4 Mayıs 1872, Cuma: Viyana’daki imparatorluk Tiyatrosu, “Hofburgtheater”[1] uzun geleneği içinde ilk kez bir Osmanlı diplomatının yazmış olduğu Türk tarihine ilişkin bir tragedyayı oynayacaktır. Bu gösteri için haftalardır sürüp gelen yoğun ve yorucu bir çalışma yapılmıştı. Büyük bir dikkat ve titizlikle hazırlanan bu oyunun o gece açılışı vardı. Bu yapıt Türk tarihinin en ilgi çekici olaylarından birini işliyordu. Yenilikçi padişah III. Selim’in kişiliği, sanatçılığı ve yapmak istediği yenilikler, Alemdar Paşa Olayı bu manzum tragedyanın içinde inandırıcı bir biçimde ortaya konuyordu. Oyunun yazarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun, önce konsolosluk, sonra da büyük elçilik görevlerinde bulunmuş olan başarılı diplomatı Murad Efendi’ydi.
Murad Efendi’nin Türk uyrukluğuna geçmeden önceki adı Franz Xavier von Werner idi ve 30 Mayıs 1836’da Viyana’da doğmuştu. Babası mülk sahibi bir Hırvat’tı. Gençliği üzerine bilgiler biraz bulanık olmasına karşın, altmışlı yıllarda Viyana’da yaşamakta olan torunu Dr. Gabrile Steinhart[2] ile yaptığımız özel konuşmadan edindiğim bilgilere göre, onun gençlik yılları üzerine iki söylenti var. Bunlardan biri, annesinin doğum sırasında ölmesiyle ona teyzesinin bakıp büyüttüğü ve zorla askeri okula gönderildiğidir. Onaltı, onyedi yaşlarındayken, 1853’te subay adayı olarak Galiçya’ya gönderilen genç Franz’a Rus casusu olarak kuşku duyulan iki kişiyi vurması görevi verilmiştir. Aslında şair bir genç olan Franz, onları da yanına alarak Osmalı İmparatorluğu’na sığınmıştır. Türkiye’de önce bir gazetenin Fransa muhabiri olarak çalışmış, sonra da Mehmet Ali ve Ethem[3] paşaların hizmetine girmiştir. Başka bir söylentiye göre, Franz, Avusturya ordusundaki Hırvatları eğitmek için görevlendirilmiştir. Ona iki Hırvat gencini kurşuna dizmesi emredilince, onları da yanına alarak Osmanlılara sığınmıştır.
Ansiklopedik bir kaynağa göre, o, 1854 ile 1856 yılları arasında, Avusturya imparatorluk, hassa alayında teğmen olarak görev yapmıştır.[4] Onun 1853 yılında, Türk uyrukluğuna girdiğini ve Osmanlı ordusunda Kırım Savaşı’na katıldığını, üstleri tarafından beğenilerek kendisine binbaşı rütbesi verildiğini başka bir kaynaktan öğreniriz.[5] Franz von Werner’e Türkiye’de Murad adı verilmiştir. 1856 yılından sonra Osmanlı İmparator-luğu’nu dış ülkelerde başarıyla temsil etmiştir. Çok kısa bir sürede, önce konsolosluk, sonra da elçilik makamına yükselmiştir. 1859’da çeşitli görevlerle Bükreş’e, 1860’da Palermo’ya gönderilmiş, 1864 yılında Temeşvar’a konsolos olarak atanmıştır. 1873’te Venedik’e başkonsolos olarak görevlendirilmiş, daha sonra aynı görevle Dresden’e giden Murad Efendi, 1876 yılında Paris büyük elçiliği müsteşarı, 1877’de Ethem Paşa’nın gözde diplomatlarından biri olarak önce İsveç, sonra da La Hey Büyük Elçisi olarak görev yapmıştır. Paris Büyük Elçisi olarak göreve başlamak üzereyken, bir damar tıkanması sonucu, 14 Eylül 1881’de, 45 yaşında ölmüştür.
Temeşvar’dayken beğenerek seyrettiği, oradaki Alman Tiyatrosu aktrisi Şilezyalı Henriette Ebell ile evlenmiş ve ondan Geza Arifi ile Gaston Şevket adında iki oğlu ve Elinor adlı bir kızı olmuştur.[6] Henriette, kocası öldükten sonra, imzasını Henriette Murad Efendi diye atmıştır. Oğlu Geza Şevket Murad ise Türk uyrukluğunu bırakmamıştır.[7] Murad adını aldığına göre, bu bilginin doğru olması gerekiyor. Türkçe konuşmayı çok çabuk öğrenen, anadili Almanca dışında Fransızca, İtalyanca, Hırvatça ve Macarcayı çok iyi konuşan Murad Efendi’nin dile olan yatkınlığı herkesi şaşırtmış, daha da önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nun diplomatik ilişkilerinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya arasında sağlam bir köprü kuran Murad Efendi’nin bir başka büyük başarısı da İsveç Krallığı ile temsil ettiği Osmanlı Devleti’nin birbirine yakınlaştırmasıdır. Kendi de bir ozan olan İsveç Kralı, Murad Efendi’nin ozanlığını beğendiği için, yabancı diplomatlar arasında en çok onunla işbirliği yapmış, çoğu kez de onun etkisi altında kalmıştır.[8] Onun çevresini etki altına alan bir kişilik ve kendine özgü bir ozan olduğunu, döneminde yazın tarihçisi olarak tanınan Ernst Alker’den öğreniriz. Alker, Freiburg’da yayımladığı incelemesinde Murad Efendi’nin dönemin “en ilginç ozanı” olduğunu belirtmiştir.
Onun diplomatlığına bir örneği Gustav Kühne adında bir Alman yazar verir: “Tiyatrodaki başarısı kadar, diplomasi dünyasında da başarılı olan Murad Efendi iki ülke arasında sağlam bir köprü kurmuştur. (…) ilk kez, fesi ve Türk üniformasıyla sarayda gördüğümüz Murad Efendi, akıcı bir Fransızcayla saraylı bayanla konuşuyordu. Bu bayan ona Fransızcayı mükemmel konuştuğunu söyledikten sonra Dresden’e gelmişken Almanca öğrenmesi gerektiğini belirtti. Oysa o bayan, Murad Efendi’nin Almanca şiirleriyle ünlü bir ozan olduğundan haberi yoktu”.[9]
Murad Efendi’nin ozan, oyun yazarı ve diplomat olarak incelenmesi, onun kişiliği üzerinde daha birçok aydınlatıcı noktayı ortaya çıkartmaktadır. Kısa yaşamı içinde, bir Osmanlı diplomatı olarak yaptığı hizmetler yanısıra çok sayıda ürün vermiş olan yazarı burada daha çok III. Selim tragedyası ile anmak istiyorum. Yazarlık yaşamına Türk uyrukluğuna geçtikten sonra başlıyan ozan, yapıtlarını Almanca yazmıştır. Yirmi yılın üstünde Türklerle yaşıyan, onların anlayışlarını, özelliklerini ve törelerini benimseyen Murad Efendi’nin onsekiz yapıtı vardır.[10] Bunların dördü şiir kitabı, biri günlük, biri öykü, onikisi de tiyatro oyunudur. Yazarın, 1877’de, Leipzig’de iki cilt olarak yayımlanan Türkische Skizzen (Türkiye Skeçleri) adlı yapıtı batıdan Karadeniz kıyılarına kadar Türk yaşamını nesnel bir biçimde ele alır. Murad Efendi, Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki durumunu, Türklerin yaşayışını, törelerini, sanat olaylarını canlı ve sürükleyici bir üslûpla, o yaşamın bir parçasıymış gibi anlatmıştır.[11] Ramazanı, Osmanlı Tiyatrosu’nu, Gedikpaşa Tiyatrosu’nda gördüğü Schiller’in Haydutlar adlı yapıtını, İstanbul semtlerini, bu semtleri özelliklerini, Anadolu kentlerini, buradaki düğün göreneklerini, Türk kadınlarını, çocuklarını, memurlarını, devlet adamlarını ve benzer konuları akıcı bir üslûpla ustaca anlatırken, onun bu konularındaki sevecenliği ve hoşgörüsü de dikkat çeker. Türkiye Skeçleri, kültür tarihimiz açısıdan önemli bir belgedir.
1878 yılında, üçüncü baskısı yapılan Nasreddin Hoca[12] ise, bu büyük mizah kahramanımızı Avrupa’ya ilk kez doğrudürüst tanıtan bir yapıttır. Yazar, Nasreddin Hoca üzerine bazı bilgiler verdikten sonra, onun fıkralarını büyük bir incelikle dizgesel bir çalışmayla aktarmıştır. Bu kitap kısa bir sürede iki kez tükenmiştir. Yazarın incelemeciler tarafından en çok övülen şiir kitabı 1878’de yayımlanan Ost und West Gedichte (Doğu ve Batı Şiirleri) adını verdiği yapıtıdır. Murad Efendi, bu kitapla o dönemin en iyi ozanları arasında sayılmıştır. Onun, şiir alanında, ülkemizde yaygınlaşmamış oluşunun nedeni, tüm yapıtlarını Almanca yazmış olmasından kaynaklanır.
Yazarın Selim, Der Dritte (III. Selim) adlı tragedyası ilk kez 1871’de Temeşvar’ daki Alman Tiyatrosu tarafından oynanmıştır. Ancak bu oyunun Avrupa’da tanınması bir yıl sonraya rastlar. 1872 Mayıs ayında, Viyana’daki imparatorluk tiyatrosu olan “Hofburg-theater” daki (bugünkü Burgtheater)[13] gösteri, tarihsel bir anlam da taşır; çünkü bu tiyatronun uzun geleneği içinde ilk kez bir Türk diplomatının yazdığı ve Türk tarihini önyargısız olarak işleyen bir sahne yapıtı oynanmıştır. Osmanlı tarihinin en ilginç tarih dilimlerinden birini işleyen bu oyunda, III. Selim’in yapmak istediği yenilikler ve Alemdar Paşa olayı başarılı bir şiirsellik içinde ele alınmıştır. Baştan sona manzum olan bu yapıtta izlenen inandırıcı ve yapaylıktan uzak sahneler, Türk tarihinin bir dönemini renkli ve canlı bir biçimde verir.
Yazarın kitap olarak basılan metninin başında[14] ekbilgiler vermeyi uygun gördüğü anlaşılıyor. Önce, Türk adlarının nasıl söyleneceğini gösteren yazar, daha sonra oyun kişilerinin giysilerini ayrıntılarıyla anlatıyor; kişilerin giysilerinin renklerini, takılarını, pabuçlarını, sakal ve bıyık biçimlerini de titizlikle açıklıyor. Bununla da yetinmeyen yazar, ayrıca şöyle de bir not koymuş: “Bu oyunun sahnelenmesi sırasında bu konuda iyi anlaşılmayan, kişiyi kuşkuda bırakan bir nokta olursa, bu oyunun yazarı tiyatroya giysi ve dekor taslaklarını göndermeye de hazırdır”.[15]
Bu tragedya, oyun seçiminde çok titiz davranan eski “Hofburgtheater”da, yani o dönemin en önemli tiyatrolarının birinde, seçkin bir oyuncu kadrosu ile sahneye çıkarılmıştır. Burg Tiyatrosu tarihinde ilk (ve bugüne kadar da son) Türk yapıtı olan III. Selim’in dekorları, tiyatro tasarım tarihi içinde yeri olan Hermann Burghardt, giysileri de yine büyük bir tasarımcı olan Franz Gaul tarafından gerçekleştirilmiştir. Kalabalık bir oyuncu ve figuran topluluğu gerektiren bu oyunun baş rolünü (III. Selim’i) ünlü Fritz Krastel (1839-1908), Valde Sultan’ı Frau Strassmann, Sadrazam Hüseyin Paşa’yı Hallenstein, Alemdar Mustafa Paşa’yı Pettera, Muhtar Ağa’yı yine o dönemin ünlülerinden Joseph Levinsky (1835-1907), Züleyha’yı Friederike Bognar oynamışlardır.[16] Bu tragedyayı sahneleyen Adolf Ritter von Sonnenthal (1832-1909), yazarın düşüncesine bağlı kalması ve Osmanlı-Türk yaşayışını doğru bir yolda gerçekleştirmesi açısından çok başarılı bulunmuştur.
Bu temsil hakkında çıkan eleştirilere şöyle bir bakmadan önce, oyunun konusu üzerinde biraz duralım. Beş bölümlük, klasik anlamda bir tragedya yapısı ile kurulmuş olan bu oyunun birinci perdesinin ilk yarısı bir çarşı içinde, ikinci yarısı ise sarayda geçer. Yazar, birinci perdede, hem halkın genel görünümünü, hem de saraydan bir kesit vererek oyunun serimi için gerekli olan atmosferi tamamlamıştır. İkinci perde ile üçüncü perdenin ilk yarısı sarayın harem dairesini ele alır; yazar, oyunun bu gelişim kesiminde çevrilen dolapları, ikiyüzlülükleri, hileleri, haremin sarayı nasıl yönettiğini gösterir. Üçüncü perdenin ikinci yarısı ile dördüncü ve beşinci perdeler de taht salonunda geçer. Murad Efendi böylece, halkın ve sarayın genel atmosferini verdikten sonra, III. Selim’in öldürülüşündeki siyasal ve özel nedenleri açımlıyabilmek için önce işin örtülü olan arka planını, yani haremdeki olayları sergilemiştir. Ancak bunları gösterdikten sonra, işin dış yüzüne, yani taht salonuna girmiştir. Bu açıdan, yazarın dokuyu çok akıllıca işlediği izlenir.
Çarşı içinde geçen birinci perdenin ilk yarısı, genel durumu, halkın yeniliklere karşı olan tutumunu, çıkarcıları ve aracıları göstermesi yönünden çok canlıdır. Yeniçerilerin, hocaların ve çarşı esnafının tutumları ilk sahnede açığa çıkarılmıştır. Nizam-ı Cedit’e yabancı askerlere bakarmış gibi bakılması, yeniçerilerin yozlaşmış durumları ilk yarıda gösterilir. Birinci perdenin ikinci yarısını kapsayan saraydaki görünüm ise çevrilen dolapları, General Sebastiani’nin etkisini, III. Selim’in yalnızlığını vurgular. Tarihsel gerçeklere de dayanarak Alemdar Mustafa Paşa’yı ilginç bir karakter durumuna getiren Murad Efendi, III. Selim’in acı sonuna doğru adım adım yaklaşırken, Züleyha ile Nizam-ı Cedit’in genç komutanı İskender Bey arasındaki gizli sevgi bağını da yardımcı tema olarak işlemiştir.
III. Selim’in “Hofburgtheater”daki başarısını, o tarihlerde yazılan çok sayıdaki eleştiriler ile incelemelerden anlıyoruz. III. Selim için şaşılacak sayıda yazı yazılmış olması, bu tragedyanın o dönemde bir sansasyon yarattığının delilidir. Fikir vermesi için bu yazıların arasından birkaçını seçip bazı bölümler aktarıyorum. 25 Mayıs 1872 tarihli Die Presse gazetesinde Joseph Bayer şunları yazmış:
“Aslı Viyanalı olan ve burada Türk Konsolosu olarak görev yapan Murad’ın III. Selim’i olağanüstü bir başarıyla oynanmaya başladı. Oyunu doğru bir biçimde sahneleyen Herr Sonnenthal, alkışın büyüklüğü karşısında her perdenin sonunda iki ya da üç kez selama çıkmak zorunda bırakıldı. Ancak bu alkış yalnızca yönetmen için değildi, yönetmen bu alkışları yazarı adına selamladı. Nitekim, oyun bittiğinde yazar da sahneye çıktı ve seyirciler tarafından uzun uzun ayakta alkışlandı”.
Eleştirmen Bayer, yukardaki sözlerini biraz daha genişlettikten sonra, ertesi gün bu oyun üzerinde daha etraflıca duracağını belirtiyor. Gerçekten de sözünü tutuyor ve aynı gazetenin ertesi günkü sayısında uzun bir yazı yazıyor. Önce, Avrupa tiyatrosunda Türklerin hep ya gülünç kişiler ya da heykel gibi soğuk gösterildiğini belirterek, böylece Türk insanının daha çok “kostüm ve maske figür” olarak kabul edilmiş olmasından yakınıyor. O güne dek, Türkleri böyle gerçek karakterleriyle canlandıran bir yazarın çıkmadığını örneklerle anlatıyor; sonra da yazısını şöyle sürdürüyor:
“Ama dün sahnede gördüğümüz, Murad Efendi’nin konusunu Osmanlı İmparatorluğu tarihinden aldığı III. Selim tragedyasındaki Türklere gelince iş değişiyor. Bu kişiler birer kalıp ya da maske değiller; (…) bunlar gerçek, tarihsel, hatta modern Türkler. Bu kişilere yakından dikkatlice baktığımızda yapay hiçbir şey bulamıyoruz; bu kişiler kanlı canlı, bizi etkiliyecek nitelikte. (…) Uzun yıllar Türklerin hizmetinde olan Herr Murad, oyununda baş karakteri daha kesin çizgileriyle ve ayrıntılarıyla gösterebilirdi; tersine, o, Türklerin özelliklerini daha çok genel görünüşler içinde ele almayı doğru bulmuş. (…) Sultanın portresini çizerken düşünceli, geniş bir alın, sanki düşüncelerini uzun kirpiklerinin ardına gizlemek istermiş gibi çukurda gözler, Osmanlıların tipik kartal gagası burnu, küçük bir ağız; öyle ki, sakalların dalgaları arasında kişi zorlukla görür bu ağzı. At üstünden çok, divanda oturmaya yarayan yorgun bir gövde; kısacası, melankolinin bir gölgesi, sanki talihsizliğin bilincine varmış bir insan. Fransız ozanı Lamartine’nin çizdiği III. Selim portresi budur. Bizim ozanımız (Murad Efendi) bu ilginç özellikleri daha ileri götürerek acı olaya ışık tutmak istemiş”.[17]
Bayer, bu yazı içinde, III. Selim’in tutumunu, Avusturya imparatoru Franz Joseph’in liberal eğilimine benzetiyor, ama Selim’i Joseph’e oranla daha talihsiz buluyor. Aynı paralellik bir başka yazar tarafından da belirtiliyor. Buna az sonra geleceğiz. Bayer yazısını şöyle sürdürüyor:
“Üçüncü Perde’de Sultan Selim divanı toplar ve bir tiradla yapmak istediklerini açıklar; bunlar, 1- Bütün yönetim kadrolarında reform yapmak, 2- Müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında yasal eşitlik sağlamak, 3- İnanç özgürlüğü, 4- Sarayda radikal değişikliklere gidip haremi devlet işlerinden uzaklaştırmaktır. (…) İstanbul’da yaşayan bir Viyanalı olarak, yazar bize hiç bilmediğimiz önemli bir kesiti anadilimizde göstermekle büyük bir iş başarmıştır”.
Neue Freie Presse’nin 25 Mayıs 1872 günlü sayısında, III. Selim’in büyük başarısından sözeden ve imzasını ‘Em. K.’ diye atan bir eleştirmen, Murad Efendi’nin iyi bir ozan olduğunu belirttikten sonra “Hofburgtheater” yönetiminin böyle bir ozanı bulup ortaya çıkardığı için övüyor. Ancak bir ozanın iyi de olsa, böyle ilk oyunuyla doruğa tırmanmasını tehlikeli buluyor:
“Türk Franz Joseph’i olan III. Selim üzerine yazılmış olan bu tragedya belirtmeliyim ki, çok büyük bir başarıydı. Hatta bir sürprizdi. (…) Murad’ın çalışmasında etkileyici bir dram var. Oyun sahne sahne gelişiyor; ama gereğinden çok tiyatro efekti ile oyun yer yer aksıyor, hatta duruyor”.
Baş rolde Fritz Krastel’in çok canlı bir portre çizdiğini yazan eleştirmen, dekor ve giysilerin gözkamaştırıcı güzellikte olduğunu, tiyatronun bunlara çok para harcamış olabileceğini belirtiyor ve bu konuda daha uzun bir yazı yazacağını vadediyor. Gerçekten de aynı gazetenin üç gün sonraki sayısında bu konuya yine dönüyor:
“Yeni bir tragedyanın, III. Selim’in yazarı, öğrendiğimize göre, Viyana doğumlu olup Avusturya ordusunda bulunmuş, sonradan Türkiye’ye giderek orada müslüman olmuş. Oyunundaki retorik ve süslü dil, bize hemen kendi şiir üslûbumuzu anımsattığı gibi, Osmanlı şiirinin de o güzel, büyülü havasını estiriyor”.[18]
24 Mayıs 1872 günlü Wiener Zeitung, tiyatro haberleri sayfasında, o gece yepyeni ve genç bir yazarın çok ilginç bir yapıtının “Hofburgtheater”da oynanacağını haber veriyor. III. Selim tragedyasının seyirci önüne çıkarılmasında çalışan ünlü sanatçıların adını veriyor. Bu yazı daha çok haber niteliğinde basılmış. Aynı gazetenin dört gün sonraki sayısında ise A. W. Ambros, son derece beğendiği bu tragedyanın şiir gücünü överek yazısına başlıyor:
“Oyunun serimi başarılı, çeşitli kişilerin tanıtıldığı bir sokak sahnesinde İstanbul’un atmosferini yaşıyoruz”.
Yazarın beğenmediği noktalar da var:
“Bu serim sahnesinden sonra herşey çok bireysel oluveriyor. Hemen her karakterin ipi oyun yazarının elinde. Her karakter aynı agızdan, yani yazarın ağzından konuşuyor. Oyun kişileri klasik Fransız tragedyalarındaki gibi hareket ediyorlar ve hepsi de süslü ve uzun tiradlarla konuşuyorlar. (…)
Belli ki, tiyatro yönetimi, bu zor oyun için hiçbir özveriden kaçınmamış. Oyun ve sahne düzeni için ne gerekiyorsa yapılmış. Dekora çok para harcanmış, tıpkı yeni bir bale sahneleniyormuş gibi: çeşitli yeni dekor parçaları, kapalı çarşının önündeki sokak, arkada Ayasofya’nın silüeti, göz kamaştırıcı bir saray; sanki gerçek saray alınıp da sahneye konulmuş. Birinci sahnede aksiyonu çok canlı bir duruma getiren çok güzel, görülmedik giysiler, gerçek süs eşyalarından ayırtedilemiyecek takılar var. Bütün bunlar fevkalade. Hatta Züleyha’nın sürdüğü koku bütün tiyatro salonunu bir anda kapladı. Ama bu da naturalizmi biraz aşırıya götürmek olmuyor mu? Ya bu sahne bir ahırda geçseydi, o zaman ahırın parfümünü de mi koklamaya zorlanacaktık?”[19]
25 Mayıs 1872 günlü Neue Wiener Tagblatt’taki imzasız yazıda, III. Selim ile Viyana “seyircisini yürekten vuran” Murad Efendi yine göklere çıkartılıyor. Bu yazıda, oyundaki Osmanlı padişahının tıpkı Viyanalı bir liberal gibi konuştuğu belirtiliyor. Bu yazıda da, Sultan III. Selim, Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’e benzetiliyor. Bunun için de, oyunun temasının Viyanalılara yabancı gelmediğinden sözediliyor, sonra şunlar söyleniyor:
“Her perdeden sonra, yönetmen Sonnenthal, yazarı temsilen sahneye çıktı, halkı selamladı. Perde son kez kapandığında Murad Werner Efendi sonu gelmeyen alkışlara teşekkürünü belirtmek için dört beş kez sahneye çıkıp seyircileri selamlamak zorunda kaldı”.
Oyun üzerine yazılanların birkaçından yapmış olduğum alıntılar bile III. Selim’in dönemi içinde ne kadar başarılı olduğunu gösterir. Birçok tiradla gelişen ve neo-klasik Fransız tragedyası biçiminde kaleme alınmış olan bu yapıt, yine konunun işlenişi, karakterlerin ele alınışı ve olaylara doğru bakışı içerdiğinden bugün de sahnelebilecek bir oyundur.
Viyana’da doğmuş, onyedi yaşında Türkiye’ye gelmiş ve Türk uyrukluğuna geçip bu ülkeye büyük hizmetleri dokunmuş olan Murad Efendi, yazarlık yaşamına Türkiye’ye geldikten sonra başlamış ve olgunluk döneminde birbirinden ilginç onsekiz yapıt üretmiştir. O, yapıtlarını Almanca da yazmış olsa, Doğu’nun romantizmi içinde bir Türk gibi duymuş ve düşünmüştür. Ancak bundan da önemlisi, onun, Türkiye ile Avusturya, Türkiye ile İsveç devletleri arasında sıcak ve insancıl bir köprüyü kurmuş olmasıdır.
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 497-501