Osmanlı Devleti’nde toplum üyelerinin, mükellefiyet ve din esaslı ayırımlara tâbi tutulduğu görülmektedir. Bu ayırımlar üzerinde ayrıntılı olarak tartışmayı burada düşünmüyorum. Ancak mükellefiyet cinsinden yapılan bir ayırım, bizim köylülere bakışımızda temel teşkil etmektedir.
Mükellefiyet esaslı klasik tasnife göre, Osmanlı Devleti’nde toplum üyeleri, askerî ve reâyâ olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Bu ayırımda, devletin vatandaşlarına yüklediği sorumluluklar göz önünde bulundurulmaktadır.
Askerî olarak adlandırılan zümre, devlete vergi vermeyen, ilim ehli ile mesleği askerlik ve memurluk olanlardan meydana gelmektedir. Reâyâ ise, mesleği askerlik ve memurluk olmayan, ancak devlete vergi verenlerden oluşmaktadır. Fakat bu zümre (yani reâyâ) içinde vergiden muaf olanlar da bulunmaktadır.
İnceleme konumuz olan köylüler, Osmanlı toplumunda reâyâ tabir olunan zümre içindeydiler. Bunlar, Osmanlı sosyal tabakalaşmasında kendilerine özgü bir yapıya sahiptiler; reâyâ zümresi içindeki esnaf ve zanaatkârlardan, konar göçerlerden, askerîlerden farklılık gösteriyorlardı.
Köylüler, şehirli olmayan ancak onlar gibi yerleşik hayatı bulunan insanlardı. Şehir ve kasabalara göre daha küçük ve “karye (köy)” denilen toplu iskân mahallerinde yaşarlardı; çalıştıkları, ürettikleri, yaşadıkları mekânlar ayrıydı. Bu ayrılık içinde kesin sınırlar olmayıp, geçişler söz konusu idi. Bulundukları veya yaşadıkları bölgenin coğrafî özelliklerine bağlı olarak çabalarını yönlendirirlerdi. Maden ocağı köyleri,[1] orman köyleri,[2] tuzla köyleri,[3] ziraat köyleri vs. tabirler, hep bu çabaların yönelişinden doğmuştu. Köylerin her bir tipinin kendine özgü meşguliyetleri, devlete karşı malî yönden sorumlulukları vardı. Osmanlı kanunnamelerinde bu sorumluluklar özenle belirtilmektedir. Osmanlı toplumunda köylünün, devlete olan malî mükellefiyetlerine göre, sosyal ayırımı son yıllarda yapılan incelemelerde nispeten tespit edilmiştir.[4] Ancak hâlâ köylünün köyündeki gündelik hayatında nasıl yaşadığı, nasıl barındığı, nasıl beslendiği, nasıl ürettiği, ürettiklerini nasıl muhafaza ettiği ve pazarladığı, neler ürettiği, karşılaştığı güçlüklerin neler olduğu, aile yapısı, şehirler ve diğer yerleşim birimleriyle ilişkisi hakkında geniş fikirler ortaya konabilmiş değildir. Burada sunma fırsatını bulduğum Sinop örneğindeki Osmanlı köylüleri hakkında olan bu çalışmamın, belirtilen alandaki boşlukları doldurma konusunda bir katkı sağlayacağı kanaatini taşıyorum.
Çalışmam ağırlıklı olarak şu hususları içermektedir: Sinop köylülerinin barınma biçimleri, köy içindeki ilişkileri, yaptıkları ziraat ve hayvancılık, ürettikleri ürünler, ürettiklerini pazarlamaları, çevre şehir kasaba ve köylerle münasebetleri, yaşadıkları sorunlar (eşkıyalık, zulüm ve baskılar, baskınlar, göçler), aile yapıları (aile bireyleri) ve ekonomik güçleri.
Osmanlı Devleti’nin, toprak düzeni içinde, köylülerin varlığını sürdürebilmeleri için gerekli koşulları tanıdığı görülmektedir. Bu koşullar sayesinde köylüler, uzun vadeli ve günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmekteydiler. Onlar, Osmanlı toplumunda, ekonomik ve sosyal hayatın akışına katkı sağlayan hareketli ve önemli bir zümre idiler.
Köylülerin Barınması
Köylüler, bir taraftan devlet için malî (tarım topraklarını işleyerek vergi vermek, kereste ve odun temin etmek, öküz ile beygir ve katır vermek, köprü inşa ve tamirini gerçekleştirmek, maden hizmetlerinde bulunmak vs.) mükellefiyetlerini yerine getirirken diğer taraftan kendilerinin geleceği için de çaba göstermekteydiler. Memleketlerindeki yaşamlarını güven içinde sürdürebilmek, doğa şartlarına karşı korunabilmek ve barınmak için devlet tarafından onlara, birtakım binalar inşa etmek hakkı tanınmıştı. “Menziller (evler)”, “odalar” ve “havlular” onların bu inşa haklarındandı.
Köylüler “menzil” adıyla belgelere yansıyan evlerde otururlardı. Menziller tek katlı olabildiği gibi çift katlı (fevkanî ve tahtanî) da olabilirdi. Havlular, ekseriyetle menzillerin bitişiğinde inşa ediliyordu. Belli bir toprağı da içeren bu yerlerde muhtelif cinsten ağaçlar bulunabilirdi. İnşa edilen bu yerler, insanlar içindi.
Köylüler, barındıkları bu yerlerin yanında, beslenmek ve gücünden yararlanmak maksadıyla yetiştirdikleri veya besledikleri hayvanları muhafaza için de, birtakım binalar inşa ediyorlardı. “Damlar”, “samanhaneler” bu amaçla yapılanlardandı. “Damlar”, hayvanların barınmalarını gerçekleştirmek, “samanhaneler” ise kışlık yiyeceklerini saklamak içindi. Köylüler, ayrıca, sahip oldukları mal ve erzakların muhafazası için “anbarlar” da kuruyorlardı.
Sinop’ta Seyyid Osman bin Abdullah’ın oturduğu Korıcak köyünde emlâk olarak bir “menzili (evi)”, ev içinde “küçük anbarı”, “samanhane”si; Gurezfat adlı köyde de “daireli bir evi”, “anbar”ı, “samanhane”si, “öküz damı” vardı.[5] Begcekarıhı adlı köy sakini Tutmakzade’nin ise köyünde fevkânî ve tahtanî (çift katlı) bir “menzil”i, bir adet “anbar”ı, köy evine bitişik bir “bahçe”si, Sinop şehri Arslan mahallesinde de fevkânî ve tahtanî bir “menzil”i ile “topraklı havlu”su ve “meyve ağaçları” bulunuyordu.[6] Karasu nahiyesi Şahaneköy’de oturan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın da bu amaçla sahip olduğu biri büyük diğeri küçük, bir diğeri de harab (hurdedat) “üç menzil”i, ayrıca “samanhane”si bulunuyordu.[7] Çeharşenbe nahiyesi Çobanlar köyü sakini Misrî-zâde Osman Ağa ibn Mehmed’in de, köyünde biri yeni diğeri eski iki adet “menzili” ile mahsül ve samanlarını muhafazası için “anbar” ve “samanhane”si vardı.[8]
Bütün bu saydığımız mal, mülk ve yapılar, XVIII. yüzyılda köylülerin barınma şeklini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bunlar, muhteviyatlarıyla birlikte tamamen köylülere aittir. Köylü gerektiğinde onları satabilmekte, aile fertlerine miras olarak bırakabilmekte, herhangi bir durum dolayısıyla rehin olarak gösterebilmektedir. Ancak, köylünün, tereke kayıtlarından da anlaşıldığına göre, tarla satışlarına rastlanmamaktadır. Bu durum, köylünün işlediği toprakların mîrîye yahut vakıflara ait olduğunu, arazileri icarcı gibi işlediğini ortaya koymaktadır.
Köylü Ailesi
Köylü ailesinin yapısı, Osmanlı toplumunun diğer üyelerinin aile yapısından farklı değildir. Hukukî olarak da aynı saygınlığa sahiptir. Aile üyeleri, baba, anne ve çocuklardan meydana gelmektedir. Emmi oğulları, ailede miras sahipleri olarak yer almaktadır. Köylü ailelerin nüfusu, şehirlilerinki gibi, fazla değildir.[9] İncelediğimiz köylü terekelerinde, Tablo 1’de de görüleceği üzere, köylü ailelerinin çok geniş ve çok çocuklu aileler olmadığı dikkat çekmektedir. Bu durum Sinop’un idarî birim olarak kapsadığı bütün yerleşim birimlerinde gözlenebilmektedir. Bununla ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür.[10]
Köylü ailesi içinde eşlerden birinin ölümü halinde, diğerinin, daha sonra yeni bir evlilik yapması söz konusudur. Sinop’un Karasu nahiyesine bağlı Şahaneköy adlı köy sakinlerinden iken ölen Arab Ahmed’in (veya Arab Ahmed bin Receb bin Hasan), Meryem adındaki ölen ilk eşinden sonra, Hadice binti Nasır Kethüda Hatun’la evlenmesi buna işaret etmektedir.[11] Ancak bu uygulamanın dönemin Osmanlı toplumunda ne derece yaygın olduğu konusunda kesin bir rakam ve yüzde oranı vermek zordur.
Köylü ailesi içinde dikkat çeken bir husus da kimsesiz kalan bir çocuğa mahkemece güvenilir birinin vasi tayin edilmesidir. Vasî tayin edilen şahıs, kimsesiz kalan çocuğun haklarını ve mallarını korumakla görevlidir. Bunlar hizmetleri mukabilinde belli oranda vakıf malından günlük vasilik ücreti almaktadırlar.[12] Sinop’un Karasu nahiyesine tâbi Şahaneköy’nden Ali bin Mansur bin Mansur adlı çocuğa mahkemece (kıbel-i şer’den), Mahmud Beşe ibn el-Hac Şaban “vasî” tayin olunmuş ve bu şahıs, mahkemede, amcasının oğlundan (emmi-zâdesinden) çocuğa intikal eden miras haklarını, amcası oğlunun eşinin vekîline karşı korumuştu; bu maksatla Sultan Bayezid-i Velî Hazretleri Vakfı “cabi”sini dava ederek çocuğun hakkını almayı başarmıştı.[13]
Köylü kadınlar, mahkemede, ölen kocalarından kalmış terekedeki mehr-i müecccel ve mu’accele haklarını almak için, dava açma ve kocasının terekesinden bu haklarının tahsil edilmesini isteme hakkına sahiptiler. Açılan bu davalar sonunda onlar, haklarını elde edebiliyorlardı.[14]
Köylülerin Dış İlişkileri
Osmanlı köylüleri, hayatlarını ve faaliyetlerini sadece kendi aileleri ve köyleri kapsamında sürdürmüyorlardı. Onların gerek kendi köylerinin insanları gerek çevresindeki köyler ahalisi gerekse şehirde oturanlarla ilişkileri vardı. Bu ilişkiler çeşitli amaçlara yönelik olarak gelişiyordu. Köylüler, diğer insanlarla ortaklıklar kurabiliyor, onlara borç para verebiliyor veya onlardan alabiliyordu. Ayrıca, şehirlerdeki vakıflardan da borç para veya kredi çekebiliyorlardı. Köylüler, oturduğu köyün dışında başka köylerde veya şehirde taşınmaz ve taşınabilir mallara bile sahip olabiliyorlardı.
Bir köylünün kendi köyündeki diğer insanlarla olan ilişkisi, ortaklıklar ve alacak verecek ve şeklinde oluyordu. Köylüler, köyün diğer insanlarıyla ortaklıklar kurabiliyordu. Köylülerin başkalarıyla yaptıkları ortaklıklar, sadece kendi köyleriyle de sınırlı kalmıyordu. Onlar hem kendi köylüleri ve diğer köylülerle hem de şehirlilerle ortaklıklar kurmuşlardı. Bu ortaklıklar arasında dikkat çekenleri, “ortak ev” ve “üzüm bağı”,[15] “ortak iki kısrak”[16] idi. Köylüler ayrıca, başkalarına borç para veriyor veya onlardan alıyorlardı. Terekelerde dikkat çeken alacak verecekler, köylülerin iktisadî yönden kendi köylüleriyle olan dayanışma çabalarını ortaya koymaktadır. Buna dair oldukça örnek bulunmaktadır:
Sinop’un Karasu nahiyesi Şahaneköy’de oturan aslen Bozok kazası ahalisi Arap taifesinden olan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın, aynı köyde, Nasır kethüda üzerinde 5 kuruş, Himmet’in üzerinde 13 kuruş, Aziz’in üzerinde 5 beş kuruş alacağı vardı. Ayrıca, Asturan köyünde Tonbuloğlu üzerinde 2 kuruş alacağı bulunuyordu. Sonuç itibarıyla Ahmed bin Receb, gerek kendi köylüleri gerekse çevre köylülerden biri üzerinde toplam 25 kuruş alacaklı idi. Bu paranın Ahmed bin Receb’in 425 kuruş tutan terekesi içindeki oranı %5,882 idi.[17] Çeharşenbe nahiyesindeki Çobanlar adlı köyden Misrî-zâde diye bilinen Osman Ağa ibn Mehmed’in de, köyündeki Musa üzerinde 31 kuruş alacağı vardı. Mısrî- zâde’nin Musa üzerindeki alacağı olan bu para, 304,5 kuruş tutan terekesi içinde %10,180 civarındaydı.[18] Bütün bu örnekler, ayrıca, köylülerin aralarındaki ilişkilerin derecesini ve niteliğini de göstermektedir.
Bunlar dışında, aynı köy içindeki katil ve eşkıyalıkları da, köylülerin aralarındaki ilişkiler çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.
Civar Köyler ve Şehirle İlişkileri
Osmanlı toplumunda bir köylünün civar köylerle yakın ilişkilerinin bulunduğuna yukarıda bir işaret etmiştik. Ancak sözü edilen bu ilişkiler, sadece köylüler arasındaki ortaklıkları içeriyordu. Halbuki ilişkiler bununla da sınırlı kalmıyordu. Ayrıca, bir köylünün, diğer bir veya birkaç köyde mal ve mülklerinin bulunması şeklinde de ilişkileri vardı. Köylünün bu alandaki ilişkileri de sadece civar köylerle sınırlı kalmıyordu, şehirlere de yansıyordu.
Köyündeki evi ile diğer mal ve mülkleri dışında köylü, aynı zamanda, başka bir köyde ve şehirde de mal ve mülklere sahip olabiliyordu. Hem oturduğu köyde hem de başka bir köyde veya şehirde menzili (evi), mahsullerini muhafaza ettiği anbarı, hayvanlarını koruduğu ve beslediği öküz damı ve samanhanesi mevcuttu; meyve ağaçları, ziraat aletleri ve hayvanları diğer köylerde veya şehirde bulunan mal ve mülkleri arasındaydı.
Sinop’un Korıcak köyünde oturan Seyyid Osman bin Abdulah’ın aynı yerde, menzili, samanhanesi, ev içinde anbarı, anbar içine konmuş buğdayları, hisseli incir ağaçları ekin ekmek için demirden sürme zinciri, sapan demiri, toprağı işlemek için kürek (küreli) ve kazması, mahsullerini taşımak ve muhafaza etmek için çuvalı bulunduğu gibi, Gurezfat adlı köyde de daireli evi, samanhanesi, öküz damı, meyve ağaçlarını içeren bahçesi, mahsullerini koymak için anbarı ile bir baş kara sığır ineği ve yarım baş kısrağı vardı. Seyyid Osman öyle anlaşılıyorki, her iki köyde de ziraat ve hayvancılıkla uğraşmaktaydı.[19] Karasu nahiyesine bağlı Begcekarıhı adlı köyden Tutmak-zade Mustafa bin Abdurrahman ise, hem köyünde fevkânî ve tahtanî (altlı üstlü) bir eve, mahsullerini koyabileceği anbara, köy evine bitişik bahçeye hem de Sinop şehrindeki Arslan mahallesinde altlı üstlü iki bab eve, topraklı havluya ve meyve ağaçları (eşcar-ı müsmire) na sahipti.[20]
Kurumlarla İlişkileri
Köylüler, kendi aralarında borç alıp vermenin dışında, bazı vakıf kurumlarından da kredi veya borç para çekebiliyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki vakıflar, bugünkü bankaların vatandaşlara kredi adı altında verdiği borç para gibi, köylüler için bir kredi ve finansman kaynağı vazifesi görüyordu. Köylüler, vakıflardan para almak için mal varlıklarını rehin olarak göstermek durumunda kalıyorlardı. Bu borç öyle yüksek miktarlarda olabiliyordu ki, borç alan kişinin hem köyündeki hem de şehirdeki mal ve mülklerinin satılması karşılığı ancak ödenebiliyordu.
Bir vesileyle adından söz ettiğimiz Begcekarıhı adlı köyden Tutmakzâde Mustafa’nın, Sinop şehri Timurlı mahallesindeki Mescid-i şerîf vakfından borç olarak aldığı 200 kuruş karşılığında, hem köyündeki hem de Sinop şehrindeki yukarıda zikredilmiş (bk. dipnot: 6, 10) mal ve mülkleri rehin olarak gösterilmişti. Tutmakzâde ölünce de bütün bu mal ve mülkler, borç ödenmediğinden, Mescid-i şerîf vakfı mütevellisi Ahmed Efendi tarafından satın alınarak vakıftaki borcuna karşılık takas edilmiş ve bu şekilde ancak ödenebilmişti.[21]
Şehirlilerin Köyler ve Köylülerle İlişkisi
Toplum üyeleriyle yakın ilişkileri çerçevesinde köylülerin, kendi köylerinde oturanlar, diğer köylerde ve şehirde oturanlarla yakın münasebet kurmalarından başka, şehirlilerin de şehirleri dışına çıkarak köyler ve köylülerle buna benzer ilişkilerde bulundukları dikkat çekmektedir. Şehirlilerin köylerde mal ve mülklerinin bulunması, köylülere borç vermeleri veya onlarla ortaklıklar kurmaları bunu göstermektedir.
Şehirle birlikte köylerde mal ve mülkleri olan şehirliler arasında Mustafa bin Mustafa, es-Seyyid Mustafa Çelebi ibn es-Seyyid Mehmed Çelebi, Ali bin Receb, Mustafa Çelebi ibn Mehmed Çelebi, Hasan Beşe ibn Hasan Ağa, Osman bin Hasan’ı örnek olarak belirtmek mümkündür.
Sinop’un Arasta mahallesinde oturur iken ölen Mustafa bin Mustafa’nın Sinop’un Küçekli köyünde evi, bahçesi, mal, mülk ve hayvanları ile çiftçiliğe ait aletleri ve arabası vardı. Sinop’un Şeyh mahallesi sakinlerinden iken ölen es-Seyyid Mustafa Çelebi ibn es-Seyyid Mehmed Çelebi’nin de, Sinop şehrinde ve şehir dışında Karaca Kenise divanındaki Civerlek köyünde ve Fakıreli köyünde mal ve mülkleri vardı. Bu tereke sahibinin adları belirtilen köylerdeki mal ve mülklerinin büyük bir kısmını, ziraat aletleri, hayvanlar ile hayvanların muhafaza ve ihtiyaçlarının giderilmesi için yapılmış dam ve samanhaneleri, ayrıca bahçeleri ve eski bir arabası teşkil ediyordu.
Bu şahıslardan başka, Sinop’un zenginlerinden olup şehir merkezinde kendisine ait bakkalı, semerci dükkânı ile diğer şahıslarla ortak dükkânları ve imalathaneleri bulunan Ali bin Receb’in de, Saraycıklı köyünde ağaçlıklı bir menzili (evi) bulunuyordu. Ayrıca, Mustafa Çelebi ibn Mehmed Çelebi ile Hasan Beşe ibn Hasan Ağa da, Sinop’ta oturup da köylerde mal ve mülkleri olanlardı. Mustafa Çelebi, Sinop şehrinde Arslan mahallesinde oturan bir insandı ve bu mahallede ikamet eder iken ölmüştü. Bu şahsın, Çukurköy’de evi, ev içinde anbarı, samanhanesi ve meyve ağaçları vardı. Ayrıca, oturduğu Sinop şehrindeki bir mahallede camus ineği ve kara sığır besliyordu. Şeyh mahallesi sakini Çakmakoğlu diye bilinen Hasan Beşe’nin ise, şehirde Kaban Çarşısı’nda han ve dükkânı, aygır tay ile birkaç kısrağı, Çenki köyünde bir fevkâni köşk ile bağ ve meyve bahçeleri, iki arabası, yeteri kadar çift hayvanları, inek, öküz, dana ve ekim yapmak ve beslenmek için tahıl ürünleri vardı.
Şehirde oturup da burada işi ve gücü olan, ayrıca köylerde de mal ve mülklere sahip bulunan şehirliler arasında bazılarının, daha önce köyde oturduklarına ve sonraları şehre gelip yerleştiklerine dair bilgilere rastlanmaktadır. Osman bin Hasan’ın durumu bununla açık bir şekilde örtüşmektedir: Sinop’un Cami-i kebir mahallesinde ikamet eder iken, dükkân vs. mal ve mülklere sahip olduğu halde ölen Osman’ın, terekesinde ayrıca, diğer malları arasında babasından miras olarak kendisine intikal etmiş Toblı köyündeki emlâk ve eşcardan söz edilmesi, bu şahsın aslen Toblı köyünden olduğunu ve sonradan Sinop’a gelip yerleştiğini, burada kendisine bir iş kurarak dükkân çalıştırdığını göstermektedir.[22]
Şehirlilerin köylülerle ortaklıklar kurmaları veya onlara borç vermeleri konusunda da ilginç örneklerle karşılaşılmaktadır. Sinop’un Şekerana mahallesi oturanlarından -Ahmed diye bilinen- bin Mustafa bin Abdülmennan’ın, Ufacıkağaç köyünde Ma’den oğlu damadı İmamoğlu, Caykecesi köyünde Suhte, Hacımaksudlı köyünde Kanadoğlu ve Kılıçlı köyünde Selem Mehmed ile de ortaklıkları olup alacak hisseleri bulunuyordu. Onun, İmamoğlu ile olan “kısrak” ortaklığından yarım hisse, yine Suhte ile “tay kısrak” ortaklığından yarım hisse, ayrıca Kanadoğlu ile yine “kısrak” ortaklığından yarım hisse, Selem Mehmed ile “camus malağı” ortaklığından yarım hisse alacağı vardı. Bunlar dışında aynı şahsın, şehirde de Şeki Alisi oğlu üzerinde 15,5 kuruş, Receb oğlu üzerinde kısrak bahasından 10 kuruş alacağı bulunuyordu.
Köylülerin veya şehirlilerin ilişkileri, Osmanlı toplumunda sadece Müslimlerle sınırlı kalmamaktadır. Gayrimüslim toplum üyeleri arasında da buna benzer ilişkilere rastlanmaktadır. Sinop’un Şekerana mahallesi oturanlarından -Ahmed diye bilinen- bin Mustafa bin Abdülmennan’ın, hayatta iken Elekçi Ermeni Pedrus ile de ortaklık kurduğu görülmektedir. Bu ortaklıktan dolayı Pedrus borçlu idi. -Ahmed diye bilinen- bin Mustafa bin Abdülmennan’ın, Ermeni Pedrus ile “10 baş kısrak” ortaklığından yarım hisse alacağı vardı.[23]
Yerleşim yerleri ile ortaklık ilişkilerinden, mal ve mülklerinden söz edilen bütün bu insanlar, XVIII. yüzyıl Osmanlı toplumunda şehirli-köylü veya köylü-şehirli züresini ortaya koyan önemli örneklerdi.
Köylülerin üretimi iki alanda dikkat çekmektedir. Bunlardan biri tarım veya ziraat, diğeri de hayvancılıktır. Tarım alanında köylüler, yiyeceklerini karşılamak için, her şeyden önce toprağa ekim ve dikim yapmak durumundaydı. Bu amaçla, mümkün olduğunca evinin yanında veya bitişiğinde veyahut ayrı bir mevkide, bağçe (bahçe) de yapmaktaydılar. Evlerinin avlularına da ağaçlar dikiyorlardı. Bahçeleri, meyve ağaçları süslüyordu. İncir ve erik ağaçları ile ismi zikredilmeyen birçok meyve ağacı ve zeytin ağaçları, köylüler tarafından, buralarda dikilen ve yetiştirilenlerdi.
Çeharşenbe nahiyesindeki Çobanlar köyünde daha önce adını andığımız Mısrî-zâde’nin “eşcâr ma’a erik”i[24]; Karasu nahiyesindeki Şahaneköy’de oturan Ahmed bin Receb bin Hasan’ın “meyve ve zeytin ağaçları”[25], Sinop merkez köylerinden Korıcak sakini Seyyid Osman bin Abdullah’ın aynı köyde “incir eşcârı”, ayrıca Ğurezfat köyünde de “meyve eşcârını içeren bahçe”si [26], Karasu nahiyesine bağlı Begcekarıhı adlı köy sakini olan Tutmak-zâde Mustafa’nın da Sinop şehrinde “eşcâr- ı müsmiresi (meyve ağaçları)” ile oturduğu köyde evine bitişik “bahçesi” vardı.[27]
Köylülerin ayrıca, “üzüm bağları” da yetiştirerek üzüm ve pekmez ihtiyaçlarını karşıladıkları görülmektedir. Üzüm bağlarının bulunması, gayrimüslim köylüler için buralarda, muhtemelen şarap imalinin yapıldığına da işaret edebilir. Çeharşenbe nahiyesindeki Çobanlar köyü sakini Mısrî-zâde’nin köyünde “üzüm bağı” yetiştirdiği görülmektedir.[28] Ayrıca, Sinop’un Cami-i kebîr mahallesi sakinlerinden olan es-Seyyid Halil Efendi ibn Abdullah Efendi’nin Uzungürgen adlı köyde “üzüm bağı” vardı.[29] Kuşkusuz bütün bu örnekler, XVIII. yüzyıl Osmanlı köylüsünün çalışma ve üretim alanlarının zenginliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Ziraate bağlı olarak köylülerin yaptıkları üretimlere gelince, onların farklı ürünler yetiştirdikleri görülmektedir. Köylülerin köylerinde ürettikleri ürünler hakkında -bu alanda terekeler üzerinde inceleme ve araştırmalar genişletildikçe uzun bir liste hazırlanabilir- birkaç örnek verecek olursak, şunlar sıralanabilir: Muhtelif cinste “meyve”, “erik”, “incir”, “üzüm”; “zeytin”; “süt”, “bal”; “buğday”, “‘alef (yulaf)”, “şa‘îr (arpa)”, “nohut”.[30]
Üretimi gerçekleştirebilmek için köylüler, çeşitli aletler kullanıyorlardı. Bunlar arasında “temir-i sürme zincir”, sürme temir-i rencber”, “sapan demiri”, “küreli (kürek)” ve “kazma”, “çuval”, “küçük ve büyük anbar”, “düğen”, “alât-ı çift (çift aletleri) ”, “araba” sayılabilir. Söz konusu aletlerin yeni ve eski olarak vasıflandırılmaları dikkat çekmektedir. Ayrıca bu alana hizmet edebilecek başka alet ve malzemeler de bulunmaktadır. Binek olarak kullanılan “eğer”, muhafaza ve taşımak için “süt tabesi”, tartı için “kantar”, bal elde etmek için “kovan-ı zenbur” bunlardandır.
Köylülerin hayvancılık alanındaki üretimleri de değişik amaçlara hizmet etmektedir. Ulaşım amacıyla yetiştirilenler, gücünden istifade edilenler, etinden ve sütünden, derisinden ve etinden yararlanılanlar bunlar arasında belirtilebilir.
Bu hayvanların korunması ve beslenmelerinin sağlanması için köylüler, “tam” ve “samanhane” gibi binalar inşa etmektedirler. “Kısrak”, “katır sıpası”, “kancık tay”, “erkek tay” gibi binek hayvanları ile “kara sığır ineği”, “kara sığır öküzü”, “kara sığır tosunu”, “tana”, “camus”, “camus ineği”, “camus öküzü” gibi besleyici, yük ve çift hayvanları ile “arı”lar köylünün yetiştirdiği ve faydalandığı başlıca canlılardır.[31] Hayvan yetiştiriciliği, sadece köylülere özgü değildir. Aynı cins hayvanlardan şehirlilerin de yetiştirdiği veya kullandığı dikkat çekmektedir. Şehirliler tarafından yetiştirilen ve kullanılan diğer hayvanlar arasında “düğe mulak”, “kara sığır düğesi” de vardır.
Köylülerin Beslenmesi
Osmanlı Devleti’nin, köylülerin beslenebilmeleri için, uygun koşullar yaratmaya çalıştığı ve onlara kanunlar çerçevesinde imkânlar verdiği görülmektedir. Köylüler, beslenebilmek için tahıl yetiştiriciliği yapabildiği gibi, meyve ve sebze ihtiyaçlarını karşılayabilmek için de bağ ve bağçe (bahçe) edebilmekte, bu amaçla buralara üzüm ve meyve fideleri dikerek ürün veren ağaçlar yetiştirmekteydiler. Ayrıca, et, süt ve bal ihtiyaçlarını karşılamak için de hayvan yetiştiriciliği yapmaktaydılar.
Ancak, her köylünün beslenme için gereksinim duyduğu gıdaları sağlayacak koşullar, farklı olabiliyordu.
Köylüler arasında (bu şehirliler ve diğer toplum üyeleri için de geçerliydi), birinin diğerine göre beslenme maddelerine daha çok sahip olabildiklerine şahit olunuyordu. Örneğin köylülerden biri, hayvancılık alanında diğerine göre, daha çok cins ve başa sahip olabilirdi. Aynı durum tahıl üretimi ve diğer alanlarda da söz konusu idi.[32]
Köylülerin, gıda olarak istifade ettikleri ürünler konusunda, “üretimleri” bölümünde, ayrıntılı olarak durulmuştu.
Köylülerin Ürettiklerini Pazarlaması
Toplumun her türlü pazar imkânından yararlanmak, köylüler için de önemli idi. Zira, onlar da, ürettikleri dışında, ihtiyaç duyduğu diğer mal ve maddeleri temin edebilmek için paraya ihtiyaç duyuyorlardı. Bunu ise, ancak ürettiklerini satarak sağlayabilirlerdi. Sahip olmadıklarını, değiş tokuş yapmak suretiyle de elde edebilirlerdi. Bunu gerçekleştirebilecekleri yerler, ekseriyetle pazarlar ve çarşılardı.
Köylüler, ürettiklerini pazarlamak veya bir başka malla mübadele etmek ve çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla kaza dahilinde kurulan haftalık pazarlara gitmek durumundaydı. Kaza birimleri dahilinde pazarlar kuruluyordu. Bu pazarlar, haftanın günlerinden birinin adını alabilirdi. Örneğin Sinop kazası dahilinde “yeni cuma pazarı” adıyla umumî bir pazar vardı. Bu pazarın belgede ifade ediliş şekli, yani pazarın başına getirilen bu “yeni” sözü, kaza dahilinde başka eski pazarların bulunduğunu da göstermektedir.[33] Pazarlarda, kaza halkından, her kesimden kimseler bulunabilirdi.
Bu tür haftalık pazarlardan başka şehirde bir başka pazar daha varsa da, bu pazarda, köylünün ürettiğini satması gibi bir durum söz konusu değildi. Onlar, ancak ihtiyaç duydukları bir malı, bu pazardan muhtemelen temin edebilirlerdi. Sûk-i sultanî denilen bu resmî pazar yerlerinde, ölen şehirli ve köylü ile yabancı herkesin tereke (bıraktıkları) mal ve mülkleri, açık artırma ile satılırdı. Osmanlı mahkemeleri, bu satış işini düzenlemek ve gerçekleştirmekle görevli idi.
Köylülerin ölümlerinden sonra kalan mallarının, hak sahiplerine hukuk ölçüsünde eşit olarak taksim edilebilmesi, aynen zor, nakden (para ile) ise daha kolaydı. Bu nedenle, ölen köylünün kalan mal ve mülkleri de, toplumun diğer üyelerininki gibi, Sûk-i sultanî denilen resmî pazar yerlerinde açık artırma ile satılırdı. Satışla nakide dönüştürülen tutar üzerinden mahkeme masrafları ve vergiler düşüldükten sonra, geriye kalan para, ölen köylünün varisleri arasında pay edilirdi. Bu pay esnasında erkeklerin bayanlardan daha fazla hisse aldıkları dikkat çekmektedir. Bu kurallar, sadece köylülere özgü kurallar olmayıp, toplumun diğer üyeleri için de geçerli idi. Varissiz ölen insanların terekeleri, yine aynı yolla Sûk-i sultanî’de satılır, masraf ve vergiler düşüldükten sonra, kalan para bu kez, “Beytü’-l mâl” kurumuna intikal ettirilirdi.
Köylülerin pazar ihtiyaçlarını karşıladıkları yerler arasında kuşkusuz, şehir merkezinde muhtelif mahallerde kurulmuş çarşı, dükkân ve mağazaları da burada belirtmek gerekir.
Köylülerin Sorunları
Osmanlı köylüleri, kendi aralarında ve şehirlilerle, bölgenin yöneticileri ve kurumlarıyla ilişkileri ve barınma, beslenme, üretim, pazarlama faaliyetleri esnasında önemli sorunlarla da karşılaşmaktaydılar. Köylüler, nadiren de olsa dış baskınlara maruz kalabiliyorlardı. Eşkıya zümresinin, çarşı ve pazarlarda çıkardığı güçlük ve müdahalaleleri, köylerde yaptıkları ev baskınları, dağa kaldırma ve adam öldürmeleri gibi muhtelif zulümleri, bazı devlet görevlilerinin tamahkârlıkları dolayısıyla baskıları, köylüyü rencide eden diğer kötülüklerdi.
Köylüler, Osmanlı hukukuna dayalı olarak kurdukları yaşam tarzı ve düzen içerisinde, kendilerine acı verecek ve yerlerinden yurtlarından edecek eylemlere sıklıkla tanık olmuşlardı. Bu eylemleri yapanlar, kendi aralarından çıktığı gibi civar köy ve kasabalardaki insanlardan veya yöneticilerden de olabiliyordu.
Köylülerin, söz konusu eylemlerden dolayı, devlet düzenine olan güvenleri sarsılıyor, sosyal hayatlarının düzenli akışı bozuluyordu. Onlar, bu eylemler karşısında mevcut düzenlerini, devlet otoritesi boşluğu içinde, tek başına koruyamıyorlardı. Düzenlerini bozanlara karşı koyma hakkına sahip olsalar da, kendilerine göre daha iyi teşkilatlanmış veya birtakım devlet güçlerini elinde bulundurmuş kötülük ehli insanlar ve yöneticiler, bu mücadeleden daha baskın çıkıyorlardı.
Zaten karşı koymaya çalışmaları da bir çözüm getirmiyordu. Zira, karşı bir eyleme girişmeleri, ancak bölgedeki anarşiyi artırıyordu. Bu nedenle, onların bu sorunlardan kurtulabilmeleri için, bir başka yol denemek kalıyordu. O da, XVIII. yüzyıl boyunca sürekli artan ve büyük bir mesele haline gelmiş bulunan yer değiştirmelerdi. Bu yer değiştirmeler, öyle bir noktaya gelmişti ki köylüler, bütün hane halkıyla birlikte “ev göçü” şeklinde kendilerini daha güvende hissedebileceklerini sandıkları yerlere gitmişlerdi.
Devlet, köylünün maruz kaldığı kötü eylemlerin farkında idi. Birçok köy ve köylünün harap ve çaresiz duruma düştüğü bizzat resmî kayıtlarda sık sık dile getirililiyordu. Buna rağmen devlet, söz konusu dönemde bir türlü taşrada otoriteyi kuramıyordu.[34] Böyle olunca da sorunlar, kökten çözümlenmediği için büyüyordu. Devlet, sorunların kökünü kurutmak yerine ancak bir ucunu görerek, yüzeysel kalan tedbirlerle halline çalışıyordu.
Bununla birlikte, köylünün yaptığı göçler, her zaman kötü sonuçlar doğurmuyordu. Terk edilmiş bazı yerlere başka yerlerden yapılan yerleşimler yani karşı göç hareketi, oranın canlanmasına katkıda bulunabiliyordu. Özellikle aynı idarî birim içinde köylerden şehire olan göçler, sanıldığı gibi köy ziraatinin terk edilmediğini göstermektedir. Elimizdeki örnekler, köyden şehire göçen insanların, şehirde iş kurarak değişik alanlarda faaliyet gösterdikleri gibi, geldikleri köylerdeki mal ve mülk varlıklarını koruduklarını, köylerindeki üretim faaliyetlerine devam ettiklerini de ortaya koymaktadır. “Şehirlilerin köyler ve köylülerle ilişkileri” bölümünde açıklanan muhtemelen köylü asıllı olan şehirlilerin faaliyetleri, bu durumu açık bir şekilde göstermektedir. Ayrıca, aynı idarî birimdeki köyden şehire olan göç hareketleri, “köylü-şehirli” kültürüne sahip, bu kültürü geliştiren, hareketli yeni bir zümrenin ortaya çıkması imkânını da vermiştir.
Köylülerin Ekonomik Gücü
Şehirlerde olduğu gibi, köylülerin de ekonomik güçlerinin birbirinden farklı olduğu görülmektedir. Nitekim, incelenen terekelerde işaret edilmiş, aile reisleri iken ölen köylülerin bıraktığı mal, mülk, hisse ve para tutarlarının aynı olmaması, bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Örneğin Çobanlar köyünden Mısrî-zâde’nin toplam tereke tutarı 304,5 kuruş, Şahaneköyü’nden Ahmed bin Receb bin Hasan’ınki 425 kuruştur. Şahaneköylünün mal, mülk ve başkaları üzerindeki alacak parası, Mısrî-zade’ninkinden daha çok görünmektedir. Ayrıca, Şahaneköylünün hayvancılık alanında da ötekine göre daha varlıklı olduğu dikkat çekmektedir.
Şehirlilerden birkaçının tereke tutarı bize, köylü ve şehirli arasında ekonomik güç açısından bir mukayese imkânı vermektedir. Köyde mal ve mülkü olup da şehirde oturan “şehirli-köylü”lerden Sabunî Ali bin Receb’in toplam tereke tutarı 663 kuruş, Süleyman bin Süleyman’ınki 551 kuruş, Süleyman Beşe ibn Mehmed’inki 1070 kuruş, Temur Ayak Mustafa bin Osman’ınki 217 kuruş, Mellah Mehmed bin Receb’inki 133 kuruştur.
Görüldüğü üzere, köylülerin bazılarının ekonomik güçleri, şehirde oturan “şehirli-köylü”lerin bazılarınınkinden daha fazla bazılarınınkinden ise daha düşüktü. Ama şu bir gerçekti ki, gerek “köylü”ler, gerekse “şehirli-köylü”ler, ekonomik olarak mal ve mülklerini artırmak, sermayelerini geliştirmek çabası içerisindeydiler. Bu nedenle onların ekonomileri durağan olarak gözükmemekte, hareketlilik arz etmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak ifade edebiliriz ki, XVIII. yüzyıl Osmanlı toplumunda Sinop köylüleri, hareketli bir yaşam sürmekteydiler. Gerek kendi köylerindeki insanlarla gerekse civar köyler ve köylülerle gerekse de şehir ve şehirlilerle sıkı ilişki halindeydiler. Ortaklıklar kurmakta, borç para vermekte ve almaktaydılar. Civar köylerde ve şehir merkezinde mal ve mülklere sahiptiler. Şehirlerdeki kurumların imkânlarından da yararlanmaktaydılar.
Köylülerin üretimi, ekseriyetle ziraat ve hayvancılıkla ilgilidir. Onların ziraat uygulaması (teknolojisi), sapana dayanmaktadır. Bağ ve bahçe tarımı, ekim tarımının yanında, köylülere beslenme imkânı vermektedir. Üzüm ve birçok çeşit meyve ağaçlarının ve zeytinlerin yetiştiriciliği yapılmaktadır. Kara sığır öküzleri ve camus öküzleri, tarımda ve çift sürümünde kullanılan hayvanlardır. Bunların dışında, kısrak ve katırlar, köylülerin ellerindeki gerek tarım alanında kullanılan gerekse daha değişik alanlarda gücünden istifade edilen diğer hayvanlardır. Etinden ve sütünden beslenmek için bazı hayvanların yetiştiriciliği de söz konusudur. Ayrıca, arıcılık, yaygın olmasa da, köylüler arasında uğraşılan bir alandır.
Hasat için düğenden istifade edilmektedir. Köylülerin ekonomik güçleri, küçümsenemeyecek derecededir. Onların ekonomik güçlerinin ekseriyetle tarım ve hayvancılığa dayandığı bir gerçektir. Aralarında, bir taraftan köyde tarım faaliyetini sürdürürken şehirde de değişik meslek dallarında sermayesini geliştirme çabası içinde olanlara rastlanmaktadır.
Osmanlı köylüsü, kendisini ve mal varlığını doğadan ve diğer dış etkenlerden gelecek tehlikelere karşı korumak ve beslemek için çeşitli binalar inşa etmiştir. Ev, havlu, oda, samanhane, dam ve ambar bunlar arasında dikkat çekenlerdir. Köylerde bahçe kültürü vardır. Bu yerlerin zevkli ve kullanılır olması için çabalar sarf edilmiştir.
Köylülerin beslenmeleri, doğal olarak köy koşullarında, tarım ve hayvancılığa yöneliktir. Bununla birlikte kaza dahilinde kurulan haftalık pazarlar ile şehirlerdeki çarşılarda yer alan fırın, mağaza, dükkânlardan beslenme ihtiyaçalarını destekleme olanakları bulunmaktadır.
Köylüler, gündelik hayatlarında büyük izler bırakan birtakım güçlükler ve sorunlarla da karşılaşmışlardır. Katiller, şâkilikler, göçler, baskınlar bunlar arasındadır. Fakat bu sorunların XVIII. yüzyılda köylünün başından defedilemediği dikkat çekmektedir. Köylüler üzerinde açılan bu yaralar, Osmanlı toplum yapısını, ekonomisini, idaresini derinden etkilemiştir. Dönemdeki bu önemli sosyal sorunlara rağmen, köylülerde henüz bir canlılık ve hareketlilik kalabilmiştir. Yöneticilerin tavrı ve hükümetlerin tedbirleri, bu durumun muhafazasında veya çöküşünde etken olmuştur.
Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 74-81