğol etnik bütünleşmesini açıklamakta zor uygulanmaktadır. Yukarıda kaydedildiği gibi, hayat tarz ve şartları ve o zamanlar Deşt-i Kıpçak’taki Türk ve Moğolların toplumsal gelişmesi yaklaşık aynı seviyede idi. Ancak, Orta Asya’daki göçer devlet geleneğini benimsemenin yanında, Uzak Doğu, yani Çin’in büyük medeniyetine de alışan Moğollar, Kıpçak bozkırlarındaki birbiriyle ilgisiz Türklerden devlet örgütlenmesi ve yönetim kültürü açısından daha yüksek seviyede idiler. Bu yüzden, Sovyet tarih yazınının mazmunlarına karşı bazı savlar vardır.
İncelediğimiz etnik sürecin hızlılığına gelince, fatihlerin sayısının azlığı bunu temin etti; bunun gerçekliği uzun dönemli arkeolojik buluntuların sonuçlarıyla doğrulanabilir. Örneğin G. A. Fedorov- Davidov kendisinin temel arkeolojik araştırmasını şöyle özetler: “Deşt-i Kıpçak’a gelen Moğol nüfusu çok fazla değildi. Bozkır bölgeleri, sadece soy ve boy seçkinlerini yeni efendilerle, yani Altınordu hanları ve onların emirleriyle değiştiren eski göçer nüfusunu muhafaza etti.”[29]
Sonuç olarak, Coçi ulusundaki Moğolların Türkleşme sürecinin 13. yy.’ın ilk yarısında başladığına ve ikinci yarısında bittiğine dair daha az kuşku vardır. Bu ifadeyi diğer bazı gerçekler de destekler. Bu yüzden, Coçililerin Moğolca konuştuğu fikrinin destekçisi olan S. Zakirov,[30] Berke Han’ın (1257-1266), Katrmer’e göre, Mısır elçilerini nasıl kabul ettiğini şöyle anlatıyor: “50 emir bir otağda oturuyordu. Elçiler içeri girdiğinde, sultandan (Mısırlı, yazar) hana bir mektup verdiler… Başkadı mektubu (Arapçadan, yazar) Türkçeye çevirdi ve vezir onu Berke’ye okudu. Han ve orada bulunanların hepsi, mektubun içeriğinden dolayı son derece mutlu idiler.”[31] Eğer Türkçe, Berke ve maiyeti için oldukça anlaşılır ise, sonraki Coçililere daha aşina, hatta onlar için anadil olduğunu varsayabiliriz. Bu belgelerle de ispatlanabilir. Örneğin V. V. Bartold, uzun süre Özbek Han’ın (1312-1342) sarayında bulunan Arap Seyyah İbn Batuta’nın hanın sarayındaki hayat tarzı ve adetleri betimlerken, tamamı Türkçe kökenli pekçok yerel kelime kullandığını kaydeder.[32] Olayların çağcılı bir Arap bilginin de gözlemlediği gibi, Mısır sultanları Kıpçak önderlerine mektuplarını çoğunlukla Türkçe yazarken de muhtemelen bu gerçeği hesaba katıyorlardı.[33]
Doğal olarak, Moğolca Coçi ulusunda hemen ıskartaya çıkarılmadı. Büyük ihtimalle, belki Cengiz Han zamanından başlayarak Coçililer bir süre çift dilli kaldılar.[34] Moğolca iletiler Karakurum ve sonra Hanbalık’taki (Pekin) büyük hanlara, aynı zamanda atalarının dilini Coçililerden daha uzun süre kullanan Hulagululara yazılıyordu. Bu dil, geleneğe bir atıf olarak, özel ‘muhafız belgesi’[35] olan künyelere yazılan yazılarda kullanılıyordu. Sonraları bozkırda yerleşmiş aileler arasında kullanıldığı görüldü.[36] Fakat, 13. yy.’da bütün Avrasya’nın etnik-siyasi haritasının yeniden şekillenmesinin bir sonucu olarak, Kıpçak bozkırında gelecekteki etnik süreçlerin temelleri yeniden atıldığında, Moğolca sert bir darbe aldı. Bunların Coçi ulusundaki etnik süreçlerin özgünlükleri olduğuna inanıyorum. Yukarıdaki belgelerin gösterdiği gibi, Avrupa’daki Moğolların Türkleşmesi bazı bilginlerin düşündüğünden daha erken başladı ve bitti. Onlar ise genellikle tam işleyen Moğol dilinden sadece kalıntıların kaldığı 14. yy.’a göndermede bulunmaktadırlar.
Kazan Üniversitesi Tataristan Bilimler Akademisi / Tataristan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 429-433