Bundan önce kaleme aldığım bir yazımda bilim adamının kim olduğunu, nasıl davranıp nasıl bir yol izlediğini yine bir bilim adamının, Leewenhoeck’un hayatını izleyerek öğrenmeye çalışmıştık. Ondan sonra gelenler, örneğin Spallanzani, Pasteur, Robert Koch ve diğer birçokları, onun izlediği yollardan çok yararlandılar, ders aldılar. Bu yazımda ise adı geçen bilim adamlarından Lazzaro Spallanzani’nin bilim hayatını öğreneceğiz. Amacım, yine bilimsel yöntemin ne olduğunu, gerçeği ararken bilim adamının nasıl davrandığını göstermeye çalışmak olacaktır.
DAHA ÇOCUKKEN BELLİYDİ
Lazzaro Spallanzani 1729 yılında İtalya’nın Scandiano şehrinde doğdu. Çocukluğunda çamurdan evler yapan, sonra bunları unutarak böcekler, tahtakuruları, sinekler ve kurtçuklarla garip, biraz zalimce denemeler yapan tuhaf bir oğlandı. Bu hayvancıkları inceliyor, kanat ve bacaklarını koparıp tekrar yapıştırmaya çalışıyordu. Bütün merakı bunların nasıl çalıştıklarını anlamaktı.
Genç İtalyan, Hollandalı Leeuwenhoeck gibi bir mikrop avcısı olabilmek için babasının isteklerine karşı koymak zorunda kaldı. Babası, Spallanzani’nin, baba mesleğini seçip kendisi gibi avukat olmasını istiyordu, bunu sağlamak için de çok uğraştı. Fakat çocuk, her defasında babasının elinden kurtuluyor, kendini dosdoğru tabiatın içine atıyordu. Su üzerinde taş sektirmeye bayılıyor, bu taşların neden batmayıp da su üzerinde zıpladıkları konusunda kafa yoruyordu.
Akşamları, sıkıcı bulduğu dersler yüzünden babasının karşısına geçmek zorunda kalıyordu. Ne var ki babası arkasını döner dönmez, pencereden İtalya göklerinin iri yıldızlarını seyre dalıyor, ertesi sabah da oyun arkadaşlarına gördükleri hakkında uzun konferanslar veriyordu.
Bayram günleri ormanlara gider, oradaki su kaynaklarını hayranlıkla seyrederdi. Ailesi ve rahip, bunların ormanda kaybolmuş olan kızların gözyaşlarından oluştuklarını söylemişti. Spallanzani hem itaatli, hem de politikacı bir çocuktu. Bu yüzden, ne babası ile ne de rahip ile tartışmaya girişirdi. Ancak içinden onların söylediklerini “saçma” bulur, o suların nereden ve nasıl geldiklerinin asıl sebeplerini günün birinde bulmayı hayal ederdi.Spallanzani de, -tıpkı Leeuwenhoeck gibi- tabiatın sırlarını keşfetmeye karar vermişti. Ancak o, tamamen farklı bir yol tutmuştu. “Babam hukuk tahsil etmemde ısrar ediyor; öyleyse hukuk konularına ilgim varmış gibi görünmeliyim” diye düşünürdü. Boş zamanlarında matematik, Yunanca ve Fransızca çalışıyordu; ancak su üstünde taş sektirmeyi, ormana gidip pınarları seyretmeyi de ihmal etmiyordu.
Derken, günlerden bir gün kurnazca bir düşünceyle ünlü fen adamı Valisnieri’yi görmeye gitti. Ona kendi çabasıyla öğrendiği şeyleri anlattı. Valisnieri, şaşkın, “çocuğum” dedi, “sen fen adamı olarak doğmuşsun, oysa hukuk kitapları okuyarak kendini harcıyorsun.” Spallanzani fırsatı kaçırmadı, tam zamanı diyerek babasının meslek seçimi konusunda kendisine yaptığı baskıları anlattı. Bunun üzerine Valisnieri öfkeyle yerinden fırladı, doğru Spallanzani’nin babasının yanına koştu, “oğlun bir araştırmacı olacak” dedi “Scandiano’ya şeref ve şan getirecek, kentimizi meşhur edecek, tıpkı Galile gibi.” Hayret, baba yumuşamıştı. Sonunda kurnaz genç, babasının izin ve duasını alarak fen bilgisi tahsili yapmak üzere Reggio Üniversitesi’ne gönderildi. Spallanzani, artık bütün gücüyle her türlü bilgiyi öğrenmeye çalışıyor, her çeşit teoriyi deneye vuruyordu.
O, bilginler dünyasına adını duyurmadan önce yirmi yıl boyunca büyük bir sabırla mercek yontan, elinin altındaki her şeyi inceleyen Leeuwenhoeck’un tam tersi bir adamdı. Spallanzani, eski şairlerin eserlerini tercüme ediyor; Homeros’un, örnek sayılan, çok beğenilmiş İtalyanca tercümelerini eleştiriyordu. Su yüzünde taş sektirirken ciddi bir tavır alıyordu. Öyle ki “Suda taş sektirmenin mekanizması” üzerinde bilimsel bir risale bile kaleme almıştı. Spallanzani bu arada Katolik kilisesine rahip de oldu, âyinlerde ilahiler söyledi; bu sayede geçimini bile sağladı. Ancak papaz olmasına rağmen, bütün varlığıyla her şeyden şüphe ediyordu. Tanrı’dan bile şüphe ettiyse de, ikiyüzlü karakteri düşüncelerini dışarı vurmayıp içinde saklamasına sebep oluyordu.
Şimdi biraz soluklanalım; çocuk Spallanzani’nin yaşadıklarından hangi dersleri alabilir, ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz, bunun üzerinde düşünelim. Benim aklıma gelenleri kaydediyorum:
– Spallanzani’nin, daha çocukluğunda gösterdiği bazı davranış ve eğilimleri ile büyüyünce seçtiği meslek, yani bilim adamlığı arasında bir uyum, yakınlık görüyoruz. O sadece doğaya yüksek düzeyde bir ilgi ve hayranlık göstermekle kalmıyor, gözlem yapmaya ve sebep araştırmasına şiddetli bir eğilim sergiliyor; olgular karşısında sorular soruyor: Nedir, neden, nasıl?… O zaman şu görüş bir kanıt daha kazanmış oluyor: Kimi çocukların davranışları, onun yetenekleri hakkında bize ipuçları verebilir, örneğin bilim adamlığına yetenekli olup olmadığını gösterebilir. Öyle sanıyorum ki bu eğilim çocuklarda çok yaygındır. Öyleyse çocukların bu eğilimi takdir edilmeli, köreltilmemeli, hatta teşvik edilmelidir. Özellikle ilköğretim bu temele dayandırılmalıdır. Her çocuk gözlemlenerek yetenekleri yönünde eğitilmeli, sahip olduğu eğilim ve yeteneklerin geliştirilmesine özen göstermelidir. Eğer bilgin Valisnieri olmasaydı Spallanzani, Spallanzani olabilir miydi? Büyük olasılıkla olamazdı. Demek ki çocukların ilk yıllardaki doğal eğilimlerini ortaya çıkarıp çocuğu o yolda eğiten bir kurumlaşma son derecede önemlidir.
– Her bilim adamından hep aynı tür, sade, mutlak erdemli bir hayat beklememek gerekir. Bazıları çok renkli bir hayat da yaşayabilir. Bazı açılardan kusurları da olabilir. Bilim adamlığı, özel hayat bakımından tek bir ideal tipe indirgenemez.
İKİ GÖRÜŞ: HANGİSİ DOĞRU?
Spallanzani daha otuzuna girmeden Reggio Üniversitesi’ne profesör olmuş, orada Leeuwenhoeck’in keşfettiği o acayip minik hayvancıklar üzerinde çalışmaya başlamıştı DN. Minik hayvancıkların keşfi, aynı zamanda garip bir sorunun ve ateşli bir tartışmanın başlangıcı oldu. Soru kısaca şuydu: “Canlı varlıklar kendiliğinden meydana gelebilir mi? Yoksa -ne kadar küçük olursa olsun- yaşayan her canlının bir ana-babası mı olması gerekiyor?”
Spallanzani’nin zamanında hemen herkesin katıldığı görüş, hayatın kendiliğinden meydana geldiğini savunan görüştü. Akıllı bilinen insanların çoğu, birçok hayvanın ana-babaya ihtiyaçları olmadığına ve bunların tiksinti verici her çeşit pislik içinden kendiliğinden ürediğine inanıyorlardı. Hatta bilim adamları bile böyle düşünüyordu. Spallanzani, büyük ve önemli kişilerin bile doğru olduğuna inandığı bu ve benzeri öyküleri çok işitmiş, ancak hiç birine inanmamıştı. Çünkü aklı bu görüşü bir türlü almıyordu. Hayatın kendiliğinden ortaya çıkacağı inancına karşı şiddetli bir şüphe vardı içinde. O hayvancıkların doğuşunun da bir düzene, bir kanuna bağlı olması gerekirdi. Fakat bunu nasıl ispat etmeliydi?
Spallanzani’nin nasıl bir kanıtlama yolu bulduğunu anlatmadan önce şu önemli hususlara, değerli okur, dikkatini çekmek isterim:
– Bir görüşün çoğunluk tarafından kabulü, hatta birçok bilim adamı tarafından kabulü bile, o görüşün doğruluğuna kesin kanıt olamaz. Önemli olan, görüşün realiteye dayanan sağlam kanıtlara dayanmasıdır. Doğruluğun ölçüsü doğadır. Tek bir kişi bile, bu niteliğe sahip tek bir kanıt ileri sürerek her şeyi değiştirebilir.
– Bilim adamı yerleşik düşüncelere, dogmalara körü körüne inanmaz, o her şeyden önce şüphecidir. Olgularda bir düzen arar, onları yöneten yasalar olduğuna inanır.
DENEYİN ÖNEMİ
Spallanzani bir gece odasında, soluğunu tutmuş, bir kitap okuyordu. Kitap hayatın nasıl ortaya çıktığı sorununun çözümü için yepyeni bir yol gösteriyordu ona. Sinek sürfeleri (kurtçukları) ile sineklerin üremesi hakkındaki bâtıl inanıştan bahsediyor ve daha önemlisi bu saçmalığı ortadan silip süpürecek bir deneyi anlatıyordu. Spallanzani, bir ara “Allah’ım, ne ilginç bir deney, ortaya koyduğu gerçekler ne kadar açık ve aydınlık” diye söylendi.
Kısaca şöyleydi deney: Yazar, aldığı iki kavanozun her birine bir parça et koyuyor. Kavanozlardan birinin ağzına tülbent bağlıyor, diğerininkinin ise ağzını açık bırakıyor. Aradan bir süre geçtikten sonra geri gelip bakıyor: Ağzı açık kavanozun çevresinde sinekler uçuşmakta. Birkaç gün sonra yeniden gözlemliyor: Etin üzerinde kurtçuklar olduğunu görüyor, daha sonra da yeni doğmuş sineklerin uçuştuğunu!… Öbürüne, ağzı tülbentli kavanoza bakıyor: Ne bir kurtçuk ne bir sinek,… hiçbiri yok. Neden? Gözlem tamam, Şimdi sıra akılda…, bir yanıt bulması lazım. Aklını çalıştırıp buluyor yanıtı: Elbette, sinekleri ete erişmekten alıkoyan tülbent yüzünden!… Ve yüzyılların dogmasına karşı sesini yükseltiyor: Ne kadar açık, sinekçikler kendiliğinden meydana gelmiyor!…
Bu sorun üzerinde binlerce yıl tartışılmıştı ama, deney yapmak kimsenin aklına gelmemişti. Artık sorunu deneyler yolu ile, sinekler üzerinde değil, mikroskobik hayvancıklar üzerinde çözmek için tek bir adım gerekiyordu: Mikroskop kullanmak… Hemen işe koyuldu: Acemi hareketlerle bir yandan ufacık hayvanları üretmeye çalışırken, bir yandan da mikroskop kullanmayı öğrenmeye çalıştı. Ellerini kesti, pahalı ve büyük laboratuvar şişelerini kırdı. Bazen de merceklerini temizlemeyi unuttu. Hatalarına öfkeleniyordu, Leeuwenhoeck kadar sabırlı değildi çünkü…, ancak azimliydi.
Fark ettin mi değerli okur, bilimsel ilerleme çok önemli bir etmene, bir koşula daha bağlı: Kuşaklar arası işbirliği!… Bunun bir kanıtıyla karşılaştık yukarda: Eğer bir solukta okuduğu o bilimsel kitap yazılmamış olmasaydı, Spallanzani o çığır açıcı buluşlarını gerçekleştirebilir miydi? Teknik ilerlemenin de çok büyük katkısı var bilimin ilerlemesinde. Bilim adamı olabildiğince yeni gözlem ve deney teknikleri kullanmalıdır. Ancak ruh da önemlidir: Zorluklar karşısında yılmamalı, azimli olmalı.
– Sonra, doğruları bulmak için gözlem, deney yapmak şart. Akıl ve muhakeme gerekli, ancak yeterli değil. Spallanzani hemen bütün buluşlarını, büyük bir şevkle yaptığı deneylere borçlu değil mi öncelikle?
KARŞI GÖRÜŞ
Spallanzani deneyleriyle uğraşa dursun, bu sırada Needham adında bir rahip çıkmıştı ortaya. Birtakım deneyler yapıyor, küçük hayvancıkların et suyunda şaşılacak bir hızla ürediklerini ileri sürüyor, hemen herkesi de etkiliyordu. Needham, deneylerinin sonuçlarını Royal Society’ye de göndermiş, oradaki bilginler tarafından takdir de edilmişti. Needham, Royal Society’ye yolladığı mektupta şunları yazmıştı: “Bir ateşin üstünde et suyunu kaynattım. Kaynamış suyu bir şişeye doldurduktan sonra, şişenin ağzını dışardan hiçbir şey girmeyecek şekilde mantarla sımsıkı kapattım. Ardından şişedeki et suyunu sıcak külde yeniden ısıttım. Şişenin içinde kalabilecek herhangi bir hayvancığı veya yumurtasını da bu sıcaklık muhakkak öldürmüştür. Birkaç gün sonra şişenin mantarını çıkarıp içindeki sıvıyı mikroskopla inceleyince, sıvının ufacık yaratıklarla dolu olduğunu gördüm.” Needham, mektubunu, ulaştığı asıl sonucu belirterek bitiriyordu: “Küçük hayvancıklar et suyundan meydana gelmiştir. Yaptığım deney, hayatın ölü varlıklardan doğabileceğini açıkça kanıtlamaktadır.” Rahip bu iş için et suyunun muhakkak lüzumlu olduğunu, tohum veya çekirdekten yapılmış bir çorbanın da aynı işi görebileceğini mektubuna eklemeyi ihmal etmemişti.
Ancak otoritelerin onay vermesi, bir görüşün doğruluğuna yeterli kanıt teşkil eder miydi?
DENEYLE YANIT
Needham’ın keşfi, Royal Society ile bütün aydınlar dünyasını heyecan içinde bırakmıştı. Bir hurafe değildi bu, deney yapılarak elde edilmiş kesin bir gerçekti. Tabiî olayı Spallanzani de duydu ve şöyle düşündü: “Küçük hayvancıklar ne et suyunda, ne çekirdek ve tohum çorbasında kendiliklerinden meydana gelmiş olamazlar. Deney, mükemmel gibi görünüyor ama gerçekte çürük olabilir. İşin aslı nedir, ortaya çıkaracağım.” İçindeki araştırıcı ruh hareketlenivermişti, kendi kendine söylendi: “Needham çorbalarını yeteri kadar kaynatmamış olabilir. Bu hayvancıklar ve yumurtaları çok yüksek ısılara dayanıklı olabilir.”
Hemen yerinden fırladı, birkaç şişe alıp yıkadı, ovup kuruladı ve bir kısmının içini her çeşit tohumla doldurdu. Ardından, hepsine saf su ekledi. Sıra şişenin kapağına gelince, tereddüde düştü. “Mantar, çok küçük hayvanların şişenin içerisine girmesini önlemeyebilir” diye düşündü. Bir çare düşünürken, aklına şişelerin ağzını Leeuwenhoeck’un yaptığı gibi- alevde eriterek kapamak geldi. Şişeleri eline aldı ve boyunlarını ısıtarak iyice kapanıncaya kadar büktü. Şişelerin bir kısmını yalnızca birkaç dakika, bir kısmını ise bir saat boyunca kaynattı. Bundan başka ağızları mantarla kapanmış, içi et suyu ile dolu birkaç şişeyi de tam bir saat süreyle kaynattı. Bir zaman sonra, deneyinin sonuçlarını görmeye sıra gelmişti.
Önce ağızlarını ısıtarak kapadığı ve mantarla kapanmış şişeleri ateşten alarak yan yana dizdi. Bir saat boyunca kaynattığı şişelerin boyunlarını kırdı ve içindeki çorbadan bir miktarını ince cam bir tüpe aldı. Mikroskopta dakikalarca seyretti bulamacı. Ancak hiçbir hayvancık göremedi. Sıra sadece birkaç dakika kaynattığı şişelere gelmişti. Onların da boynunu kırdı, bulamaçtan bir miktarı mikroskobuna taşıdı, gözlemlemeye başladı. O da ne? Sıvının içerisinde birkaç hayvancık vardı, oynaşıp duruyorlardı. Gözlemleri onu şu sonuca götürdü: “Şişeleri boyunlarını eriterek kapattım. Dışarıdan hiçbir şey içlerine giremezdi. Demek ki, çorbanın içinde birkaç dakikalık kaynatılmaya direnç gösteren küçük yaratıklar vardı.”
Son olarak, Needham’ın yaptığı gibi yalnızca mantarla tıkadığı şişelerin ağızlarını açarak birkaç damlasını cam tüplerine aldı. Çorba küçük hayvancıklarla doluydu. Kendini tutamayarak haykırdı: “Bu küçük hayvanlar Needham’ın şişelerine havadan girmiş demek…” Spallanzani bir şey daha keşfetmişti. Kaynamış suyun ısısına dayanabilen, yaşamakta devam eden canlılar da vardı. Bunların ölmesi için suyun en azından bir saat kaynatılması gerekiyordu. Sevinçliydi Spallanzani: Küçük hayvancıkların kendiliklerinden meydana gelebilecekleri şeklindeki Needham’ın teorisini çürütmüştü. Bunu, rahibin deneyinin, bilimsel koşullara uymadığını göstererek başarmıştı.
Bir an için Spallanzani’yi sevinç çığlıkları ile baş başa bırakalım, sıra bizde diyerek olup biten üzerinde kafa yoralım, dersler alalım, sonuçlar çıkaralım:
– Bilimde kuşaklararası işbirliğinin bilimsel ilerlemedeki rolüne dair bir kanıta daha rastladık burada: Leeuwenhoeck’un şişeleri kapatma yöntemi!…
– Bir bilim adamı kendi tezine karşı ileri sürülen itirazlara – ilk bakışta ne kadar doğru görünseler de- boyun eğmemeli, bunların sağlam temellere dayanıp dayanmadığına bakmalıdır. Eksikler ve ihmaller var mıdır, araştırmalıdır. Ancak bu konularda emin olduktan sonradır ki yapılan itirazları değerlendirmelidir.
– Bilimde deney yapmış olmak, kendi başına yeterli değildir. Deneyin bilimsel koşullara uygun şekilde yapılıp yapılmadığından da emin olmak gerekir. Bu da ancak, sabır ve titizlik isteyen gayet rafine analizlerle belirlenebilir.
– Gözlem ve deney yapmanın bir faydası da insanı düşünmeye, muhakemeye sevketmesidir; hipotez bulmaya, gerçeği bulmaya yaklaştırmasıdır.
KARŞI GÖRÜŞ YENİDEN ATAKTA
Tekrar öykümüze dönüyoruz:
Needham, bir reklâmcı gibiydi. Et suyu deneyi hakkında konferanslar vermek üzere Paris’e gitmişti. Orada doğabilimci, ünlü Buffon (1707-1788) ile tanıştı. Buffon, bilim konuları üzerinde yazı yazmaktan hoşlanırdı. Deneyler yapmaya pek de elverişli olmayacak kadar da şık giyinirdi. Bu yüzden Buffon, düşünme ve yazma işini kendisine ayırarak, deneylerle uğraşmayı Needham’a bıraktı. Bu iki adam oturup herkesin anlayabileceği büyük bir hayat teorisi, bir felsefe yaratmaya giriştiler. Bu felsefenin, dindar Hıristiyanlarla görüşlerine dini karıştırmayanların her ikisinin de işine gelmesi gerekiyordu. Öte yandan teorileri, Spallanzani’nin ortaya koyduğu açık gerçeklere hiç yer vermiyordu.
Needham, Buffon’a şu soruyu yöneltti: “Minik hayvancıkların, et suyu içinde, hatta kaynatıldıktan sonra bile ortaya çıkmasının sebebi ne olabilir efendim?” Buffon, “Et suyunun içinde onları ortaya çıkaran bir kuvvet olduğunu düşünüyorum, hayatı yaratan şey bu kuvvet olmalıdır” diyerek yanıtladı. Needham buna “geliştirici kudret” adını verdi. Needham’ın “geliştirici kudret” dediği bu etmen, “görüşlerine dini karıştırmayanlar” için din ve Tanrı’nın yerini tutmuştu. Din adamları ise bunun, Tanrının en güçlü silahı olduğunu söylüyordu. Öte yandan, Royal Society gibi bir kurum ise Needham’ı bu teorisinden dolayı üyeleri arasına katmıştı. Bu sırada Spallanzani öfke içindeydi. “Burada bilim için bir tehlike var” diyerek söylenip duruyordu. Needham ve Buffon, bilim dünyasını boş sözlerle aldatıyordu. Aslında Spallanzani’nin ortaya koyduğu gerçeklere cevap verememişler, yaptığı deneylerde herhangi bir hata olduğunu gösterememişlerdi. Görülüyor ki Spallanzani araştırmasını ne kadar özenle yürütse de, gerçeği kabul ettirmekte büyük engellerle karşılaşıyor: Bir taraftan, itirazlar devam ediyor ve bunlar ilk bakışta mantıklı görünüyor. Öbür taraftan, en güvenilir araştırmacılar, en yüksek bilim kurumları ona karşı davranış sergileyebiliyor. Ama o yılmıyor, çünkü biliyor ki bir otoritenin onayı hiçbir yanlışı doğru yapmaz, asıl olan bilimsel bir deneyin ortaya koyduğudur, doğanın vereceği onaydır.
YANLIŞ GÖRÜŞÜ DENEYLE ÇÜRÜTÜYOR
Needham, Spallanzani’nin deneylerinden birine şöyle itiraz etmişti: “Deneylerinizin elle tutulacak bir tarafı yok. Zira şişelerinizi tam bir saat ısıtmışsınız. Bu kadar şiddetli ısı geliştirici kudreti zayıflatır. Onu, küçük hayvancıkları yaratamayacak kadar sakatlar.”
Spallanzani’nin beklediği de tam böyle bir yanıttı. Needham ısının, tohumlardaki geliştirici kudreti tahrip ettiğini söylüyordu. Ancak bu sadece bir hipotezdi, doğru sayılması için denenmiş olması gerekirdi. Needham bilimsel yöntemin bu koşulunu yerine getirmiş miydi? Geliştirici kudreti nasıl görüyor, nasıl duyup tadıyor ya da ölçebiliyordu? Needham’a göre geliştirici kudret tohumların içindeydi. Güzel, o zaman tohumları ısıtırız ve görürüz.
Spallanzani, bir kere daha doğru laboratuvarına koştu, şişelerini eline aldı. Her türden tohum, bezelye ve fasulyeyi su ile karıştırıp şişelerine doldurdu. Ardından, bu şişelerden her grubu farklı ısılarda kaynattı. Niyeti bunlardan ufak hayvancıkları en çok hangisinin dünyaya getirdiğini anlamaktı. Ancak her birinin boyunlarını alevde eritip kapayacağı yerde, hepsinin de ağzını mantarla tıkadı. Needham yeterli olduğunu söylemişti bunun. Oysa Spallanzani şişeler yalnız mantarla kapatılınca, küçük hayvancıkların havadan içeri girebileceğini” düşünüyordu. En sonra da, ne olacağını görmek için bütün şişeleri bir yere sıraladı ve bekleme safhasına geçti. Bu arada balık tutmaya gitti, kilisede vaazlar verdi. Maaşına zam yaptırmak için düzenler kurdu. Zamanı gelince de, tekrar laboratuvarının yolunu tuttu.
Eğer Needham haklı idiyse, sadece birkaç dakika kaynatılmış olan şişelerin hayvancıklarla dolu olması gerekiyordu. Buna karşılık bir veya iki saat kaynatılmış olanlarda hiç bulunmamalıydı. Çünkü Needham’a göre aşırı kaynatma geliştirici kuvveti yok ediyordu. Şişelerin mantarlarını açıp, çorba damlalarını gözlemlediğinde Spallanzani ne görse beğenirsiniz? Uzun süre kaynatılmış olan şişelerin içinde ufacık hayvanlardan, birkaç dakika kaynatılmış olanlardan çok daha fazlası vardı.
Galip gelen böylece yine Spallanzani oldu, yine bilimsel yöntem oldu.
Peki, nasıl ulaştı Spallanzani bu zafere? Bilimsel yollardan ulaştığı tezine karşı itirazlar yükselince asla geri adım atmadı, ancak itirazları da bir tarafa atmadı. Onları önemsedi, mercek altına aldı. Sağlam kanıtlara dayanıyorlar mı, araştırdı; tabii yine bilimsel yoldan giderek, yine doğayı konuşturarak…
KENDİ BULUŞUNA KUŞKU İLE BAKABİLİYOR
Spallanzani, kendi görüşünü, inandığını, sevgili teorisini, dürüstlükle ve büyük bir ustalıkla kurduğu deneylerle çürütmeye çalıştı. Yalnızca doğuştan bilim adamı olanların yapabileceği şeyleri yaptı. Bilim adamı budur işte. Bu tuhaf insanlar için hakikat, gerçek, kendi sevgili istek ve kaprislerinin çok üzerinde, onlardan çok daha değerlidir.
Ancak, Spallanzani hâlâ tatmin olmamıştı, şöyle düşünüyordu: “Belki de hakikati Needham söylüyor. Tohumlarda belki de şiddetli ısının tahrip ettiği esrarlı bir güç var.” Öyleyse bir deney daha yapmalıydı. Laboratuvarına döndü, şişelerini yeniden temizledi. Bu kez tohumları suda kaynatacağı yerde, kahve tavasında simsiyah oluncaya kadar kavurdu; ardından, üzerlerine damıtık su döktü. “Eğer tohumlarda gerçekten geliştirici bir kudret varsa, hepsini de öldürünceye kadar kavurdum” diye söylendi. Günler sonra şişelerin ağızlarını açtı, her birinin içindekinden birer damla merceğe damlattı. Gözlerini yaklaştırıp baktı. O da ne, her damlada o küçük hayvancıklar ileri geri koşuşturup duruyordu! Oysa Buffon ile Needham ne diyordu? Sıcaklık geliştirici kudreti öldürür, bu yüzden küçük hayvanlar doğamaz. Oysa doğmuşlardı! Demek ki “geliştirici kudret” adını verdikleri şey uydurmaydı, bir efsaneden ibaretti, yanlış bir hipotezden başka bir şey değildi.
YİNE DENEY YİNE BAŞARI
Bu arada Needham inadını sürdürüyor, hâlâ geliştirici kudretin varlığına inanıyordu. “Bu kudret, ihtimal Spallanzani’nin kullandığı bütün ısılara dayanabiliyor. Kendini göstermek için muhtaç olduğu tek şey elastikî havadan başka bir şey değil. Spallanzani, şişelerini kaynattığı zaman, içlerindeki havanın elâstikîliği bozulmaktadır” diyerek karşı çıkıyordu bu sefer de.Görüyorsunuz, Needham deneyle yanıt vereceği yerde, lâfla karşı çıkıyordu Spallanzani’ye. İtalyan, “öyleyse bu itirazın doğru olup olmadığını da deneyeceğim” dedi ve bir kere daha şişelerini tohumla doldurarak boyunlarını alevde eritip kapadı ve tam bir saat süreyle kaynattı. Aradan birkaç gün geçmesini bekledi, sonra şişelerden birini alıp boynunu kırdı. Birden hafif bir “fıs” sesi işitti, “bu da ne?” diye mırıldandı. Başka bir şişeyi denedi, yine aynı sesi duydu. Düşündü ve şu sonuca vardı: “Bu ses, havanın şişenin içine girmesi veya oradan çıkması demektir” diye haykırdı. Üçüncü bir şişenin boynunu kırarken, ağzına, yaktığı bir mumu yaklaştırdı. Alev şişenin kırık boynuna doğru eğilmişti. “Hava içeri giriyor. Bu, içerdeki havanın dışarıdakinden daha az elastik olması demektir. Bu ise Needham’ın haklı olması ihtimalini güçlendiriyor.” Şu laf ebesi, Needham uzun yılları alan zahmetli çalışmalarının ortaya koyduğu açık ve kesin gerçekleri yerle bir mi ediyordu yoksa?
Tekrar düşünceye daldı, belki de şöyle düşündü: Gerçekler fikrî spekülasyonla, laf üretmekle değil, asıl gözlemle, doğa konuşturularak, ancak bir defa değil, tekrar tekrar konuşturularak bulunur. Derken, kafasında şimşek gibi bir fikir çaktı; bu kez de bilgisi, belki de sezgisi imdadına yetişmişti. Hemen laboratuvarına koştu. Bu hafif fıslamanın ne olduğunu açıklayabilirdi. Şöyle söylendi: “Kullandığım şişelerin boyunları oldukça geniş. Alevde onları kapatırken, camın erimesi bir hayli ısıyı gerektiriyor. Bu ısı, ağzı kapanıncaya kadar şişedeki havanın çoğunu dışarı çıkmaya zorluyor. Tabii bu yüzden de şişelerin boynunu kırdığım sırada havanın içeriye saldırması doğaldır.”
Fakat bunu nasıl ispat edebilirdi? Lafla mı? Elbette hayır, yine doğayı konuşturacaktı. Eline yeniden bir şişe aldı, içini tohumla doldurdu ve yarı yarıya arı su ekledi. Sonra şişenin boynunu alevde, çok ince bir delik kalana kadar büktü. Bu delik çok küçüktü ama havanın içeri girmesine yetiyordu. İçerdeki hava ile dışardaki havanın aynı yoğunluğa erişmesi için şişeyi soğumaya bıraktı. Daha sonra iğne genişliğindeki deliği tekrar aleve tutup deliği kısa sürede kapadı. Şişeyi bir kenara koydu. Aradan dört gün geçtikten sonra laboratuvarına döndü. Bir mumu yakarak şişenin boynuna yaklaştırdı. Şişenin boynunu kırdı. O da ne? Bu defa -önceki deneyin aksine- mumun alevi şişeden uzaklaşmıştı. Doğa bununla bize ne demek istiyordu acaba? Şişenin içindeki havanın esnekliğinin, dışardaki havadan fazla olduğunu elbette!… Oysa Needham havanın esnekliğinin, geliştirici kudret için gerekli olduğunu iddia ediyordu. Ne var ki şişenin içindeki hava bu özelliğe sahip olmasına rağmen, içinde küçük hayvancıklardan bir tane bile yoktu!…
Artık Spallanzani, yeryüzündeki en küçük hayvanların bile daima kendilerinden önce dünyaya gelmiş hayvanlardan doğduklarından emindi. Bu son deneyini -bir bilim adamından beklendiği şekilde- hiç gecikmeden bütün Avrupa’ya duyurdu. Basit bir deneyin ortaya koyduğu gerçek Needham ve Buffon’un ağızlarını kapatıvermiş, uydurma teorilerini yıkmış, yerle bir etmişti. Artık adı Avrupa’nın bütün üniversitelerinde anılıyor, bilim kurumları onu günün bir numaralı bilim adamı sayıyordu.
SIRADAN YÖNLERİ
Bu arada önemli şahsiyetler Spallanzani’ye can çekişen Pavia Üniversitesi’ni diriltmesi için ricada bulundular. Ancak Spallanzani çıkarını iyi gözeten biriydi. Önce maaşı hakkında uzun tartışma ve pazarlıklar yaptı. Sonunda doğal tarih profesörlüğü ile, Pavia Üniversitesi doğal tarih müzesinin müdürlüğünü kabul etti. İlk işi de tabiat bilimleri müzesinin boş raf ve camekânlarını kendisinin de toplamış olduğu örneklerle doldurmak oldu.
Spallanzani, hayal gücü ve düşünmedeki hızıyla övünürdü. Fakat aynı zamanda bir deney adamıydı da. Zekâsının parlak buluşlarından herhangi birini yeni bir gerçek alt edince, buna alçak gönüllükle boyun eğmekten geri kalmazdı. Ancak, “gülün dikeni var” sözünü doğrularcasına, bilimsel deneylerinde böylesine dürüst olan bu adam, bilimin namuslu hizmetkârı olan bu adam, Pavia Üniversitesi’nden aldığı profesörlük maaşını daha da artırabilmek için planlar yapıyor, hattâ entrikalar çeviriyordu. Viyana’daki ünlü şahsiyetleri, Pavia’daki rutubetin kendini öldüreceğine inandırmaya çalışıyordu. Sonunda İmparator, onu yerinde tutabilmek için maaşına zam yapmaya ve tatillerini artırmaya mecbur kalmıştı. Spallanzani, bu sonuca gülmüş, uydurduğu yalanlara da siyaset adını vermişti.
Bilginimiz bu yaptıkları ile yetinmedi, seyahate çıkabilmek için de iltimaslar aradı. İmparator Joseph nihayet sağlığı düzelsin diye İstanbul seyahati için ona bir yıl izin verdi, cüzdanını da doldurdu. Spallanzani sevinçten uçuyordu, laboratuvarını kilitleyip öğrencilerine veda etti. Ne var ki bindiği gemi Akdeniz’de kaza geçirdi. Kendisi kurtulurken, adalardan topladığı bitki ve taş örneklerini kurtarmayı da ihmal etmedi. İstanbul’da Sultan’dan izzet ve ikram gördü. Spallanzani’nin, nazik ve kibar ancak “yerinde sayan” Doğulu dostlarına şöyle dediğini hayal edebiliriz: “Biz Batılılar; yeni bilimlerimiz sayesinde, insanlığın, önüne geçilemez sanılan ıstırap ve acılarını dindireceğiz.” Pavia Üniversitesi’ne döndüğünde ise, kendisine hayran bir öğrenci kalabalığı tarafından karşılandı.
Spallanzani’nin Scandiano’daki eski evinde kişisel, küçük bir koleksiyonu vardı. Pavia’daki diğer profesörler, kendi öğrencilerini ellerinden aldığı için Spallanzani’ye diş biliyorlardı. Bir gün kıskanç düşmanlarından biri, rahip Wolta, Spallanzani’nin özel müzesine girmeyi başarmıştı. Şurada burada birkaç kavanoz, ötede doldurulmuş bir kuş, başka bir yerde de bir balık görünüyordu. Bütün bunların üzerinde de Pavia Üniversitesi müzesinin kırmızı etiketleri yapışıktı. Wolta, bunlardan birkaç tanesini cübbesinin siyah kıvrımları arasına gizleyerek oradan uzaklaştı. Hemen bir risale yayınladı; Spallanzani’yi Pavia Üniversitesi’ne ait eşyayı çalarak kendi müzesine koymakla suçladı. Spallanzani altta kalır mı hiç, hemen yalancı şahitler buldu; darbeye darbeyle karşılık verdi. Çok geçmeden bilginimiz, yargıçların huzuruna çağrıldı. Çalındığı iddia edilen kuşların acemice doldurulmuş olduklarını, tüylerinin örselenmiş olduğunu, bunların bir üniversite müzesinde bulunmasının ayıp olacağını kanıtladı. Onlar sadece müzeden atılmıştı. Ortadan kaybolduğu söylenen yılanlar ve kirpiler ise başka müzelerle değiştirilmişti. Sonunda yargıçlar onu, töhmet altında bulunduğu bütün suçlardan beraat ettirdiler. Ekleyelim ki Spallanzani’nin baş ithamcısı Wolta, üniversitenin müzesinden kıymetli taşlar çalarak dostlarına hediye etmişti. Bunun üzerine Wolta üniversiteden kovuldu.
Spallanzani, artık, yeni bir keşif ve ihtira devrinin kahramanı olduğuna inandırmaya uğraşıyordu herkesi. Hatta kendini Kristof Kolomb ve Vespuçi’ye benzetiyordu. Mikropların bu esrarlı dünyasından “yeni bir âlem” diye bahsediyor ve kendini, ancak bunun sınırlarında cesurca ilk keşifleri yapan bir kahraman olarak tasavvur ediyordu. Ancak, küçük hayvancıkların öldürücü nitelikleri hakkında, o da Leuwenhoeck gibi- hiçbir şey söyleyememişti. Bu da gayet normaldi: Bir bilim adamından her şeyi beklememek gerekir. Bilime belli bir katkıda bulunmuş mudur, önemli olan budur. Ondan sonra gelenler buluşu daha ileri götüreceklerdir. Esas olan bir alanda “bilim kafilesi”nin kurulmuş olması ve onun sürekliliğidir. Bu süreklilik Batı’nın en büyük başarılarından biridir.
VE SON PERDE…
Spallanzani’nin gerçeği bulmaya karşı sonsuz bir tutkusu vardı. Bu tutku, hiçbir şey karşısında geri adım atmamıştı. Spallanzani, geleneklerden nefret etmiş, güçlüklerden yılmamış, zevksizliğe ve gelişigüzel yapılan işe değer vermemişti. Bir bilim adamının temel niteliklerinden değil midir bunlar: Gerçek tutkusu, dogmatizmi ret, güçlüklerden yılmama, çalışmada titizlik…1799 yılının başında Napoléon’un eski bir dünyayı alt-üst etmeye başladığı ve Bethoven’in muazzam senfonilerinin ilkleri ile on dokuzuncu yüzyılın kapısını çaldığı sırada, önderlerinden birisi olduğu mücadele ruhunun savaş naraları arasında Spallanzani, beyin kanaması ile felçten yatağa düşmüş ve bu baskıya fazla dayanamayarak üç gün sonra, yetmiş yaşında hayata gözlerini yummuştur.
SONUÇ
Spallanzani’nin hayatından çıkardığım sonuçları, aldığım dersleri özet olarak şöyle sıralayabilirim ((kuşkusuz sen de, değerli okur, başka ve farklı sonuçlara ulaşabilirsin):
– Çocukların gösterdiği bazı davranış ve eğilimlerle büyüyünce seçtikleri meslek, arasında bir uyum, yakınlık olabilir. Kimi çocukların davranışları, onun yetenekleri hakkında bize ipuçları verebilir, örneğin bilim adamı olmaya yetenekli olup olmadıklarını gösterebilirler. Çocukların ilk yıllardaki doğal eğilimlerini ortaya çıkarıp çocuğu o yolda eğiten bir kurumlaşma son derecede önemlidir. Çocuklar yetenekleri yönünde eğitilmeli, sahip oldukları eğilim ve yeteneklerin geliştirilmesine özen göstermelidir.
– Gerçekleri bulmak için gözlem ve deney yapmak şarttır. Akıl ve muhakeme de gerekli, ancak yeterli değildir. Yeni gerçekler fikrî spekülasyonla değil, asıl gözlemle, doğa konuşturularak bulunur. Ne var ki deney yapmış olmak da kendi başına yeterli değildir. Deneyin bilimsel koşullara uygun olarak yapılmış olması gerekir.
– Gözlem ve deney insanı düşünmeye, hipotez bulmaya, muhakemeye yönlendirir.
– Bilim adamı olabildiğince modern gözlem ve deney teknikleri kullanmalıdır.
– Bilim adamı dogmalara inanmaz, şüphecidir. Her bir olguyu yöneten yasalar olduğuna inanır.
– Bir görüşün çoğunluk tarafından kabulü veya otoritelerce onaylanması, o görüşün doğruluğuna yeterli kanıt olamaz. Önemli olan, realiteye dayanan sağlam kanıtların o görüşe sahip çıkmasıdır. Otoritenin onayı bir yanlışı doğru yapmaz, asıl olan bilimsel bir deneyin ortaya koyduğudur, doğanın onayıdır.
– Gerçek tutkusu, dogmatizmi ret, güçlüklerden yılmama, çalışmada titizlik bilim adamının temel niteliklerindendir. Bundan başka, bilim adamı kendine güvenmeli, kendisinden farklı düşünenlere saygılı davranmalıdır. Tezine karşı itirazlar yapılınca geri adım atmadığı gibi, o itirazların doğruluğunu da ciddiyetle araştırmalıdır.
– Her bilim adamından hep aynı tür, örneğin sade, mütevazi, mutlak erdemli bir hayat beklememek gerekir. Bilim adamlığı, özel hayat bakımından tek bir ideal tipe indirgenemez.
– Bir bilim adamından her şeyi beklenemez. Bilime bir katkıda bulunmuş mudur, önemli olan budur. Esas olan “bilim kafilesi”nin kurulmuş olması ve onun sürekliliğidir.
– Bilim adamları arasındaki kuşaklar arası işbirliği olmasaydı hiçbir bilim adamı başarılarını gerçekleştiremezdi. Gerçekten bilimsel ilerlemenin çok önemli bir koşulu kuşaklar arası işbirliğidir. Batı bilimde üstünlüğünü büyük oranda bu işbirliğine borçludur, Doğu da bilimde muhtaçlığını onun yokluğuna…
[*] Lazzaro Spallanzani (1729-1799): İtalyan fizyoloji bilgini. Vücut işlevleri ve hayvanlarda üreme konularındaki deneysel araştırmalarıyla tanınmıştır. Mikroorganizmalarla ilgili araştırmaları Louis Pasteur’ün yaptığı çalışmalara temel olmuştur. Spallanzani’nin yaşam öyküsü şu değerli kitaptan özetlenmiştir: Paul de Cruif, Mikrop Avcıları, MEB yayını, İst., 1965.